EHLİYET

İnsanın leh ve aleyhindeki haklara sahip olabilmesi, teklife muhâtap olma hâli.

Lügatta ehliyet; lâyık ve yeterli olmak demektir. Ayrıca; iktidar, liyâkat, istihkak, mahâret ve mensubiyet mânâlarına da kullanılır. Arapça "ehl" kelimesinden türemiş bir isim olan ehliyet, usûl-u fıkıhta akid ve tasarruflarda hüküm bahsinde bir ıstılah olarak kullanılır.

Sıhhat ve bâtıl olma durumlarındaki bütün fiil ve tasarruflarda mükelleflerin ehliyeti önem kazanır. Istılahta ehliyet; "insanın kendisine hüküm taalluk edecek bir durumda olması" seklinde târif edilmektedir (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1986, I, 178). Ehliyet, şahısların akıl ve beden bakımından tedricî gelişmelerine bağlı bir vasıftır. Bu gelişme ile şahıs önce lehinde sonra aleyhinde hakların sübûtuna, sonra bazı muâmele ve tasarruflarının sıhhatine ve sonra da hukukun gereklerini ihlâlden sorumluluk, taahhüt ve bağlantıları sebebiyle borçlanma hususlarına tedricen ehil hâle gelir.

Hukuk ıstılahında ehliyet ikiye ayrılır: Vücûb ehliyeti, edâ ehliyeti.

Vücûb ehliyeti: İnsanın leh ve aleyhine olan meşrû' hakların şahıs hakkında sübûtu, hak ve vecibelere yetkisidir. Başka bir deyimle şahsın borçlandırma ve borçlanma yetkisidir (Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, Çev: Ali şafak, İstanbul 1976, 455; H. Karaman, a.g.e." s.179). Vücûb ehliyeti zimmetle yüklenme ve mükellef olma durumu ile olur. Zimmet, insanın leh ve aleyhinde birtakım hak ve vazifelerinin vücûbunu gerektiren şer'î vasfıdır (H. Karaman, Fıkıh Usulü, İstanbul 1964, 168). Zimmet, ahd ve taahhüddür. İslâm ülkesinde oturan gayr-i müslimlere "ehlü'z-zimme", "ehlü'l-ahd " denilir. Ahdi bozmak kınamayı gerektirdiği için bunlara zimmet denmiştir. Vücub ehliyetinin dayanağı insanlık sıfatıdır, haklardan yararlanmak sağ olan herkes için sabittir; yaş, akıl ve rüşd ile alakalı olmayıp, her insan için bir haktır. İtibân bir durum olan zimmet, buna sahip olan kişinin mal varlığıyla bağlı kalmaksızın sınırsız bir genişliğe sahiptir. Bu sebeple kişinin gücüne, servetine, tasarrufunun sıhhatine bakılmaksızın bütün borçlanmaları sahih kabul edilmiştir.

Edâ ehliyeti: Hukuk bakımından mûteber olması akla bağlı olan işleri şahsın bizzat yapma salâhiyet ve ehliyetidir (H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, 180). Bu, temyiz çağında eksik olarak baslar, büluğ ve rüşd ile tamamlanır. Şahıs reşid olduktan sonra her hak ve borcun sahibi, taşıyıcısı ve âmili olma ehliyetini kazanır. Yani edâ ehliyetinin esâsi temyiz ve akıldır. Temyiz, akidler meydana getiren sözlerin manalarını, hüküm ve sonuçlarını, çok veya az aldatma ve aldatılmayı bilmektir. Kişi yedi yaşında akıl ve temyiz kudreti kazanır.

Vücûb, haklardan yararlanma ehliyeti; edâ, hakları kullanma ehliyeti olarak insanın doğumundan ölümüne kadar tâm yahut eksik olur.

Ehliyetlere göre insanların hukukî neticeler doğuran fiilleri iki kısma ayrılır: Fâilde aklın varlığına bakılmaksızın neticenin sırf maddî fiile bağlı bulunduğu hukukî fiiller ile hukukî neticelerinin husulü fiilinin akıl ve anlayış sahibi olmasına bağlı olan fiiller. Bütün akitler, kavlı ve fiilî medenî tasarruflar bu kabildendir. Namaz, oruç, hacc gibi ibadetler de bu ikinci türe girer. Edâ ehliyetine giren fiiller de ikiye ayrılır: Tam edâ ehliyetini gerektiren hibe, vakıf vb. fiiller ve eksik edâ ehliyetinin mûteber olmalarına yeterli geldiği fiiller. Bazı akit ve tasarruflar ve bazı ibadetler böyledir.

Dolayısıyla insanın ehliyeti ana rahmine düşmesiyle başlar, temyiz, büluğ, rüşd devrelerince değişir, tamamlanır. Ehliyetin değişme ve gelişmelerinin beş ana merhalesi tesbit edilmiş ve sözkonusu ehliyetler de bunlara bağlanmıştır. Bu devreler cenin, çocukluk, temyiz, büluğ, rüşd cağlarıdır.

Cenin Devresi: Ana rahmine düşmesinden doğuma kadar çocuğa cenin denir ve onun vücûb ehliyeti noksan sayılır. Bunun bu devrede edâ ehliyeti yoktur. İctihadlarla cenin için dört hakkın sübûtunda görüş birliği vardır: Neseb, miras, vasiyyet, vakıf. Sağ olarak dünyaya geldiği takdirde bunlara fiilen sahip olur. Ahmed b. Hanbel'e göre cenin mirasçısı olduğu kimsenin vefâtı anından itibaren miras hakkına sahip olur.

Çocukluk Devresi: Doğumdan temyize kadar olan çağdır. Temyiz, şahısta basit de olsa bir şuur ve anlayışın başlamasıdır ve bu dereceye gelmemiş çocuğa gayr-i mümeyyiz denir. Bu devrede edâ ehliyeti bulunmaz, vücûb ehliyeti de iki yönüyle yani lehinde ve aleyhinde olarak sâbit olur. Ancak onun bedenî cezâ ehliyeti bulunmaz. Çocuk, cinâî fiillerde aleyhine tazminatı yüklense de, alışveriş, teslim, vb. medenî fiillerinde mûteber addedilmemiştir: "Hacr, fiiller için değil, kaviller içindir' şeklinde formüle edilmiştir.

Temyiz Devresi: Temyizden büluğa kadar olan devredir. Mümeyyiz, iyi ile kötüyü ayırdedebilen kişidir. Fukâha, yedi yaşını başlangıç olarak kabul etmiştir. Mümeyyizin dinî edâ ehliyeti başlar, medenî edâ ehliyeti eksiktir; tamamen zararına olan tasarrufları sahih değildir, menfaatine olan tasarrufları sahihtir; iki duruma da ihtimali olan tasarruflarda kanunî mümessilinin izin ve muvâfakati geçerlidir. Muvâfakata kadar tasarruf sahihtir fakat mevkuf sayılır; izin verilmemiş olanlar hacr altındadır, bunlara mahcur denir; izin verilmiş olanlara me'zun denir.

Büluğ Devresi: Ergenlik ile birlikte çocuk, bütün mükellefiyetleri yüklenir. Ergenliğin asgari haddi kızlarda dokuz, erkeklerde oniki yaştır. Bu biyolojik gelişmenin objektif ve açık belirtisinin âzamı sınırı da, Ebû Hanife'ye göre kızlarda onyedi, erkeklerde onsekiz yaştır. (H. Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 186). Tercih edilen görüş diğer müctehidlerinkidir; bu, her iki cinste de onbeş yaştır. Büluğun asgarî ve âzamı hadleri arasındaki kişiye mürâhik denir. Fiilen büluğ; kızın ay hali, hamilelik; erkeğin ise ihtilâmıdır. Bâliğ, iman, ibadet, sosyal ve hukukî bütün vecîbeleri yüklenir.

Rüşd Devresi: Reşid, malını koruma konusunda boş yere tüketmek, saçıp savurmaktan uzak olan kimsedir. Zıddı sefihtir. Kişi şer'î ve cezaî mükellefiyete ehil olâbilir fakat malı tasarrufları bakımdan reşid olmayâbilir. Rüşd, büluğ demek değildir; ondan önce ve sonra da olabileceği gibi büluğlâ da olabilir. Kişi sadece büluğa erince değil, reşid olunca edâ ehliyetini bütünüyle kazanmış olur, üzerinden vesâyet kalkar, veliye ihtiyacı kalmaz, malında tasarruf hakkı doğar, mallarını teslim alır (bk. en-Nisa, 4/5). Rüşd yasının tesbiti ulu'l-emre bırakmıştır. Ebû Hanife'ye göre, büluğa eren şahıs sefîh ve müsrif de olsa tasarruf hürriyetine kavuşur ancak malı tedbir açısından reşid oluncaya kadar veya yirmibeş yaşına kadar alıkonur. Diğer fukahâ ise, reşid olmadan büluğa eren şahsın mahcuriyeti devam eder ve rüşdü beklenir demiştir.

Ehliyetin Arızaları: Ehliyetleri tamamen ortadan kaldırarak veya değiştirerek tesir eden arızalar, ehliyete müessir haller bulunmaktadır. Arızalar, semâvî ve müktesebe şeklinde ikiye ayrılır.

Semâvî Arızalar: Şahsın irâdesi dışında olanlardır. Akıl hastalığı (cünun), bunama (ateh), bayılma (iğma), uyku (nevm), ölümle sonuçlanan hastalık (Maradu'l-Mevt), kölelik (rıkk), küçüklük (sığar), unutma (nisyan), ölüm (mevt), ay hali (hayız), lohusalık (nifas).

Mükteseb Arızalar: İrâdîdir, ihtiyârîdir. Sarhoşluk (sekr), sefâhet (sefeh), yolculuk (sefer), bilmemek (cehl), yanılmak (hatâ) gayr-i ciddîdavranmak (hezl).

Ancak bunlardan küçüklük, unutma, ölüm, ay hali, lohusalık, cehl, yanılma ve hezl mutlak anlamda bir eksiklik değildir. Semâvî ve müktesebe arızalar vücûb ehliyetini kaldırmamakta, edâ ehliyeti açısından birtakım özel durumları ortaya çıkarmaktadır. Bazısı edâ ehliyetini tamamen kaldırır; akıl hastalığı gibi. Bazısı daraltır; ölüm hastalığı gibi. Edâ ehliyetini ortadan kaldıran arıza, şahsı çocukluk çağına döndürmüş olur, daraltan arıza da temyiz çağına indirmiş sayılır.

Delilik: Deliden bütün ibadetler düşer. Arıza yirmidört saati geçerse namaz, bir ayı geçerse oruç, bir yılı geçerse hacc düşer. Gelip geçici deliliklerde tasarruflar mûteberdir. Delilik, hacr sebeplerinden biridir.

Bunama: İdrak ve temyiz kudreti kalmamış bunak, deli gibidir; vücûb ehliyeti vardır, edâ ehliyeti bulunmaz. İdrak ve temyiz kudreti olsa da akıllılarınki gibi tam olmayan bunak, mümeyyiz çocuk gibidir; edâ ehliyeti eksik sayılır, ibadetlerini yerine getirip getirmemesi bir şey değiştirmez, kul haklarıyla sorumludur. Borçlandığı takdirde velisi borçlarını ödemekle yükümlüdür.

Sarhoşluk: Bazı âlimler sarhoştan edâ ehliyetinin düştüğünü, bir kısmı da sarhoşun tasarruflarını mûteber kabul ederler. Ancak mübah sarhoşlukla tedâvi için ilaç almak gibi durumlarda hüküm baygınların durumu gibidir; bunların beyânı sahih değildir, kanunî hüküm işlemez, tasarruflar meydana gelmez. İhtilâf, haram olan sarhoşluktadır. Zâhirîler, Câferîler, Tahâvî, Kerhî, Ebû Yûsuf, Züfer, İbnu'l-Kayyım, Leys ve bir görüşünde Ahmed b. Hanbel haram yolla sarhoş olan kişinin hiçbir sözünü mûteber saymazlar (Abdülkerim Zeydan, a.g.e., 483). Genelde Hanefi mezhebi, Mâlikîler, Şâfiîler ise sarhoşun sözlerini ve hukukî neticelerin kabul eder, sözlü tasarruflarını mûteber sayar.

Uyku: Geçici, ve doğal bir arızadır. Edâ ehliyetini kaldırır, ibadetleri düşürmez fakat edâ vaktini geciktirir. Uyanınca kaza vacibdir, uyuyanın sözleri mûteber değildir.

Bayılma: Doğal olmayan bir arıza dır, sahibinin sözleri geçersizdir, uzarsa namaz düşer, oruç ve zekatı düşürmez.

Sefeh: Hafiflik denen sefâhet, bir çeşit irade zayıflığıdır; insanı akıl ve dinin gerektirdiğinden başka türlü davranmaya sevkeder. Malını yerli yersiz tüketen, harcamalarında haddi asan ve servetini israf eden kişiye sefih denir. Vücûb ve edâ ehliyeti olmasına rağmen sefih olarak ergenlik çağına gelen kişiye reşid oluncaya kadar mallarının verilmeyeceğinde ittifak vardır (Bk. en-Nisâ, 4/5-6); Ebû Hanife ergenlikten sonra sefih olanın tasarruflarını geçerli kabul eder. Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed ise onun hacr altına alınmasını savunurlar.

Unutkanlık: Böyle kişilerin vücub ve edâ ehliyetleri sahihtir. Kul haklarında özür olamaz; Allah haklarında ise unutma özürdür. Zira Hz. Peygamber: "Ümmetimden unutma ve yanılmanın hükmü kaldırılmıştır" buyurmaktadır. (Suyûtî, Câmiu's-Sağır, Harfü'r-Râ) Diğer bir görüşe göre, unutanın işlediği fiile hüküm terettüb eder, ancak iki şartı vardır: Unutana üzerinde bulunduğu işi hatırlatacak bir durumun olması ve unutarak işlediği fiile onu sevkeden bir şeyin bulunmaması. Namazda unutarak konuşmak namazı bozar. Bu iki şarttan biri olmazsa unutma halinde işlenen fiilin hükmü olmaz (Unutarak oruç sırasında yemek gibi.)

Küçüklük: Küçüğün bütün işlerini velisi idare eder.

Hayz ve Nifâs: Bu iki durum vücûb ve edâ ehliyetini düşürmez. Hayızlı veya Nifaslı kadınlar oruç ve namaza temizlendikten sonra devam ederler. Ancak bu dönemde Ramazan orucu geçirilmişse temizlendikten sonra kaza orucu tutarlar.

Hastalık: Ehliyeti yok etmez, bütün akitleri mûteberdir. İbadetler imkâna göre olur. Eğer hastalık ölümle sonuçlanırsa hasta başlangıçtan ölüme kadar mahcur sayılır. Varise vasiyet mûteber değildir.

Ölüm: Sorumluluk gerektiren bütün hükümler düşer. Fıtır sadakası, nafaka borcu gibi vazifeleri eğer vasiyyet etmemişse düşer, etmişse malının üçte birini geçmemek üzere harcanır. Zimmetinde olan borçlar, bir mal veya kefil bırakmamışsa düşer. Aynı hakları, vedialar, emânetler, gasbettiği mallar vs. sahiplerine verilir. Ölünün kendi ihtiyacından dolayı meşrû kılınan hakları düşmez, çünkü meyyit de bir mahluktur ama acz içindedir, bu yüzden techiz, tekfin ve defni için gerekli masraflar borcundan öne alınarak ifâ edilir. Daha sonra sırasıyla, önce borçları ödenir, vasiyetleri yerine getirilir, kalan malları varislere taksim edilir. Ölünün kısas hakkı varsa, bu veliye kalmıştır; dilerse affeder, dilerse kısasın uygulanmasını ister, dilerse kan diyeti alır.

Cehl: Kişinin bilmesi gereken şeyi bilmemesi demektir. Bilmemek basit bir cehalet, bilmediği halde bildiğini iddia etmek ise mürekkeb cehâlettir. Allah'ı, birliğini, kemâl sıfatlarını bilmemek mazeret sayılmaz. İkincisi, mâzeret sayılmayan ama birinci derecede olmayan cehldir (Mutezile ve bir kısım filozofların ilâhı sıfatları inkârları gibi). Bir müctehid, meşhur sünnete veya icmaa aykırı bulunan ictihadında mâzur sayılmaz üçüncüsü ceza ve keffâretlerin düşmesi hususunda şüphe ve mâzeret sayılan cehldir (hatalı ictihadlar gibi). Dördüncüsü, doğrudan doğruya mazeret sayılan cehldir ki, vekil ile müvekkil arasındaki cehl gibi.

