BANKA

Para ticaretini meslek edinmiş ekonomik kuruluş. Genel olarak bankayı, mevduat toplayan, bu mevduatı ve kendi sermayesini, yedek akçelerini çeşitli ihtiyaçlar için değişik şekillerde kredi olarak veren, sanayi ve ticarî teşebbüsler kuran veya kurulanlara ortak olan ve yukarıda sayılan konularla ilgili ticarî ve malî hizmetler gören itibar müessesesi, şeklinde tarif edebiliriz. Ekonomik hayatta, biri geliriyle ihtiyacını karşıladıktan sonra elinde fazlası kalan veya gelecekteki bir isteği için para biriktirmeye çalışan, diğeri ekonomik ve ticarî yatırımlarına para bulmaya çalışan iki grup vardır. Birinci grup, elindeki parasını güvenli bir şekilde işletmek ve bir miktar da gelir sağlamak ister. Diğeri işyeri, fabrikası veya tarımsal işletmesindeki işleri yürütebilmek için borç para arar. İşte banka araya girerek tasarruf sahiplerinden ucuz faizle topladığı parayı (mevduatı), para arayanlara daha yüksek faizle borç olarak vermek suretiyle aracı olur. Bu yüzden banka deyince ilk akla gelen faiz işlemleridir.

Para ticaretinin geçmişi hayli eskidir. Çok eski devirlerde para bozan, çeşitli ülke ve şehirlerin paralarını birbirine çeviren, kendisine para verilen, isteyene borç para veren kimselerin ortaya çıkması bankacılığın ilk belirtileridir. Bu gibi işlerle uğraşanlara Milat'tan iki bin yıl önce Sümer ve Babil'de rastlanmaktadır. Fakat bu konuda açık bilgiler, Milat'tan önceki VIII. yüzyıla aittir. Bilinen Bâbil bankalarından en tanınmış ikisi Egibi ve Neboahiddin adlarını taşımaktadır. Bu kurumlar şarap satışı, emlâk işleri ve esir ticaretiyle uğraşmışlar, mevduat ve emanet kabul etmişler, rehin karşılığı borç vermişler ve noterlik yapmışlardır. Eski Yunan, eski Mısır ve eski Roma'da da bu tür bankacılığın izleri görülür. (Feridun Ergin, İktisat, İstanbul 1964, s. 609, 610 vd.)

"Banka" kelimesi İtalyanca "tezgâh, masa" anlamına gelen "banko" kökündendir. Eskiden İtalya'da meydan ve sokak başlarında önlerine birer masa koyarak madenî paraları tartan, ayar kontrolü yapan, bunları başka paralara çeviren, ihtiyaç sahiplerine faizle borç veren, senet kıran sarraflar vardı. Masa başında para ticareti yapan bu kimselere banker (banchiero) denilirdi.

Bankacılık güvene dayanan bir kuruluş olduğu için, Milat'tan önceki devirlerde bankacılık bakımından en güvenli yerler, mabedler ve din adamları idi. Eski Yunan mabedlerinde birikmiş servetler, altın ve gümüş, faiz ve kâr getiren işlere yatırılmıştır. Yunan şehirleri de malî meselelerde özel kurumlara ve dinî teşekküllere bağlı kalmamak için âmme bankaları kurmuşlardır. Anadolu'da kurulmuş ilk resmî bankalardan birisi Sinop şehrindeki devlet bankası olup, bunun müdürü Diyojen'in babası Hisesios idi. Diyojen de bizzat bankacılık yapmıştır. Fakat kalpazanlıkla suçlanmış ve mahkûm olmuştur. Bunun üzerine Atina'ya gelmiş, bir fıçı içine yerleşerek, kendisini ebedileştiren meşhur felsefesini kurmuştur (Ergin, a.g.e, 609, 610).

Avrupa'da XII. yüzyıldan sonra ticarette, XIX. yüzyıldan itibaren de sanayide hızlı bir gelişmenin başlaması, banka hareketlerini de hızlandırmış ve güçlendirmiştir. İslâm belde ve ülkelerinin bu ülkelerle ekonomik ve ticarî münasebetleri sonucu, banka faaliyetleri İslâm âlemine de yayılmıştır. Ancak bankaların faiz işlemi dışında İslâmî bakımdan meşrû sayılan başka muameleleri de yapması İslâm bankası kurulup kurutamayacağı, kurulursa hangi ölçü ve sınırlar içinde çalışabileceği hususları müslüman ekonomistlerce araştırılmaya başlanmış, uygulama örnekleri verilmeye çalışılmıştır.

İslâm ahlâkla ekonomi arasında doğrudan bağlantı kurmuş; nisbeti çok az bile olsa faizi kesinlikle yasaklamıştır. Çünkü ahlâk, faizle para verenle alan arasındaki olumsuz ilişkiler bakımından, faize razı olmamaktadır. Buna bağlı olarak, İslâm'da altın ve gümüşü fakir kesimden kaçırarak biriktirme ve saklamayı yasaklayan ahlâkî ölçüler mevcuttur. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Altın ve gümüşü kasalarda gizleyen ve Allah yolunda sarfetmeyenlere acı bir azabı haber ver" (et-Tevbe, 9/34). İslâm'ın ekonomik yapısını inceleyen yüzlerce düşünür, İslâm'la yeni ekonomik kalkınma arasında bir çatışma olmadığını ortaya koymuşlardır. Jacques Austruy, Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî, Muhammed Bâkır es-Sadr ve M. A. Mannan bunlar arasındadır.

Ancak sayıları az da olsa çağımızda, Batılı fikirlerden etkilenen bazı müslüman bilginler, İslâm'ın kutsal emirlerinde önemli eksikler bulunduğu zehabına kapılmışlardır. İlk plânda İslâm'ın yalnız inançtan ibaret olduğunu, onun prensiplerinin modern dünya ile bağdaşamayacağını düşünerek yanlış bir yola girmişlerdir. Gerçekte Kur'an ve sünnetin dünyaya yönelik hükümleri incelendiğinde, İslâm'ın yalnızca bir inanç değil, sosyal bir sistem, bir düzen ve medeniyet olduğu görülür. İnanç da bu bütünün özü ve bir parçasıdır. Fakat İslâm'ın temel prensipleri, çağımız ekonomik düşünce ekollerinin sert eleştirilerine uğramıştır. Bu yüzden İslâm'ın bankacılığa bakış açısı üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

İslâm'ın esaslarının iki temel kaynağı olan Kur'an ve Sünnet, faizi bir zulüm olarak görür ve yasaklar: Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytan çarpmış gibi kalkarlar. Bu, onların; "Zaten alış-veriş de faiz gibidir" demelerinden ileri gelmiştir. Oysa Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı. Kime Rabbi'nden bir öğüt gelir ve faizcilikten geri durursa geçmiş olanlar kendine kalır, onun işi Allah'a aittir. Kim faizciliğe dönerse, işte onlar Cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır. Allah faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir. Allah faizi helâl sayan hiçbir günahkârı sevmez" (el-Bakara, 2/275-276)

Bazı düşünürler de İslâm'ın faizi değil, ribayı yasakladığını söylerler. Onlar Kur'an'ın, üretim faaliyetlerinde bulunmak amacıyla alınan ödünce ödenen faize karşı çıkmadığını öne sürerler. Onlara göre Kur'an, üretken ödünçlerin ekonomi üzerindeki olumlu etkilerinin pek bilinmediği İslâm öncesi devirlerde gelenek için alınan ve asıl amacı üretim olmayan faize işaret etmiştir. Halbuki Kur'an bütün dönemler için kurallar koyar. Gerçekte ödüncün üretken olup olmaması arasındaki fark, bir derece farkından ibarettir. Ribaya, faiz denilse de, onun ödünç verilen sermayeye eklenen bir miktar olma özelliği değişmez. Bu bakış açısı, bazı sözlüklerdeki ribanın tarifine de yansımıştır. Meselâ, The Oxford English Dictionary'da riba şöyle tanımlanır: "Aşırı faiz haddi ile, özellikle kanunların izin verdiğinden daha yüksek faizle ödünç para verme". Fakat faizin aşırı haddinin ölçüsü nedir? Bugün için normal sayılan faiz haddi, yarın aşırı sayılabilir. Yine bir ülke için normal sayılan faiz sınırı, diğer bir ülkede anormal sayılabifir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde bir banka % 8'den fazla bir faiz haddi tayin edemezken, bir malî ortaklık benzer krediler için bu haddi yıllık %30 ila % 36; kişisel ödünçler için borç veren tefeciler ise, % 24 ila % 100 arasında tespit edebilir ve bu kanunlara da karşı sayılmaz (M. A. Mannan, İslâm Ekonomisi, Terc. Bahri Zengin-Tevfik Ömeroğlu, İstanbul 1976, s. 309-311).

Alfred Marshall gibi klâsik iktisatçılar, tasarruflarla faiz haddinin birbirine bağlı olduğu görüşündedirler. Faiz haddi yükseldikçe, tasarruf eğilimi artacak, faiz haddi düştükçe, tasarruf eğilimi azalacaktır. Tasarrufların artması, yatırımların artması demektir. Klâsiklerin bu teorisi ünlü kapitalist iktisatçı J.M. Keynes tarafından çürütüldü. Keynes'e göre, yüksek faiz haddi özel sektörün yatırım hacmini azaltır. Ekonomiye ters yönde etki yapar. Sonuçta halkın parasal geliri azalır, bu da giderek tasarruf hacmini düşürür. Bununla birlikte Keynes % 3 faiz haddini normal sayarak, ekonomide faizsiz bir alternatif oluşturamamış; ancak insanlara İslâm'ın bankacılık görüşünü kabul ederek, teşebbüs yoluyla para kazanmalarını öğütlemiştir (Mannan, a.g.e., s. 312, 313).

İslâm, faizi yasaklar; fakat yatırımı teşvik eder. Mevduatlar için para ödenmediği takdirde, tasarruf sahiplerinin mevduatlarını işletmeyecekleri, biriktirip saklama yoluna gidecekleri ile sürülebilir. Ancak bir İslâm toplumunda zekât, bu iddihâr'ı önler. Zekât, % 2,5'tan % 20'ye kadar değişen oranlarda olmak üzere, mal ve tasarruf üzerinden verilmesi zorunlu olan bir vergidir. Hz. Ebû Bekir'in zekât vermeyenlere karşı devlet gücünü kullanması bunu gösterir.

İslâmî bankacılık ortaklık esasları üzerine kurulur. Buna göre, bütün bankacılık sistemine ortaklar,mevduat sahipleri ve ödünç alanlar kâr-zarar ortağı olarak katılabilirler. Emekle sermayenin bir işe ortak olarak girebileceği bu sistem, mudarabe ilkesinin uygulanması ile işler. Bu terimin modern anlamı sadece ortaklık da değildir. Bundan öte İslâm, ekonomik sistemin yöneltilmesi için maddî ve mânevî değerleri birleştiren bir ekonomik ahlâk getirmiştir. Yine İslâmî bankacılık sistemi mudarabe esaslarına dayalı bazı kuruluşlarca desteklenecektir. Bu gibi teşebbüslerin sonunda meydana gelen gelirler, yıl boyunca yapılan masraflar çıkarıldıktan sonra bu üretim birlikleri arasında, üretime katılma oranlarına göre bölüşülür. Aynı kurallar uluslararası ekonomik faaliyetler alanında da uygulanabilir.

İslâm bankacılığında, yatırılan mevduatlar iki türlü olabilir. Birincisi, geri çekme tarihi belirtilmeden yatırılan vadesiz mevduat. Bu tip mevduatlarda amaç paranın güvenliğidir. İkinci tip mevduatlarda paranın geri çekileceği tarih bellidir. Bunlar vâdeli mevduatı oluşturur. Banka bunları vâde durumlarına göre gruplara ayırarak, sürelerine uygun yatırımlarda çalıştırır ve dönem sonlarında elde edilecek net kâr bankayla mevduat sahipleri arasında sözleşme esaslarına göre paylaşılır. Banka, süresi belirli kâr-zarar tahvilleri çıkarabilir.

İslâm'da, kişiler banka kredisine ihtiyaç duymadan, benzer kredileri doğrudan mudarabe yoluyla tasarruf sahiplerinden de temin edebilirler. Mudarabe ortaklığı, uzun veya kısa vâdeli her çeşit krediyi temin etmek için elverişli bir ortaklık çeşididir. Toplumda, elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan birçok kimse bunu işletmek, ticarî bir işte kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın bir çok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte mudarabe şirketi birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Bu çeşit ortaklık tamamen güvene dayanır. Banka fonksiyonlarının bir bölümünü üstlenebilecek olan mudarabe ikiye ayrılır.

a. Mutlak Mudarabe: Sermaye sahibinin, herhangi bir kayıt koymaksızın, işletmeciyi ticaret işinde serbest bırakmasıdır. Yalnız kârın paylaşılma şeklini ve zamanını belirlemekle yetinir.

b. Mukayyed Mudarabe: Sermaye sahibi, ana parayı işletmeciye verirken bazı şartlar öne sürer ve bunlara uymasını ondan ister. Bu şartlar şunlar olabilir: Sermaye ile belirli beldede ticaret yapmayı şart koşabilir. İşletmeciden, belirli cins ve çeşit ticaret eşyasını alıp-satmasını isteyebilir. Ortaklığın, yani sermayeyi kullanmanın süresini belirleyebilir. Belirli şahıs, veya firmadan mal almayı ve belirli kimse veya kimselere yahut bir firmaya satmasını şart koşabilir. Bununla pazarlama acenta, şube ve benzeri tüm faaliyetler kastedilir. Meselâ; bir firma çeşitli şehirlerde güvenilir, yetenekli kimselere sermaye vererek, yalnız kendi üretimlerini alıp satmasını, yine sermayesi olmayan kimseye sermaye vererek, belli bir malı piyasadan temin etmek sûretiyle kendi firmasına satmasını isteyebilir. Bu ticaretten elde edilecek kâr, firma ile işletmeci arasında sözleşme esaslarına göre paylaşılır.

Kâr, banka veya sermaye sahibi ile işletmeci arasında 1/2, 1/3, 2/3 gibi şâyi bir cüz olarak paylaşılır. Mudarabede maktû bir kârın şart koşulması geçerli değildir. Böyle bir şart mudarabeyi fasit kılar. Çünkü mudarabe kârda ortaklığı gerektirir. Meselâ, bir milyon lira % 40 maktû yani 400 bin lira kâr almak üzere, mudarabe yoluyla verilse, yıl sonunda tüm kâr 400 bin liradan ibaret kalsa, işletmecinin emeği karşılıksız kalır, % 150 kâr etmesi halinde de aldığı 400 bin lira maktû kârı az bulabilir. Zaten burada, % 40 maktû gelir faiz olur. Gerçekte mudârabe akdi fâsit olduğu için, kârın tamamı sermaye sahibine ait olur. İşletmeci yalnız ecr-i misil, yani çalışmasının karşılığını alabilir (es-Serahsî, el-Mebsût, XXII, 27 vd.; el-Kâsânî, Bedayiu's-Sanâyi', VI, 85, 109; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 234-237; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 346, 388; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 62, 63 vd.; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s. 103 vd.).

Hamdi DÖNDÜREN

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun