Hayatın manası, mahiyeti, yaratılış hikmeti nedir?

Hayatın manası, mahiyeti, yaratılış hikmeti nedir?
Tarih: 20.12.2013 - 01:25 | Güncelleme:

Soru Detayı

-  Hayatın kemali nasıl elde edilir?
- Hayatın anlamı nedir? Bazı filozoflar, insanın içinde bulunan potansiyeli açığa çıkarmak, diyorlar. Sadece bu olamaz, ancak yanlış da gözükmüyor. Bazı İslami kaynaklarda da "Allah’a kul olmak, onun rızasını kazanmak bir de onun isimlerine mazhar olmak" gibi malumatlar var.
- Sizce nedir?
- İnsan Allah’ın isimlerine mazhar olursa insana faydası nedir?
- Sanki bu cihet Cenab- ı Allah’a bakan yönü gibi... Yani iyi bir iş, eş, mutlu bir hayat, belirli bir makama gelmek, bunlar da hayatı anlamlı kılan şeyler değil mi?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Hayat: 

- Allah’ın güzel isimlerinin tecelli ettiği varlıkların garip ve harika nakışlarının bir listesidir.

- Allah’ın sıfatlarını gösteren bir penceredir.

- Kâinattaki varlıkların dengelerini sağlayan bir ölçüdür.

- Evrende yer alan varlıkların bir listesi, bir haritası, bir fezlekesi.

- İlahî kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi.

- Kâinat çapında yer alan varlıkların üzerine serpilen ve zamana takılan bir “ahsen-i takvimdir/Güzel bir tablonun göstergesidir. (bk. Nursi, Sözler, s. 128)

Hayatın yaratılış hikmeti: 

Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Samed'e âyineliktir.

Hayatın, özellikle insan hayatının saadet içindeki kemali ise: Allah’ın o en güzel ve en nurlu olan isim ve sıfatlarının nurlarını, tecellilerini hissedip sevmektir. Şuurlu bir varlık olarak ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Şems-i ezelinin isim ve sıfatlarının tecellilerinin ve nurlarının yansımalarını kalbin göz bebeğine yerleştirmektir. (bk. Sözler, s. 129)

Hayatımızın gayesi nedir?

Ayetin ifadesi ile "insanların ve cinlerin yaratılış gayesi ubudiyet ve kulluktur."(Zariyat, 51/56) Dünya hayatının süs ve cazibesine kapılıp, ahireti ve kulluğu unutmak değildir. Allah insanı ahiret hayatı ve kulluk için yarattığı için, insanı da bu gayeye münasip cihaz ve duygular ile donatmıştır. 

Şayet insan ahiret ve kulluk için verilen bu cihaz ve duyguları, dünyanın fani ve çirkin işlerinde sarf ederse, ceza olarak hem tatmin olmaz hem de ahirette hesaba çekilir. İşte insanı sıkan ve bunaltan temel husus, insana ebed için verilen cihazları fani dünyada kullanmasıdır.

Nasıl sarrafın hassas terazisi ile kömür tartılmaz, şayet tartılırsa yapılış amacının dışında kullanıldığı için kırılır ve üzülür. Aynı şekilde Allah’ı sevmek için verilen kalbi, fani sevgililere sarf edersek, kalp veriliş amacının dışında kullanıldığı için sıkılır ve bunalır.

Yine hakkı ve doğruyu bulmak ve Allah’ın sanatlarını tefekkür etmek için verilen aklı, nefsin ve hevanın hizmetinde kullanılırsa, akıl aynı kalp gibi sıkılır ve depresyona girer. Kur’an ve nurani şeyler ile tatmin olan ruhu, dünyanın süfli fantezilerinin peşine takarsak, ruh buhrana düşer...

İnsan, sahip olduğu bütün maddi ve manevi duygularını yaradılış amacında kullanırsa, hem tatmin olur hem de mutlu olur. Yok nefsin ve şeytanın aldatması ile dünyanın süfli ve adi işlerinde sarf etse, hem dünyada buhran sıkıntısına, hem de ahirette ihanet azabına müstehak olur.

Özet olarak, ruh ve kalbin boşluğunu ancak; Allah’ın marifeti ve muhabbeti doldurabilir.

Duygularımızın verilmesinin hikmeti nedir? 

İlk olarak nimetlerin tadılıp tartılması, ikincisinde bütün varlıklarda tecelli eden İlahi isimlerin tefekkür edilmesi gelir. 

Buna göre birincideki tartma, duygularla olmakta ve akabinde külli şükrederek bu tatmanın ve tartmanın idrak ile, tefekkür ile yapılması gerekir. 

İnsan, gözü ile eşyanın büyüklüklerini, şekillerini, renklerini, uzaklık ve yakınlıklarını tartar. Dağlara bakarak “Şu dağ, şu tepeden büyüktür.” der.  Renkleri tartarak şu mavi, şu yeşil, şu daha koyu yeşil hükmünü verir. 

Diliyle tatlar âlemini tartar; acıyla tatlıyı ayırt etmekten, tatlar arası ton farkına kadar nice bilgileri insana kazandırır. 

İbadet ve marifet için yaratılan insanın, bu kutsî görevinin bir şubesi tefekkür ise bir diğeri de şükürdür. İnsan, birçok âlemleri ancak duygularıyla tanır ve tartar, onları böylece tefekkür eder, onlardan gördüğü faydaları düşünmekle de şükreder. 

Şükrün küllî olması nasıl anlaşılmalıdır?  

Bir nimeti tek olarak düşünmek yerine, bütün nimetleri birlikte düşünmek küllî bir tefekkürdür ve insanı “küllî şükre” götürür.  

Bir de insan, “bedenindeki her organın” ve “ruhuna takılan her latifenin ve her duygunun” ne kadar büyük birer nimet olduğunu düşünüp bunların tümü için Allah’a şükretmekle “küllî şükretmiş” olur. 

Öte yandan, insan bu enfüsî nimetler için yaptığı küllî şükrü, kendisini kuşatan bütün harici nimetleri de birlikte düşünmekle yine küllî şükretmiş olur. 

Bir başkası ise: İnsan mazhar olduğu bir nimete şükrederken, aynı nimete kavuşmuş olan bütün sevdiklerini, hatta bütün canlıları da düşünüp şükrünü küllileştirebilir.

Dil bir terazidir, bütün lezzetler bu terazide tartılır.

Burun bir terazidir, bütün kokular bu terazi ile tartılır.

Göz bir terazidir, bütün renkler ve tasvirler bu terazi ile tartılıp okunur.

Dokunma hissi bir terazidir, cisimlerin yumuşaklık ve sertliği, yaşlığı ve kuruluğu bunun ile tartılır.

Kulak bir terazidir, bütün sesler bu terazide ölçülür.

Kalp bir terazidir, sevgi ve muhabbet, güzellik ve aşk bu terazide tartıya girer.

Vicdan, sarrafın hassas bir terazisi gibi, bütün hak ve doğruları tartıp sezer.

Akıl bir terazidir, bütün manalar bu terazinin ölçüsünde anlam kazanır vs...

İşte, insandaki bu duygu terazilerinin hepsi, bir nimet alemine açılan pencereler hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile bu nimetler alemine açılır ve o nimetleri bu teraziler ile tartar ve tadar; bu da külli bir şükre kapı aralar. Bu sayılan duygu terazileri, bizim bilebildiğimiz ve görebildiğimiz terazilerdir; halbuki insan fıtratında mahiyetini bilmediğimiz daha binlerce hissiyatlar ve onlara mukabil nimetler alemleri vardır.

Esma-i İlahiyenin cilveleri ne demektir? 

Allah’ın güzel isimlerinin cilveleri ve nakışları, kainat üstünde görünen eser ve sanatlardır. Yani kainatta var olan eser ve sanatların hepsi, Allah’ın güzel isimlerinin bir tecellisi, bir yansımasıdır.

Mesela; bir çiçek üstündeki tasvir ve çizim, Allah’ın Musavvir isminin bir tecelli ve cilvesidir. Çiçeğin şirin ve tatlı süsleri, Allah’ın Müzeyyin isminin bir yansıması ve cilvesidir. Çiçeğin bünyesindeki intizam, Allah’ın Nazım isminin bir cilvesidir. Çiçeğin hayatına lazım olan erzakların gelip bünyesine girmesi ve yerleşmesi, Allah’ın Rezzak isminin bir cilvesidir vs.

İnsan kainat içinde, Allah’ın isimlerine tecelli ve ayna olma noktasında en kapsamlı bir eser  ve en mükemmel bir sanattır. Örnek olarak verdiğimiz çiçekte, Allah’ın bütün isimleri tecelli etmeyebilir; lakin insan mahiyetinde, Allah’ın bütün isimleri tecelli ediyor. Bu noktada insan mazhar-ı azamdır yani; Allah’ın isim ve sıfatlarına tecelli olmak noktasından, insan kainatın en büyük mazharı ve parlak mahallidir.

Mesela; insanın simasındaki göz, Allah’ın Basar sıfatının bir tecellisidir, kulak Semi' sıfatının bir yansımasıdır, konuşma mahalli olan dil, Kelam sıfatının bir cilvesidir, yüzdeki tasvir ve çizim Musavvir isminin, hayata lazım olan rızkın gönderilmesi ve bedenin ve bedende çalışan hücrelerin beslenmesi Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir. Bu isimler gibi, Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde tecelli edip cilvesini göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi kaynakları hükmünde olan isimlere açılan birer pencereler hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarına intikal ederler.

İnsan hem nakışlar vasıtası ile Allah’ın isimlerini okumak ve anlamak ile mükellef, hem de bu isimlerin hüküm ve gereklerini hayatına aksettirmek yolu ile izhar ve ilan etmekle mükelleftir.

Mesela; Allah kainatta Adl isminin hükmü ve gereği olan adaletle iş görüyor ve bu hükmü kainatın her noktasında tatbik ve tecelli ettiriyor. Biz de aynı tecelli ve hükmü, yani adilane hareket etmeyi, hayatımıza ve işlerimize tatbik edip ilan etmekle sorumluyuz.

Diğer isimleri de buna kıyas edebiliriz.

Hayatın mahiyeti nedir?

İnsan, mahiyet ve kabiliyet olarak, çok geniş ve ihatalı bir fıtrata sahiptir. İnsanın mahiyeti Allah’ın bütün isimlerini tartıp, idrak edecek bir kıvamda yaratılmıştır. İnsanın mahiyeti, bir nevi, Allah’ın isimlerini görecek ve idrak edecek bir özet gibidir. 

Mesela; insan hasta olup şifa bulmak ile Allah’ın Şafi ismini idrak ediyor; açlık ile Rezzak ismine intikal ediyor ve hakeza… 

Hem aynı mahiyet, Allah’ın bütün şuunat ve isimlerini kıyas ile ölçecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Mesela, ben cüzi ilmim ile onun külli ilmini kıyas ederek idrak ediyorum. Kendi mahiyetimdeki lezzet, memnuniyet, şevk, öfke gibi vasıflarla ondaki kutsi lezzet, memnuniyet, şevk, gadap  gibi şuunatı rasat edebiliyorum. Mutlak bilinmeyeni, bilinen ile kıyaslayıp bilinir hale getiriyorum. 

Kainattaki alemlerin bir mizanı, hem bu âlem-i kebirin bir listesi; hem şu kâinatın bir haritası; hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi olması ise; kainatta yaratılmış bütün alemlerin küçük bir modeli ve mizanı insanın mahiyetinde vardır. İnsan o model ve mizan ile o alemi idrak edip seyredebiliyor. Kainatta umumi ve azametli alemler insanda duygu ve latife olarak küçük modeller şeklini almıştır. Bu yüzden insan, mahiyet olarak küçük bir kainat gibidir. Kainatı küçültsen insan, insanı büyültsen kainat olur. 

Mesela, insandaki hayal kuvvesi misal aleminin bir modeli ve mizanı gibidir; insan o hayal kuvvesi ile o aleme bakıyor. Ruh, alem-i ervahın bir mizanı ve modeli hükmündedir. Akıl, mana aleminin anahtarı ve penceresidir. Göz görüntü aleminin bir menfezidir. Kulak ses alemine açılan bir kanaldır vs.

İnsan Hayatının Temel Özellikleri:

a) Esma-ı ilahiyeye ait garaibin fihristesi: 

Allah’ın bütün isimleri güzeldir ve onların bütün tecellileri harikadır, gariptir. Bunlar insanda fihriste olarak sıralanmış gibidir. Yaratmak, sûret vermek, hayat vermek, hissiyatla donatmak, o ruhlara uygun bedenler yaratmak, azalar takmak,…, birer İlâhî fiildirler. Bunların hepsinin de yaratılmaları Allah’a mahsustur ve bütün bunlar Allah’ın isimlerinin tecellileriyle ortaya çıkarlar. Varlık âlemine serpilen bu tecellilerin hepsinden insanda da bir numune yaratılmıştır. O da var edilmiş, o da hayata kavuşmuş, o da rızıklanmış, onun da ruhu hissiyatla, bedeni organlarla donatılmıştır ve hakeza….

b) Hem şuun ve sıfat-ı İlâhiyenin mikyası: 

Mikyas, “kıyas aleti, mukayese aleti” demektir. İnsan, kendisine verilen ilim, irade, kudret gibi sıfatları vahid-i kıyasî olarak değerlendirip, Allah’ın sıfatlarını onlarla bildiği gibi, yine ruhuna takılan “merhamet, gazap, şefkat, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek isteme” gibi şuunatla da Allah’ın şuunatını bir derece bilebilir. Bir derece diyoruz, çünkü insan ruhu mahluk olduğu gibi, o ruha takılan bütün sıfatlar ve şuunat da mahluktur. Allah’ın zâtı  hiçbir mahlukuna benzemediği gibi, onun sıfatları ve şuunatı da mahlukatın şuunatına benzemez. Bu önemli nokta unutulmamak şartıyla, bir insan kendi varlığını doğru değerlendirerek, Hâlık’ını sıfat ve şuunatıyla tanıma imkânına sahip olabilmektedir.   

c) Kâinattaki âlemlerin mizanı: 

Renkler ve şekiller âlemini gözüyle tartıp hangisinin diğerinden daha büyük, daha parlak, yahut hangisinin hangi renklere sahip olduğunu bildiği gibi, tatlar âlemini diliyle, kokular âlemini burnuyla tartmaktadır. Öte yandan, insan aklı bütün bu âlemlerdeki hikmetleri tartan bir mizan gibidir. 

d) Âlem-i kebirin listesi: 

Bu manayı Üstad'ın şu cümlesi açıklamaktadır: “Âlemde ne varsa numunesi mahiyet-i insaniyede vardır.” Yine Nur Külliyatında, insanın kemiklerinin taşlardan, etlerinin topraktan, vücudundaki muhtelif akıntıların nehirlerden haber verdiği ifade edilir. Bu âlem-i kebirdeki elementler küçük mikyasta insan bedeninde de yer aldığı gibi, o büyük âlemdeki Levh-i Mahfuz'un bir küçük numunesi insanın hafızası, âlem-i misalin bir numunesi insanın hayalidir. Âlem-i kebirin meleklerle adeta dolup taşmasının bir küçük numunesi de insan bedeninde misafir olan ruhun binlerle hissiyatla kaynaşmasıdır. 

e) Kâinatın haritası ve  f) Kitab-ı ekberin fezlekesi: 

Bu iki maddede, insan-kâinat ilişkisi farklı teşbihlerle ortaya konulmuştur. Birinde kâinat bir ülkeye, insanın mahiyeti o ülkenin haritasına benzetilmiştir. Harita ülkenin küçültülmüş bir şeklidir. O ülkede olan her şey, küçük mikyasta, o haritada da temsil edilmiştir. İkinci teşbihte ise kâinat bir büyük kitaba, insan ise onun fezlekesine benzetilmiştir. Fezleke; öz, özet, hülasa demektir. 

g) Kudretin gizli definelerini açan bir anahtar külçesi: 

Bu maddede, fennî ilimler daha bir ağırlık kazanmıştır. Bu kâinat, “kalem-i kudretle yazılmış bir kitaba” benzetilmektedir. O kitaptaki yazıların taşıdığı gizli manalar, fen ilimleriyle ortaya çıkarılırlar. İnsan, kendisine lütfedilen kabiliyetini yerinde kullanmakla, yer altı kaynaklarından, elektriğe, ışınlar âlemine kadar nice gizli hazineleri, ortaya çıkarmıştır. Böylece sanki “bir anahtar külçesi” gibi olmuş ve her bir anahtarla ayrı bir hazineyi açmıştır. Buradaki farklı anahtarlar, insan mahiyetindeki değişik özellikleri ifade etmekle birlikte, kâinatla ilgili farklı bilimlere de işaret olsa gerektir. 

h) Mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalatının bir ahsen-i  takvimi:

Burada geçen “kemalattan” maksat, Allah’ın kemalini gösteren ayetler, mahluklardır. İmam Gazali Hazretleri, “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur.” buyurmakla, her şeyin kendi kabiliyetine ve icra edeceği vazifeye göre en mükemmel bir şekilde yaratıldığını, ondan daha güzelinin düşünülemeyeceğini  ifade etmiştir. Bu “her şeyden” bir şey de insandır. O da hem en mükemmel bir şekilde yaratılmış, hem de diğer varlıklardaki kemalatı idrak edebilecek bir kabiliyete sahip kılınmıştır.

“Mevcudata serpilen ve evkata takılan” ifadesi, “en güzel ve en mükemmel yaratma” hakikatinin bütün mahluklarda ve bütün zamanlarda hükmünü icra ettiğini beyan içindir.

Özetle:

“Sözün büyüğü, büyüklerin sözü.” derler. Aynı şekilde, hayatın kemali de kâmillerin hayatıdır. Burada, esas olarak, o zatlar anlatılmakta, bizlere de onlara benzemenin yolu gösterilmektedir. Bu yolda gitmenin ilk adımı, insanın kendisini “ahsen-i takvimde yaratılan ve bütün esma-i İlahiyenin tecellisini taşıyan değerli bir mahluk” olarak görmesidir. 

Bu bilgiden sonraki ikinci adım bu tecellileri hissetmektir. Güneş, bütün gezegenleri kolayca çeviren kuvvetine rağmen, kudret manasını hissetmemektedir. İnsan ise o küçük kudretiyle, kudretin ne olduğunu bir derece bilmekte, hissetmektedir. Aynı şekilde, insan “iradenin, görmenin, işitmenin” de ne olduğunu sadece bilmekle kalmayıp bunları hissetmektedir. 

İnsan, bu sıfatları hissetmesi gibi, kendisinin Allah’ın bir eseri olduğunu hissetse, kendinde tecelli eden her bir isim için kalbinde ayrı bir sevgi ve zevk  hasıl olur. Bu sevgiler onu İlâhî muhabbette dereceler almaya götürür. 

Bunun en ileri bir derecesi, “o muhabbet ile kendinden geçmek,” kendi varlığını değil Allah’ın varlığını düşünmek, kemalini kendi makamında, servetinde değil Allah’a imanında ve irfanında aramaktır. 

Bu hal o kişiyi, takvanın en ileri mertebesi olan “masivadan takvaya” götürür; kalbine Hak sevgisinden başka bir sevginin, Allah korkusundan ayrı bir korkunun girmesinden endişe etme makamına erdirir. Artık o kişide “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” ayetinin manası hükmeder ve kalbinin göz bebeğinde O’na imanın nuru parlar ve bu nur bütün dünyevî ışıkları çok gerilerde bırakır. 

Bir hususun önemle vurgulanması gerekiyor: Allah’ın zatı malukatın zatlarına, sıfatları de mahluk sıfatlarına benzemediğine göre, O’na yapılacak muhabbet de başka sevgilere benzemez. Burada ölçü, Allah’ın sevgili elçisine ittiba etmektir. Yani kim, Allah Resulüne ne ölçüde ittiba ediyorsa Allah’ı o kadar seviyor demektir.

Kısaca ifade edecek olursak, Allah’ı sevmenin ölçüsü “salih amel”, Allah’tan korkmanın ölçüsü ise “takvadır.”

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun