Faiz, Riba, Tefecilik
İslâm'dan Önceki Fâiz Uygulaması
Faizin Diğer Dinlerdeki Durumu
Faizin Yasaklanmasındaki Hikmetler
İslâm'ın Yasakladığı San'at ve Kazanç Yollar
* Cinsî duyguları tahrik eden oyun ve san'atlar
* Konu ve gayesi harâm olan meslekler
* İçki ve uyuşturucu madde yapım ve satımı
Faiz ve Ribâ Nedir?
Faiz, kelime olarak, "çoğalıp akmak, dolup taşmak" mânasına gelen feyz kökünden, "çoğalıp akan, dolup taşan" anlamında bir sıfattır. Kelime, Türkçemizde, "Borç karşılığında belli zaman sonunda alınan belirli bir meblağ veya borcun belirli sürede getirdiği kazanç" mânasında isim olarak kullanılmaktadır.
Türkçede bu mânada kullanılan faiz kelimesinin son harfi dad'dır. Arapçada bir de son harfi ze olan faiz kelimesi vardır. Bu kelime ise, "elde etmek, kurtulmak, dileğine ermek, başarmak" mânasına gelen feyz kökünden gelen bir sıfattır. "Kurtulan, istediğini elde eden, başaran" mânasına gelmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, "Borç verilen şey'i belli bir ilâve ile geri alma" mânasına olan ve feyz kökünden türeyen fâiz ) فَائض ( kelimesi yoktur. Bu kelimenin yerine, Kur'an'da ribâ kelimesi kullanılmıştır. Fevz kökünden gelen fâiz ) فائز ( kelimesi ise Kur'an'da zikredilmektedir.
Bu iki faiz kelimesinin zaman zaman birbirine karıştırıldığı görülmektedir. Nitekim İzmir'de yapılan Türkiye 2. İktisat Kongresinde Türkiye Ziraat Odaları Birliği adına sunulan bir tebliğde, böyle büyük bir yanlışlığa düşülmüş; faiz kelimesine Kur'an'da övgüyle yer verildiğinden bahisle, faizin İslâm'da haram olmadığı, haram kılınan hususun tefecilik olduğu ileri sürülmüştür. Bu iddianın yanlışlığı apaçık ortadadır. Dilimizde kullandığımız faiz kelimesiyle Kur'an'da zikredilen faiz kelimesinin - yukarıda izah ettiğimiz vechile - hiçbir alâkası yoktur. Bu bakımdan, faizin meşrû olduğu iddiasının yanlışlığı açıktır. Türkçede kullandığımız mânadaki faiz kelimesinin karşılığı, ribâ kelimesidir.
Ribâ, lügatte, "çoğalma, artma ve büyüme" mânalarına gelmektedir. Kur'an-ı Kerîm'in indiği devrede bu kelime, "Borçludan, borç süresi (vâde) mukabili alınan fazlalık" için kullanılıyordu. Bu mânası ile riba mefhumu Türkçede kullandığımız faiz kelimesinin tam karşılığı olmaktadır.
İslâm'dan Önceki Fâiz Uygulaması:
İslâm'dan önce faiz, arablar arasında son derece yaygındı. Mekke'de, Tâif'de, Medine'de faizcilik yaparak çalışmadan kazanan, halkın sırtından geçinen bankerler vardı. Bunlar, belirli süre sonunda verdikleri ana paraya ilâve olarak belli bir fazlalığı da almak üzere ihtiyaç sahiplerine borç verirlerdi. Borçlu o belirli süre sonunda borcunu ödeyemezse vâde uzatılır, buna karşılık faiz miktarı da artırılırdı. Böylece borçlu çoğu zaman aldığının kat kat fazlasını ödemek zorunda kalırlardı. Bu uygulama o derece yerleşmiş ve kökleşmişti ki, Kur'an'ın da ifade buyurduğu gibi, "alış-veriş de faiz gibidir" (el-Bakara, 275) deniliyor; faiz de tıpkı alış-veriş gibi meşrû sayılıyordu.
İslâm'da Faizin Yasaklanması:
İnsanları kökleşmiş âdet ve inançlarından vazgeçirmek oldukça zor bir iştir. Bu sebeblerdir ki başta peygamberler olmak üzere bütün ıslahatçılar, insanlara yanış fikirlerini ve kötü âdetlerini bıraktırmakta çok güçlüklerle karşılaşmışlar, büyük meşakkatler çekmişlerdir. Onlara alıştıkları kötü âdetlerini terkettirmek ve inançlarına ters gelen gerçekleri kabul ettirmek için tedric metoduna başvurmuşlardır.
Hz. Âişe Validemizin şu sözleri bu gerçeği apaçık ortaya koymaktadır:
"Kur'an-ı Kerîm'in mufassal sûrelerinden ilk nâzil olanları, Cennet-Cehennem gibi konuların anlatılmış olduğu sûrelerdir. İnsanların kalbleri ısınıp İslâm'ın emir ve yasaklarını tâkibe başlayınca helâl ve haramla ilgili hükümler inmiştir. Eğer 'içki içmeyiniz, zina yapmayınız' gibi emirler, ilk inen hükümler olsaydı, mutlaka 'içkiyi ve zinayı asla terketmeyiz' derlerdi."
Bu sebebledir ki İslâm'da içki, kumar, faiz gibi kökleşmiş âdet ve uygulamalar birden yasaklanmamış; bunların haram kılınmasında tedric yolu takibedilmiştir.
İçkinin yasaklanması 3 safhada gerçekleştiği gibi, faizin haram kılınması da 4 safhada gerçekleşmiştir. Bu konuda ilk inen hüküm Rûm sûresi'nin 39. âyetidir. Mekke devrinde nâzil olmuştur.
"İnsanların malları içinde artsın diye verdiğimiz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz, fakat Allah rızasını dileyerek verebildiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevablarını kat kat artıranlardır."
Meâli arzedilen bu âyet-i kerîmede faiz yasaklanmamış, fakat faiz kazancında bereket olmayacağı beyan edilmiştir.
Medine devrinde nâzil olan Nisâ sûresi'nin 160-161. âyetlerinde ise şöyle buyurulmuştur:
"Yahudilerin haksız davranışları, çoklarını Allah yolundan çevirmeleri, kendilerine yasaklandığı halde faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden dolayı, kendilerine helâl kılınmış olan temiz şeyleri onlara haram kıldık. Onlardan inkâr edenlere elem verici bir azab hazırladık."
Bu âyetlerde faizin müslümanlara yasaklandığına dair açık bir hüküm olmamakla beraber, Yahudilerin kendilerine haram kılındığı halde faiz aldıkları, böylece İlâhî azâbı hak ettikleri beyan edilmiştir. Bu ifade ile, faiz almanın son derece kötü ve uzak kalınması gereken bir iş olduğuna işaret olunmuştur.
Faizin müslümanlara ilk haram kılınışı Âl-i İmrân sûresi'nin 130. âyeti ile olmuştur:
"Ey iman edenler, faizi kat kat alarak yemeyiniz. Allah'tan sakının ki başarıya ulaşasınız."
Bu âyetle, o devirde en çok uygulanan ve fakiri en çok ezen fahiş ribâ, yani bileşik faiz yasaklanmıştır. Basit faizin haram olduğu hakkında henüz kesin bir hüküm inmemiştir. Bu, tıpkı içkinin, içilmesinin haram kılınmayıp sarhoş halde namaza yaklaşılmasının yasaklanması tıpkı içkinin, içilmesinin haram kılınmayıp sarhoş halde namaza yaklaşılmasının yasaklanması safhasına benzemektedir.
İslâm, önce, fakirin belini iyice kıran kat kat faiz şeklini yasaklamış oluyordu. Daha sonra nâzil olan Bakara sûresinin 275-281'inci âyetleriyle her türlü faiz kesinlikle haram kılınacaktı. Faizi kesinlikle yasaklayan bu âyetlerin meâlleri şöyledir:
"Faiz yiyenler, mahşerde ancak Şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların "alış-veriş de faiz gibidir" demelerindendir. Oysa, Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır. Artık kime Rabbından bir öğüt gelir de faizcilikten vazgeçerse, geçmişi kendisinedir, onun işi (bağışlanması) Allah'a aittir. Kim de faizciliğe dönerse, işte onlar Cehennemliktir ve orada ebedi kalacaklardır.
Allah, faiz kazancını eksiltir, sadakaları ise bereketlendirir. Allah nankörlük eden hiçbir günahkârı sevmez.
İnanıp yararlı işler işleyenlerin, namaz kılıp, zekât verenlerin Rabları katında ecir ve mükâfatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.
Ey inananlar! Allah'tan korkun; eğer inanıyorsanız, faizden artakalan kısmı bırakın. Şâyet böyle yapmayacak olursanız, bunun Allah ve Resûlüne karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe eder de (faizden vazgeçerseniz), sermayeleriniz sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
Borçlu darda ise, eli genişleyinceye kadar, ona mühlet verin. Eğer bağışlarsanız, bilesiniz bu sizin için ne kadar hayırlıdır.
Allah'a döndürüleceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının eksiksiz kendisine verileceği günden korkunuz."
Faizle ilgili son nâzil olan âyetler bunlardır ve bu âyetlerle her türlü faiz kesinlikle haram kılınmıştır. Hz. Ömer (R.A.):
"Faiz âyeti en son inen âyetlerdendir. Resûlüllah (A.S.M.) bunun yeterince açıklamadan vefat etti. Bu sebeble faizi ve faiz şübhesi olan şeyleri bırakınız" demiştir.
Bunun içindir ki,
"Kim şübheli şeylerden kaçınırsa dinini ve ırzını korumuş olur; kim de şübheli şeylere dalarsa sonunda harama düşer."
"Sana şübhe vereni bırak, şübhe vermeyeni yap" hadîs-i şerifleri gereğince, şübheli şeylerden kaçınmak mendub sayıldığı ve takvâ işi kabûl edildiği halde, faiz şübhesinden kaçmak İslâm âlimlerince vâcib sayılmıştır.
Faizcilik, bu bakımdan en büyük günahlardandır. Kur'ân-ı Kerîm'de faizcilik Allah ve Resûlüne karşı savaş olarak nitelenmiş, hiç bir haram için böylesine tehdidkâr bir ifade kullanılmamıştır.
Nitekim Resûlüllah Efendimiz de, "Toplumu helâkete sürükleyen şu 7 şeyden sakınınız. Bunlar da:
1 - Şirk (Allah'a ortak koşmak).
2 - Sihir yapmak.
3 - Savaş ve kısas gibi meşru' bir sebeb olmadan adam öldürmek.
4 - Faiz almak.
5 - Yetim malı yemek.
6 - Savaşta düşmandan kaçmak.
7 - İffetli kadınlara iftira etmektir" buyurmuştur.
Bir başka hadis-i şerîfte ise, Peygamber Efendimiz; faiz yiyenlerin âhiretteki acıklı hâlini şu şekilde anlatmışlardır:
"Mi'rac gecesi bir insan topluluğuna rastladım. Bunların mideleri dışarıdan bakıldığında içi görülen ve içi yılanlarla dolu olan bir eve benziyordu.
- Bunlar kim? diye sordum. Cibrîl:
- İşte bunlar faiz yiyenlerdir, diye cevab verdi."
Yine hadîs-i şerîflerde: "Peygamber Efendimizin faizi alana, verene, faiz senedi yazana ve iki tarafın şahidlerine lânet ettiği" de bildirilmektedir.
Faizin Diğer Dinlerdeki Durumu:
Faiz sadece İslâm'da değil, bütün semavî dinlerde yasaklanmıştır. Nitekim bugün elde bulunan muharref Tevrat ve İncil'de bile, faiz yasağı ile ilgili hükümler bulunmaktadır.
Bu konuda Tevrat'da:
"Eğer kavmine, yanında olan bir fakire ödünç para verirsen, ona murabahacı olmayacaksın. Onun üzerine faiz koymayacaksın."
(Tevrat, Çıkış Bölümü, Bab: 22, âyet: 25).
"Ve eğer kardeşin fakir düşer ve senin yanında zayıf olursa, ona yardım edeceksin; senin yanında garip ve misafir gibi yaşayacak. Ondan faiz ve kâr alma. Allah'tan kork, tâ ki kardeşin senin yanında yaşasın." (Tevrat, Levililer Bölümü, Bab 25, âyet: 35-36).
"Para faizi olsun, zahire faizi olsun, yahut ödünç verilen bir şey'in faizi olsun, faizle kardeşine ödünç vermeyeceksin. Yabancıya ise faizle ödünç verebilirsin; fakat kardeşine faizle ödünç vermeyeceksin." (Tevrat, Tesniye Bölümü, Bab: 23, âyet: 19-20).
Görüldüğü üzere Musevîlikte, yahudîlerin kendi aralarında faizcilik yapmaları yasaklanmakta, fakat yahudî olmayanlardan faiz alınmasında bir sakınca görülmemektedir.
İncil'de ise:
"Eğer kendilerinden almayı ümid ettiğiniz kimselere ödünç verirseniz, ne mükâfatınız olur? Günahkârlar bile, günahkârlara karşılığını almak üzere ödünç verirler. Fakat düşmanlarınızı sevin, onlara iyilik edin ve hiç ümidsiz olmayarak ödünç verin; karşılığınız büyük olacaktır." "Luka İncili, Bab: 6, âyet: 34-35) denilmektedir.
İslâm'da faizin tedricen yasaklandığını, kesin yasakla ilgili hükümlerin en son nâzil olan âyetlerde yer aldığını, yukarıda kaydetmiştik. Gerçekten Hz. Peygamber (A.S.M.) bu yasağın genel uygulamasını Veda Haccı esnasında, kendisine "...Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetleri tamamladım..." meâlindeki âyet-i celîlenin indirildiği Arafe günü yapmış, meşhur Vedâ Hutbesinde:
"- ...Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını ödemek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.. Allah'ın emriyle bundan böyle faizcilik yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib'in oğlu amcam Abbas'ın faiz alacağıdır..." buyurmuştur.
Faizin Yasaklanmasındaki Hikmetler:
* Bir toplumda faizin bulunmaması, o toplumun maddî ve mânevî her cihetten gelişmiş olmasının nişanesidir. Ferdlerinde dinî ve ahlâkî duygular kemâle ermemiş, sosyal yardım ve dayanışma düşünceleri yeterince gelişmemiş toplulukların faizden kurtulmaları mümkün değildir.
* Faiz, toplumda düşmanlık, kin ve hased hislerinin yaygınlaşmasına sebeb olur. Yardımlaşma ve merhamet duygularını zayıflatır, giderek yok eder. Halbuki bütün dinlerin, özellikle İslâm'ın en büyük hedefi, toplumda dayanışma ve yardımlaşma ruhunu uyandırmak; düşmanlık, kin ve hased duygularını ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan faiz bütün semavî dinlerde kesinlikle yasaklanmıştır.
* Faiz toplumda bir kesimin hiç çalışmadan kazanmasını sağlar. İnsanları çalışarak üretim yapmaktan alıkor. Böylece onları tenbelliğe sevkeder.
Bugün toprağı, traktörü, ziraat âletleri, hayvanları, depo ve samanlığı ile 500 milyon lira değerinde malı olan bir çiftçi ailesinin çoluk çocuk bir yıl çalışarak elde ettikleri kazançtan, 500 milyon liranın faiz geliri daha yüksektir. Pek çok meslek ve san'at için durum aynıdır. Şimdi bütün bu insanlar mallarını paraya çevirip çalışmadan kazanmak için faiz peşine düşseler, memleketin hâli nice olur? Nasıl olsa böyle bir durum olmuyor diye, parası olanlara toplumun sırtından aşırı kazançlar sağlanması adâlet hisleriyle nasıl bağdaşır? Bunu hangi vicdan kabul eder.
* Faiz kazancı belli bir kesime meş'um da olsa bir kazanç sağlarken, zararı ise bütün toplum, özellikle de dar gelirliler çekmektedir. Çünkü bankalar veya büyük kuruluş ve şirketler, faizle aldıkları paraları, ya sıkıntıda olan kimselere, sanayici ve iş adamlarına daha yüksek faizle vermekte, yahut da kendileri bizzat ticaret ve üretimde kullanmaktadırlar. Üretimde ve ticarette kullandıkları takdirde, ödedikleri faizi maliyete ekledikleri için de sonunda bu faiz onlara değil, dar gelirli tüketicinin sırtına yüklenmektedir. Sanayici ve iş adamlarının aldıkları faizli krediler için de aynı durum söz konusudur.
Ayrıca faizle para veren hiçbir emek sarfetmediği halde daima kazançlı; faizle borç alan ise, emek sarfetmesine rağmen zarar ihtimali içinde bulunmaktadır. Burada da büyük bir eşitsizlik ve dengesizlik söz konusudur..
İslâm'da Kazanç
Kazancın Ehemmiyeti:
Müslümanlıkta kesb, yani, kazanç sahasına atılmak, rızkını helâl yoldan te'mine çalışmak, bütün müslümanları ilgilendiren ehemmiyetli bir vazifedir.
Bir hadîs-i şerîf'te Peygamberimiz: "Kazanç aramak, her müslüman üzerine farzdır" buyurmuştur.
Allah, yeryüzünü insan için hazırlamış, her şey'i onun emrine âmâde kılmıştır. Allah'ın bu nimetinden faydalanmak için insanın akıl, bilgi ve emeği ile imkânlarını değerlendirmesi, çalışıp kazanması gereklidir. Nitekim Kur'an'da:
"Yeryüzünü sizin için boyun eğdiren O'dur. Öyle ise, yerin sırtlarında dolaşın ve Allah'ın verdiği rızıktan yeyin." (el-Mülk, 15) emredilmiştir.
Yeryüzünün boyun eğmesi, işlemeye ve verimli kılmaya müsait oluşudur. Yerin sırtında dolaşmak ise, onu adım adım, karış karış araştırmak, faydalı imkânları ortaya çıkarmak, üzerinde işlemek, istifade etmek ve ettirmektir...
İbâdet veya Allah'a tevekkül bahanesiyle müslümanın oturması, rızık edinmek için çalışmayı terketmesi câiz değildir.
Çalışmaya, kendine ve ailesine kâfi miktarda kazanç elde etmeye kudreti yeten kimsenin dilenmesi, rızkını başkasından beklemesi İslâm'ın men'ettiği bir davranıştır. Bu konuda Peygamberimiz: "Zengine ve kuvvetliye, sadaka almak helâl değildir" buyurmuştur.
Diğer bir hadîs'te de:
"İhtiyacı olmadan dilencilik yapan, eliyle kor tutan gibidir" denilmiştir.
Müslüman, ancak kendi gücünü aşan bir ihtiyaç ve zaruret hâlinde, başkasından yardım bekleyebilir ve isteyebilir.
Ashabdan Kabisa bin Muhârik'in rivayet ettiği şu hadîs, bu hususa ışık tutar mahiyettedir. Kabisa şöyle anlatmaktadır:
"Bir gün iki kişi arasındaki anlaşmazlığı halletmek ve bir çatışmaya meydan vermemek için aracı oldum. Bu işte ödemem gereken maddî meblâğı Resûlüllah'dan (A.S.M.) istemeye gittim.
- Bize bir zekât gelinceye kadar bekle de sana istediğini vermelerini söyleyeyim" dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:
- Ya Kabisa! Şu üç kişiden biri olmak müstesna, istemek (dilenmek) kimseye helâl değildir:
1. Bir angarya yüklenen, arabuluculuk vazifesi üstlenen kimse, kendi malından yaptığı harcamayı karşılayıncaya kadar insanlardan yardım isteyebilir.
2. Mal varlığı bir felâkete uğrayan kimse, geçimini sağlayacak kadar yardım taleb edebilir.
3. Çevresinden aklı başında 3 kişinin "filân kimse yoksul düştü" diyeceği kadar yoksullaşan kimse de geçimini te'min edinceye kadar dilenebilir. Ey Kabisa, bunların dışında kalan dilenmeler, gayr-ı meşrû ve haram kazançtır... Bunu yiyen haram yemiş olur."
Çalışarak rızkını te'minden âciz kalan kimsenin başkalarından yardım taleb etmesi vâcibdir. Böyle bir kimse dilenmeyi bırakıp da açlıktan ölecek olsa günahkâr olmuş olur. Çünkü nefsini tehlikeye atmış, bir nevi intihar etmiş bulunur. Böyle zaruret ve ihtiyaç hâlinde dilenme, zillet de sayılmaz. Bu hususa işareten, hadîs-i şerif'te: "Dilenme kulun en son kazancıdır..." buyurulmuştur.
Bir fakir, dilenmekten de âciz bir durumda olursa, hâline muttali' olan müslümana, ona bizzat veya bilvasıta yardım etmek bir vecîbe olur. Bu vecîbe yerine getirilmezse, fakirin o hâline muttali' olanlar günahta ortak olurlar.
Bu hallerin dışında müslümanın vazifesi bir iş ve meslek edinerek çalışıp kazanmaktır. İş ve mesleğin kötüsü yoktur. Peygamber Efendimiz bu hususa şu şekilde işaret etmişlerdir:
"Herhangi biriniz ipini sırtına alıp bir demet odun getirerek satması -ve bununla Allah'ın onun şerefini koruması- ihtiyaçlarını halktan istemesinden (dilenmesinden) daha hayırlıdır. Zira insanlar, ona istediğini ya verirler, ya da vermezler..."
Şu halde insanı dilencilikten kurtaran, geçimini te'min eden her iş ve meslek, gayr-i meşrû olmadıkça, insan için şerefli bir meşguliyet, lezzetli bir çalışmadır...
İslâmda Kazanmanın Hükmü:
Bir müslümanın kendi nefsine ve geçindirmekle mükellef olduğu aile efradına yetecek kadar kazanç elde etmesi, üzerine farzdır.
Fakirlere yardım ve iyilik yapmak düşüncesiyle kifayet miktarından fazla kazanç ise memduh ve müstahsendir. Bu niyetle elde edilen kazanç, nafile ibâdetten bile faziletlidir. Çünkü bu kazancın faydası sadece sahibine değil, başkalarına da şâmildir.
Daha refah bir hayat seviyesine kavuşmak, helâl nimetlerden daha fazla faydalanmak için çalışıp fazla kazanmak mübahtır. Bir hadîs-i şerîfte: "İyi insan için iyi ve temiz mal ne güzeldir..." buyurulmuştur.
Halka karşı tekebbürde bulunmak, üstünlük taslamak düşüncesiyle yapılan kazançlar ise, haramdır. İsterse bu kazanç helâl yolundan olsun...
Çeşitli Kazanç Yolları ve Bunların Fazilet Dereceleri:
Kazanç yolları pek çoktur. Bunlardan, İslâm nazarında en faziletli olanları sırasıyla ziraat, ticaret ve san'attır. Memuriyet ve işçilik de İslâm'ın mübah gördüğü kazanç yollarındandır.
İslâmiyet, kazanç konusunda, herşeyden önce şu genel kaideleri koymuştur:
1. Karşılıklı rıza.
2. İyi niyet ve dürüstlük.
3. Menfaat te'min ederken, başkalarını hiçbir şekilde zararara sokmamak...
Bu prensiplere pek çok âyet ve hadîslerde işâret buyurulmuştur. Binaenaleyh, İslâm nazarında, "Kazancını bir ferdin mutlak zararına dayayan kazanç yolları gayr-ı meşrudur. Dürüstlük, karşılıklı rıza ve iyi niyetle ferdlerin birbirlerinden faydalanmalarını te'min eden kazanç yolları ise meşru'dur."
1. Ziraat:
Kur'ân-ı Kerîm'de:
a. Yerin (toprağın) ekim ve verime müsait kılındığı (Nûh, 19-20; er-Rahmân, 10-13).
b. Ziraatte kullanılmak üzere yağmur ve akarsuların yaratıldığı (el-En'âm, 99; Abese, 28).
c. Rüzgârın hem bulutları taşımak, hem de bitkilerin aşılanmasına (tozlaşma) memur kılındığı (el-Hicr, 19-22) ifade edilmektedir. Bütün bu âyetler ziraatın önemini ve kazanç yolları içindeki yerini ortaya koymaktadır.
Peygamber Efendimiz de, birçok hadislerinde ümmetini ziraatçiliğe teşvik etmişlerdir.
Bir rivayette şöyle buyurmuşlardır:
"Bir müslümanın ektiğinden veya diktiğinden, insan, hayvan, herhangi bir varlık yiyecek olsa, onun nâmına sadaka yazılır."
Diğer bir rivayet şöyledir:
"Kuşların, yırtıcı hayvanların yedikleri, insanların çalıp çırptıkları bile, eken ve diken namına sadaka olur..."
Âlimler demişlerdir ki "Allah altı şey hususunda ölümden sonra da, ölümden önce derecesinde sevab verir: Sadaka-i câriye, faydalı ilim, kendisine dua eden evlâd, dikilen fide, ekilen bitki ve düşmanlardan korunmak için sınır bekçiliği..."
Rivayet edildiğine göre, bir adam, ceviz ağacı dikmekte olan Ebü'd-Derdâ Hazretlerine şöyle demiştir.
- Bu ağacın büyüyüp meyve vermesi için yılların geçmesi lâzım. Sen ise ihtiyar olduğundan, onun meyvesinden yiyebilmen şübheli... O halde, neden kendini böyle yoruyor, o ağacı dikmeye çabalıyorsun?
Ebü'd-Derdâ Hazretleri ona şu mânidar cevabı vermiştir.
- Meyvesini başkası yediği halde, sevabını ben alsam ne ziyanım olur ki?"
Bâzı ilim adamları yukarda kaydettiğimiz bu ve benzeri rivayetlere bakarak en faziletli kazanç yolunun, en üstün sektörün ziraat olduğu hükmüne varmışlardır. Buna karşı bâzı âlimler de diğer san'atları, bâzıları da ticareti üstün görmüşlerdir. Üstünlüğün ve önemin ihtiyaca ve faydalılık derecesine göre değişebileceğini ifade edenler de vardır. En uygun izah şekli de bu olsa gerektir.
Ziraatın haram olan kısmı da vardır. Şöyle ki:
İslâmın haram kıldığı ve kullanılmasında zarardan başka hiçbir şey te'min edilemeyen bitkileri ekmek ve yetiştirmek haramdır.
İslâmın mekruh kıldığı şeyleri ekmek ve yetiştirmek ise mekruhtur.
2. San'at (zanaat):
İslâm, ziraatı teşvik etmiş, değerinin yüceliğini bildirmiş, fakat müslümanların bütün gayretini yalnızca ziraate harcamasını da nehy etmiştir. Müslümanın ziraatla yetinip, ziraat dışındaki meslek ve sektörleri, sanayi mallarını ihmal etmesini "sığırların kuyruklarına yapışıp kalmak" şeklinde tavsif buyurarak, bu hâlin sefalet ve zillete sebeb olacağına işaret etmiştir. Bu konuda Resûlüllah Efendimizin îkazları şöyledir:
"Faizi yemek için hileli yollara saptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapışıp ziraatle yetindiğiniz ve cihadı terkettiğiniz zaman Allah üzerinize zilleti (zaafa düşme ve horlanma) musallat kılar ve dîninize dönmedikçe onu üzerinizden sıyırmaz."
Kur'an-ı Kerîm bâzı san'at dallarını zikretmiş ve onları birer nimet olarak vasıflandırmıştır. Bu arada bakır, demir ve çelikle ilgili san'atların üzerinde önemle durmuştur. Kur'an sûrelerinden birinin adı Hadîd sûresidir.
Kur'an'da demir ve bakırdan bahseden âyetler şöyledir:
"Ve demiri indirdik (yarattık) onda çetin bir sertlik (güç, dayanıklılık) ve insanlar için faydalar vardır." (el-Hadîd, 25).
"Geniş zırhlar yap; dokumasını sağlam tut, dedik ve ona (Dâvud'a) demiri yumuşak kıldık."
(Sebe', 10-11).
"Ona sizi savaşta korumak için zırh yapma san'atını öğrettik. Artık şükreder misiniz?" (el-Enbiyâ,
80).
"Erimiş bakır madenini ona (Süleyman'a) sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle önünde iş gören cinleri
onun emri altına verdik ki... O, kal'alardan, heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan (küvetlerden) ve taşınması güç kazanlardan ne dilerse kendine yaparlardı..." (Sebe', 12-13).
Resûl-i Ekrem (A.S.M.) de el emeğini ve san'atları teşvik babında şöyle buyurmuştur:
"San'at, fakirlikten emândır.
"Hiçbir kimse yiyecek olarak el emeğinden daha hayırlısını yememiştir. Allah'ın Peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi."
İbn-i Abbas'ın rivayetine göre her peygamberin bir mesleği var idi. "Hz. Dâvud zırh yapardı. Hz. Âdem (A.S.) çiftçi, Hz. Nûh (A.S.) marangoz, Hz. İdris (A.S.) terzi ve Hz. Mûsa (A.S.) da çobandı."
Aslında peygamberler insanlara sadece mânevi sahada rehber olarak gelmemişlerdir. Vazifeleri insanlara maddî mes'elelerde de önderlik yapmaktır.
Peygamberlere verilen mu'cizeler bir cihetten onların peygamberliğini isbatlarken, diğer cihetten de insanlığa maddî terakkinin son hududunu çizmekte ve beşeriyete lüzumlu san'at dallarını göstermektedir. Sonraki nesiller o mu'cizeleri örnek alıp çalışmışlar, o mu'cizelerin benzerlerini yapmayı başarmışlar, böylece hem maddeten terakki etmişler, hem de çeşitli san'at ve meslek kolları kurarak kendilerine yeni yeni geçim yolları, kazanç sâhaları bulmuşlardır.
Misal verecek olursak:
Dâvud peygambere verilen "demiri avucunda yumuşatma" mu'cizesi, insanlığa, demiri eritip ona
istenilen şekli vermeyi öğretmiştir. Böylece günümüz teknolojisinin temelleri atılmıştır.
Havanın Süleyman'ın (A.S.) emrine verilmesi mu'cizesi, uçak, füze gibi havada uçan vasıtaların icadına yol açmıştır.
Mûsâ Peygamberin "asâsıyla vurduğu yerden su çıkarması" mu'cizesi, insanlığı yerin metrelerce derinliğinden petrol çıkarmağa, artizyen kuyuları açmağa teşvik etmiştir.
İsa Peygamberin "ölüleri diriltmesi, şifasız hastaları iyileştirmesi" mu'cizesi, günümüz tıbbına büyük ışık tutmuştur. Organ nakli, sun'î kalb ve böbrek v.s. gibi tedbirlerle hayatı uzatmak mümkün hâle gelmiştir.
Süleyman Peygamberin Sebe' melikesi Belkıs'ın tahtını bir anda huzuruna getirmesi mu'cizesi ise, gelecek asırların ilim adamlarına yol gösteren bir olaydır.
Henüz ancak filmlere konu olan eşyanın ışınlanarak aynen nakli hâdisesine, bu mu'cizede işaret ve teşvik vardır.
Bediüzzaman bu hususta şöyle demektedir:
"Kur'a'n üstadiyetinden ve dersinin işârâtından fehmediyoruz ki, Kur'an, mu'cizat-ı Enbiyayı zikretmesiyle beşeri istikbalde o mu'cizatın nazîrelerini terakki ile vücuda geleceğine beşere ders verip teşvik ediyor".
"Haydi çalış, bu mu'cizatın nümûnelerini göster.
Süleyman Aleyhisselâm gibi 2 aylık yolu 1 günde git.
İsa (A.S.) gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış.
Hz. Mûsâ'nın asâsı gibi taştan âb-ı hayat çıkar, beşeri susuzluktan kurtar.
İbrahim (A.S.) gibi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy.
Bâzı enbiyalar gibi Şark ve Garpta en uzak sesleri işit, suretleri gör.
Dâvud (A.S.) gibi, demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san'atına medar olmak için demiri balmumu gibi yap.
Yûsuf'un ve Nûh'un (Aleyhimesselâm) birer mu'cizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz; öyle de: Sair enbiyanın size ders verdiği mu'cizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklitlerini yapınız...
İşte buna kıyasen Kur'an her cihetle beşeri maddî-mânevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu isbat ediyor." (Hutbe-i Şâmiye).
İslâm âlimleri, İslâm cemiyetinde ihtiyacı karşılayacak derecede her türlü meslek, san'at ve kazanç yolunun farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Faydalı ilim ve san'atın herhangi bir dalında bir eksiklik bulunur ve bu eksikliği giderecek kimse bulunmazsa, bütün cemiyet, hususan idareciler günaha ve mes'uliyet altına girmiş olurlar.
İslâm'ın Yasakladığı San'at ve Kazanç Yolları
İslâm, cem'iyetin inanç ve ahlâkına, örf ve âdâb kaidelerine zararlı
olan san'at ve meslek kollarını yasaklamış, o yoldan kazanç te'min etmeyi haram saymıştır. İslâmın haram saydığı meslek ve san'at dalları şunlardır:
Fuhuş:
İslâm, fuhuş ve zinayı bütün şekilleriyle haram kılmıştır. Müslüman kadın ve erkek, cinsî tahrik için yapılan resimlere, çekilen fotoğraflara modellik yapamaz. Zina yaptırılan açık veya gizli iş yerlerinde çalışamaz. Fuhuş yapamadığı gibi yapılmasına da hiçbir şekilde sebeb ve vasıta olamaz. Zinaya müstenid kazanç getiren bütün iş kolları müslümana haramdır.
* Cinsî duyguları tahrik eden oyun ve san'atlar:
İslâmiyet, kadın-erkek ilişkilerini sınırsız serbest bırakmayarak belli kaidelerle hudutlandırmış, haram-helâl tasnifine tâbi tutmuştur. Bu sınırları çiğneyen ve şehevî duyguları tahrik ederek inanç ve ahlâkın zayıflamasına yol açan her türlü iş, meslek ve san'atlar haram çerçevesi içinde yer almıştır. Dans, bale, müstehcen temsil ve oyunlar burada örnek olarak zikredilebilir.
* Konu ve gayesi harâm olan meslekler:
Bu meslekler arasında ressamlık ve heykeltraşlığı, müstehcenliği esas alan fotoğrafçılığı sayabiliriz.
* İçki ve uyuşturucu madde yapım ve satımı:
Bunların haram olduğunu yiyecek ve içecekler bahsinde zikr ettik.
3. Ticaret:
Kazanç yollarından biri de ticarettir. Kur'ân-ı Kerîm'de:
a. Allah'ın lütfundan rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşılması, gemilerle seyahat edilmesi tavsiye olunmuş; böylece iç ve dış ticaret teşvik edilmiştir. (el-Müzzemmil, 20; Fâtır, 12; er-Rûm; 46).
b. Haccın hikmetleri arasında, "Menfaatlarını görmek ve elde etmeyi" de zikrederek (Hac, 27), müslümanları yılda bir defa bir araya geldikleri hac mevsiminde ibâdet vazifelerini ifanın yanısıra ticarî münasebetlerini de geliştirmeye teşvik etmiştir. Buhârî'nin rivayet ettiğine göre, müslümanlar hac mevsiminde ticaretten çekinir, bu hâlin hâlis niyetlerini ve sâfi ubûdiyetlerini bulandırmasından korkarlardı. Bunun üzerine Allah: "Rabbınızdan lütuf ve refah istemenizde bir günah yoktur" (el-Bakara, 198) âyetini indirerek bu anlayışı ortadan kaldırmıştır.
c. Kur'ân-ı Kerîm, örnek müslüman tüccarları:
"Ticaretin ve alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı kişiler" (en-Nûr, 37) olarak tavsif buyurmuştur. Demek ki örnek müslüman şahsiyet, dünyayı, çalışmayı terkederek kendini sadece âhirete veren, ibadetle meşgul olan kişi değildir. Ticaret ve alış-veriş ile meşgul olduğu, dünya işlerini yerine getirdiği halde, dinî vazifelerini de aksatmayan, ibadetlerini eksiksiz yapan kimsedir.
Kur'an nazarında ticaretin ve alış-verişin ne derece meşrû ve mübah olduğuna, bu delil yeterlidir.
Peygamber Efendimiz de sözleri, fiilleri ve takrirleriyle daima ticareti teşvik etmiş, onu övmüştür.
O'nun ticaretle ilgili hikmetli sözlerinden bâzıları şunlardır:
"Güvenilir, dürüst tüccar, kıyâmet gününde şehidlerle beraberdir."
"Güvenilir ve dürüst tüccar peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraberdir..."
Resûlüllah'ın doğru ve güvenilir ticaret adamını mücahid ve Allah yolunda şehid derecesine
çıkarmasında hayret edilecek bir cihet yoktur. Çünkü cem'iyetlerin ayakta durmasında iktisadî
hayatın istikrarı, ticarî münasebetlerin sağlam ve âhenkli şekilde cereyanı, vatan müdafaası kadar önemlidir. Yani bir milletin hayatiyetini devam ettirebilmesi askeî cihad yanında iktisadî cihada da bağlıdır. Bilhassa günümüzde iktisadî alandaki cihad, askerî sahadaki cihadın çok üstüne çıkmıştır.
Diğer taraftan ticaretteki büyük kazanç; insanı hırsa, hangi yoldan olursa olsun devamlı kâr
etmeye sürükler. Bu durumda, içindeki çok kazanma hırsını frenliyerek, kendisine güveni kötüye kullanmayan, dürüstlükten ayrılmayan tüccarlar, nefisleriyle yaptıkları büyük bir cihadı kazanmış, mücahidler arasına katılmış sayılırlar.
Resûlüllah'ın (A.S.M.) Sahâbîleri arasında san'atkâr, çiftçi ve diğer kazanç yollarıyla meşgul olan kimseler yanısıra tüccarlar da vardı. Umumiyetle Ensar, bahçe ve tarlalarda, çiftçilikle; Muhâcirler de çarşı ve pazarlarda ticaretle uğraşırlardı.
Hz. Ebu Bekir, Abdurrahman bin Avf, Hz. Ömer ve Hz. Osman gibi Cennetlik sahâbîlerin de ticaretle geçimlerini kazandıkları göz önüne alınırsa, ticaretin İslâm'daki yeri ve önemi daha iyi kavranabilir.
İslâmda ticaret teşvik edilmekle beraber, başıboş da bırakılmamış, ahlâkî, içtimaî sahalarda zararlı olmaması için gereken her türlü tedbirler alınmış, çeşitli sınırlamalar getirilmiştir. Şöyle ki:
a. İslâmın kullanılmasını yasakladığı şeylerin ticareti de yasak ve haramdır. İçki, uyuşturucu madde, domuz, müstehcen eşya ve resimlerin ticareti gibi...
b. İslâmın mübah saydığı şeylerin ticaretinin helâl olabilmesi için ise, ticaret muamelesine, yalan, aldatma, faiz, hile, ihtikâr, fahiş kazanç gibi, gayr-i meşru davranışlar karıştırılmamalıdır. Karıştırıldığı takdirde ticaret mübah olmaktan çıkar, haram olur.
Peygamberimiz bir hadîs-i şeriflerinde ticaret erbâbını şu şekilde îkaz buyurmuşlardır:
"Tâcirler, kıyamet günü fâcirler (günahkârlar) olarak diriltilirler. Ancak Allah'tan korkan, iyilik ve doğruluktan ayrılmayanlar müstesna..."
4. Me'muriyet ve İşçilik:
Bir müslüman, gerek devlet dairelerinde ve gerekse şirket ve şahıs müesseselerinde me'mur ve işçi olarak çalışabilir.
Ancak burada dikkat edilecek husus; yapılan işin ve yüklenilen görevin İslâm'ın haram kıldığı bir iş olmamasıdır. Meselâ içkinin imalinde ve taşınmasında çalışmak; içki içenlere hizmet etmek haram olan işlerdendir.
Bir kimseyi, başka yerde iş bulamamak gibi bir zaruret bu gibi işlere sevketmiş ise, yaptığı işi sevmemeli, benimsememeli, daima bir helâl kazanç kapısı arayışı içinde olmalıdır.
5. İdarecilik:
İslâmiyet, müslümanın devlet idaresi gibi makamlara tâlib olmasını hoş karşılamamıştır. Bu gibi ehliyet isteyen makamlara, ehliyeti bilinen kimselerin araştırılıp bulunarak tayin edilmesini tercih etmiştir.
Nitekim Peygamberimiz Abdurrahman b. Semure'ye şöyle buyurmuştur:
"İdareciliğe tâlib olma. Çünkü tâlib olmadan bu sana verilirse, (Allah'tan ve insanlardan) yardım görürsün. İstediğin için verilirse, onunla (iş ile) baş başa kalırsın..."
Ebu Zer'den de şöyle bir rivayet vardır:
"Dedim ki:
- Yâ Resûlâllah, bana herhangi bir idarî vazife vermez misin?"
Resûl-i Ekrem eliyle omuzuma vurarak:
- Yâ Ebâ Zer, dedi, sen zayıfsın. İdarecilik ise, bir emanettir. Ve bu emaneti hakkıyla yerine getirenlerden başka herkes, kıyamet gününde pişman olacaktır..."
Ancak bir kimse, makama ehil olduğunu, kendinden daha ehlinin bulunmadığını bilir; tâlib olmadığı takdirde o makamın kötü birinin eline geçip toplumun ondan zarar göreceğini anlarsa, o vazifeyi isteyebilir.
Hz. Yûsuf'un (A.S.) Mısır hükümdarına:
Beni memleketin hazinelerine me'mur et, çünkü ben muhafaza ve idare etmesini bilirim..." demesinde (Yûsuf, 55) bu duruma işaret vardır.
Me'muriyet ve idarecilik, müslümanın en son düşüneceği kazanç yolu ve maişet vasıtasıdır.
Çünkü bu makamlar kazançtan ziyade halka hizmet makamıdırlar. Mes'uliyeti de büyüktür.
Bu bakımdan me'muriyete giren, idareci olanlar, bu vazifeye yalnızca hamiyet ve hizmet için girmelidirler. Meişetini te'min düşüncesi geri plânda kalmalıdır...
Me'mur ve idarecilerde hizmet ve hamiyet duyguları bir kenara atılır, maddî menfaat düşüncesi ön plâna çıkarsa, halka hakkıyla hizmet götürülmesi imkansız hâle gelir. Devlet dairelerinde rüşvetten ve su'-i istimalden geçilmez olur. Bu ise, devlet çarkının felç olması, işlemez duruma gelmesi demektir..
BENZER SORULAR
- Faizin Diğer Dinlerdeki Durumu:
- BANKA
- Şafi mezhebine göre faiz ile ilgili hükümler nelerdir?
- Faizin ülkeye verdiği zararlar ve aram oluşunun hikmetleri nelerdir? Bankaların bu yönden dindeki yeri nedir?
- Faiz neden haramdır, hikmeti nedir?
- "Rızkı yerin altında arayınız." hadis-i şerifini nasıl anlamalıyız?
- Faizin de içki gibi kademeli olarak yasaklandığını biliyoruz. Bu safhaları açıklar mısınız?
- Faizin Yasaklanmasındaki Hikmetler:
- İslâm'da faizin yasaklanması nasıl gerçekleşmiştir?
- İslam'da san`at (zanaat)