Hezl: Ciddiyetin zıddı olup, kendisiyle hakikî veya mecazî bir mana kastedilmeyen söz ve fiilleri ifade eder. (H. Karaman, Fıkıh Usulu, 177). Vücûb veya edâ ehliyetine engel değildir. Akâid ve iman konularında hezl hükümsüzdür, yani mazeret olamaz, hattâ küfrü gerektirir (bk. et-Tevbe, 9/65) Mâlı olmayan tasarruflarda, talâk, azad, kısası af, yemin, nezir vb. hususlarda fesha kabiliyeti olmayan kısımda netice ve hükmün meydana geleceği ve hezlin bunlara tesir etmeyeceği ittifakla kabul edilmiştir.

Sefer: Kişinin yaya olarak onsekiz saat sürecek bir mesafeyi katetmek niyetiyle bulunduğu yerden ayrılması seferdir. Seferinin vücûb ve edâ ehliyeti tamdır, ancak bazı kolaylık ve ruhsatları vardır; Orucun kazâ edilmek üzere açılması, namazların kasrı ve İmâm-ı Şâfii'ye göre kasr ve cem'i.

Hatâ: Birşeyin kusurlu bir kasıtla yapılması demektir. Ehliyetleri düşürmez. Cezayı düşürür, keffâreti düşürmez, kul haklarında özür olamaz.

İkrâh: Bir kimseyi haksız olarak istemediği bir şeyi yapmaya zorlama, ve bunun için korkutma ve tehditle bunu yapmaya sevketmektir. Ehliyeti kaldırmaz. Ancak zorlanandan meydana gelen tasarruflar sözlü veya uygulamalı olur ki, bunlardan sözle olanlar bozulması mümkün olmayan türden olursa zorlama halinde de geçerli sayılır: Boşama, azad etmek, nikâh, ric'at, kısası affetmek, yemin, nezir, uhar, i'lâ, fey vb. hususlar. Feshi mümkün olanlar ise fâsittir.

Zorlama ile meydana gelen fiilî tasarruflarda mânevî sorumluluk zorlayana aitse de hüküm zorlanana nisbet olunur. Ancak zorlayan da sorumluluktan kurtulamaz ve hüküm yer ve fiilin işleniş durumuna bakılarak verilir. Eğer suçun yer ve hükmü değişiyorsa fâile, değişmiyorsa zorlayana yüklenir (Zorlama ile satış veya öldürmek gibi). Öldürmek doğrudan doğruya zorlayana nisbet edilir. Malı ödeme, kısas, diyet ve keffâret zorlayana düşer. Haram üç türlüdür: Hiçbir suretle sâkıt olmayan öldürmek gibi fiilleri zorlanan da yapsa haramdır. Zarûret halinde ortadan kalkan haramlar ise leş yemek, şarap içmek gibi haramlardır. Üçüncüsü de düşmeyen fakat bazı hallerde ruhsata tabi olanlardır. İmanın dille ifadesi ve namaz, kalben inkâr edilmemek üzere mülcî zorlama halinde terkedilebilirler (bk. en-Nahl, 16/105). (Ayrıca bk. Akid, Mükellef, Velâyet, Vekâlet).

İslâm hukukçularının bütün dinî, hukukî, medenî ve sosyal nazariyelerini dayandırdığı bir zimmet nazariyesi vardır (Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İstanbul 1981, s.159). Zimmet nazariyesi, usûlcülerce "mahkum aleyh" bahsinde ehliyet münâsebetiyle incelenmektedir. Vücûb ehliyetinin temelde leh ve aleyhteki haklara sahip olmaya elverişliliğe dayandığı konusunda ve istisnasız her insanın doğuştan leh ve aleyhindeki haklara sahip olmaya elverişli bir zimmetinin bulunduğu yolunda icma vardır. Zimmet, mukavele, ahd, misak demektir. (Bk. Ahzab, 33/72; Araf, 7/172; et-Tevbe, 9/10; en-Nisâ, 4/58).

Bu târiflere göre ehliyet, bir vasıf olarak insanda bulunmakta ve onun ruh ve bedence gelişmesine paralel olarak gelişmektedir. Bu gelişim ile insan, lehinde ve aleyhindeki haklardan istifade imkânına ve bazı hukukî tasarrufların mûteber olmasına, sonra da fiil ve tasarruflarından sorumlu olmaya ve borçlanmaya ehil hale gelmektedir.

Ahmed AĞIRAKÇA

Sait KIZILIRMAK

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun