Hayat konusunda en çok merak edilenler

1 Kur'an-ı Kerim'e göre insanın yaratılışı nasıldır?

Kur'an-ı Kerim, insanın muhtelif yaratılış devrelerinden bahseder. Bunu ana hatlarıyla ikiye ayırmak mümkündür. Birisi; ilk insan Hz. Âdem (as)'ın, ikincisi de diğer insanların yaratılmasıdır. Bu farklı yaratılışlara bazen ayrı ayrı ayetlerde, bazen de aynı ayette dikkat çekilir. Nitekim Mü'minun suresinde;

"Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık. Sonra onu (Hz. Âdem'in nesli olan) insanı sarp ve metin bir karargahta (rahimde) bir nutfe (zigot) yaptık. Sonra o nutfeyi alaka (yapışan şey) hâline getirdik, derken o alakayı mudga (bir çiğnem et) yaptık, o bir çiğnem eti kemik(lere) çevirdik (ve) o kemiklere de et (kaslar) giydirdik. Sonra onu başka yaratılışla inşa ettik (can verdik, konuşma verdik)..." (Mü'minun, 23/12-14).

Görüldüğü gibi, insanın ilk yaratılıştan itibaren geçirdiği devreler safha safha nazara verilmektedir. Bunlardan kendi yaratılış devrelerimizi anlamak, ilk yaratılışa da ışık tutacaktır.

Yukarıdaki ayet-i kerimede geçen yaratılışla ilgili hususlara, bir hadis-i şerifte de işaret edilir:

"Her birinizin yaratılışı ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toparlanır. Sonra aynen öyle (40 gün daha) alaka (yapışan şey) olur. Sonra yine öyle (bir 40 gün daha) mudga (et parçası) hâlinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler..." (Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, VIII/114).

Bu hadiste, zigot, morula ve blastula safhaları, derlenip toparlanma devresi (nutfe) olarak ifade edilmiştir. Bugün embriyoloji ilminin tespiti de yukarıda bahsedilen gelişim devrelerine paralellik gösterir. Yumurtalık kanalında döllenen yumurta, ana rahmine doğru inmeye başlar. Daha inerken bile bölünmektedir. Ana rahmine gelen yumurta, plasenta (eten=eş) oluşunca mukoza ve kasları içine iyice yapışarak gömülür. Bir başka ifade ile tohum gibi ekilir. Bu safha, ayet ve hadislerde "alaka"(*) (yapışan şey) kelimesiyle ifade edilir.

Buradaki embriyo, çıplak gözle görülmeye başladığı zaman, küçük bir et kütlesi (mudga) hâlindedir. Bulunduğu yerde gelişir ve kademe kademe bir insan şeklini almaya başlar.

Bugün ilim, insanın yaratılışı hakkında Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin ortaya koyduğu hükümlerin ancak bir kısmını tesbit edebilmiştir. Mesela; his ve duygular, bu maddi gelişimin hangi safhasında vücutta yerini almaktadır? İlim buna henüz bir cevap bulamamıştır. Peygamberimiz (sav) ise, kırk gün sonra ruhun geldiğini bildirmekle, insan vücudunu süsleyen duyguların göreve başladığı zamana işaret etmiştir.

Zigot teşekkülünden itibaren 40 gün kadar cenin sadece büyüme kanununa tabidir. Yani, bu devre içinde hücreler bölünür ve farklılaşır. Aynı büyüme kanunu, bitki ve hayvan embriyolarında da cereyan eder. Bir başka ifade ile cenin, 40 gün sonra insan mertebesine yükselir. Nitekim bu duruma ayette; "... sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..." (Mü'minun, 23/14) beyanı ile dikkat çekilir.

Hz. Âdem (as)'in topraktan yaratıldığını bildiren pek çok ayet vardır.

"Allah sizi (Hz. Âdem'i) bir topraktan, sonra bir meniden (Hz. Âdem'in neslini) yarattı." (Fatır, 35/11).

Şu ayet-i kerimelerde de insanın topraktan yaratıldığı belirtilir: 3/59; 18/37; 22/5; 35/11; 40/67; 30/20.

İlk insanın yaratılışında da günümüzdeki yaratılış gibi çeşitli devreler yer alır.

"O'dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde, 32/7).

Şu ayette de bu çamurun mahiyetinden bahsedilir:

"Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık..." (Hicr, 15/26).

Bu ayet-i kerimelerden, yaratılışın; toprakla başladığını, daha sonra bunun çamur hâlini aldığını anlamak mümkün. Bu çamur da süzülerek çamur özü hasıl olmuştur.

"Andolsun ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık." (Mü'minun, 23/12).

Daha sonra balçık halini alan bu çamur özünün zamanla değiştiği ifade edilir.

"(İblis: 'Ben bir salsaldan (kurumuş çamurdan) değişken bir balçıktan (Hamein mesnun) yarattığın insana secde edemem.' dedi." (Hicr, 15/33).

Bazı müfessirler "insanı bir nutfeden yarattık" hükmünün, Hz. Âdem (as) için de geçerli olabileceğini ileri sürerler. Onlara göre bu balçıktan nutfe hasıl edilmiştir. (Elmalılı, V/3058).

Bu safhaya kadar olan gelişmeler, günümüzdeki ceninin ilk dört aylık (40 günlük) durumuna benzerlik gösterir. Midedeki besinlerden spermanın süzülerek çıkarıldığı gibi, çamur da süzülerek çamur özü (sülale) hasıl edilmiştir. Bir müddet bu hâlde kalan çamur özü, balçık şeklini (Hamein mesnun) almış ve daha sonra katı hâle (salsal) sokulmuştur. Bu devreden sonra kuruyan bu balçığa insan şekli verildiğini anlıyoruz.

"... sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: 'Âdem'e secde edin.' dedik..." (A'raf, 7/11).

Nuh suresinde ise, gerek ilk insan ve gerekse insan neslinin merhale merhale yaratılışına da işaret edilir:

"Halbuki O, sizi çeşitli merhaleler hâlinde yarattı." (Nuh, 71/14).

İlk insanın bu safhaya kadar bitki ve hayvanlarda görülen büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına tabi olduğu söylenebilir. Artık bundan sonra ceninde olduğu gibi, yeni bir yaratılış safhası başlayacaktır. Yani, ruh bedene gelecektir. Çünkü, insanın terkip ve tesviyesi tamamlanmıştır...

"...sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..." (Mü'minun, 23/14).

"Onun (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman, kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın" (Sa'd, 38/72).

Şu ayet-i kerimede de yaratılışın bütün safhalarına işaret edilir:

"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki biz sizi (aslınızı) topraktan, sonra (onun neslini) insan suyundan (spermadan) sonra alaka (yapışan şey)'dan daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kudretimizin kemalini) apaçık gösterelim diye (yaptık) sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz." (Hacc, 22/5).

Bu ayet-i kerimenin son bölümündeki hükümler, yani yaratılışta tabi olduğumuz kanunlar, günümüzde aynen cereyan ediyor. Bu bize, ayetin başında zikredilen topraktan yaratılmanın da vuku bulduğunu ifade etmez mi? Bütün bunlarla Cenab-ı Hak, dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir.

İnsan vücudundaki elementlerin büyük bir kısmı toprakta mevcuttur. Özellikle balçık ve yapışkan çamurda karbon (C—4) ve (N—3) molekülleri eksi değerlidir. Bunlar, topraktaki oksijen, fosfor ve hidrojenle kolaylıkla birleşerek insan vücudunun teşkilinde önemli görev almış olabilir. Ama bütün bunlar, bir kudret olmadan nasıl şekilden şekle girecektir?

Günümüz insanı her şeyi, kendi akıl ölçüleriyle değerlendirmeye çalışır. Eline bir avuç çamur alır, bundan insanın nasıl yaratılabileceğini düşünür. Bir çamura, bir de kendisine bakar. Arada hiç benzerlik yok. Ona göre bundan, ya tuğla veya çömlek yapılabilir. Çünkü kendi gücü buna yetmektedir.

Aslında tek hücreden insan yaratılması, çamurdan insan yaratılmasından daha kolay değildir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bir hücreden, dokuz ayda şuur ve akıl sahibi bir insan süzülüyor. Zigotun bebek haline gelinceye kadar geçirdiği değişiklikleri adım adım takip etmek mümkün. Ama, hadisenin izahını nasıl yapacağız? Hangi kudret kalbi tanzim ediyor; baştan gözü, ağızdan dişi çıkarıyor? Hem de Hz. Âdem (as)'den beri bütün insanlarda aynı kanunlar hükmünü icra ediyor. Şunu itiraf etmek durumundayız ki, insanın yaratılışı gerçekten bir mucize. İster ilk insan, isterse günümüz insanı olsun, bu hüküm hepsi için geçerli.

Meselenin anlaşılmasındaki güçlük, sanırım yanlış kıyastan ileri geliyor. Biz, kâinattaki hadiselerin cereyan tarzını devamlı kendi güç, kuvvet ve ilmimizle mukayese ediyoruz. Tabii ki, sonuçta işin içinden çıkamıyoruz. Halbuki bu hadiselere Cenab-ı Hakk'ın kuvvet, kudret ve ilmi noktasından bakmak gerek. O zaman, her şeyin gerek vücuda gelmesi, gerekse ortadan kalkması o kadar kolay olur ki, şüpheye mahal kalmaz.

İlk insanın yaratılışını açıklamak hususunda evrimciler çıkmaz yoldadırlar. Bunu kendileri de itiraf ediyorlar. O halde, "Yapan bilir, bilen konuşur." kaidesince, yapanın beyanına kulak vermek gerekiyor. O, insanı topraktan yarattığını bildiriyor.

"Muhakkak sizi topraktan yarattık..." (Hacc, 22/5).

Hem de en güzel şekilde:

"Biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tin, 95/4).

On defa evrimcileri dinleyenlerin, hiç olmazsa bir defa da Yaratan'ın fermanlarına nazar etmesi gerekmez mi?

(*) "Alaka" kelimesinin manalarından birisi "kan pıhtısı" diğeri de "yapışan" veya "asılıp tutunan şey"dir. "Yapışan şey" ceninin bu safhasına daha uygun düşmektedir.

2 Hapşırmak Allah'tan, esnemek şeytandanmış, neden böyle açıklar mısınız?

Hapşırmak, genellikle vücudun hafifleşmesine, rahatlamasına, dinçleşmesine, bazı mikropların bu yolla vücuttan atılmasına ve sağlıklı olmasına vesile olmaktadır. Bu ise, bir güzellik ve bir nimettir. Onun için hapşırırken Allah’a hamd edilir. Hapşırma fiili, bir nimet olması yönüyle Allah’a izafe edilmiştir.

Esnemek ise, genellikle vücudun ağırlaştığı, gevşediği ve tembelliğe meylettiğinin bir göstergesidir.

Esnemenin şeytandan olduğunun ifade edilmesi ise, şu hikmetten olabilir. Şeytan insanı -fazla yemek, fazla içmek, fazla uyumak gibi- nefsânî arzu ve isteklere davet etmektedir. Bunlar ise, esnemeye sebep olan şeylerdir. Bu ifadeyle, insan o tür israflar konusunda uyarılmıştır.

Bu sebepledir ki, bir rivayette Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah'a hamdederse, bunu işiten her Müslüman üzerine, 'yerhamukâllah' demesi hak (bir vazife) dir. Ancak esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkân nisbetinde kendini tutsun ve 'hah' diye ses çıkarmasın. Zira bu, şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir." [Buhârî, Edeb 125, 128, Bed'ül-Halk 11; Müslim, Zühd 56, (2994); Ebû Dâvud, Edeb 97, (5028); Tirmizî, Salât 273, (370), Edeb 7, (2747, 2748)].

Hattâbî: "Allah'a nisbet edilen sevmek, hoşlanmamak gibi ifadelerin manâsı, hapşırma ve esneme fiillerinin sebebine bakar. Zira, hapşırma bedenin hafifliğinden, mesâmâtın açılmasından ve fazla doygunluğun olmayışından ileri gelir. Bu, esnemenin zıddı bir haldir. Çünkü o, bedenin iyice dolmuş olmasından, bir de çok ve karışık yemekten hâsıl olan ağırlıktan ileri gelir. Önceki hal, ibâdet için şevk verir. İkinci hal bilâkis gaflete sevkeder." der.

Esnemede kendini tutma emri, esnemeyi durdurmanın kişinin elinde olduğu ma'nâsına gelmez; çünkü esneme hâsıl olunca onun gerçek şekilde durdurulması mümkün olmaz. Öyleyse buradaki durdurma, esnemenin tabiî şekilde olmasını önlemek, ondan meydana gelecek vücud hareketlerini asgariye indirmektir. Burada geçen hadiste "namazda" diye kayıtlarken bazı rivayetlerde namaz diye bir kayda yer vermez ve "Biriniz esneyecek olursa..." diye mutlak gelir. Bir rivayette: "Biriniz esneyecek olursa elini ağzı üzerine koysun, esnerken çıkan 'hah' sesine izin vermesin, zira şeytan ona güler." denmiştir.

Esnemenin şeytandan olması, şeytanın bunu sevmesindendir. Çünkü, şeytan insana gaflet veren, hayrını azaltan, namazını kesen her şeyi sever. Ayrıca, esneme umumiyetle çok yemekten hâsıl olan bir hâlettir. Çok yeme de şeytan işidir. Türbüştî şu açıklamayı sunar: "Bunun şeytana nisbeti, şeytanın, kulun Allah'ın önünde duyacağı huzur ve kendinden geçercesine yapacağı mürâcaattan alacağı zevk gibi mendub şeyler arasına girmeyi sevmesindendir." (bk. İbn Hacer, adsı geçen hadisin şerhi; İbrahim Canan,  Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 10/196-7)

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamber Efendimizin hiç esnemediği söyleniyor, doğru mu?

3 Eşcinsellik Kuran'da nasıl anlatılıyor?

Bu konuda farklı yaklaşımlar olabilir. Ancak bizim tespitlerimize göre, insanlar yaratılışlarının gereği olan duygu ne ise onda sabit kalmalı, sonradan meydana gelen yaratılışları zıddına bir duygu sapmasına yönelmeyi makul ve meşru saymamalılar. Yani yaratılışında erkek olan, giyimi, kuşamı ve her türlü davranışlarıyla yine erkek olarak kalmayı esas almalı; kadın olan da her haliyle yine kadın olarak kalmayı vazgeçilmezi olarak bilmeli, sonradan meydana gelebilen bir duygu sapmasının peşine düşüp de cinsiyet değiştirmek gibi bir eğilime girmemeliler...

Bilindiği üzere şahsın kimliğini yaratılıştaki cinsel organı ispat eder. İşte bu organın gereği ne ise onda kalmalı, sonradan bunun aksi duygu duymayı bir gerekçe olarak görüp de zıt duyguya yönelmemeliler. Şayet gerçekten de bir duygu sapması oluyor da erkek olduğu halde kadınsı duygu duyuyor; kadın olduğu halde erkeksi duygu taşıyorsa bunun çaresi, bu duyguya uymak değil, bunu geriye atıp yaratılışının gereği olan duyguya kuvvet kazandırmak, o duyguyu öne almak, onun için gerekli olan ortamı sağlayıp gerekiyorsa tedaviye yönelmektir. Şu ya da bu telkinle sonuçsuz cinsiyet değiştirme eğilimine girmemektir.

Bundan dolayı da çocukluk günlerinden itibaren tedbir alınır, erkeğe erkek giyim kuşamında, kızlara da kız giyim kuşamında ısrarlı olunur ki; duygu sapmasına zemin hazırlayacak bir ortam oluşmasın. Bu sebeple kadın kadın gibi giyinir, kuşanır, kadın gibi davranır; erkek de erkek gibi giyinir, kuşanır erkekçe davranır, kadına benzeyecek davranışlardan uzak durur. Yani erkekler erkeklik duygusunu besleyip korumalı, kadınlar da kadınlık duygusunu besleyip korumalıdırlar. Ameliyat olarak kadının erkek olması yahut da erkeğin kadın olması olayı bir çare olmamıştır. Sonunda ilk yaratılışı ne ise ona dönmek söz konusu olmuştur...

Her cinsin kendi özelliğini korumada ısrarlı olması tespitimizi arz ettikten sonra gelelim yaratılışta var olabilecek her iki organ sahiplerinin durumlarını nasıl tespit edecekleri konusuna.

Bir insanda hem erkeklik hem de kadınlık organı birlikte bulunsa, yani yaratılışında iki cinsin de işareti mevcut olsa bunlar durumlarını işaretlere bakarak tespit ederler? Göğsü büyümüyor, sakalı uzuyorsa, erkeklik organından idrar yapıyorsa; bunlar erkeklik yönünün geliştirilmesine işaret olur. Aksi ise aksine işaretlemiş sayılır. Kestirilemiyorsa etkili olan duygusunun gereği geçerli olur.

Sözün özü: Yaratılış esastır. Sapan duygular tedavi ile yaratılışa uygun hale getirilir, sapmalara normaldir diyerek teşvikte bulunulmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Eşcinsellik günah mı? Bu duygu nasıl kontrol altına alınabilir?

4 Yeni doğan çocuk neden ağlar? İnsan doğduğu vakit şeytan ona dokunur o da ağlar diye bir hadis okudum?

Söz konusu hadis sahihtir. Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: Hz. Peygambe r(a.s.m)’den şunları duydum:

“Adem’in çocuklarından hiçbir çocuk yok ki, doğduğu an, şeytana ona dokunmuş olmasın. İşte doğarken ağlaması, şeytanın dokunmasından kaynaklanmaktadır. Meryem ve oğlu bundan müstesnadır.”

Ebu Hureyre, bunu anlatırken, Hz. Meryem’in annesinin kendisi için yaptığı duayı bildiren şu ayeti okudu:

“Rabbim! ..Onu da, onun neslinden gelecekleri de o melun şeytanın şerrinden korumanı niyaz ediyorum." (Al-i İmran, 3/36) (Buharî, Enbiya, 44). 

Buradaki şeytanın dokunması ve çocuğun ağlaması değişik şekilde yorumlanmıştır. Bazılarına göre, şeytanın dokunmasıyla meydana gelen ağlama, aslında çocuğun dünya hayatında karşılaşacağı sıkıntıları hissetmesinden kaynaklanmaktadır. Bazılarına göre, çocuk şeytanın dokunmasından duyduğu acıdan dolayı ağlamaktadır.

Ayette konunun Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa (as) ile birlikte değerlendirilmesi, şeytanın bu dokunmasının insan hayatı boyu tabi olduğu ilahî imtihanda karşılaşacağı şeytanî telkinlerin, vesveselerin varlığına dikkat çekmeğe yönelik olduğunu göstermektedir.

Hz Meryem gibi -evlenmeden çocuk doğuran- seçkin bir anne ile, Hz. İsa (as) gibi, özel bir statüye bağlı olarak babasız doğan, seçkin bir çocuğun; şeytanın dokunmasından korunmuş olması, hayatları boyunca, masum, şeytanın şerrinden uzak olacaklarının bir simgesi gibidir. 

Şöyle bir değerlendirme de yapılabilir: Tıp ilmine göre, çocuğun ağlaması artı bir puandır. Akciğerlerin açılmasına vesile olur. Çocukların  ağlama reflekslerinin çokluğunun bir hikmeti de, yeni hayatta ilgili reflekslerin gelişmesine katkı sağlamak olabilir. 

Bu sebeple, şeytanın dokunması, hayattaki imtihanı simgeleyen bir olay olduğu gibi, aynı zaman da tıp ilminin ön gördüğü -hatta daha bilgisine ulaşmadığı- hikmetleri ifade eden simgesel bir hakikat da olabilir. Bu sebeple, ağlamayı iyiliğe veya kötülüğe işaret çıkarmanın bir dayanağının olmadığı kanaatini taşıyoruz. Zaten masum çocuklara hep güzel olarak bakmak ve geleceklerini öyle ümit etmek gerekir.

5 Kızların kaç yaşında evlenmeleri uygundur? Hz. Aişe kaç yaşında evlenmiştir?

- İslam alimlerinin kabul ettiği görüşe göre, erginlik çağının tespiti, kadınlar için âdet görmek, erkekler için de ihtilamdır. Kadın için adetin başlangıcı dokuz yaş (erkekler için on iki yaş) civarıdır. Bu duruma girmiş kadın ve erkekler, ergin ve mükellef kabul edilir. Bu haller görülmediği takdirde, erginlik çağı on beş yaş olarak kabul edilir.(bk. Reddu’l-muhtar, 1/306-307; Cezerî, el-Fıkhu ala’l-mezahibi’l-arbaa, 1/123-127; Zuhaylî, İslam Fıkhı, 1/456).

- Yaş itibariyle erginlik çağını kadınlar için on yedi, erkekler için on sekiz-on dokuz yaşları kabul eden alimler de vardır. (bk. Mebsut, 7/260-şamile)

- Sıcak bölgelerde erginlik çağı ve evlenme yaşı, diğer bölgelere göre daha önceden başlar.

- Alimlerin büyük çoğunluğuna göre, adet görmenin ilk sınırı dokuz yaştır. Adet görmek, artık ceninin / çocuğun barınabileceği bir ortamın hazırlandığı anlamına gelir. Bu tekvinî / biyolojik hazırlık, aynı zamanda adet gören kadının evlenmeye müsait olduğunu gösteren ontolojik bir belgedir.

- Bütün bu bilgilerin ışığında denilebilir ki, Hz. Aişe’nin dokuz yaşında evlenmesi, iki şekilde değerlendirilir:

Birincisi, Araplar, kız çocukları adet gördükten sonraki yaşları ile bilinirdi. (bkz. Musa Carullah, Hatun, 81, Kitabiyat Yay. Trc. Mehmet Görmez)

Buna göre, rivayetlerde geçen bilgileri bu açıdan değerlendirmek gerekir. Ayrıca Hz. Aişe’nin on yedi-on sekiz yaşlarındayken evlendiğini gösteren bilgiler de vardır.

İkincisi, eğer bu bilgileri doğumdan itibaren düşünecek olursak, o zamanın adetlerine uygun olduğu gibi, ontolojik ilahî yasa bakımından da son derece etiktir.

Ayrıca, o dönemin şartları ve kültürel koşulları içinde ahlaki ve normal olarak kabul edilen ve son derece doğal olarak algılanan  ‘kız çocuklarının küçük yaşta evlenebilmesi’ gibi bir olgunun; bugünün modern dünyasının, rasyonel aklın hükmettiği kültürel değerlerin oluşturduğu bir dünyada anormal olarak kabul edilmesi ve eleştirilmesi, dini ölçüler bir yana bırakılacak olursa bile, hakkaniyetli bir tarihçinin, sosyoloğun yahut antropoloğun makul bulmayacağı bir durumdur.

Modern çağın çocuklarının, insan fıtratındaki doğal normallik ölçütlerini; kendi yaşadıkları sosyal çevrenin ve kültürel zihniyetin asimilasyonu içerisinde, onun normlarına uygun olarak; doğal yahut anormal kabul etmesi şuna benzemektedir: Örneğin dünya toplumlarının bir çoğunda, eş seçiminin erkek tarafından yapılması ve evlilik teklifinin de erkek tarafından yapılması fıtri ve doğal kabul edilmekte, tersi bir durum anormal olarak görülmektedir.

Öte yandan, antropologların tespit ettiği pek çok kabile kültüründe ise, kadın eş seçimini yapmakta ve evlilik teklifinde bulunmakta, erkek daha pasif bir rol oynamaktadır. Oysaki bu iki durum göstermektedir ki, insan fıtratında her iki duruma da yer vardır. Demek ki, çoğu zaman ahlaki değer yargısı olarak görülen şeyler, alışkanlıkların oluşturduğu bir bakış açının ürünüdür, sağlıklı bir zihniyetin değil.

Bu durumda; Arap yarımadasında kız çocuklarının erken evlenmesinin yadırganmaması, her kültür ve topluluğun kendi normlarına uygun olarak uygulayabileceği bir cevaz dairesini göstermektedir. Bu nedenle, bu ilahi izinden, bu normların yaygın olmadığı ve kültürel değerlerin oluşmadığı yerlerde, kız çocuklarını erken evlendirmenin uygun ve makbul olduğu yargısını çıkarmak yanlış olabileceği gibi; kültürel olarak buna zemini müsait bit toplumda, kız çocuğunun travma yaşamayacağı ve son derece doğal algılayacağı koşullar içinde evlenmesinin yanlış olacağı fikrini çıkarmak da sağlıksız bir düşüncenin ürünüdür.

Nitekim, Türkiye coğrafyasında bir iki nesil öncesinde birçok insanın ninesinin on dört-on beş yaşlarında evlendirilmiş olması ve bu durumun son derece doğal kabul edilmesine karşın, şimdi değişen normlar nedeniyle bu durum son derece çirkin bir zulüm olarak görülmektedir.

Sonuç olarak; ilahi hükümlerin her zamanı her toplumu, her türlü değişen normları ve kültürel değerleri göz önüne alarak, helal haram dairesinin bu geniş çizgi içerisinde verildiğini; ancak uygulamada toplumların kendi ahlaki yapıları içinde, o geniş daireden kendi normlarına en yakın hükümleri uygulamalarının doğru olacağını söylemek mümkündür.

- “Dininizin üçte birini Aişe’den alırsınız.” (Mebsut, 5/493) manasına gelen hadis-i şerifin işaret ettiği gibi, İslam dininin üçte birini ümmete öğretecek bir  öğretmenin uzun bir süre Hz. Peygamber (a.s.m)’e öğrencilik yapması, arkadaşlık etmesi gerekir. Dokuz yaşında evlendiğiyle ilgili rivayeti esas alırsak, eğer Hz. Aişe on sekiz yaşına kadar evlenmemiş olsaydı, Hz. Peygamber (asm) ile evlenmesi asla mümkün olmayacaktı. Çünkü, kendisi on sekiz yaşındayken Hz. Peygamber (asm) vefat etmiştir.

Daha geniş bilgi için tıklayınız:

Hz. Aişe Peygamberimizle kaç yaşında evlendi?

6 Gerçek dindar nasıl olur?

Gerçek bir dindarın nasıl olması gerektiğini bilmeyenler, zaman zaman çok yanlış hükümler veriyorlar. Dindar olmayan birini, dini tam yaşayan bir insan sananlar, genellikle dinden ve inançtan uzak durmaya çalışıyorlar.

- Niçin dindar olmayanı dindar sanıyorlar?

Çünkü dinî konuda maalesef büyük bir cehalet hüküm sürmektedir. Bu sebeple de özden fazla şekle ve görüntüye bakarak insanların ne kadar dindar olduklarına karar veriliyor. Meselâ, "Çok dindar bir adam: üç kere hacca gitmiş!" deniliyor... Beş vakit namaz kılanlara, bir çok yerde "hoca" denildiği gibi, örtülü hanımlara da "din âlimesi" nazarıyla bakılabiliyor.

Geçmiş yıllarda, birçok eski öğrencim, sırf başörtüleri sebebiyle caddede, otobüste, trende fıkhî bazı sorular sorulduğundan şikâyetçiydiler. Çünkü sorulan soruların cevaplarını onlar da bilmiyorlardı. Ancak kılık kıyafetleri sebebiyle, cevapsız kalmaları çoğu zaman yadırganıyordu. Birçok yaşlı başlı Müslüman, "Kızım madem namaz konusundaki bu sorunun cevabını bilmiyorsun, başını neden örtüyorsun?" diye soruyorlar. Hâlbuki o gençler de daha yeni yeni dinlerini öğrenmeye başlamışlardı.

Her gördüğümüz sakallı, nasıl hacıbaba oluyorsa, her örtülü hanım da, hemen dinde âlim ve çok dindar bir kimse sanılabiliyor.

- Peki, gerçek dindar nasıl olur?
- Örnek ve vasıflı bir Müslüman hangi özellikleri taşır?

Akla ve İlme Dayalı Bir İman Sahibidir

Vasıflı dindarın ilk özelliği, akıl, mantık ve bilgi temeline oturan sağlam bir imandır. Şeksiz şüphesiz bir inancın sahibidir. Gerçekten dindar olan kişi, neye, nasıl inandığını bilir. Bu bilgisi sebebiyle, aykırı fikir ve inanışlara karşı söyleyecek sözü vardır.

İnancı konusundaki her şeyi bilmese de, her sorunun cevabı bulunduğunu bilmenin rahatlığı içindedir. En azından bu cevaplara nasıl ulaşacağını öğrenmiştir.

Aksi halde, son dönem yeniçerilerine benzer. Hani onlardan biri çoktandır kızdığı bir Yahudi'yi, "Niçin bana çarptın?" bahanesiyle atmış yere ve başlamış bağırmaya:

- Tez Müslüman ol!.. Yoksa sen bilirsin!..

Yerde sırtüstü yatan Yahudi, başının üstünde parıldayan kılıcı görünce, işin vahametini anlamış ve hemen,

- Peki, demiş, ne diyeyim de Müslüman olayım kuzum? Yeniçeri başlamış düşünmeye... Ama ne denilip de Müslüman olunacağını bir türlü çıkaramamış:

- Onu ben de bilmiyorum, demek zorunda kalmış?

Bu Yeniçeri ilk bakışta dindar bir insan gibi görünebilir mi? Her ne kadar din gayretiyle harekete geçiyorsa da yaptıkları ve yaptırmak istedikleri itibariyle asla iyi bir Müslüman sayılmaması gerekir.

Zira iyi bir Müslüman, inancın zorla, baskıyla, dayatmayla benimsetilemeyeceğini, hatta böyle metotların daima ters teptiğini gayet iyi bilir.

Bırakınız başkasını ve yabancıyı, kendi öz çocuğunu bile zorlayarak, tahakküm ederek, dayatarak imana ve ibadete getiremeyeceğinin bilincindedir. Akıllı ve medenî insanlar ancak ikna ile imanı benimseyebilirler. Ya da imanın güzelliklerini bir Müslüman'da görerek sevip inanırlar. Çünkü gerçek iman, tamamen candan, gönülden ve içtenlikle kabul edilendir. Maddî ya da manevî baskılar, korkular, çıkarlar söz konusu olursa, hakikî imana ulaşılmaz.

İmanın güzelliğine ulaşmış olan, o güzelliği güzelce paylaşmak ister.

Kendisini Din Polisi Gibi Göremez

Bir başka mesele de gerçek dindar, kendisini din polisi gibi göremez. O. kalplerin derinliklerinde gizli olanı araştırmakla görevli değildir. Bu sebeple zahire göre hükmeder. Hz. Peygamber (sav) sırf görünüşte Müslüman olan, aslında imana gelmemiş münafıkları mescidinden dahi uzaklaştırmamıştır. Zaten onları herkese ilân da etmemiştir. Onlar inançsızlıklarını dışarı yansıtıp zarar vermedikleri sürece Müslümanların arasında, hatta mescidinde kendilerine daima yer bulmuşlardır.

Bir savaşta, sahabe-i kiramdan biri, zorlu bir mücadeleye girmiş ve sonunda güç halle rakibini yere düşürüp kılıcını onun boynuna indirmek için kaldırmıştı. İşte tam bu sırada, yerde yatan adam, 'lâilâhe illallah' (Allah'tan başka ilah yoktur) deyivermişti. Ancak bu iman belirtisi, kılıcın boynuna inmesini önleyemedi. Zira son anda ölüm korkusundan söylendiği açıktı.

Ne var ki bu olayı duyan Allah Resulü (sav) fevkalâde üzüldü ve çok nadir kızgınlıklarından birini gösterdi. Sahabi defalarca dedi ki:

- Ey Allah'ın Resulü, adam benimle sonuna kadar mücadele etti. Eğer becerebilseydi beni öldürecekti. Son anda söylediği tevhid kelimesi ölüm korkusundandı...

Efendimiz'in (sav) üç kere tekrarladığı cevap ne kadar ibretli, ne kadar hassas ölçülü ve ne derece düşündürücüdür:

- Kalbini yarıp baktın mı? Kalbini yarıp baktın mı? Kalbini yarıp baktın mı? (bk. İbn Mace, "Fiten," 1; İ. Kesir, Tefsîru Kur'ani'l-Azîm, 1:539);

Evet, kimse kimsenin samimiyetini ölçmekle vazifeli değildir. İmanda samimiyet ölçmek yetkisi hiç bir insana verilmemiştir.

Herkes kendi samimiyetini ölçmeli ve derecesini artırmaya çalışmalıdır. Zira ancak bundan sorumludur.

Başkasıyla Değil Nefsiyle Uğraşır

Vasıflı bir dindar, başkasının imanıyla, ibadetiyle ve ihlâsıyla uğraşmaz. Çünkü onun ilk ve en önemli düşmanı, daima kötülükleri emreden nefsidir. Dolayısıyla asıl savaşı, şeytanla işbirliği yapmış olan nefsine karşı verir.

Başkalarına hüsn-i zan besler. Ötekileri daima kendinden yüksek bilir. Ve hiçbir zaman yükseklik iddiasında bulunmaz. Bilir ki, "Ben yükseğim, yüceyim!" diyen, alçaktır. Çünkü İslâm ahlâkında iman, ibadet ve ahlakıyla övünmek düşüklük ve hastalıktır.

Gösterişten Uzaktır

Hayır hasenatı bile sevabı kaçmasın diye gizli yapan Müslüman "sağ elinin verdiğini sol elinden" (Buhari, Ezan 36) gizlemeye çalışır. Verdiğinin karşılığını sadece Allah'tan beklediği için, mümkün mertebe gösterişten, hayrını açıklamaktan kaçınır.

Dindarlığı Rant Olarak Kullanmaz

İdeal dindar, dindarlığını bir rant olarak kullanmaktan Allah'a sığınır. Eğer sırf dindarlığı sebebiyle, ya da onu âlet ederek bir menfaat sağlıyorsa, dinini dünyaya satmış olacağını bilir. Fanî dünyanın basit ve kıymetsiz cam parçalarını âhiretin paha biçilmez elmaslarına tercih etmek, gerçekten dindar olanın işi değildir.

Daima Ölümle İrtibatlıdır

Vasıflı dindar, daima ölümle irtibatlıdır. Bu sebeple geniş görüşlü, engin ve derin bakışlıdır. Âhiret boyutlu düşünür. Dünyada kendisini emanetçi bilir. Asıl yatırımını daimî, bakî ve kalıcı olana yapar.

Bu sebeple "Ne dünya umurundan (işlerinden) kazandığına memnun, ne de kaybettiğine mahzun olur."

Her işinde, "Rabbim razı olsun, yeter!" diye düşünür, "O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok!" der. Zaten Rabbini razı eden, başkalarını da memnun ve mutlu eder.

Kul Hakkından Titrer!

Kul hakkı yeme korkusu, vasıflı dindarı titretir. Daima üç kuruş az kazanmaya razıdır. Gönül kırmaktan hep uzak durmaya çalışır. Bağışlanması çok zor olan kul hakkını yemektense, az kazanca ve kendisi kırılmaya gönüllüdür.

Günümüzden 55 yıl önce, gazete haberi olmuş böyle bir güzellik yaşanmış İstanbul'da?

Artvinli Hasan Efendi Kocamustafapaşa'da, ihale ile bir bina satın alır. Satış gerçekleşir, binanın tapusu da artık elindedir. Fakat bina ihale ile ve avukatı aracılığı ile satın alındığı için içi rahat etmez. Uzman bir mühendisi, binaya fiyat biçmesi için görevlendirir.

Görevli mühendisin binaya biçtiği fiyat, kendisinin ödediği miktardan bin lira daha fazladır. O zamana göre çok önemli bir paradır. Fakat Hasan Efendi'nin vicdan rahatı, bu 1000 liradan daha önemlidir.

Binanın hissedarlarını bulur, hepsine bu bin lirayı paylaştırır:

- Kanunen binayı 1500 liraya aldım ama vicdanen 1000 lira daha ödemek mecburiyetindeyim, der!..

İşte bu Artvinli Hasan Ağa, Tema Vakfı'ndan tanıdığımız muhterem Nihat Gökyiğit Beyefendi'nin babalarıdır.

Artvinli tüccar Hasan Efendi neden böyle bir fazileti gösterebiliyor? Çünkü bu inanç ve onun dışarıya ahlâk güzelliği olarak yansıması babasından bir mirastır.

Babası Artvin'de dürüstlüğü ile tanınan bir tüccardı. Ermeni tehciri sırasında o da benzeri bir güzelliği bizlere hatıra olarak bırakmıştı?

Varlıklı bir Ermeni, göç emrini alınca bu zata gelir ve der ki:

- Bildiğiniz üzere, biz bütün malımızı mülkümüzü bırakıp gitmek zorunda kalıyoruz. Ben mevcut gayr-ı menkullerimi 30.000 altın karşılığı sana bırakayım. Senden başka kimsenin de gücü yetmez. Sen almazsan öylece bırakıp gitmek zorunda kalacağım.

- Peki! Parayı hazırlayıp getireceğim, der bizim tüccar...

Dediği gibi de yapar. Ermeni çok sevinir. Dualar eder, helâlleşip ayrılırlar. Fakat bu muhteremin içi bir türlü rahat değildir. Hesap eder kitap eder, Ermeni'nin sıkışarak bu fiyata sattığı mallarının, en az 10 bin alım fazlasını edeceğine hükmeder.

Ve bu parayı da hazırlayıp Artvin'i terk etmesine ramak kala Ermeni'ye verir. O zaman bu hakperestliğe o Ermeni Osmanlı vatandaşı hayret etmiştir ama simdi neredeyse, bizler de inanılmaz buluyoruz.

İşte vasıflı dindar bu idi... Hâlâ da budur...

Vasıflı dindar, düşmanına bile dosdoğru davranan adamdır. Çünkü o, "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hud, 11/112) emrini Rabbinden alınca, "Bu sûre beni ihtiyarlattı!" ( Tirmizi, Tefsirusure 56) buyuran Yüce Resûl'ün bağlısıdır.

Vasıflı dindar, en önemli uyarıyı bile incitmeden yapabilen bir nezâketin temsilcisidir. Nezaketi bir üslûp inceliği olarak yansır muhatabına...

70 yıl önce, küçük ve yemyeşil bir Anadolu şehrine genç bir hakim tayin edilir. Şehrin eşrafından bir ticaret adamı, bu genç hakimi evine yemeye çağırır. Güzel bir gündür. Evlerin geniş bahçelerini dolduran meyve ağaçlarının dalları sokağa kadar sarkmaktadır. Bu güzel meyvelerden birine uzanan hakim, bu gün görmüş vasıflı Müslüman'dan şu çok nezih ikazı alır:

- Hakim Bey bu bahçe bize ait değildir. Bizimkisi iki bahçe sonradır...

Hakim Bey elini çekiverir. Yüzü hafifçe kızarır ama bu uyarı üslûbuna da hayran kalır. Yarım asır sonra der ki:

- Meslek hayatımın ilk gerçek ve uygulamalı hukuk dersini bu Zat'tan aldım ve asla bir daha unutmadım...

Vasıflı dindar, yaratılanı, Yaratan'dan ötürü hoş gören ve seven bir anlayışın insanıdır. O günaha kızar, günahın kötülüklerine düşmanlık eder ama günahkârı sever. Günaha düşman, ancak, günah işleyen kişiye dost olur. Bu dostlukla, günah ile günahkârı birbirinden uzaklaştırmaya çalışır. Meselâ, içkiye düşmandır ama alkolik adama dosttur, sevgi gösterir. Çünkü o kötü alışkanlığın esiri olan, ancak sevgi ve dostlukla kurtarılabilir.

Vasıflı dindar, günahları açan, ilân eden ve bundan zevk alan bir kişi olamaz. Tam tersine o, günahları örter. Hataları, kusurları, günahları eşelemek ve teşhir etmek istemez. Bu gibi olumsuzlukların sahiplerine merhamet eder, acır. Kurtulmalarına duacıdır, yardımcıdır...

Zarar verene zarar vererek aynı derekeye düşmek istemez. Isıranı ısırma küçüklüğüne tenezzül etmez. Bunaldığı zaman, "Ne yapayım. Allah yaratmış." der, olumsuzluklara karşı sabrını bereketlendirmeye çabalar.

Vasıflı dindarda Allah'ın güzel isimlerinin tecellisi görünür. Meselâ vericidir. Karşılığını Rabbinden bekleyerek verir. O bilir ki, "Veren el, alan elden üstündür."

Verdiklerini başa kakıp da onların manevî getirisinden kendisini mahrum etmez. Çünkü vasıflı dindar, yaptığı hayrı, verdiği zekâtı, sadakayı hemen unutan ama kendisine yapılan iyiliği unutmayan bir şahsiyettir.

Ölçüsü takvadır, insanı ancak ahlâk, fazilet ve takva bağlılığının üstün kılacağını bilir. Bu sebeple insanları değerlendirirken, makamlarını, paralarını ve etnik köklerini değil, maneviyatlarını dikkate alır. Asalet ahlâka bağlılıkta Cenab-ı Hakk'a kullukta, Resulü'nün yaşadığı gibi yaşamaktadır.

Vasıflı mü'min, mütevazîdir. Gül bitirmek için toprak olmaya razıdır.

Hizmetle öne çıkar, ücret zamanı geride durur.

Mütefekkirdir. Kâinatı bir kitap gibi okumayı bilir. Eserden müessire giden yolu gönül gözü ile de görür. Sürekli Rabbi ile olmanın iç huzurunu dolu dolu yaşar. Bu sebeple başkalarını üzen ve korkutan birçok şey onun gözünde hiçtir.

Allah'a iman, kalbinin cenneti olur. Bu huzuru tattığı için, asla yalnızlık duygusu çekmez, ümitsiz olmaz. Çünkü Allah'la beraber olan asla yalnız değildir.

Diğer mü'minlerle öncelikli ortak paydası, ticaret, siyaset, ırkî bağlar değildir. Din kardeşliği ile Tevhid inancı etrafında sarsılmaz bir kenetlenmenin kopmaz halkasıdır.

Bundan dolayı bütün mü'minleri bir vücudun azaları gibi görür, dertleriyle dertlenir, sevinçleriyle bayram eder.

Vasıflı Müslüman, müteşebbistir, çalışkandır. Ama asla ihtiras sahibi değildir.

En iyi neticeyi almak için, bütün helâl ve meşru yolları dener. Ancak netice ne olursa olsun razıdır.

Kanaatin bitip tükenmek bilmeyen bir hazine olduğunu bilir. Rızkın Allah'a ait olduğunun, ecelin şekil ve vakit olarak bir olduğunun idrâkindedir.

Vasıflı dindar, herkesin iyiliğini isteyen ve buna elinden geldiğince çalışan bir yeryüzü meleğidir.

Vasıflı dindar gönül adamıdır. Beklenen adamdır.

Gönüllerin daima özlediği ve beklediği adamdır.

Teselli veren adamdır.

Gönlündeki iman zenginliği ile her daim mütebessim adamdır. Neşe ve huzur veren adamdır.

Sevgiyi seven, düşmanlığa düşmanlık eden adamdır.

İki gününü eşit etmemek için, sevgi yolunda her gün ileriye doğru giden adamdır.

Dünya maddeten ve manen yaşanılabilir bir yer olarak kalacaksa, vasıflı dindarların sayılarının çoğalması gerekiyor demektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Peygamber Efendimzin Örnek Ahlakı hakkında geniş bilgi için tıklayınız.

7 Nefis nedir; bu düşmanımıza karşı neler yapıp ondan korunabiliriz?

Nefis, bir şeyin zâtı, kendisi, hakikati; ruh, kalp, can; ruh ile bedenden mürekkep olan ‘zât’ veya bedene müdebbir olan ruh, şehvet ve gazabın başlangıcı olan kuvve; insandaki kötü vasıfları toplayan bir asıl gibi farklı şekillerde tarif edilir.

Nefs-i Emare,
kötülüğe aşık, harama düşkün, sefahate hayran, sarhoş; hep pislerden ve pisliklerden hoşlanan zavallı, hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgan bozuk mizaç demektir.

Bu sorunun biraz uzun, ama özet tarzında analiz edilmesi gerekir. Yani nefsin bazı özelliklerini ve bu özelliklerin nasıl ıslah edileceğinin izah edilmesi konuyu aydınlatacaktır.

1. Nefsin en büyük özelliği Rabbini tanımak istememesidir. Bu noktada onun ıslahı ancak tefekkürle olmaktadır. Yani Allah’ın her yerde tecelli ettirdiği azamet ve büyüklüğünü görmesi ile olacaktır. Allah her yerin hakimidir. Her şeyi idare eden o olduğu gibi, her şeyin yaratıcısı da o dur.

2. Nefsin bazı şehvet duyguları var ki, bunların ıslah edilmesi ancak oruç ve ibadet ile olmaktadır.

3. Nefsin gadap duygusu da vardır. Bu duygunun ıslahı kendi akıbetini ve sonunu tefekkür ile olacaktır. Yani “şu anda ben kuvvetliyim etrafıma zarar verebilirim, ama belirli bir zaman sonra ben de aciz ve ihtiyar olacağım. Allah adil olduğu için bana kuvvetli insanları musallat edecektir. Öyle ise bu şiddeti göstermemeliyim.

4. Nefsin aklı yanlış kullanıp cerbezeye götürme durumu da vardır. Bunun ıslahı ise, ilim ile doğru kitapları okumakla olacaktır.

Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde uygulayanlar nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hale gelebilirler. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz. Birincisi, huysuz atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hakim olmaya; ikincisi ise, yemini normal verip, ama onu iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer.

Evet, dünyanın sevilecek tarafları vardır, sevilmeyecek yönleri vardır. Hırs gösterilecek yerler vardır, gösterilmeyecek yerler vardır. İnadın güzel olduğu durumlar vardır, çirkin olduğu durumlar vardır. Öfkenin kötü olduğu haller vardır, iyi olduğu haller vardır.

Dünyayı, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna ve ahirete bir tarla(1) olarak sevmek güzeldir. İnsanın heveslerine hitab eden ve gaflet perdesi olan yönünü sevmek çirkindir. (2) İlimde ve hizmette hırs göstermek güzeldir, şöhret için malda ve makamda hırs göstermek çirkindir. Hakta inat etmek güzeldir. Batılda inat etmek, çirkindir. Zalimlere öfke duymak güzeldir, müminlere öfke duymak çirkindir.

İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır. (3) Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur; coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi.

Kaynaklar:

1. Acluni, I, 412
2. Nursi, Sözler, s.,584
3. bk. Nursi, Mektubat, Envar Neş. İst. 1993, s. 33-34.

8 Vaad etmeseydi Allah cenneti, O’na bile etmezlerdi secde, sözünü açılar mısınız?

- M Akif’in,

 “Aldanma insanların samimiyetine!
Menfaatleri gelir her şeyden önce.
Vaad etmeseydi Allah cenneti;
O’na bile etmezlerdi secde.”
 

şeklindeki şiirsel sözü, bir gerçeğin ifadesidir.

Nitekim, cennet vaad edildiği halde, cehennemle korkutulduğu halde insanların yine de gereği gibi kulluk vazifesini yapmamaları bu sözün canlı şahididir.

- Elbette önemli bir kesim sırf Allah’ın rızasını kazanmak için kulluk etmiş ve etmektedir. Ancak büyük çoğunluğu kulluğa yöneltenin cennet ve cehennem gerçeği olduğunda şüphe yoktur.

Nitekim bir hadis rivayetine göre, Efendimiz (asm) buyuruyor ki;

“Kişinin namazına, orucuna bakmayın; konuştuğunda doğru konuşup konuşmadığına, kendisine emniyet edildiğinde güvenilirliğini ortaya koyup koymadığına; dünya kendisine güldüğünde takvayı elden bırakıp bırakmadığına (menfaat anındaki tavrına) bakıp öyle değerlendirin.” (Kenzul-Ummal, h. No: 8435)

Diğer bir rivayette mealen şu ifadelere yer verilmiştir:

“Kişinin namazı, orucu sizi aldatmasın. Dileyen oruç tutar, dileyen namaz kılar. Fakat güvenilir olmayanın dini de olmaz.” (Kenzul-Ummal, h. No: 8436)

9 Allah insana muhtaç olmadığı halde, insanı niçin yaratmıştır?

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler, s 264)

“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki:

Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.

Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları verilir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

Nur Küllîyatında ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin.

İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.

İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.

Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

Nur Külliyatından bir marifet dersi:

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler, s. 264)

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün alemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Sûresini okurken alemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz.

Işıklar alemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.

Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.

Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.

Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira, istidadı buna müsait değildir.

İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına kavuşur.

Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir.

Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir.

Nur Küllîyatında, “İyyake na’büdü” “Biz ancak sana ibadet ederiz.” ayetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin ben değil de biz denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün bir varlık âlemi.

Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan küllî bir ibadet yapmış demektir.

İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz etseniz, en küllî tefekkürü meyve yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır.

Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kâinat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’dir (asm.).

“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında yakın bir ilgi vardır:

“Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.”

***
Nur Küllîyatında insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:

- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.

- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.

- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.

- “İbadatın bütün enva`ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup, bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.

- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.

- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.

- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakarak Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.

- Ruhunu günahlardan, bedenini de her tüllü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.

- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.

İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.

Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte adeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar. 

ALLAH’IN İBADETİMİZE İHTİYACI VAR MI?

Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şey Ona muhtaç olan Yüce Allah’ın, bizim gibi âciz kulların ibadetine hiç mi, hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. Çünkü kâinat ve içindekiler, ne varsa her şey Onundur, Onun mülküdür.

Son derece âciz ve zayıf bir kul olarak bizler muhtaç ve fakiriz. İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir baharı da istiyoruz. Hatta ebedî Cenneti de istemekten kendimizi alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin edemiyoruz. Hal böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği mekân, ebedî saadet menzili olan Cennettir.

Yüce Allah’ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakikî muhtaç olanın asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misâlle açıklamamız mümkündür.

Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilâçları belirtilen saatte kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp, “Doktor Bey, bu ilâçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilâçları tavsiye ediyorsun?” dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma düşürmüş oluruz.

Bu misalde olduğu gibi, insan olarak mânen hastayız. Günah ve şüphelerin kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla mânen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz, duygu ve lâtifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp nurlandırmamız ve bu mânevî dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza bir merhem, dertlerimize bir ilâç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da, “Yâ Rabbî, bizim ibadetimize ne ihtiyacın var, niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?” dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve gülünçtür.

Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayın ibadeti terk eden kişiyi Cenab-ı Hakk'ın dünyada mânevî sıkıntıya, âhirette şiddetli azaba çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah edebiliriz.

Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp, hâkim karşısına çıkarıldığı zaman, hâkim suçluyu cürmüne göre cezaya çarptırır, mahkûm eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine acımaz ve “Yazık oldu” demez.

Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da, ibadeti terk etmekle bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhî sıkıntılara, âhirette de Cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve adalet olur.

Gerçekten de, canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirir. Meselâ toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder, filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz yapar.

İşte, insan kâinata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini, ibadeti terk etmekle mahlûkatın da ibadetini göremiyor, onları başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkâra kalkışıyor. Onların Allah tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkâr ettiği için, mânen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de, cezası bir iken, mahlûkat adedince artış gösteriyor.

Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Her şeyden önce, insanın ruhu, bedeni ve bütün âzaları kendisine bir emanettir. İnsan, sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye gücü yeter. Meselâ gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydik? Bu nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün lâtife ve hislerimiz de hisselerini almaktadır.

İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün âza, duygu ve lâtifelerini âtıl bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek cezaya müstahak hâle gelmesine sebep oluyor.

İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların cezasını dünyada ve âhirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine atmış oluyor!..

10 Ezan okunduğu esnada tuvalete girmek caiz midir?

Gerek bir ihtiyaç için, gerekse abdeste hazırlık için ezan okunurken tuvalete girmek, tuvalette bulunmak bir mahzur teşkil etmez. Zâten insan tuvalette iken namazın farzlarından birisi olan necâsetten tahareti gerçekleştirmekte, temizlik yapmaktadır. Orada tabiî bir ihtiyaç telâfi edilmektedir.

Hülâsa, ezan okunduğu esnâda, insan müsait olduğu ve imkân bulduğu zaman durur, ezanı dinler, icâbet eder.

(Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar)

İlave bilgi için tıklayınız:

Ezan okunurken konuşmak haram mıdır?..

11 Günümüzde stresten çokça söz ediliyor. Stresin en önemli kaynağı ne olabilir?

Bazen gazetelerde insanın tüylerini ürperten resimler görürüz. Çoğunlukla Kuzey Afrikalı fakir ve perişan insanların resimleri... Her biri sanki canlı birer iskelet... Kemiklerle etler arasında nerdeyse mesâfe kalmamış. Bu hâlleriyle bize olanca güçleriyle haykırırlar: “Biz açız, bize yardım elinizi uzatın!” diye...

İşte maddî açlık insanı böyle perişan, böyle zayıf, böyle güçsüz ediyor... Beride maddî problemleri yok denecek kadar az, ama kendilerini eğlenceyle, sefahatle, içkiyle yahut uyuşturucuyla avutmak isteyen huzursuz kalabalıklar. Bunların dertleri öncekilerinden daha ileridir.

Ruh, beden ülkesinin sultanıdır. Açlıktan kıvranan insanlarda hizmetçi zayıf düşmüştür, huzursuz insanlarda ise sultan perişandır. Birincilere her insaf ve vicdan sahibi acır, merhamet eder. İkincileri ise herkes kınar, herkes onlara düşman kesilir. Halbuki asıl acınmaya, el uzatılmaya muhtaç olanlar bunlardır... Çünkü bunlar hem hastadırlar hem de ilâç düşmanıdırlar. Bunlara karşı, tedavi ehlinin çok şefkatli ve çok sabırlı olması gerekir.

“Fâsıklara ancak ârifler acır.” [Abdulkadir Geylâni (ks.)]

Bugün huzur ve saadet arayanlar sadece bu insanlar değildir. Hemen herkes bu dertten bir iz taşımaktadır. Öyle ise biz öncelikle kendi nefsimize bir şeyler söylemeye çalışalım:

Neden yer yer ruhî sıkıntılara giriyor, sabırsızlanıyor ve bir şeyler yapamamanın ıstırabıyla ruhumuzu kıvrandırıyoruz?.. Beden sıhhatimizden, mali durumumuza, toplumdaki itibarımızdan dünyevî zevklerimize kadar her şeyi kendimize dert ediniyor ve bunları çözemeyince de üzülüyor, rahatsız oluyoruz...

Niçin, dünyanın üstünde gezeceğimize altına giriyor, bize hizmet etmesi gereken eşyaya biz hizmetçi oluyoruz?..

Bu hâlimiz ruhumuzu hayli yoruyor ve takatten düşürüyor. Bütün bu olup bitenlere karşı sabırla karşı koymayı da başaramıyoruz. Zira, Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin o güzel teşhisiyle, biz sabır kuvvetimizi maziye ve müstâkbele dağıtıyoruz; hâle karşı sabrımızda güç kalmıyor ve sonunda sıkıntıya, ümitsizliğe düşüyoruz.

Bütün bunların kaynağına indiğimizde şu yanlışla karşılaşırız: “Biz nefsin doymasıyla, kalbin tatmin olmasını birbirine karıştırmışız.”

Yanlış yoldan giden yorulur. İşte bizi yoran, sıkıntıya düşüren ve sonunda perişan eden bu büyük hatadır. Bundan döndüğümüz an huzur ve saadete yönelmiş olacağız.

Nefis şerle beslenir. Şer ise kalbi yaralar, vicdanı rahatsız eder ve huzuru kaçırır. İşte bu fasit daire, stresin ve huzursuzluğun önemli bir kaynağıdır. Bu çemberi aşamayanlar, nefislerini besledikçe kalp ve vicdanlarında huzur melekesini kaybederler. Ve bunun çaresini yeniden nefsin tatmininde ararlar.

Sadece birkaç misâl:

Nefis cimrilikten yanadır. Para biriktirdikçe mutlu olacağını zanneder. Halbuki, kalp ve vicdan muhtaçları doyurmaktan zevk alırlar.

Nefis büyüklenmekten hoşlanır. Kalp ve ruhun rahatı ise tevazuda, alçakgönüllü olmaktadır.

Nefis oyun ve eğlence düşkünüdür. Akıl ise çalışmayı ve gayreti emreder, onunla rahat bulur.

Ve nihayet nefis, fâni ve geçici eşyanın meftunudur. Kalp ise bekâya, ebediyete aşıktır.

İşte bütün huzursuzluklar bu çelişkilerin ürünüdür. Ve insan, nefsini beslemekle değil, kalbini tatmin ile saadet bulur.

Ve her türlü bunalım ve huzursuzluğun İlahî reçetesi:

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Allah’ı anmakla sükûnet bulur)." (Ra’d, 13/28)

Maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç olan insanoğlunun kalbini, ancak Allah’ı zikir, yâni Onu yâd etme, Onu hatırlama tatmin edebilir. O hâlde insan, Ondan başka neyi yâd etse mahlûku yâd etmiş, Ondan gayri neyi sevse fâniyi sevmiş olur. O ulvî kalp, bu süflî eşya ile tatmin olmadığı içindir ki, gafil insanı daima rahatsız eder. İşte can sıkıntısı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz şeyler hep bu doymayan kalbin açlık feryatları, ölüm çığlıklarıdır.

12 Nefsin ölümü mümkün müdür?

Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde uygulayanlar nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hale gelebilirler. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz. Birincisi, huysuz atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hakim olmaya; ikincisi ise, yemini normal verip, ama onu iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer.

Evet, dünyanın sevilecek tarafları vardır, sevilmeyecek yönleri vardır. Hırs gösterilecek yerler vardır, gösterilmeyecek yerler vardır. İnadın güzel olduğu durumlar vardır, çirkin olduğu durumlar vardır. Öfkenin kötü olduğu haller vardır, iyi olduğu haller vardır.

Dünyayı, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna ve ahirete bir tarla (Acluni, I, 412) olarak sevmek güzeldir. İnsanın heveslerine hitab eden ve gaflet perdesi olan yönünü sevmek çirkindir. (Nursi, Sözler, s.,584) İlimde ve hizmette hırs göstermek güzeldir, şöhret için malda ve makamda hırs göstermek çirkindir. Hakta inat etmek güzeldir. Batılda inat etmek, çirkindir. Zalimlere öfke duymak güzeldir, müminlere öfke duymak çirkindir.

İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır. (bk. Nursi, Mektubat, Envar Neş. İst. 1993, s. 33-34) Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur; coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi.

İnsana daima kötülüğü emreden "nefs-i emmare" yatıştırılabilir. Böylece onun kötü istek ve arzuları da susturabilir. Böylece Nefs-i emmâre, levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder. Ancak bu durumda her şey bitmiş değildir. İnsanın imtihanı, mücahedesi ve manevi terakkisinin, ömür boyu devam etmesi için "mânevî bir nefs-i emmare" devreye girer. Heves, damar, asab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan bu mecazi nefs, hakikisinden daha şiddetlidir, daha ziyade söz dinlemez ve kötü ahlâka çok teşvik eder. İmam-ı Rabbani gibi büyük zatların bile nefs-i emmareden şekva ettikleri söylenir. Halbuki onların şekvaları, hakikisinden değil, işte bu mecazî olan nefistendir. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun izleri yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nefisleri mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri günah kirlerinden arınmış ve nurlanmış, kalbi hastalıkların ağlayıp sızlanmışlar. Bu zatlardaki, nefs-i emmâre değil, âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Hastalıklar ise, kalbî değil, aksine hayalîdir.

Bu ikinci nefis şuursuz, kör hissiyatla hareket ettiği için akıl ve kalbin sözlerini anlamaz ve dinlemez, bu yüzden de onlarla ıslah olmaz, kusurunu görmez. Yalnız musibetler ve elemler ile nefret edebilir veya tam bir fedailikle her hissini, maksadına feda edebilir ve enaniyetini, her şeyini bırakabilir.

Evet, akıl, kalb ve ruhun rağmına olarak nefs, heva, his ve vehme mağlup olup ihlâssızlık gösterenler, (mesela kendi sahasında çalışan bir kardeşinin muvaffakiyetini alkışlayamayıp "Neden ben yapmadım ki?!." diyenler) bu vartadan kurtulmak için, talihliyseler ya şefkat tokatı yerler, uyanırlar ya da enaniyetlerini ayakları altına alıp kusurunu itiraf ederler. Kusurunu itiraf etmek mânevî bir istiğfardır, İnsanı muaccel elem ve azaptan kurtarır.

Bu nedenle, nefs-i emmaresini öldürenlerin, ölünceye kadar imtihanları ve mücahedeleri devam etmesi için öncekinden daha ağır olarak yeni bir nefis verilir. Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şu açıklamayı yapar:

"Bir zaman, evliya-yı azîmeden, nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok hayret ediyordum. Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından (karışımından) çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki, o mübarek zatlar, hakikî nefs-i emmâreden değil, belki mecazî bir nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki, İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmâreden haber veriyor."

"Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin."

"Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor." (bk. Nursi, Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup; Kastamonıu Lâhikası, Mektup No: 150)

Hakikate göre mecaz çok zayıf düşüyor ama burada durum tam aksi. “Daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden” tâbirleri bu gölge nefsin, nefs-i emmareyi bazen çok gerilerde bıraktığını ifade ediyor. “Bu da nasıl olur?” diye bir soru aklımıza gelebilir. Ama biraz dikkat ettiğimizde bunun nice örnekleriyle hayatımızın âdeta kaynaştığını görürüz. Bakıyoruz, nefsimiz bize kumar oynamayı hoş gösteremiyor, içkiyi emredemiyor, ‘namaz kılma’ diyemiyor. Demek ki, bu konularda nefs-i emmarenin üzerimizde bir hâkimiyeti kalmamış, diyoruz.

O büyük insanlara birkaç hususta da olsa birazcık benzeyebilmenin hazzını yaşıyoruz. Ama gel gör ki, dünyanın fâni olduğunu çok iyi bildiğimiz ve mü’minlerin kardeş olduklarına inandığımız halde, bir mü’min kardeşimizin eline geçen fâni bir makamı yahut menfaati kıskanmaktan kendimizi alamıyoruz. Kıskançlık damarı bizde hükmedince, iç âlemimiz altüst oluyor, huzurumuz kaybolup gidiyor. “Dünya öyle bir metâ değil ki, bir nizâa değsin.” diyen Sadi-i Şirazî’den nice ışık yılı uzaklarda kaldığımızı vicdanımız bize teessüfle haber veriyor. Ama biz kıskançlık damarıyla bu dersi de rahatlıkla kulak ardı edebiliyoruz.

İhlas ile halkı irşada çalışan bir büyük insan, bu hizmeti kendisinden daha güzel yapanları gördükçe sevinir, kalbi takdir hisleriyle dolar. Ama insaniyet hali, bazen kendi mensuplarının artmaması yahut azalması karşısında üzüntüye kapıldığı da olur. İşte bu hâl o ince ruhu feverana getirmeye kâfi gelir. “Ben ne yapıyorum? Halkın teveccühüne mi gönül bağlıyorum? Yoksa rızayı bırakıp riyaya mı sapıyorum?” diye derinden derine üzüntü duyar. Defalarca tövbe eder, istiğfar eder. İşte bu zatta bir an için mecazî nefs-i emmare hükmetmiş ve onun terakkisinin devamına sebep olmuştur.

13 İnsan kendini korumak için birini öldürürse veya namusunu korumak için intihar ederse günaha girmiş olur mu?

İslam’da meşru müdafaa hakkı vardır. Can, mal, din, akıl, ırz/namus gibi değerlerin korunması, bunlara saldırılmaması konusu, bütün semavî dinlerin öncelikleri arasında yer alan evrensel prensiplerdir. İslam’da bunları savunurken, canından olanların şehitlik derecesi gibi bir mükâfat kazanacakları da söz konusudur.

Böyle önem arz eden ve mahremiyetleri bulunan bu değerleri savunurken, karşı tarafı engellemek esastır. Ama bunun yanında “ehven-i şer” diye bir kavram da vardır. Yani en az zararla kurtulmaya çalışmak her zaman gözetilmesi gereken bir prensiptir. Buna göre, kişi kendini savunurken, mecbur olmadığı sürece karşıdaki adamı öldürmeye çalışmamalıdır. Örneğin, vurmaktan başka çare kalmamışsa, önce öldürmeyen yerlerine, bacaklarına veya silah tutan ellerine vurmalıdır. Ama her şeye rağmen, eve girmiş, hırsızlık etmeye, gasp etmeye çalışan veya ev sahibinin canına, namusuna tecavüz etmeye yeltenen kimse, bu çatışmada ölürse, bundan savunmaya mecbur bırakılmış kişi sorumlu değildir.

Sorunun ikinci şıkkına gelince, bunu da iyi düşünmek gerekir. “Ehven-i şer” kavramı burada da geçerlidir. Yani zorunlu hallerde, günah olan iki seçenekten birini tercih etmekle karşı karşıya kalan kimse, İslam açısından suçu en hafif olanı tercih etmesi gerekir.

Buna göre, namusunu kirletme ile intihar etme arasında kalmış bir kimsenin durumu da bu prensip doğrultusunda çözülebilir. Aslında bu durum gerçekten çok vahim ve dramatiktir. Ne var ki, biz “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez.” prensibi doğrultusunda, duygularımızı bir kenara iterek karar vermek durumundayız.

Kanaatimizce, burada intihar etmek daha ağır bir suçtur. Çünkü;

a. İslam’da haksız yere adam öldürmek, zina yapmaktan daha ağır bir suç kabul edilmektedir. İntihar da bir katildir. Ve tövbe imkânı olmayan bir katildir.

b. İyi veya kötü işlerin yapılmasındaki sorumluluğun oluşmasında, insanın özgür iradesinin devrede olup olmaması, büyük önem arz etmektedir. Buna göre, kendi iradesi dışında zorlandığı bir suçu, iradesiyle yapacağı intihar suçuna tercih etmek gerekir.

c. “Kalbi iman ile mütmain olduğu halde inkâra zorlanan kişiden başka, imanından sonra kim Allah’ı inkâr edebilir. Ancak kalbini inkâra açan kimseler ise, Allah tarafından gazaba uğratılacak ve onlar için büyük bir azap olacaktır." (Nahl, 16/106)

mealindeki ayette görüldüğü üzere, küfür ve inkâra zorlanan kimse, mazur kabul edilmekte, kalbindeki imanı, diliyle açıklamaya zorlandığı küfür ve inkârcılıktan zarar görmeyeceği garantisi verilmektedir. Oysa, küfür ve Allah’ı inkâr suçu karşısında her günah küçük kalır.

Dikkat edilirse, buradaki mazeret, işkence, eziyet ve ölüm korkusudur. Rahman ve Rahim olan Allah, yarattığı mahluklarının tahammül kapasitesini en iyi bilir. O raddeye geldiğinde, kişiye “İnkâr etme! İntihar et!” demiyor. Bilakis, “İman dolu kalbini temiz tuttuktan sonra, dil ile yapacağın inkârdan dolayı sana bir vebal yok.” diye buyuruyor.

Rivayetlere göre, bu ayet, Hz. Ammar (ra) hakkında inmiştir. Müşriklerin işkencelerine dayanamayan Hz. Ammar, küfür ve iknâcılıkla ilgili tekliflerini kabul etmiş görünür ve diliyle onları söyler. Ancak duyduğu sıkıntıyı Hz. Peygamber (a.s.m)’e açar. O da: “Onları söylerken kalbin iman noktasında sağlam mıydı?” diye sorar. Ammar “Evet, kesinlikle...” deyince, Hz. Peygamber (a.s.m), “O halde bundan sonra da öyle işkencelere maruz kalırsan, yine istedikleri sözleri dilinle tekrarlayabilirsin.” diyerek onu rahatlatır. (bk. İbn Hacer, XII/312). Sonra Yüce Allah da ayetini indirerek elçisinin sözlerini pekiştirir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Meşru müdafaa nedir? Meşru müdafaa halinde adam öldürmenin hükmü nedir?

14 Anne karnındaki bebek, ruh üflenmeden önce canlı mıdır?

Hadis-i şeriflerde Peygamberimiz (asm) çocuğun anne karnında oluşumunu anlatırken farklı ifadeler kullanmıştır. Bazı hadisler çocuğun yüz yirmi (120) günlük iken canlandığı imajını verirken, bazı hadisler de kırk (40) günlük iken canlandığı açıklamasını yapıyor.

Anne karnındaki cenine kırk gün sonra ruh üflenmekte ve ruh sahibi olmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Anne karnındaki bir bebeğe ruh ne zaman veriliyor?

15 Cuma gününün mübarek olmasının sebebi nedir?

Cuma gününün faziletini aşağıdaki hadis-i şerifte görmek mümkündür:

“Güneşin doğduğu günlerin en faziletlisi / en üstünü cuma günüdür. Çünkü Âdem o günde yaratılmış, o günde cennete yerleştirilmiş ve o günde cennetten çıkarılmıştır.” (bk. Müslim, 854; Nesai, 3/89; İbn Kesir, 1/2328)

Hz. Âdem’in Cennetten çıkarılması, yeryüzüne yerleştirilmesi ve yeryüzü halifelik payesine ulaştırılması anlamına geldiği için, o da bu cihetle büyük bir nimettir.

Demek ki cuma günü, insanlığın ilk yaratıldığı, cennete yerleştirildiği ve yeryüzü halifesi olduğu bir gün olduğundan ötürü insanlar için büyük bir bayram günü olmuştur.

Çeşitli hadislerden anlaşıldığına göre cuma, haftalık ibadet günü olarak daha önce Yahudi ve Hristiyanlar için tayin ve takdir edilmiş, fakat onlar bu konuda ihtilâfa düşerek Yahudiler cumartesiyi, Hristiyanlar pazarı haftalık toplantı ve ibadet günü olarak benimsemişler. Allah da cuma gününü Müslümanlara nasip etmiş, onları bu konuda hakka ulaşmaya muvaffak kılmıştır. (Müslim, “Cuma”, 19-23)

Böylece İslâm’da haftalık toplu ibadet günü olarak cuma seçilmiş, bu günün bir bayram olduğu birçok rivayette açıkça belirtilmiştir (Beyhaki, Sünen, 3/243; İbn Kayyim, Zadu’l-mead, 1/369)

Allah’ın cennette cuma gününe tekabül eden ve “yevmü’l-mezîd” denilen günde, kullarına kendisini ziyaret fırsatı vereceğini, bunun için onlara tecelli edeceğini bildirilmiş (İbn Kayyim, 1/369-372, 408-410), başka bir hadiste de bu günde yapılan duaların kabul edileceği bir anın (icâbet saati) bulunduğunu haber vermiştir.

İcâbet saatinin zevalden itibaren namazın başlamasına, imamın minbere çıkmasından namazın başlamasına veya bitimine ya da ezandan itibaren namazın eda edilmesine kadar devam ettiği, ayrıca fecir ile güneşin doğuşu, ikindi namazı ile güneşin batışı arasında olduğu şeklinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber (asm)’in, “Ben onu biliyordum, ancak Kadir Gecesi gibi o da bana sonradan unutturuldu.” (Hâkim, Müstedrek, 1/279) meâlindeki hadisine dayanarak esmâ-i hüsnâ arasında ism-i a‘zamın, Ramazanın son on günü içinde Kadir Gecesinin gizli tutulması gibi, icâbet saatinin de insanların bütün gün boyunca Allah’a yönelmeleri için gizli tutulduğu ifade edilmiştir.

Cuma günü, gerekli temizliği yaptıktan sonra camiye gidip hutbe dinleyen ve namazı kılan kimsenin o gün ile daha önceki cuma arasında işlemiş olduğu günahların affedileceği belirtilmiş (Buhârî, Cuma, 6, 19), bu günü önemsemeden üç cuma namazını terk eden kimsenin kalbinin mühürleneceği bildirilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 204)

İslâm dünyasının her tarafından Müslümanların bir araya geldiği en büyük toplu ibadet olan hac, arefe gününün cumaya rastlaması halinde “hacc-ı ekber” (büyük hac) olarak anılır.

Bütün bu özelliklerinden dolayı gerek fert gerekse toplum olarak Müslümanlar açısından büyük önem taşıyan cuma gününde farz olan cuma namazından başka şu hususların yapılması sünnet kabul edilmiştir:

Boy abdesti almak (bazı âlimlere göre farzdır), bıyıkları kısaltma, tırnak kesme gibi bedenî temizlikleri yapmak, misvak veya fırça ile dişleri temizlemek, güzel elbise giymek, güzel koku sürünmek, camiye erkenden gitmek, Kehf sûresini okumak, camileri temizleyip kokulandırmak, sabah namazında Secde ve Dehr sûrelerini, cuma namazında ise Cum‘a ve Münâfikūn veya A‘lâ ve Gāşiye sûrelerini okumak, çokça dua ve zikir yapmak, Hz. Peygamber (asm)’e salâtü selâm getirmek.

16 İnsan Rabbisine karşı acz ve fakrını nasıl hissedebilir?

İnsanoğluna, vicdanının sürekli duyurduğu, dış âlemin de aralıksız haykırdığı bir hakikat var: aczi ve fakrı.

Acz; güç yetirememek, elinden gelmemek, söz dinletememek gibi mânâlara geliyor.

Günlük konuşmalarımızdan üç cümle: “bugün hava çok soğuk.”, “içimde bir sıkıntı var.”, “başım ağrıyor.” Birincisi insanın dış âlem karşısındaki aczini sergilerken, ikincisi kendi öz ruhuna, üçüncüsü de bedenine hâkim olmadığını ilân eder.

İnsanın aczi ve fakrı için Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “acz-i mutlak” ve “fakr-ı mutlak” tabirlerini kullanır. Mutlak, yâni kendisine bir sınır çizilemeyen acz ve fakr. İnsan saç yapmaktan âcizdir, ama ona ihtiyacı da var; saçın fakiri. Göz, kulak, burun, dudak da yapamıyor; ama bunların da fakiri. Ne kalp yapmak elinden geliyor, ne ciğer ve ne böbrek; hepsinin de fakiri.

Atlıyoruz diğer organlarını ve dış dünyaya geçiyoruz : Dudağının önünde nöbet bekleyen havadan, toprağa, suya, güneşe, aya kadar nice mahlûkatı yapmaktan âciz ve bunların her birinin de fakiri.

Ve ebed yurdu: bu acz ve fakrın hayallere sığmaz misalleriyle dolu. Aczin son hududu, iradesizlik. Bir şey isteyebilmekten bile mahrum olmak… İşte insan nutfe hâlinde iken aczin bu en ileri mertebesinde idi.

İhtiyaç nedir, istemek nedir bilmezdi. Ağız nedir, akıl nedir bilmezdi. Güneş nedir, hava nedir bilmezdi… nutfe olduğunu, rahimde bulunduğunu, annesinin ötesinde uçsuz bucaksız bir kâinat olduğunu bilmezdi. O âlemden faydalanabilmesi için bu rahim menzilinde çok organlarla donanması gerektiğini bilmezdi. Bilse bile bunların yapılması onun için imkânsız idi. İşte insanoğlu bu menzilde mutlak bir acz içinde kıvranırken Allah’ın rahmeti ve inayeti imdadına yetişti.

Kader Risalesi’nde şöyle harika bir tespit var: “Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de hak’tandır.” Bu cümlenin yaratılışa bakan yönüne nazar ettiğimizde, karşımızda sonsuz bir inayet tablosu görürüz.

Rabbimiz bize, ana rahminde, el verdi, ona parmaklar taktı. Yüz verdi, ona gözler, kulaklar taktı. Bizi nice organlarla, duygularla bezetti. Cevaplar ise dış dünyadaydı. Onları yaratan da o idi. Biz, ne suali, ne cevabı tanımazken, dış dünyadaki cevaplara uygun suallerle donatılıyorduk. Gözümüz sual, cevabı ise ışıktı, güneşti. Geldik, o cevabı bu dünyada bulduk. Kulağımız seslerle buluştu, elimiz elmayı tuttu, dilimiz tadına baktı, ayaklarımız yere değdi, ciğerimiz havayla tanıştı… ruhumuza takılan hisler ve duygular da cevaplarını bu âlemde buldular. Sevgi hissi, sevilecek çok şeyle karşılaştı. Korku hissi, dehşetli manzaralar gördü. Şefkat hissi, merhamet celbeden tablolarla buluştu…

Biz bütün bu cevapların hazırlanmasından sonsuz derecede âcizdik. Aczimize merhamet edildi ve saçımızdan tırnağımıza kadar bütün bedenimizi ve havasından semâsına kadar bütün kâinatı kendimize hizmetkâr bulduk. Bu sonsuz lütuflar bize gaflet vermesin, aczimizi unutturmasın diye rabbimiz, sıkıntıları, çaresizlikleri ve hastalıkları gönderdi.

Her hasta ayrı bir hoca. Bizleri uyarmakla vazifeli… Felçli adam tutmayan eliyle işaret ediyor: ellerinizi kendi kuvvetinizle kaldırmıyorsunuz! Kör adam bir başka hakikati gösteriyor: görme fiilinin mûcidi siz değilsiniz. Akıl hastası akıllılara ders veriyor: bu ilâhî makineyi güzelce çalıştırmak sizin maharetiniz değil. Sağır adam herkese işittiriyor: kulak fabrikasındaki işitme üretimini siz yapmıyorsunuz.

Bütün hastalıkları hayâlen alt alta diziniz. Onlara müptelâ olan insanları da yan yana getiriniz. Tümünün dilinden dökülen benzer ifadeleri şu cümlede bulabilirsiniz: “lâ havle velâ kuvvete illâ billâh.” “havl ve kuvvet ancak Allah’ındır.” Kimsede güç ve kuvvetten yana hiç bir sermaye yok. Kuvvetin her çeşidi ancak Allah’ın lütfu ve ihsanı.

İnsanın çok zengin olduğu ve bütün mahlûkatı geride bıraktığı bir diğer saha: fakr.

Fakr: elinde bulunmamak, ihtiyacı olmak. Zenginliğin zıddı.

Bir adam düşününüz; ayağına bol gelen eski ayakkabılarını sürterek yürüyor. Pantolonu yetmiş yamalı, kumaşın aslını ayırt etmek güç. Üzerinde bir gömlek; düğmeleri dökülmüş, rengi ağarmış. Onu görseniz “ne fakir adam” der ve acırsınız. Hükmünüz doğrudur, acımakta da haklısınız. “acaba bu adamdan daha fakir birisi olabilir mi?” diye düşünürken, birden hayâlinizde giydiklerinin hiçbiri kendi malı olmayan bir diğer fakir canlansın. İşte o ikinci fakir biziz, hepimiz, bütün bir insanlık âlemi.

Başımız mı bizim, gövdemiz mi, kollarımız mı? Hepsi Hakk’ın mahlûku.

Bacaklarımız mı bizim, ayaklarımız mı, parmaklarımız mı? Hepsi Rabbimizin ikramı…

Aklımız mı bizim, kalbimiz mi, hâfızamız mı? Tamamı Allah’ın ihsanı…

Biz kendimize mâlik olmadığımıza göre, bizden daha fakir kim olabilir?

Burada bir soru hatıra geliyor: Bu kâinatın en mükemmel meyvesi olan insan, niçin en âciz ve en fakir olarak yaratılmış? Bunun hikmetini şu harika ifadelerde olanca doyuruculuğuyla buluyoruz:

“Fâtır-ı hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm ve bir acz ve hadsiz cesim bir fakr dercetmiştir. Tâ ki kudreti nihayetsiz bir kadîr-i rahîm ve gınası nihayetsiz bir ganiyy-i kerîm bir zâtın hadsiz tecelliyatına, câmî, geniş bir âyine olsun.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas)

Allah fakiri doyurur, güçsüze yardım eder… herkese ihtiyacı olan şeyleri gereği kadar lûtfeder. Kediye kanat gerekmez, öyleyse o, kanadın fakiri değildir. Yaradılışına bu ihtiyaç konulmamıştır. Ağaç da yürümek istemez. Onun da böyle bir ihtiyacı yoktur. Taşlar da büyümek istemezler…

Bütün bu mahlûkatın akla da ihtiyaçları yoktur. Bu noktada insanlardan zengindirler. O Rahman-ı Rahîm, her fakir mahlûkunun, tabiri câizse, cebini doldurmuş. Bu dünya hayatını güzelce geçirmesi için gerekli bütün organları, hassas bir ölçüyle ve gereği kadar, ona lütfetmiş… bu taksimatta fakirler daha kârlı çıkmışlar.

En fakir ve en âciz olan insan, yaratılışının gereği olarak, sadece hayatla yetinmemiş, akıl da istemiş. Dünya ile yetinmemiş, cennete talip olmuş. Cenâb-ı Hakk, taşın imdadına Rezzak ismiyle yetişmiyor. Zira, taşın rızka ihtiyacı yok. Ama kuşa rızık ihsan ediyor. Muhtaç olan kuştur. Ve görünüşte taş, kuştan daha zengindir. Fakat, Allah katında o fakirlik daha makbûl olmuş ve rezzak isminin tecellisiyle şeref ve rütbe noktasında, kuş, taşı çok gerilerde bırakmış.

Diğer isimler de bu misâle göre düşünüldüğünde, Allah’ın bütün isimlerinin tecellisine muhtaç olan insanoğlunun, mahlûkat içinde en fakir, en âciz, ama en şerefli olduğu açıkça anlaşılır.

Bu mânâyı zevkedebilen ârif insanlar “fakr” ile fahretmişler.

Kul aczini bildiği nisbette Rabbına sığınır; fakrını bildiği ölçüde o’na dua ve niyazda bulunur.

“Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” Âyet-i kerimesi, kendisine yapılan bu kadar ihsandan gâfil olarak, her şey ona hizmet etmeye mecbur imişçesine bir gurur ve kibir içinde yaşayan, önünü görmediği halde istikbâlini garanti zanneden, ölüm ötesi için Rabbine yalvarıp yakarmayan insanların, Allah katında hiçbir değer taşımadıklarını ifade buyuruyor.

Aczini bilmek, fakrını bilmek, kısacası, haddini bilmek, ne büyük saadet…

17 Ötanazi (ölme hakkı) caiz midir?

İslam dinine göre kişinin kendi canına kıyması (intihar) yasak olduğu gibi, tıbbi verilere göre yaşama ümidi kalmamış veya şiddetli acılar hisseden bir insanın yaşamına bir başkası eliyle son verilmesi talebi olan ötanazi de yasaktır.

Ancak yoğun bakım cihazına bağlı olarak yaşamını sürdüren kimsenin, solunum cihazından kurtarılmasının iki şartının bulunması durumunda caiz olacağı ifade edilmiştir. Bu şartlar;

A. Kalp ve solunum tamamen durmuş ve uzman tabiplerin, bu durumdan geri dönüşün artık imkânsız olduğu sonucuna varmaları.

B. Beynin bütün fonksiyonları kesin olarak durmuş ve uzman tabipler bu durumdan geri dönüş olmadığını ve beynin çözülmeye başladığına hükmetmiş olmalı.

Belirtilen bu şartların gerçekleşmesi durumunda, hastanın bağlı olduğu yoğun bakım cihazı kapatılabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Ötanazi ve tedaviyi reddetme ile ilgili hükümler nelerdir?

18 "Nefsini bilen Rabbini bilir" sözünü nasıl anlamalıyız?

“Kendini bilen Rabbini bilir.” anlamına gelen rivayetinin hadis olup olmadığı konusunda tartışma vardır. İbn Teymiye bunun mevzu olduğunu söylerken, İbn Arabî bunun hadis olduğunu ve keşfen bunun sahih olduğunu gördüğünü söylemiştir. Edebu’d-din ve’d-dünya kitabında benzer bir hadise yer verilmiştir. (bk. Aclunî, 2/262)

Okyanuslarda milyarlarla ifade edilemeyecek kadar çok balıkları birlikte yaratan ve yaşatan Rabb’inin bu haşmetli icraatını hayretle seyreden insan, satın aldığı birkaç balık için evinde bir akvaryum hazırlar. O da kendi âleminde o balıklara merhamet etmekten, onların yemlerini vermekten, akvaryumun bakımını yapmaktan bir haz duyar.

Zemin yüzünü çiçeklerle, ağaçlarla donatan Rabb’inin bu rahmet saçan icraatlarını ibretle seyreden insan, kendi bahçesine, yine O’nun terbiye ettiği fidanları diker ve onların bakımını yapmaktan bir zevk duyar.

Semanın yıldızlarına bakar, o da kendi evinin tavanını avizelerle donatır. Her bir meyve ağacını ayrı bir fabrika olarak seyreder. Bu sessiz, mükemmel ve mütevazi fabrikaların bedeline, o da haşmetli, gürültülü ama neticesi onlarla kıyaslamayacak kadar cılız birtakım fabrikalar yapar. Onun fabrikalarında da basit maddeler terbiye görerek mükemmelleşir ve kıymet kazanırlar; ama otları yün haline getiren koyun fabrikasına karşılık, o sadece hazır yünleri kumaş haline getiren fabrikalar kurabilir.

Misâlleri çoğaltabiliriz. Her misâl, insanın, “esma-i İlâhiyeye ait garaibin fihristesi... hem şuun ve sıfat-ı İlâhiyenin bir mikyası olduğu” hakikatına bir başka açıdan baktırır. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde, “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” hadis-i kudsîsinin hakikati bir derece anlaşılır.

Cenâb-ı Hak ibadet için, marifet için yarattığı bu sevgili kuluna kendisini tanımasına yardımcı olacak sıfatlar ve haller takmış. Ve o sevgili kul, sonradan yaratılan o sınırlı kudretine bakarak Halık’ının ezelî ve sonsuz kudretini bir derece bildiği gibi, merhametini, gazabını, şefkatini de ölçü tutarak Halık’ının sıfat ve şuunatını bir derece tefekkür edebiliyor. Ve insan bu haliyle bir fihriste, bir harita gibi Rabb’inin isim, sıfat ve şuunatını gösterebiliyor.

Bir harita bir ülkeyi tarif eder ama, o haritadaki şehirlerde insanlar yaşamaz, denizlerinde su bulunmaz, ırmaklarında yüzülmez, ormanlarında gezilmez. O sadece bir surettir, bir fihristedir, bir gölgedir. O beldeyi gösterir, fakat o beldenin özelliklerini taşımaz.

Bu noktadan gâfil olmamak şartıyla, insanın, birçok sıfat, his ve şuunatı taşıyan manevî simasında İlâhî sıfatlardan ve şuunattan haber veren bazı işaretler bulmak mümkün...

19 İyilikleri Allah'tan, kötülükleri nefisten bilmek, ne demektir?

İlgili ayetin meali şöyledir:

“Sana gelen her iyilik ve sevap Allah'tandır, sana ne günah dokunursa kendindendir...” (Nisa, 4/79)

Kainattaki her şeyin Halikı ve Rabbi’nin Allah olduğunu ihsas etmektir. Yani bizim tüm azalarımızı ve ruhi hassalarımızı yaratan Allah olduğu gibi, bizden sudur eden görme, işitme, konuşma v.s gibi fillerimizde Allah tarafından yaratılmaktadır.

İnsan istediği ve irade ettiği şeyler iki kısımdır. Bunlardan birisi, iyi şeyler, diğeri kötü ve fena şeylerdir. Allah sizin iyi insan olmanızı ve rızası dairesinde hareket etmenizi istemektedir. Bundan dolayı, sizin iyilik işlemeniz için göz, kulak, akıl, kalp ve dil gibi aza ve hissiyat vermiştir. Bunların iyi ve hayırlı yönde kullanılması için, sizi teşvik etmekte ve peygamberler ile kitapları göndermektedir. “Bunları yaptığınız taktirde hem dünyada rahatlık, hem de ahirette ebedi rahatlık kazanacaksınız.” diye insanların hayırlı işler işlemesini istemektedir. İşte hem işlenen hayırlı şeyleri yaratan ve hayırlı şeylerin işlenmesi için gereken tüm şartları yerine getiren Allah’tır. Fakat bu kadar teşviklere ve bu kadar iltifatlara rağmen, yine de günahlarda ısrar edilirse elbette bu istek ve arzu Allah’tan değil, sizin nefsinizdendir, diye ifade edilmektedir.

Fiillerin yaratılmasının ancak Allah’a ait olduğu, bu fiillerin hayırlı olanlarının Allah tarafından istendiğini, hayırsız ve fena olanların ise insanlar tarafından istendiğini ve arzu edildiğini izah etmektedir.

• Hayır ve Şerri Allah'ın Yaratması:

İnsanın irade ve ihtiyariyle işlediği, hayır olsun şer olsun, bütün amellerini yaratan ancak Cenâb-ı Hak'tır. Ondan başka Halik yoktur ve yaratmak ona mahsustur. Lakin, hayrı ve şerri insan kendi ihtiyariyle istemekte, dolayısıyla da mes'uliyeti o çekmektedir. Bu hakikate iki misâl ile işaret etmeye çalışalım.

İnsan ruhuna görme kabiliyetini veren, ruh ile göz arasındaki münasebeti kuran ve göz fabrikasına ışığın bir hammadde gibi girerek görmeyi netice vermesini takdir eden Allahü Azimüşşân'dır. Bu fiillerde insan iradesinin ve kudretinin hiçbir te'siri yoktur. O halde, görme fiilini yaratan ancak o Hâlık-ı Küllî Şey'dir. Fakat Cenâb-ı Hak, insana bazı şeylere bakmasını helâl, bazılarını ise haram kılmıştır. İşte insan onun helâl kıldığı şeylere bakmakla hayır, haram kıldıklarına bakmakla şer işlemiş olur. Her iki hali de, yâni hayır ve şerri netice veren iki görme fiilini de, yaratan Allah'tır.

Aynı şekilde, yürüme fiilini yaratan da Cenâb-ı Hak'tır. İnsanın herhangi bir yere veya istikamete gitmeyi arzu etmesiyle birlikte ayaklar onun seçtiği hedefe doğru harekete başlar. İnsanın bu hareketi ihtiyari bir fiildir. Bu fiil ile bir ıztırarî fiilin, meselâ, dünyanın güneş etrafında dönmesinin farkı açıktır.

Cenâb-ı Hak güneşe dünyayı istediği gibi hareket ettirme iradesini vermemiştir. Bu sebeble dünya Allah'ın takdir ettiği yörüngede milyarlarca seneden beri dönmektedir. Fakat insanın yürüme fiilinin yönünün tâyin ve tesbitini onun cüz'î iradesine bırakmıştır. Yürüme fiilini Allah yaratmakla birlikte, gidilecek yeri insan tercih ettiğinden, mes'uliyet ona aittir. O halde insan Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı yürüme fiiliyle O'nun emrettiği bir yere gittiğinde hayır, yasakladığı bir yere gittiğinde ise şer işlemiş olur. Bu iki misâle insanın diğer fiillerini kıyas edebiliriz.

O halde, hayır ve şerrin Allah'tan olması, bizim yaptığımız bütün amelleri onun yaratması demektir.

• Hidâyet ve Dalâlet:

Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidâyete erdiren ve dalâlete düşüren ancak odur. İnsanlar birbirinin hidâyet ve dalâletine sadece sebeb olurlar. Hidâyet ve dalâleti Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, Hidâyet Allah'tandır, o nasib etmedikten sonra insan doğru yola giremez, diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşad etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarından mazur göstermek istemektedirler.

Önce şunu belirtelim. Cenâb-ı Hakk'ın dilediğine hidâyet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak odur. Lâkin Hâlık-ı Hakîm'in bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun kendi cüz'î iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalâlete yöneltmedikçe, Cenâb-ı Hakk onu o yola sevketmez. Aynı durum hidâyet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeblere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira Rezzâk (rızık verici) ancak odur. Sebebleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeye muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Allahü Azimüşşân'dır. O Zât-ı Zülcelâl'in dilediğine hidâyet vermesi ise, hidâyet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidâyet vereceği demektir. Yoksa, hidâyet sebeblerine teşebbüs etmemek mânâsına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misâlinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeye benzer.

Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergâh-ı İlâhiye'ye iltica etmesi ve O'na yalvarması hikmetine binâendir. Bu hakikat, hidâyet meselesi için de söz konusudur.

• Bütün iyiliklerin Allah'tan, Günahların Nefisten Olması:

Misâllerin hakikat yıldızlarını gözetmekte birer dürbün vazifesi görmesi kaidesince, bu hakikati bir temsil ile açıklamaya çalışacağız.

Bir padişahın, memurlarından birisine kâfi miktarda altın vererek, bunların bir kısmıyla Kur'ân-ı Kerim tab'edip dağıtmasını emrettiğini, diğer kısmıyla da ahalinin ibâdeti için Süleymaniye gibi bir cami, ilim ve irfan sahasında terakkileri için Fatih Külliyesi gibi bir külliye ve düşmana karşı en güzel şekilde hazırlanmaları için de Selimiye gibi bir kışla yaptırmasını ferman buyurduğunu farzediniz. Bu memur verilen emirleri aynen yerine getirdiği takdirde ortaya çıkacak hayırlı neticelere sahip çıkabilir mi? "Bütün bu Kur'ân-ı Kerimleri ben bastırdım, bu cami, külliye ve kışla hep benim eserlerimdir." diyebilir mi?

Fakat o memur, padişahın emrinin hilâfına, altınlarla Kur'an bastırmak yerine, insanların itikad ve ahlâkını bozacak eserler bastırarak dağıtsa; cami, külliye, kışla yerine insanları ahlaken sukut ettiren rezalet yuvalan açsa, gençleri devlete ve millete düşman hale getirecek kamplar kursa bütün bu faaliyetlerin neticesi olarak cemiyet hayatı alt üst olsa, bu adam diyebilir mi ki, "Bütün bu işleri padişah yaptı, çünkü bana bunları yapmam için gerekli sermayeyi o verdi?"

Her iki halde de sermayeyi veren padişahtır. Sermaye padişahın emri üzerine kullanıldığında bütün şeref ona aittir. Emrinin aksine kullanıldığında ise ortaya çıkacak bütün şer ve tahribat sermayeyi yanlış yolda kullanan kişiye ait olur.

Cenâb-ı Hak da herbir insana akıl, hafıza, hayal gibi hârika cihazlar takmış ve herbiri ayrı bir âlemin kapısını açan görme, işitme, korkma, sevme gibi nice hisler vermiştir. Gözün büyüklüğünü ve görme sahasını iradesiyle takdir ettiği gibi, neye bakılıp neye bakılmayacağını da hikmetiyle tâyin etmiş ve tercihi insanın cüz'î iradesine bırakmıştır. Aynı şekilde, insanın neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğini, neyi konuşup neyi konuşmayacağını tesbit etmiştir. Bütün azaların ve latifelerin kendi emri üzere kullanılması halinde, insana mükâfat olarak Cennet'te ebedî bir saadet ihsan edeceğini de vaad etmiştir.

İşte insan, Hak Teâlâ'nın ihsan ettiği bu büyük sermayeyi onun nzası istikametinde kullandığında, ortaya çıkan dünyevî ve uhrevî neticeleri Allah'tan bilmeli ve ona minnettar olmalıdır. "Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz." hakikatini rehber edinerek, kendisine ihsan edilen nimetleri gasb ve temellük etmemelidir. Cenâb-ı Hakk'ın ona lütfettiği bu büyük sermayeyi, onun nzası hilâfına kullanan kimse, elde edeceği şerli neticelerden elbette ki tamamen mes'ul olacaktır.

20 İslam'da ahiret kardeşliği (ahretlik) diye birşey var mı? Bunun anlamı, dünyada ahirette birlikte olmak istediğin kişiyi seçmekmiş. Bunu işaret eden bir yorum var mı?

İslam'da soy veya süt yolundan başka, kadın ile erkek arasında kardeşlik yoktur. Dolayısıyla İslam'da ahiret kardeşliği veya ahiret evlatlığı diye bir müessese yoktur.

İslâm'da din kardeşliği, neseb (soy) kardeşliği, süt kardeşliği gibi kardeşlikler vardır. Neseb kardeşliği ile soy kardeşliği evlenmeye yani nikâhlanıp karı koca olmaya engeldir. Bilindiği gibi nesep kardeşliği mirasın sebeplerinden birisidir. Kardeş olanlar biribirine mirasçı olabilirler.

Ahiret kardeşliğinden kasdedilen mana din kardeşliği ise, zaten bütün müminler kardeştir. Bu durum,

"Şüphesiz mü'minler biribiri ile kardeştirler." (Hucurat, 49/10)

âyetindeki hüküm ile ifade edilmektedir. Bu kardeşlik mirası gerektirmediği gibi, nikâha da engel olmamaktadır. Din kardeşliği, dini, ahlâkî manadaki yardımlaşmayı gerektiren bir husustur. Miras ve nikâh hususunda müsbet veya menfi her hangi bir fonksiyonu yoktur.

Ayrıca Paygamber Efendimizin (as) yaptığı kardeşlik konusu da vardır. Buna "Muahat" denilmektedir.

Nübüvvetin on üçüncü yılında, Evs ve Hazreçli Müslümanların daveti üzerine mal ve mülklerini Mekke'de bırakarak Medine'ye gelen muhâcirler, her şeyden mahrum idiler. Muhâcirleri mahrumiyetten kurtarmak ve onları Ensâr ile kaynaştırmak için aralarında manevî kardeşlik tesis edildi: Bu kardeşlik karşılıklı yardımlaşmaya ve sevgiye dayalı idi. (Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 204, 205; İbn Sa'd et-Tabakât, I/238; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'l-Meâd II/63).

Bu muâhâtın, Enes b. Malik'in evinde Bedir harbinden önce doksan veya yüz kişi arasında yapıldığı rivayet edilir. (İbn Sa'd, et-Tabakât, I/238).

Bu anlamda muhtaç müminlerle, ailelerle, kurumlarla hatta ülkelerle bile yardımlaşmak ve destek olmak için kardeşlikler yapılabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

MUÂHÂT...

21 İnsandan daha üstün varlıklar var mıdır?

İşaret edilen ayetin meali şöyledir

“Gerçekten biz Âdem evlatlarını şerefli kıldık, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar nasip ettik, onlara helal ve hoş rızıklar verdik ve onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık.” (İsra, 17/70).

Bu ayetteki üstünlük güç ve hakimiyet ile şeref ve kerâmet tarzında yorumlanmış (Beydâvî, 3/458; Kurtubî, 10/372), hatta bu ayetle beşerin melekten üstün olduğuna delil getirilmiştir. (bk. İbn Kesîr: 3/52.)

Ayette geçen “kerem” kavramı, İslâmî literatürde hem Allah'ın insanlara şeref, soyluluk, üstünlük gibi manevî meziyetler bahşetmesini hem de mal-mülk vermesini ifade eder. Böylece âyet insanı dünyada Allah'ın lütfuna en çok mazhar olmuş, en seçkin, en değerli varlık olarak göstermektedir. Tefsirlerde insana seçkinlik kazandıran özellikler akıl, zekâ, temyiz, düşünme, yazma gibi melekelerden başlayarak çeşitli psikolojik ve fizyolojik özelliklere, estetik zevklere, ahlâkî yatkınlıklara, canlı ve cansız varlıklar üzerinde tasarruf yetkisine, ekonomik faaliyetlerde bulunma özelliğine, şehirler ve uygarlıklar kurma kabiliyetine kadar birçok meziyete sahip olmasıyla açıklanmaktadır. (bk. Razi, XXI, 12-15; Kuran Yolu, ilgili ayetin tefsiri)

Eski tefsirlerde insan mı melek mi daha üstün diye bir tartışmaya girilmişse de (bk. Râzî, XXI, 16) İbn Âşûr'un da belirttiği gibi (XV. 166) burada böyle bir mukayese söz konusu olmayıp, insanın bazı varlıktan çeşitli şekillerde kendi hizmetinde kullanması, onlardan yararlanması kastedilmiş olabilir.

Ayrıca, insanların “yaratılan varlıkların çoğundan üstün olması”, onların bir kısmından üstün olmadığı anlamına gelir gibi anlaşılsa da, bundan “bazı varlıkların insandan üstün olduğu” manası da çıkmaz. Çünkü bazılarıyla eşitlik söz konusu olabilir.

Ayette geçen “onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık” ifadesinin asıl metninde geçen “men” kelimesi, canlı, şuurlu varlıklar için kullanılır. Bundan anlaşılıyor ki, insanların üstünlükte kıyaslandığı / karşılaştırıldığı varlıklar, cansız varlıklar değil, cin, melek gibi canlı, şuurlu varlıklardır. Cinlerin insanlardan üstün veya eşit olduğuna dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Aksine, literatürde, insanların yeri hep onlardan daha üstün olduğu yönündedir. Hz. Âdem’den sonra cinlerden peygamberlerin gelmemesi, onlardan bazı temsilcilerin, insanlardan olan peygamberlerden öğrendiklerini götürüp milletlerinden olan diğer cinlere tebliğ etmeleri, insanların onlardan daha üstün olduğunu göstermektedir.

“Hani biz bir vakit cinlerden birtakımını Kur’ân dinlemeleri için sana göndermiştik. Kur’ân’ı işitip dinleyecek yere gelince birbirlerine: 'Susun, dinleyin!' dediler. Okuma tamamlanınca kendi toplumlarına birer uyarıcı olarak döndüler.” (Ahkaf, 46/29)

mealindeki ayette bu husus vurgulanmıştır.

Cinlerin Hz. Süleyman (as)’a hizmet etmeleri, onun emrinde çalışmaları da cinlerin insanlardan daha aşağı bir derecede olduğunu göstermektedir.

İnsanların meleklerden üstün olup olmaması hususu tartışmalıdır. En çok kabul gören görüşe göre, insanlardan gelen peygamberler, melek olan elçilerden daha üstündür. İnsanlardan olan avam kesimi de meleklerin avam kesiminden daha üstündür.

Hazret-i Âdem'in meleklere karşı üstünlüğünü ortaya koyan en büyük bir mucizesi, tâlim-i esmâdır. Bu cüzî hadisede, şöyle küllî bir düsturun unsurları vardır. Bu düsturu şöyle açıklayabiliriz: İnsan nevinde -yeryüzü halifeliğine yakışır şekilde- geniş kapsamlı bir istidat ve kabiliyet yaratılmıştır. Bu kapsamlı kabiliyeti cihetiyle, kâinatın hadsiz ilim ve fenleri, Allah’ın isim, sıfat ve şuunatına ait pek çok ilim-irfan öğretilmiştir. Bu harika ilmî kerametin lütfedilmesiyle, insan oğlu emanet-i kübrâyı üstlenebilmiş ve bu dâvâsında değil yalnız melekelere, belki semâvat ve arz ve dağlara karşı bir rüçhaniyet/üstünlük kazanmış ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i mânevîsi olmuştur.(bk. Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam).

Kur'an genellikle insanların hemen her gün yaşadıkları ya da çevrelerinde sürüp gittiği için farkına varamadıkları, fakat aslında son derece anlamlı olayların ibret verici yönlerine dikkat çekerek burada tecelli eden ilâhî güç ve hikmetin acık seçik kanıtlarını görmelerini ister.

22 Kabil tövbe etti mi?

Tefsirlerde ve diğer İslami eserlerde geçtiği gibi Kabil ziraatçı, Hâbil ise çobandır. Kabil'in kurbanı değersiz cılız başaklardan oluşan bir demetti. Üstelik cılız başaklar arasındaki dolgun bir başağı kurban etmeğe kıyamayarak yemiş, Hâbil ise beğendiği bir koyunu, hem de geciktirmeden, kurban etmişti (Hasan Basri Çantay, Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, I, 162). Hâbil'in kurbanı kabul görmüş, o zaman âdet olduğu üzere gökten inen beyaz bir ateş parçası Hâbil'in kurbanını yakmıştı. (Tecrîd i Sarîh tercümesi, IX, 84; İbn Kesir, Tefsir, III, 76-79).

Kıssanın bundan sonrası Kur'an-ı Kerîm'de şöyle ifade edilir:

"Onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını hakkıyla oku (çünkü onlar bu kıssanın tıpatıp uyduğu kimselerdir). Hani Âdem'in iki oğlu birer kurban takdîm etmişlerdi de (her nedense) birinden kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine; Ahdim olsun) seni katledeceğim.' dedi. Diğeri ise, 'Allah ancak muttakîlerden (kurban) kabul eder. Öyleyse Allah'tan kork, niyetini düzelt. Eğer sen, beni öldürmek için elini kaldırsan bile, ben seni öldürmek için elimi kaldıracak değilim. Çünkü ben Rabbü'l-âlemîn olan Allah'tan korkarım. Dilerim ki sen, kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin ve de cehennemliklerden olasın. İşte zalimlerin cezası budur.' dedi."

"Nihayet (Kabil, Hâbil'i) öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürerek zarara uğrayanlardan oldu."

"Sonra Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek üzere, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Çünkü ilk defa bir ölüm oluyor ve Kâbil gömmeyi düşünemiyordu. Yapacağı işi bir kargadan öğrenince) 'Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek konusunda, bu karga kadar (bile) olamadım.' dedi de ettiğine yananlardan oldu." (Mâide Suresi, 5/27-31).

Bazı rivayetlere göre, karga başka bir kargayı öldürdü veya bir karganın leşini buldu ya da beraberinde getirdi, yeri eşeleyerek gömdü ve Kâbil'e örnek oldu.

Kabil'in duyduğu pişmanlık "tövbe pişmanlığı" değildi. Yapmaya cesaret topladığı hadisenin, karşılığını görmediği, katlanmak zorunda kaldığı vicdanî eziyyet ile çektiği sinir yorgunluğu içindi. Eğer tövbe pişmalığı olsaydı, Allah tövbesini kabul ederdi. Pişmanlığı ancak işlediği cinayetin gerekçesiz oluşundan ve karşılaşacağı eziyet, yorgunluk ve üzüntüden kaynaklanmaktaydı.

Kıskançlık ve benzeri nefsanî duygulara boyun eğen insan, kardeşini dahi öl­dürebilir; ancak bunun sonu dünyada insanı içten içe yakan vicdan azabı ve piş­manlık, ahirette ise cehennem ateşidir. Kıskançların gözleri kendi üzerlerindeki ni­metlere karşı kördür; Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri göremezler, başkala­rının ellerindeki nimetleri görür ve onlara karşı kin güderler. Şüphesiz bu durum kötü bir hastalıktır. Bu hastalığın şifası ise İslâm'ın kurallarını yaşayarak nefsi ter­biye etmek ve onu kötülükleri emreden bir nefis olmaktan çıkarıp Allah'ın kendi­sine lütfettiklerine razı olan bir nefis haline getirmektir. Kabil, bunları yerine getirmediği için, pişmanlığı da bir tövbe olmamıştır.

Kabil'in pişmanlığının neden bir tövbe ve nedamet sayılmadığı konusunda başka açıklamalar da yapılmıştır:

a)  Kabil, Hâbil'i nasıl defnedeceğini kargadan öğrenince, o, Hâbil'i bir sene sırtında taşıdığına pişman oldu...

b) O, kardeşini öldürdüğü için pişman oldu, çünkü o, onu öldürmekle bir şey elde edemedi, üstelik bu yüzden ebeveyni ve kardeşleri ona kızdılar, gazap ettiler.. Böylece onun nedameti, öldürmenin bir günah olduğuna inandığı için değil, işte bu sebeplerden dolayı olmuştur...

c) O, Hâbil'i öldürdükten sonra, ona hakaret olsun diye, çölde bıraktığına pişman olmuştu. Zira, karganın diğer kargayı öldürüp, sonra da onu gömdüğünü görünce, kalbinin bu denli katı olmasına pişman olmuş ve "Bu benim kardeşim ve diğer taraftan aynı batından ikizimdir. Onun eti benim etime, kanı da kanıma karışmıştır. Karga kargaya şefkat etti, ama benden kardeşime karşı bir şefkat zuhur etmedi. Merhamet ve güzel huylar bakımından, ben kargadan daha aşağıyım!.." demiştir.

Böylece onun nedameti Allah'tan korktuğu için değil, işte bu sebeplerden dolayı pişman olmuş; bundan dolayı bu pişmanlık kendisine fayda vermemiştir. (bk. Razi, Maide, 31. ayetin tefsiri)

Bu fecî hâdise cereyan ettiği sırada, Hz. Âdem (as) bütün oğullarını Kâbil'e emânet etmiş ve başka bir yere gitmişti. Dönüşünde hâdiseyi duyunca çok üzüldü ve Kâbil'e lânet-beddua etti. Bunun üzerine Kâbil de kızkardeşini alarak babasının yanından uzaklaştı, Yemen taraflarına giderek ölünceye kadar oralarda kaldı. (Taberi, Tarih, I, 80; bk. Bilal Temiz, Şamil İslam Ans., HABİL VE KABİL maddesi)

İlave bilgi için tıklayınız:

HÂBİL (ve KÂBİL)

23 Bazı çevrelerce, ilk insanların konuşma bilmedikleri iddia ediliyor, bu doğru mudur?

İnsanın, ayrılmaz özelliklerinden biri de konuşmasıdır. Bu ise, ilk insandan itibaren mevcuttur. Çünkü, insanın ahsen-i takvimde yaratılışı, yani iç ve dış varlığıyla en güzel bir şekilde oluşu bunu gerektirir. Bir diğer ifadeyle, bütün kâinata serpiştirilen hikmetler insanda toplanmıştır.

Akıl düşünmekle, göz görmekle, kulak işitmekle dil ise konuşmakla hikmetli olabilir. Aksi hâlde bu azalar bulundukları yerlerde abes olurlar.

Dil; akıl ve kalbin ürettiği fikirleri anlatan, ruhun hissiyatını aktaran bir vasıtadır. Kapı ve penceresiz bir ev ne ise, göz, kulak ve dilsiz bir akıl da odur. Çünkü göz, ruhun dışa açılan bir penceresi olduğu gibi, kulak da aklın ahizesi, ağız ve dil ise, manaların telaffuz şeklinde dışarıya çıkış kapısıdır. Buna göre ilk insanların konuşamadıklarını ileri sürmek, o insanların büyük bir bunalım geçirdiklerini ve akıllarının kendi başlarına bir bela olarak verildiğini kabul etmek demektir.

Kur’an-ı Kerim’de, ilk insan unvanını alan Hz. Âdem (as)’ın Cenab-ı Hak tarafından öğretilen eşya isimlerini saymak suretiyle, meleklere üstün geldiğini okuyoruz (Bakara, 2/53). Aynı zamanda ilk peygamber de olan Hz. Âdem (as)’ın, vahiyle aldığı on sayfalık ilk İlahi emirleri çocuklarına anlatarak tebliğ ettiği de bilinen bir husustur.

İnsan, Cenab-ı Hakk’ın muhatabıdır. İlk insan da bu lütfa mazhardır, son gelen de...

Diğer taraftan, dildeki konuşma istidadı, İlahi kudretin azametini ilan eder. Nitekim, dillerin ve renklerin değişik bir şekilde yaratılışı, Kur’an’da kudret şahitleri olarak gösterilir. (Rum, 30/22)

Şu hâlde insan, konuşmadan mahrum olmamış, dilsiz kalmamıştır. Ancak, ilk insanlar, başlangıçta, bir aile denebilecek kadar az sayıdaydı ve bunların kullandıkları dil, kendi zamanları ve ihtiyaçları ölçüsündeydi.

Ancak bugün dünyada konuşulan bütün dillerin Hz. Âdem (as)’ın çocuklarından kaldığını söylemek eksik olur. Zamanla bir dilden birkaç dil türemiş, lehçe farklılıkları zamanla farklı bir dil hâline gelmiştir.

Mesela, bugün Türkçe konuşan iki yüz milyonun üzerinde insan vardır. Fakat ayrı ülke, kültür ve çevrede yaşamanın verdiği değişiklikler, aslında bir olan Türkçe’nin, Kazakça, Kırgızca, Çağatayca, Uygurca, Göktürkçe gibi telaffuzu, konuşulması gibi bazı farklılıklar arz ederek ayrı bir dil hâline bürünmelerine sebep olmuştur. Asılları Latince olan Fransızca ve İtalyanca gibi Batı dilleri için de aynı şeyi söylemek mümkündür.

24 İnsanın özellikleri ve diğer varlıklarla arasındaki farklar nelerdir? İnsandaki temel kuvve ve duygular hakkında bilgi verir misiniz?

Cenâb-ı Hakk’ın kâinat sarayında yarattığı cismanî varlıkların sonuncusu insandır. İnsan, diğer varlıkların yaratılmasından sonra, hepsinden daha şerefli ve kıymetli olarak yaratılmıştır. Yaratılışı (hilkati) bir ağaca benzetirsek, insan, âdeta o ağacın meyvesi hükmündedir. Bir ağacın en kıymetli parçası ise, bilindiği gibi meyvesidir. Ağaçtan beklenen asıl netice, o meyvede toplanmaktadır. İnsanın, yaratılış ağacının meyvesi yerinde olması, onun değerini en güzel şekilde gösterir.

İnsanın hem meleklere, hem de hayvanlara benzeyen tarafları olduğu gibi, onlardan ayrı pek çok özellikleri de vardır. Bunların üzerinde kısaca duralım.

İnsanlar ve Melekler:

İnsanlar, Allah’a kulluk etmek, O’nu tanımak ve O’nun bütün kâinatta tecelli eden kudret ve saltanatına şahadet ve nezaret etmek görevi cihetiyle meleklere benzerler. Hattâ, insan, bu hususta daha kabiliyetlidir. Daha kapsamlı bir yaratılışa sahiptir. Fakat onda şerre iştahlı ve kötülüğe meyilli bir nefis de bulunduğundan, meleklerden farklı olarak, çok mühim terakki ve tedenniye yani manevî yükseliş ve düşüşe namzettir. (Sözler, 372-373.)

Nefis ve şeytana uymak suretiyle Ebû Cehiller ve Nemrud’lar kadar alçaldığı gibi,  nefis ve şeytanı dinlemeyip  Allah’ın  emirlerine itaat etmek suretiyle de Nebiler, Sıddîklar ve Evliyalar mertebesine yükselmektedir. Böylece mânevi kemâlâtta melekleri bile geçebilmektedir.

Meleklerin ise, makamları sabittir. İlerleme ve gerilemeleri yoktur. Yaratılışları gereği masumdurlar. Bu bakımdan insan, meleklerden farklı bir fıtrata sahip ve daha üstün makamlara namzettir.

 

İnsanlar ve Hayvanlar:

İnsanlarla hayvanların müşterek özellikleri; ikisinin de yaptıkları işlerde ve hizmetlerde nefisleri için bir haz, lezzet ve ücret aramalarıdır. Hayvanın lezzet ve hazzı, sadece dünyevîdir, bizzat yaptığı işin içindedir ve o âna mahsustur. Onlar, yaptıkları işlerden tam bir zevk ve lezzet alırlar.

İnsanın ise, iki türlü lezzet ve ücreti vardır.

Biri: Cüz’idir, hayvanidir, muacceldir. Yani, dünyada verilir, yaptığı işe vukuu anında peşin terettüp eder. Meselâ, insanın hayır yaptığında ferahlaması ve sevinmesi, kötülük yaptığında da vicdan azabı duyması; bir nevi, yapılan işe dünyada verilen ücret veya cezadır.

İkincisi: Küllidir, melekidir, müecceldir. Yani, âhirette verilecektir.

İnsanın hayvanlardan ve diğer varlıklardan farkına gelince:

a) İnsanın mahiyeti ulvîdir, kıymeti yüksektir, olgunlaşma ve gelişmesine sınır yoktur. Hayvanların ise mahiyetleri cüz’idir, kıymetleri şahsidir, olgunlaşmaları mahduttur. İnsanın her bir ferdi, hayvanların bir nev’ine mukabil gelebilecek bir külliyet ve camiiyete sahiptir. Hayvanların binlerce nev’inin yaptığı vazifeleri, bir tek insan nev’i mükemmel şekilde yapabilmektedir.

İnsanın bu geniş kabiliyeti, ulviyet ve kemâli şu sebebten ileri gelmektedir: Cenâb-ı Hak insanların kuvvelerine ve duygularına yaratılıştan bir hudut çizmemiş, bir kayıt koymamış, serbest bırakmıştır. Halbuki hayvanların kuvve ve duyguları sınırlıdır. Yaratılıştan kayıtlıdır. İnsanın ise her bir kuvvesi hadsiz bir mesafede dolaşabilme vasfına sahiptir. Bu sayede insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerine mazhar olabilmektedir. Eğer duygularına sınır konulsaydı, insanın da istidat ve kabiliyetleri, hayvan gibi dar bir daire içinde sıkışıp kalır, Cenâb-ı Hakk’ın binbir esmasının aynası ve mazharı olamazdı. (*) İnsanın duygularının sınırsızlığı, onu aynı zamanda sonsuz bir terakki ve tedenniye de mazhar etmiştir. (Bk: Mektubat, 340.)

*İnsanın duygularının sınırsız olduğuna bir misâl: İnsan hırs ile bütün dünya kendine verilse “hel min mezîd” yani “daha yok mu?” diyecektir. Resûl-i Ekrem’den (S.A.V.) bu hususta şöyle bir hadîs-i şerif rivayet edilir: “İnsanoğlunun mal ve altın dolu iki vadisi olsa (kanaat etmeyip) üçüncü bir vadiyi de ister. O’nun karnını ancak toprak doldurur.” (Müslim, II, 725, K. Zekât)

Cenâb-ı Hak, insanın bu duygularına yaratılıştan bir sınır çiz-memekle beraber, tamamen başıboş da bırakmamış, gönderdiği Şeriat ve Peygamberlerle onlara bir hudut tayin etmiştir. İnsanı, bu duygularını, cüz’i iradesini sarfederek yasal sınırlar içinde tatmin etmek ve kullanmakla mükellef tutmuştur. İnsanın imtihan edilmesinin mânâsı da böylece gerçekleşmektedir.

b) İnsanın görüş ve anlayış ufku çok geniştir. Gerek nefsine ve gerekse nefsi dışındaki varlıklara,  hâdiselere ilişkin idraki küllî ve umumîdir. Fikir ışığı sayesinde eşyayı analiz ve sentez kabiliyetine sahiptir. Bir şeyin meydana gelmesi için lâzım olan malzemeleri tesbit ve tayin eder, Sonra bunları bir plân dahilinde birleştirir. Meselâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento gibi lüzumlu şeyleri bir araya getirir ve bir ev yapar. Halbuki hayvanın görüş ve anlayışı sınırlıdır. Analiz ve sentez kabiliyeti yoktur. Eşya arasında ilgi  kurup onlardan  bir sonuç çıkaramaz. (Mesnevi-i Nuriye Ter. 194; Muhakemat, 122.)

c) İnsanın lezzet ve üzüntüsü kısmen süreklidir. Zira akıl ve fikir sebebiyle sadece bulunduğu ânla değil, geçmiş ve gelecek zamanlarla da alâkalı  bir hüviyete  sahiptir. Geçmiş  zamanda  başına gelmiş dertleri düşünüp onların kaybolup gitmesinden sevinç ve lezzet duyduğu gibi; istikbal endişesiyle daha gelmeden,  gelmesi muhtemel acıklı vaziyet ve hallerden üzüntü duyar, rahatı kaçar. Veya şimdi aldığı lezzet ve zevklerin bir müddet sonra elinden gideceğini düşünür, bu sebeble de aldığı lezzet yarıya iner, hattâ bazan lezzet alamadığı gibi, büyük bir ıztırabın içine bile düşer.

Halbuki hayvanların elem ve lezzetleri anlıktır. Akılları olmadığı için geçmiş ve gelecek zamanları düşünemez ve arada irtibat kuramazlar. Bu sebeble hissettikleri lezzet ve elemler, sadece bulundukları âna mahsustur. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, bıçak boğazına sürüleceği zamana kadar hiçbir şey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği zaman bir anlık hisseder. Fakat kesim bitince o his de gider, o elemden de kurtulur. (Bunun içindir ki, İslâm’da kesimin güzel yapılması ve bütün boyun damarlarının bir anda kesilmesi emredilmiştir. Böylece beyinle irtibat kuran sinirler kesilmiş, hayvan da acı duymaktan kurtulmuş olur.)

Hem hayvanlar lezzet aldıklarında tam alırlar. Geçmiş ve gelecekten gelen korku ve endişeler onların o anki zevklerini bozmadığı için, onlar dünyevi zevk cihetiyle insandan çok daha fazla zevkler alır ve lezzet duyarlar. İnsan dünyadan zevk almada onlara yetişemez. Muvakkaten zevk alıyorum zannetse de, ardından gelen endişeler ve korkular, o lezzeti ve zevki zehire çevirir. Bu da, insanın sadece dünya lezzetlerini tatmak için yaratılmadığını; kendisinden daha başka ve çok mühim vazifeler beklendiğini göstermektedir. (Sözler, 132-133. İnsanı hayvanlardan ayıran diğer bazı hususiyetler için bk: Mesnevi-i Nuriye, 193; Sözler, 375-376.)

İnsandaki temel kuvve ve duygular:

İnsanoğlu, hayatını devam ettirebilmesi için Cenâb-ı Hak tarafından 3 temel duygu ve kuvve ile mücehhez kılınmıştır. Bu temel duygular şunlardır:

a) Kendine menfaati ve faydası dokunan şeyleri celbetmek için kuvve-i şeheviyye (şehvet duygusu).

b) Zararlı ve faydasız olan şeyleri defetmek için kuvve-i gadabiyye (gazab duygusu).

c)
İyi ile kötüyü, zararlı ile faydalıyı birbirinden ayırtedebilmek için kuvve-i akliye (akıl).

Bu kuvvelere dinler vasıtasıyla belli bir hudud çizilmekle beraber, yaratılıştan bir sınır konulmadığı için, herbirisi ifrat (çok aşırı), tefrit (çok geri) ve vasat (normal) olmak üzere üç mertebeye aynlırlar. Şimdi her duygunun bu üç mertebesini görelim:

Şehvet duygusu’nun tefrit mertebesi, HUMUD’dur. Yani ne helâl, ne de haram hiçbir şeye karşı şehveti ve isteği olmamaktır, İfrat mertebesi FÜCUR’dur ki, namus ve ırzları payimal etmek, helâl-haram tanımadan her şeye karşı şehvetli ve arzulu olmak demektir. Bu duygunun normal mertebesi ise İFFET’tir. Yani helâl’e karşı şehvet duymak, harama karşı ise şehvetsiz ve isteksiz olmaktır.

Şehvet duygusu, sadece cinsî temayülle ilgili bir duygu değildir. Yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi ayrıntıları da vardır ve bunların her birinde de bu üç mertebe söz konusu olur.

Gazap duygusu’nun tefrit derecesi, CEBANET, yani korkaklık halidir. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak ve çekinmektir. İfrat derecesi ise, TEHEVVÜR’dür ki, ne maddi, ne de manevî hiçbir şeyden korkmaz. Hiçbir kayıt tanımaz, Bütün zulümler, anarşiler, istibdatlar, ihtilâller bu mertebenin mahsûlüdür. Bu duygunun normali ise, ŞECAATtır. Yani dinî ve dünyevî hukuku için canını feda eder, meşru olmayan şeylere ise karışmaz.

Aklın ise, tefrit hali GABAVET’tir. Yani hiçbir şeyden haberdar olmama, en basit şeyleri bile anlayamama halidir, ifratı ise, CERBEZE olup, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterecek derecede aldatıcı bir zekâya sahip olmaktır. Normal derecesi de HİKMET’tir. Yani hakkı hak olarak görmek ve ona uymaya çalışmak; bâtılı da bâtıl olarak bilmek, ondan kaçmaya çabalamaktır.

Bu üç duygunun normal dereceleri olan İffet, Şecaat ve Hikmet; dinlerin bu sınırsız duygulara çizdiği sınır ve üzerinde olunmasını emrettiği istikamet hâlidir

İffet, şecaat ve hikmet sahibi bir kimseye, ifrat ve tefritten uzak, itidal üzere olması sebebiyle adalet sahibi (âdil); ve Allah'ın emrettiği istikamet çizgisi üzerinde bulunması nedeniyle de "Sırat-ı Müstakim ehli" denir. (bk. İşaratü'l - İ'caz, 22-23).

25 İnsanların hatalarını yüzüne söylemek veya arkasından konuşmak günah mıdır? Kınama ile ilgili hadis var mıdır?

İnsanları rencide edecek şekilde ve topluluk içerisinde hatalarını yüzüne vurmak ve bundan dolayı onu kınamak caiz değildir. Bu gibi meseleleri onun arkasından konuşmak ise gıybete gireceği için daha büyük br günahtır.

"Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz." sözü, kaynaklarımızda hadis olarak geçmektedir. (Tirmizi, Kıyamet, 53, no: 2507; Beyhaki, Şuabu'l-İman, 5/315, no: 2778; bk. Keşfu'l-Hafa, 2/265)

26 Henüz evlenme imkanına sahip olamayan bir genç, bu zamanda zinadan nasıl korunur? Nefisle cihad nasıl olmalı ve cinsel baskıdan kurtulma çaresi nedir?

Oruç tutmak nefsi köreltmek için bir yoldur. Şayet buna imkan yok ise, insan nefsiyle başbaşa kalmamaya çalışmalı, dini eserleri bolca okumalı, dini sohbetlere daha sık katılmalı ve tebliğ faaliyetlerini arttırmalıdır.

Nefsi hesaba çekme, ölümü, ahireti düşünme, tefekkür etme insanı uyanık tutmada ve nefisle mücadelede önemli hususlardır. Dünya imtihan meydanıdır, her zaman mücadele devam edecektir. Mücadele sonucunda verilecek mükafatı düşünmek ve günahlara karşı sabretmek gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Nefisle cihad nasıl olmalı ve cinsel baskıdan kurtulma çaresi nedir?

27 Psikolojik çöküntü içindeyim, ne yapmalıyım?

- Allah’ın azabından emin olmak ne kadar büyük bir günah ise, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek de o kadar büyük bir günahtır.

- Bir kaide var  “Eğer Allah vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi.” diye. Örneğin, rızk vermek istemeseydi, açlığı, susuzluğu vermezdi. Yemek, içmek arzusunu vermezdi. İnsanların evliliğini istemeseydi, evlilik arzusunu vermezdi. Bunlar çok açık gerçeklerdir.

Aynen bunun gibi denilebilir ki, “Eğer Allah af etmek istemeseydi, tövbe kapısını açmazdı.”

Madem insanlar için, sonsuz rahmetinin sarayına çıkacak olan tövbe kapısını ardına kadar açık tutmuş ve insanlara o kapıdan girmelerini emretmiş, elbette onları gerçekten affetmek istiyor, bağışlamak istiyor, günahlarını örtmek istiyor, rahmetiyle kucaklamak istiyor. Allah kimseyle -haşa- oyun oynamaz, kimseyi aldatmaz... Eğer tövbe gibi bir açık kapı bırakmışsa, bunu mutlaka kullarının iyiliğine yapmıştır. Allah’a güvenmek, ona itimat etmek imanın gereğidir.

- Peygamberlerden başka hiç kimse günahsız, masum değildir. Yeter ki, samimi olarak tövbe edip doğru yolda yürümeye çalışalım. Kazaya kalmış namaz ve oruçlarımızı kaza edelim.

“Allah tövbe edenleri ve -maddi, manevi kirlerden- arınıp temizlenenleri sever.” (Bakara, 2/222)

mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Allah tövbe edenleri sadece affetmekle kalmaz, onları ciddi olarak sever. Çünkü, Allah’a isyanı ifade eden günahlar Allah’ın gazabını çektiği gibi, ona isyandan vazgeçip tövbe kapısından girerek rahmetiyle kucaklaşmak isteyenlerin bu davranışları da onun sonsuz rahmetini, şefkatini ve muhabbetini çeker.

Demek ki, tövbe manevî bir mıknatıs gibi Allah’ın merhametini ve muhabbetini çeker..

- Sonuç itibariyle bir mümin olarak Allah’ın şu ümit bahşeden müjdesine güvenmek gerekir:

“De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz o, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53).

İlave bilgiler için tıklayınızı:

Havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmak, ne demektir? 

Günaha Karşı Tövbe

Bir Günaha Birçok Sevapla Karşı Koyma Çaresi

Günah işleyenleri veya gayri müslimleri küçümsemek caiz mi?

Kaza namazları nasıl kılınır?

28 Niye doğuştan sünnetli doğmuyoruz da sonradan sünnet oluyoruz?

- Allah’ın yaratması, sebepler altında cereyan eder. Bu husus, Hakim isminin bir tecellisidir. İnsanın vücudu bu hikmet çerçevesinde yaratılırken, hem bedenin canlılık konumuna uygun, hem de belli bazı görevlerinden ötürü göbek kordonu gibi, hitan / sünnet yerindeki deri de bu ontolojik prensip doğrultusunda yerini almıştır. Bir yandan bedenin canlılık kanununa ayak uydurarak uzanan, diğer taraftan fıtratın bir gereği olarak var olan bu uzantıların kesilmesi, insanın -Allah’ın bir nimeti ve bir emanet olan- kendi bedenin bakımını üstlenmesi bakımından önem arz etmektedir. Bu sebeple, tırnak, saç, bıyık kesmek, etek, koltuk tıraşı olmak da  peygamberlerin bir sünneti olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat, hitan/sünnet olmak, zor bir iş olduğundan, İlahî hikmet tarafından tırnak gibi her zaman uzanmasına izin verilmemiştir.

- Ayrıca, manevî bir perspektiften bakarak konuyu şöyle izah etmek de mümkündür: Yüce Allah, kadınlarda bekaret perdesini yaratarak, -manen- kadınlara gayr-ı meşru bir ilişkinin fıtrata aykırı olduğunu, kaçak yollardan bu perdenin yırtılmasının büyük bir suç olduğunu ders verdiği gibi, erkek için söz konusu olan deri de, gayr-ı meşru yollara baş vurulmaması için bir hatırlatma levhası, ontolojik bir uyarı simgesi olarak düşünülebilir. Gerek kadında gerek erkekte olsun, bu fıtrî perdenin sonradan ortadan kaldırılması, bu manayı unutturmaz, bilakis her zaman hatırlatmak sinyali gibi bir görev de yapabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Sünnet olmak (hitan) hakkında bilgi verir misiniz?

29 Rüya ve anlatılmasıyla ilgili hadis hakkında.

- Hadis kaynaklarımızda geçmektedir. (bk. Ahmed b. Hanbel, 4/1,11; Ebu Davud, Edeb, 96; Tirmizî, Rüya, 6; İbn Mace, Rüya, 6; Darimî, Rüya, 11)

“Rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında takılı vaziyette durur. Anlatılacak olursa hemen düşer." ifadesi, bir mecaz ifadeye benziyor: “İnsanın gördüğü bir rüya tabir edilmeden bir yere karar kılmaz.” anlamına gelir. (Hattabî, Maalimu’s-sünen, İbn Mace hadisinin şerhi).

- Bir kuşun ayağına talkı olan bir şey sallandığı zaman süratle düştüğü gibi, rüya da havada muallakta duruyor, tabir edildiği zaman hızla gerçekleşiyor. (Tuhfetu’l-Ahvazî, ilgili hadisin şerhi).

- Bu hadiste asıl anlatılmak istenen şey -Allahu a’lam-, rüyayı, tabirinden anlayan ve de hasetçi olmayan kimseye tabir ettirmenin önemine işaret etmektedir. Nitekim önemli rivayetlerin sonunda yer alan, “Akıllı veya sevgili / sizi seven kimselerden başkasına rüyanızı tabir ettirmeyiniz.” mealindeki ifade bu husussa işaret etmektedir. Rüyalar, kaderin varlığının birer göstergesidir. Rüyaların tabiri kaderi değiştiremez, fakat mukadder olan şeylerin varlığına, vukuuna bir işaret olur. “Bazen insan bilmeden de olsa bir gerçeği seslendirebilir.” Buna eskimez ifadeyle “intakı bil hak” denir. İşte hadiste, tabircilerin “intakı bil hak” nevinden ileride vukua gelecek bazı şeyleri kötü olarak tabir etmesinler ki, rüya sahibini üzmesinler. Olan ne ise zaten olacaktır.

- Bir rü'ya birden fazla yorumlanabildiği takdirde, bu işten anlayan bir kimse onu nasıl yorumlarsa o şekilde gerçekleşir ve artık diğer ihtimallere göre vuku bulması beklenemez. Bu itibarla bir kimse gördüğü rüyayı râstgele kişilere veya kendisini sevmeyenlere anlatmamalıdır. Sevenlerinden birisine veya ilim ve dirayetine güvendiği, ehil ve liyakatli bir zata yorumlatmalıdır ki, iyi biçimde bir yorum alabilsin. Hadisde geçen: "Vâddin" seven demektir, "zîre'y" sözcüğü ise akıllı veya alim manasına yorumlanmıştır.

Bu konuda daha geniş bilgi almak için tıklayınız: 

RÜYA.

Rüya Nedir; Rüya ile Amel Edilir mi?

30 Ben yaşamak istemiyorum, Allah neden beni yaşamaya mecbur kılıp sonra intiharı yasaklıyor?

Şunu kabul etmek zorundayız ki, hayattan bıkmak anormaldir. İnsanların büyük çoğunluğunun dört elle dünya hayatına sarılmaları bunun en açık delilidir.

Öyleyse, sizin dünya hayatından rahatsız olmanız ve intihar etme arzunuz, normal bir psikolojiyle izah edilemez. Siz kabul etmeseniz de sizin ciddi bir psikiyatri uzmanına görünmeniz ve tedavi görmeniz şarttır.

Karıncayı emirsiz, arıyı ya'subsuz bırakmayan Allah’ın, insan gibi yeryüzü halifelik payesine yükselttiği bir varlığı başıboş bırakmasını istiyorsunuz. Bu olacak iş mi?

“Allah beni yaratırken bana sormadı.” diyorsunuz. Bunun bir mantığı var mı? Allah sizi yaratmadan önce siz var mıydınız ki, size sorsun. Yok olana bir şey denilemez ki ona sorulsun.

Şunu unutmamalıyız ki, Allah bizi yaratırken de, bizi öldürürken de bizden sormaz. Böyle bir şeyi tasavvur etmek bile aciz, perişan, her yönden Allah’a muhtaç bir varlık olan insanların cibilliyetine, fıtratına, şeref ve haysiyetine aykırıdır.

Bir çobanın hikmette İbn Sina’yı, siyasette bir cumhurbaşkanını, askeri strateji konusunda bir generali o konularda eleştirmesi; bir farenin bir insanla boy ölçmesi, çok cahil bir kimsenin felsefede Sokrat’ı sorguya çekmesi, ne kadar çirkin ve ne kadar abesle iştigal olduğunu zerre kadar aklı olan kabul eder.

Kâinatın yaratıcısı, sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi olan Allah’ın güneş gibi parlayan sonsuz hikmetini, küçücük akıl feneriyle tartmak ve de itiraz etmek akla ziyan bir kurgudur.

Şunu da unutmayalım ki, gücümüzün yetmediği eli öpmek, ona boyun eğmek en akıllıca bir seçenektir. Öyleyse, Allah’ın rahmetinin elini öpelim, hikmetinin elini öpelim ki onu kendimizden hoşnut yapalım.

Şunu iyice bilelim ki, bizim sivrisinek kanadı kadar bile etkisi olmayan itirazlarımızın hatırı için, Allah, maddi ve manevi, dini ve ilmi mevcut nizamını değiştirmez.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi,

“Kadere itiraz eden başını örse vuru kırar. Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır.”

“Cennet adam istedi gibi, cehennem de adam ister.”

O halde gemisini kurtaran kaptandır. Biz kendi gemimizi kurtarmaya bakalım. Ölüm, belki yarın belki yarından da yakındır ve her an bizi bu hayatın ağır yükümlülüğünden kurtarabilir. İmanlı olanlar için ölüm bir terhis tezkeresidir, Cennete götüren yolculuk için bir bilettir. Biraz daha sabredelim.. Ömür zaten çok kısadır. İntiharlarla yolunu kesmeye hiç de ihtiyaç yoktur.

Bediüzzaman Hazretlerinin hastalar için söylediği ve hepimiz için geçerli olan aşağıdaki sözleri, dünya imtihanının kolay olmadığını göstermektedir:

“Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyf sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahiddir..."

"Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir."

"Onun eline verilen sermaye de ömürdür. Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor, sermaye-i ömrünü bâd-i heva boş yere sarfettiriyor."

"Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: 'Lâyemut değilsin, başıboş değilsin bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.'"

"İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih (nasihat eden) ve ikaz edici bir mürşiddir. Ondan şekva değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek; eğer fazla ağır gelse, sabır istemek gerektir.” (Lem'alar, 206-207)

Rahmeti sonsuz olan Rabbimizin, bizi bize bırakmamasını, rahmetiyle bizi iyiye, doğruya yönlendirmesini, cennete giden yola yöneltmesini, nefis ve şeytanın şerrinden bizi korumasını, madd-imanevi hastalıklarımıza şifa bahşetmesini diliyoruz. Âmin!

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu?

Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen imtihan olmamızın ...

Başımıza gelen hastalık ve musibetlere sabretmek için neler tavsiye ...

Ölmeyi istemek ve intihar etmenin günahı nedir?

31 Nişanlanacağım kişiyi daha iyi tanımam için görüşmem caiz midir?

Nişan, bir evlilik akdi değil, bir evlilik sözü vermekten ibarettir. Bu yüzden nişanlı erkekle kadın birbirine yabancı sayılır ve yanlarında mahremlerinin bulunması gerekir. Yanlarında üçüncü bir kişi olmadan baş başa kalmamaları gerekir. Bu konuda Resulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:

"Sizden kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla baş başa kalmasın. Çünkü bunu yaparsa üçüncüleri şeytan olur.” (1)

Nişanlıların evlilik öncesi yanlarında anne, baba, kardeş veya amca, hala gibi bir yakınları olmaksızın gezmeleri caiz değildir. İslami olmayan bu tür beraberlikler fayda sağlamaz. Aksine zararlara sebep olur.

Ev içinde evlilikleri hakkında görüşecekleri zaman da yanlarında yine birisinin bulunması gerekir. Ayrıca kadının tesettürüne dikkat etmesi gerekir.

Nişanlıların telefonda konuşmalarında bazı yönlerden dikkat etmeyi gerektirir. Örneğin aşk, sevgi, gıybet, yalan ve şehevi hisleri uyandıran şeylerden olursa bu kesinlikle doğru değildir. Fakat dini konularda Allah'ı, ölümü, ahireti ve dini duygu ve düşünceleri hatırlatan konuşmalar olursa elbette bunlar yasak denilmez. Ölçünüz bu olmalıdır. Bu ölçülerle hareket ettiğiniz zaman günaha girmeyeceğinizi ve kendinizi koruyacağınızı söyleyebiliriz.

Ayrıca yaptığınız işi bir de vicdanınıza sormanızı tavsiye ederiz. Vicdanınız rahat değilse o işten vazgeçiniz.

Sünnette bu hususta iki yol görüyoruz. Birisi, kişinin güvendiği bir kadını evlenmek istediği bir kıza bakması için göndermesidir. Enes bin Mâlik'in bu konuda şöyle bir rivayeti vardır:

"Resulullah (a.s.m.) Ümmü Süleym'i bakması için bir kadına göndermiş, 'ayak üstlerine bak, ağzını kokla' buyurmuşlardır." (2)

Bu isteklerden gaye, bacaklarının düzgün olup olmaması, diğeri de ağız kokusunun olup olmadığıdır.

Bu mesele iki taraflıdır, yani aynı husus kadın için söz konusudur. Evlenecek kız da, evlenme niyetinde olduğu erkeğe birisini göndererek, aradığı özellikler neyse onu öğrenebilir.

Evlenecek tarafların birbirini araştırmasının sünnetteki diğer bir şekli de doğrudan birbirlerini görmeleridir. Bunda erkek evleneceği kızın yüz ve beden güzelliğini öğrenir. Burada ancak yüzüne, ellerine ve boyuna bakabilir. Yüz güzelliğe, eller zerafete ve hayra delalet eder. Boy da uzunluk ve kısalığı hakkında kanaat verir.

Bu meselede Peygamberimizin (asm) bizzat verdiği ruhsat vardır. Ebû Humeyd'in rivayetine göre Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

"Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediğinde ona bakmasında bir sakınca yoktur. Ancak evlenme niyetiyle bakması caizdir. Bunu baktığı kadın bilmese de hüküm değişmez." (3)

Hattâ bu hususu Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) teşvik ettiğini de görüyoruz. Şöyle ki:

Muğîre bin Şûbe bir kadınla evlenmek istiyordu. Peygamberimiz (a.s.m.), ona, "Git, onu gör. Zira görmek, aranızda âhenk olması bakımından daha iyidir." (4)

Bir başka hadis-i şerifte de Peygamberimizin (asm) nasıl yol gösterdiğini öğreniyoruz:

"Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediği zaman onunla evlenmesini teşvik edici özelliklerine bakabilirse baksın." (5)

Bu hadis-i şerifler bakmanın lüzumunu, faydasını ve hikmetlerini anlatıyor. Bakma ve görüşme esnasında bazı sınırlamalar da vardır. Birincisi görüşme yeri ile alakalıdır. Bu meseleye şu hadis-i şerif ışık tutuyor:

"Sizden kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla başbaşa kalmasın. Zira bunu yaparsa üçüncüleri şeytan olacaktır." (6)

Bunun için evlenmek düşüncesiyle görüşecek olan tarafların yanında mutlaka üçüncü bir şahıs hazır olmalıdır. Aksi halde "halvet" olarak tabir edilen "başbaşa yalnız kalma" söz konusu olur ki, bu caiz değildir. Bu görüşmenin içine konuşma, sohbet etme, tarafların birbirlerinden talep ve isteklerini dile getirmeleri de mümkündür. Çünkü gerek konuşmadaki tutukluk veya kekemelik, gerekse ses tonu; tarafların düşünce ve kültür seviyeleri daha çok konuşunca açığa çıkar.

Bu görüşme ve konuşmalardan bir müddet sonra tarafların birbirleri hakkındaki kanaat ve intibaları belli olur. Çok geçmeden kararlarını bildirirler. Dinî müsaade bir defalık görüşme için vardır. Üç-beş defa görüşme hem ciddiyetten uzaktır, hem de kurulacak ailenin sağlığı açısından bir faydası yoktur.

Bu meseleye Şâfiî mezhebinin bakışı aile müessesesinin vakar ve ciddiyetini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Evlenmek isteyen kişinin, talip olmadan önce kıza bakması gerekir. Bundan kızın ve ailesinin haberinin olmaması lâzımdır. Bu şekilde davranmak kızın ve ailesinin şerefi açısından daha münasiptir. Eğer kızı beğenirse talip olur, böylece kız da, ailesi de incinmemiş olur. Makul ve tecrübeye şayan olan görüş de budur. Kızın izni olsun olmasın, bakmanın caiz olduğunu gösteren hadis-i şerifler de bu görüşü teyid etmektedir. (7)

Nikâha kadar bundan sonraki görüşmelerde, herhangi yabancı bir kadına bakmada olduğu gibi, şehevî bir duygu taşımamak kaydıyla bakmakta bir mahzurun olmadığı açıktır.

Geniş bilgi için tıklayınız:

Evlenmeyi Düşünenlere

Kaynaklar:

1. Buhârî, Nikâh, 111, 112; Müslim, Hacc, 424
2. Hâkim, el-Müstedrek, 2/166.
3. Neylü'l-Evtâr, 6/110.
4. Neseî, Nikâh: 17.
5. Hâkim, el-Müstedrek, 2/165.
6. Buharî, Nikâh: 111.
7. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 9/24.

32 "İyilik ve takvada yardımlaşmak" tam anlamıyla nasıl olmalıdır?

Bu konuda ayette şöyle ifade buyurulur:

"İyilik ve takva hususunda yardımlasın, günah ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın. Allah'tan korkun, çünkü Allah'ın cezası çetindir." (Mâide, 5/2)

Ayette geçen “birr” kelimesi "İyilik, erdemlilik, ihsan etmek, itaat etmek ve doğruluk" gibi anlamlara gelir. (bk. Bakara 2/177, 197)

Sözlükte "günah, günaha verilen ceza, şarap, kumar" anlamlarına gelen “ism” kelimesi terim olarak, "işleyene ceza gerektiren, insanı hayır ve sevaptan alıkoyan fiil veya bundan doğan sorumluluk" şeklinde tanımlanır. Kur'an'da kırk bir defa geçen “ism” kelimesi, genel anlamından başka küfür ve inkârı, düşmanlığı; yalan, içki, kumar, faiz gibi günahları nitelemek için de kullanılmıştır.

Maide suresinin ilk âyetinde akitlerin yerine getirilmesi emredildikten sonra, İslâm'ın en temel ahlâk ve hukuk ilkelerinden birini ortaya koyan bu 2. âyette dinin kutsal değerlerinin çiğnenmesi yasaklanmış, ardından intikam duygularının insan haklarına tecavüze sebep olmaması gerektiği bildirilmiş; Müslümanların iyilik ve takva hususunda birbirlerine yardım etmeleri; günah işlemek, intikam almak, düşmanlık gütmek, insan haklanın çiğnemek gibi amaçlara yönelik faaliyetlerinde birbirlerine yardım etmemeleri ve Allah'a karşı saygılı olmaları buyurulmuş; aksi takdirde uğrayacakları azabın şiddetli olacağı haber verilmiştir.

Şüphesiz yardımlaşma ve dayanışma sosyal hayatın bir gereğidir. Ancak bu yardımlaşma hukuk ve ahlâk kurallarına, insanlığın İslâmiyetçe de benimsenen ortak değerlerine aykırı olmamalıdır. Hukuk ve ahlâk ilkeleri gözetilmeden yapılan yardımlaşmanın İslâm nazarında hiçbir değeri yoktur; aksine İslâm haksızlığa yardımı zulüm sayar ve engellenmesini emreder. Hz. Peygamber (asm), "Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!" buyurunca, "Ey Allah'ın Resulü! Kardeşim mazlum ise yardım ederim, zalim ise nasıl yardım edeyim?" diye sorulmuş, Resûlullah da "Onu zulmetmekten engellersin, senin ona yardımın budur." (Buhârî, Mezalim, 4; İkrah, 7) cevabını vermiştir.

"Birr" kelimesi, her türlü iyiliği, hayrı, hayırda kemâli ifade eder. Birr'in zıddı itaatsizlik, hayrın zıddı ise şerdir. Birr tabiri, Allah için kullanılırsa, kullarına verdiği sevap, kul için kullanılınca Allah'a itaat anlamına gelir. Birr, itikâdî veya amelî hükümlerle ilgili olabilir:

"Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir..." (Bakara 2/177)

ayetinde, birr'in itikadî esaslarla ve amelî hususlarla ilgili oluşunu açıkça görürüz. İman, dinin başlangıcı, birr ise dinin gayesidir. Dinin, insanları ulaştırmak istediği hedef, Tevhid inancı ve hayır olarak özetlenebilir.

Takva, Allah'ın himayesine girmek, emrini tutup azabından kurtulmaktır. Takvâ, mâna ve mahiyeti oldukça geniş terimlerden biridir. Dinde iki anlamda kullanılır: Geniş anlamda, âhirette zarar verecek olan her şeyden sakınıp korunmaktır. Dar anlamda ise, nefsi, cezayı hak edecek her türlü günahtan korumaktır. Takvânın çeşitli dereceleri vardır:

Takvânın en üstünü, her ne şekilde olursa olsun Allah'a itaat edip hiç isyan etmemek, daima zikredip onu hiç unutmamak ve her zaman şükredip hiç küfrân-ı nimette bulunmamaktır.

Takvânın, kebâir denilen büyük günahları ve sagâir adı verilen küçük günahları işlememek, bunun yanısıra mekruhlardan sakınmak, ayrıca mübah olan şeyleri, aşırılığa kaçmadan yeterince yapmak gibi mertebeleri vardır.

Mü'minler, ana hatlarıyla tanıtmaya çalıştığımız birr ve takvâda birbirleriyle yardımlaşacaklar, âyetin devamında da açıkça belirtildiği gibi, günah ve düşmanlıkta, haddi aşmakta yardımlaşmayacaklardır. Bu da onların ferasetlerinin, akıllarının, vicdanlarının ve merhametlerinin bir sonucudur. Kendilerinden bu yönde bir yardım talep edildiğinde, karşılarındaki kişinin, ahirette kesin olarak bu tavırdan razı olacağını ve en güzel merhamet şeklinin günah işlemesine izin verilmemesi olduğunu anlayacağını bilirler. Aslında bu  onların merhamet anlayışının bir sonucudur. Kendilerinden günah yönünde bir yardım talep edildiğinde, "hatır kırmamak için" ya da "yardım etmezsem ayıp olur" gibi bir mantıkla hareket etmezler. Çünkü karşılarındaki kişinin, o an için yadırgasa bile, ahirette kesin olarak bu tavırdan razı olacağını ve en güzel merhamet şeklinin günah işlemesine izin verilmemesi olduğunu anlayacağının farkındadırlar.

Hayat bir mücadele değil, yardımlaşmadan ibarettir.

Toprak bitkilerin, bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların, yağmur yüklü bulutlar toprağın imdadına koşar. Vücudumuza aldığımız besinler de hücrelerimizin yardımına koşmaz mı? İşte insan kainatın küçük bir modeli olarak kainatta cari olan bu harika düzene ayak uydurmakla mükelleftir. Onun için, "iyilik ve takvada yardımlaşma" emredilirken, "günah ve düşmanlık yolunda yardımlaşma" yasaklanır. Demek insan iyilik ve takvada yardımlaşarak, kötülük ve düşmanlıkta destek vermekten uzak kalarak kainattaki bu işler düzeni ayakta tutacak, bozmayacak. Diğer bütün emir ve tavsiyeler de bu düzeni sarsmamak içindir. Allah'a isyan etmekten kaçınmamızı emreden Allah Resulü de (a.s.m) bu yolla asıl yurdumuz olan ahiret için azık hazırlayacağımızı bildiriyor. Müslümanın Müslümana en güzel, en hayırlı öğüdü, ahirete hazırlanmak için birbirini teşvik etmeleri, Allah'a isyan etmekten sakındırmalarıdır.

Bu ve benzeri gayretler, en dar daireden şartlar gereği en geniş daireye kadar uzayıp gider. Kişi kendinden başlayarak aile fertlerine, komşularına, memleketine hatta dünya ve kainata kadar üzerine düşenleri bir bir yapmaya çalışır. Örneğin, iyi bir insan olma da, dini görevlerinin yapılmasında birbirlerine yardımcı olan karı-koca ne mutlu eşlerdir. Aksine manevi hayatlarının mahvında destek olan karı-kocaya da ne kadar yazık. Anne-baba evlatlarını manevi hayatlarının imarında gayret içinde iseler ne mutlu o anne-babaya! Bir Müslüman arkadaş, konu komşu ve sair insanların manevi hayatlarının kurtulması, kuvvetlenmesi için yardımcı oluyor, teşvikte bulunuyorsa ne mutlu ona.

Her iyiliğin bir sadaka olduğu düşünülürse, manevi hayata yapılan hizmet ve yardımların önemi ve büyüklüğü daha da iyi anlaşılacaktır. Nitekim Allah Resulü (a.s.m) bir defasında bir kimsenin imanının kurtulmasına vesile olmanın sahralar dolusu kırmızı koyunları sadaka olarak vermekten, başka bir hadis-i şeriflerinde de, "dünya ve dünya içindeki her şey"den daha hayırlı olduğunu bildirmişlerdir. "İnsanların en iyisi, insanlara en çok faydası dokunan" değil midir?

Müslümanlar arasında bulunması gereken özelliklerden bazıları da Asr Suresi'nde bildirilir:

"Zamana andolsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak, inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır." (Asr, 103/1-3)

İnsanın sermayesi ömrüdür. Ömür ise her gün, her saat, her an ve her nefes tükenip gitmektedir. Bu giden ömür, insanın kendi mülkü de değildir. Allah'ın mülkü olup onun adına güzel kullanarak, kârından faydalanması için insana sayılı ve hesaplı olarak verilmiş ödünç bir sermaye gibidir. İnsanın gerçek saadeti, âhireti sevmekte, dünya lezzetlerine, elem ve kederlerine değer vermemek ve bunlara bağlanıp kalmamaktadır. Fakat insanların çoğu yaratılışı gereği, dünya ile meşgul ve onu istemeye aşırı derecede düşkündür. Bundan dolayı da hüsrandadırlar.

Ancak şu vasıfları taşıyanlar hüsranda değil, kârdadırlar:

* İman edenler: Bunlar, Allah'a hakkıyla inanıp, indirdiğini tasdik eden, ona ihlâs ile ibadet ve taate söz verenlerdir.

* Sâlih ameller işleyenler: İmanları sadece gönüllerinde ve dillerinde kalmayıp bütün hislerine, akıllarına ve varlıklarına işleyerek iradelerine sahip olan, yaptıkları işleri iman ve itikadlarına, Allah'ın rızasına ve indirdiği ahkâma uygun şekilde yapanlardır.

* Birbirlerine hakkı tavsiye edenler: Bütün kararlılıkları ve gayretleri hakka yönelik, imanları, amelleri, sözleri hep haktan yana olanlardır. Onun için bunlar insanlara riyâkârlık, münafıklık yapmazlar. Başkalarına zarar vermez, insanlarla ilişkilerini kesmezler. Başkalarına yaltaklanmaz, dalkavukluk etmezler. Hep hakka dâvet eder, iyiliği emir, kötülükten nehiy vazifesini yerine getirirler. İnsanları hayra çağırır ve dinin nasihat olduğu gerçeğini bir an bile unutmazlar.

* Birbirlerine sabrı tavsiye edenler: İman edip gereğini yerine getirmek, sâlih ameller işlemek, hakkı tavsiye görevini yapmak hiç de kolay değildir. Bunun için zamanın belalarına, nefislerin yönelişlerine, hayır yapmak, hak yolda gitmek için karşılaşılacak eziyetlere, zorluklara katlanmak gerekecektir. Bunlar ancak sabırla mümkündür. Sabır, nefsin iyi bir iş yapmak veya fenalıklardan kaçınmak için acıya, güçlüklere göğüs gerebilme kuvvetidir. Sabır, ya elem ve kederlere, acı ve üzüntülere karşı gösterilen tahammül cinsinden olur veya dünyalık lezzetlere ve şehvetlere karşı direnme cinsinden olur. Bütün bunlar birer iyilik ve hayırdır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

"Bakara Suresi 177. ayette geçen Birr = örnek / erdemli" davranışlar nelerdir?

Takva nedir, müttaki kime denir?

Asr Suresi'nde geçen  "insan" kimdir, "zarar"dan maksat nedir?

33 Bilinçaltını İslamî bakışla nasıl yorumluyoruz?

Bilinçaltı, bir kap olarak düşünülebilir. Bu kaba eskiden beri ekşi ayran koyduğumuz olmuştur. Şimdi onların yerine taze, güzel ayranı doldurmak istiyorsak, önce onu boşaltmamız gerekir. Boşaltma işlemi iki şekilde olabilir.

Birincisi: Oraya güzel ayranı koya koya kap taşmaya başlar ve eski ekşimiş ayran kabın kenarında yavaşa yavaş akar ve nihayet yok olup gider; onun yerine sonradan koyduğumuz güzel, taze ayran gelir, yerleşir.

İkincisi: Kabı olduğu gibi boşaltıp yerine temiz, taze ayran doldurmaktır.

Bunlardan ilki tedriç ve tekâmül metoduna daha uygundur. Diğerinde ise, ayran çok kuvvetli bir irade, bir azimle veya dışarıdan yapılan bir müdahale sonucu şiddetle sarsılarak -bir anda- boşalmak zorunda kalır.

Bunun gibi, hayat boyu, çirkin hayaller, kirli tasavvurlar, lüzumsuz malumatlar ve yanlış bilgilerle doldurduğumuz şuuraltı hafıza kabını da iki şekilde revizyona tâbi tutmak mümkündür.

Birincisi: Şimdiden başlayıp şuur altımızı -İslam’ın evrensel ahlakî prensiplerinin ön gördüğü- güzel hayaller, temiz tasavvurlar, lüzumlu malumat ve doğru bilgilerle doldurmaya çalışmak. Bu sayede o köhne, ekşi ve çirkin şeylerin kafadan yavaş yavaş boşalmasını sağlamaktır ki, en uygun ve tedriç kanununa en uyumlu metot budur.

İkincisi: Şok tedavî sayılabilecek bir reaksiyonla bunları boşaltmaktır. Bu da eski malumatı silecek çapta bir musibet, bünyeyi sarsacak bir hastalık veya bir nasihat yahut da -Allah’ın bir lütfu olarak- söz konusu o kirli tasavvur ve malumatın çirkinliğini, gündüz gibi ortaya koyacak bir yeni perspektif kazanmakla olur.

Şuur altı mekanizmayı, bilgisayarın hart diskine de benzetebiliriz. Virüse bulaşmış dosyaları temizlemek için ya anti virüs bir programla temizlersiniz, yahut hart diski tamamen silecek ve temiz dosyalardaki bilgileri yeniden yükleyeceksiniz. Şuuraltı hart diski bir anda tamamen silmek -yukarıda verdiğimiz misallerde görüldüğü üzere- oldukça zor bir metottur. Bu sebeple, işi zamana yayarak bir yandan eski virüslü malumatın musluğunu kapatmak, diğer yandan temiz dosyalarlar hart diski doldurmaya çalışmak gerekir.

Yani, bundan böyle -bir yandan- şuuraltı hart diskimizi, çirkin hayaller, kirli tasavvurlar, lüzumsuz malumatlar  ve yanlış bilgilerin girmesine karşı kapalı tutmaya çalışacağız. Bir yandan da güzel hayaller, temiz tasavvurlar, lüzumlu malumat ve doğru bilgilerin akışına imkân tanıyacağız. Bu da sağlam bir itikat ve samimi bir takva ile mümkündür.

Bu konuda deyiş yerinde ise, şuuraltı kirlenmenin antivirüsü, başta marifetullah olarak tahkîkî bir iman ve o imandan doğan  güçlü bir takvadır. Çünkü, Allah’ı yakından tanıyan bir mümin, ona karşı saygısızlık sayılan hiçbir hayalin fikrine müdahale etmesine fırsat vermez. Ona karşı beslediği sevgi, rahmet ve izzetinin incitilmesine müsaade etmez. Her an yanında ilim ve kudretiyle hazır ve nâzır olduğuna inandığı Rabbine karşı lakayt kalarak patavatsız malumatla karşısına çıkmasına imanı izin vermez.

Özetle, Ehl-i sünnet çizgisinde tahkîkî bir iman, tahkimî / sağlam bir takva ve salih bir amel ile şuuraltı ve şuurüstü kirlenmeye karşı manevî operasyon yapabilir ve sahil-i selamete çıkabiliriz İnşallah...

34 Tanrı bize acı çektirerek mutlu mu oluyor?

Bu konunun böyle algılanmasında, ontolojik kanunların yanı sıra, sosyolojik, psikolojik yönleri de vardır. Bunu, birkaç madde halinde arz edeceğiz.

Öncelikle şunu ifade edelim ki, bu durum insan için bir kemaldir, terakkidir, güzelliktir, olgunluğa ermedir. Aleyhine değildir, aksine lehinedir. İnsan etrafına insaf ve vicdan penceresinden bir baksa, bu sorunun cevabını bulacaktır.

- Ambardaki çekirdeklerin ağaç olması için toprağa atılması gerekiyor. Görünüşte toprak altı karanlık ve sıkıcıdır. Ancak ağaç olmanın yolu da oradan geçiyor. Binlerce sene ambarda kalsa ağaç olamıyor. Şimdi, bu çekirdeğin, çekirdeklik halinden ağaçlık haline terakki etmesi için toprağa atan sahibine teşekkürden başka diyeceği ne olabilir ki? Neden beni bu sıkıntılı ve karanlık hayata attın demeye hakkı var mıdır?

İşte aynen bunun gibi, Allah, cennet ambarında duran Babamız Âdem Peygamberi (as) ve zürriyetini dünya tarlasına gönderiyor. Ağaç olarak cennete dönmesi için de hastalıklar, sıkıntılar içine koyuyor ve ibadet toprağına gömüyor. Böylece insan ağaç olarak cennete geri dönüyor.

- Bir öğretmenin, öğrencisini meşakkat ve sıkıntı ile çalıştırmasının altında bir şefkat gizlidir. Çünkü o meşakkat ve sıkıntıdan sonra, insanın terakkisi meydana gelir. Demirin çelikleşmesini sağlayan ana sebep, ateşe atılmasıdır. Bahar çiçeklerinin vücuda gelmesi için, kışın şiddeti ve fırtınaların dehşeti gereklidir. Bu esaslı kaide ve kanun bizim için de geçerlidir. Yani bizim sıkılmamız ve meşakkat çekmemiz, bizim terakki dediğimiz çiçeğin açılmasının şartıdır.

- Dünyayı yaratan yüce Allah, sonsuz ilim ve kudretiyle hârika bir düzende yarattığı kâinatı zıtlarla donatmıştır. Çünkü güzelliklerin varlığı ancak çirkinliklerin görülmesiyle anlaşılır. Gecenin karanlığı gündüzün aydınlığını, hastalığın varlığı sağlığın kıymetini, açlığın varlığı nimetlerin değerini, zulmün varlığı adaletin güzelliğini gösteren parametrelerdir.  Bu sistem aynı zamanda, yüzlerce nisbî / izafî / rölatif  hakikatlerin ortaya çıkmasına hizmet etmektedir. Örneğin, ekşinin, tatlının, tuzlunun çok çeşitlilik arz etmesine vesile olduğu gibi, güzelliğin, çirkinliğin, zulmün, adaletin, kahramanlığın, korkaklığın binlerce tonlarda gözükmesine de sebeptir. Maddî varlıkların farklı tonlardaki güzellikleri -bu sistemle- ortaya çıktığı gibi, imtihana tabi tutulmuş insanların başarılarının farklı seviyeleri de belirlenmiş olur. Farklı suçların cezası farklı olduğu gibi, farklı güzelliklerin mükâfatı da farklı olmak durumundadır. Farklı değerlendirmelerin -ince adalet ölçeğine göre- yapılabilmesi için, çirkinlik ve güzellik adına ne varsa, hepsinin tonu, dozajının bilinmesi gerekir.

- İnsanın iki ayrı dünyası vardır. Birisi bütün insanların içinde bulunduğu objektif -bildiğimiz- büyük dünya. Diğeri ise, herkesin kendi psikolojisiyle sınırlı olan subjektif küçük dünya. Birinci -asıl- dünyanın rengi kendi prensipleri içerisinde -değişmeden- yoluna devam ederken, kişinin subjektif dünyası, kendi psikolojik durumuna göre renk değiştirir. Kişi, asıl dünyanın rengini kendi öznel dünyasının penceresinden görmeye çalıştığından yanılgıya düşer. Örneğin, kederinden ağlayan bir kişi, bütün dünyanın matem içinde ağladığını zannederken, neşesinden havaya uçan kimse, bütün dünyayı neşe içinde görür. Halbuki, bu zihinsel, sanal, subjektif, psikolojik alemin kriterleriyle gerçek dünyanın, reel âlemin durumu değerlendirilemez. Siyah bir gözlük her şeyi siyah gösterir, ama bu durum sadece o gözlüğü takan içindir. Yoksa bu durum, her şeyin siyah olduğu anlamına gelmez.

- Allah’ın koyduğu prensipler vardır. Bu prensiplere uymayanlar -dini ne olursa olsun, dindarlığı hangi boyutta bulunursa bulunsun- ayaklar altında ezilmeye mahkumdur. “İnsan için ancak emek ve çalışmasının karşılığı vardır.” (Necm, 53/39) mealindeki ayette vurgulandığı üzere, insandan istenen şey çalışmaktır. Rızkın tabii kapıları ise ziraat/çiftçilik, sanat ve ticarettir. Allah yeryüzünü -herkese yetecek miktarda- türlü nimetlerle doldurmuştur. Zemini buna elverişli yaratmıştır. Fakat bizzat gelip kimsenin ağzına lokmayı da verecek değil ya... Bugün dünyadaki fakirliğin önemli bir sebebi, bir yandan insanların tembelliği, diğer yandan -yine maalesef insanlık ailesine bağlı birer insan sayılan- zalimlerin emperyalist tutumlarıdır. Güç zalimin eline geçince, hak-hukuk çiğnenmeye mahkumdur.

- Tarih boyunca, bir yandan gücü elinde tutan Nemrut, Şeddat, Firavun, Semud ve Ad kavimleri gibi zalimlerin yedikleri tedip silleleri; diğer yandan güçsüz olmalarına rağmen, mücadelede galip duruma geçen peygamberler ve onların tâbilerinin gördüğü bu mükâfatlar, Allah’ın kendisine karşı isyan edenleri adaletle tokatlayacağını,  itaat edenleri ise şefkat ve rahmetle himaye edip mükâfatlandıracağını göstermektedir. Fakat bu dünya imtihan meydanı olduğundan işlerin gizli tutulması gerekir. Bütün suçluların, suç işledikleri her defasında cezaya çarpılmaları, bütün itaat edenlerin güzel işler işledikleri her defasında peşin olarak mükâfatlandırılmaları, bu gizlilik prensibine aykırıdır. Ancak, küçük çapta da olsa, bunların gerçekleşmesi, ahirette, büyük mahkemede adaletin tam tecelli edeceğinin işaretlerdir.

- Eğer her hırsızın, kapkaççının, her caninin, katilin suçuna engel olunsa, her zalimin zulmüne mani olunsa, bozuk karakterlilerle iyi karakterli insanları ayırmak mümkün olmaz.

- Kainatta mevcut ekolojik, ontolojik dengeler geniş bir adaletin varlığından haber vermektedir. Çünkü denge bir adalet ölçüsünün yansımasıdır. Bu adaletin tamamen tecelli edeceği yer ise, ahiret alemidir.

- Güzellikler kötülüklerden çok fazla olmasına rağmen, insan oğlunun evhamla havalanan zekâsı, cerbeze/demagoji yaparak bu oranı tersyüz edebilmektedir. Güneşler, aylar, yıldızlar, denizler, atmosfer, durmadan insanın hizmetine koşarken; yerküresi, bütün nimetleriyle insana yardımda bulunurken; insanın kendi suistimalinden doğan veya başkasının yanlışından doğan yahut bir uyarı niteliğinde olan hoşumuza gitmeyen bazı sıkıntılarla bütün bu nimetleri görmezlikten gelmek, Kur’an surelerinin başında Rahman ve Rahim olarak kendini bize takdim eden Allah’ın rahmetini itham etmek gibi çok çirkin bir yanlışın içine girmektir. İnsan oğlunun nankörlüğü öyle bir raddeye varır ki, 50 yıl boyunca, sağlıklı, ferah ve refah içerisinde ömrünü geçirse, bir gün hasta olsa, bütün o nimetleri unutuverir ve durumundan şikayet etmeye başlar. Rabbimiz bize dosdoğru yolu göstersin!

İlave bilgiler içi tıklayınız:

Cenâb-ı Hakk bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, ...

Musibetlerin Allah’ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet...

Şu anda, toplumda bulunan huzursuzluk ve sıkıntıların gerçek sebebi nedir?

İnsan niçin yaratılmıştır, Allah'ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı vardır?

35 Başka gezegenlerde yaşayan insanlar var mı? UFO'lar gerçek mi?

Sorunuzu, "Bu kainatta insanların yaşadığı başka gezegenler, başka küreler var mı?" şeklinde değerlendiriyoruz. Aksi halde, bir milyonu aşkın hayvan alemleri gösteriyor ki bu kainatta hayat sadece insan hayatına münhasır değil.

Öte yandan, başta Kur'an olmak üzere bütün semavi kitaplar, melekler ve cinler alemini haber verirler. Denizlerde balıkları, ormanlarda ceylanları, kanımızda al ve akyuvarları yaratan bir kudret, elbette yıldızlar alemini boş bırakmamıştır. O nurani alemlerin de kendilerine göre sakinleri vardır.

Başka kürelerde insan olup olmadığı konusuna gelince, bu konuda şu anda kesin bir bilgi yok, ancak ihtimalden de uzak değil. "Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır." (Talak, 65/12) ayetinin tefsirinde, ağırlıklı olarak, toprak tabakasından magmaya kadar yedi tabaka bulunduğu üzerinde durulmakla birlikte, yer küremiz gibi altı tane daha kürenin mevcut olabileceği ihtimaline de yer verilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

UFO'lar (uzaylılar) hakkında bilgi verir misiniz?..

36 Geçmiş insanların ömürleri ortalama olarak ne kadardı? İlk insanlar uzun yaşamasına rağmen neden ömür kısalmaktadır?

Geçmiş insanların ne kadar süre yaşadıklarını biz üç kaynaktan öğrenebiliriz. Bunlardan birisi felsefî düşünce ve değerlendirmedir. Diğeri deney ve laboratuara dayanan bilimsel bilgidir. Bir diğeri de Semavî kaynaklardır. Bunlar da; Tevrat, İncil ve Kur’an’dır.

Bu konuda fennin ve felsefenin ortaya koyduğu bir değer hükmü yoktur. Semavî kaynaklar içerisinde, ilk gönderildiği tarihteki gibi aslını muhafaza eden Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’da açık bir hüküm yoksa, bilgi bakımından diğer Semavî kitaplara da başvurulabilir.

Kur’an’da açık olarak Hz. Nuh’un yaşından bahsedilmektedir. Âyetin meali şöyledir:

“And olsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken Tufan kendilerini yakalayıverdi. Fakat biz onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık.” (Ankebût, 29/14-15).

Bu ayette, Hz. Nuh peygamberin de çok uzun yaşadığından bahsedilmektedir.

Tevrat’a göre de Hz. Âdem 930 sene yaşamıştır (Tekvin: 5/5; İslâm Ansiklopedisi, I/363). Bazı tefsirlerde de Hz. Âdem’in bin yıl yaşadığı belirtilir (İbn Esir Ali b. Muhammed el-Cezerî, el-Kamil fi’t-tarih, Beyrut 1965, I/150-151).

Sonuç olarak, Hz. Âdem ve Hz. Nuh’un yaklaşık bin sene yaşadığı anlaşılıyor. Bunların ümmetlerinin kendileri kadar bir hayat yaşayıp yaşamadıklarını bilmiyoruz. Ancak, peygamberler her yönden kavimlerine örnek olduğu için, ümmetlerinin de onlar gibi uzun yaşamış olmaları muhtemeldir. Nitekim bizim Peygamberimiz (asm) de, toplumun genel yaş ortalamasına yakın bir ömür sürmüş olup 63 sene yaşamıştır. Doğrusunu Allah bilir.

Evrendeki her şey Allah'ın kontrolü altında gerçekleşir. Bunun aksini düşünmek, bazı konuları Allah'ın kontrolünün dışında imiş gibi düşünmek, son derece büyük bir gaflet olacaktır.

İlk insanların ömrünün uzun olması, sonraları insan ömrünün kısalması Allah'ın takdiridir. İnsan kendisine verilen hayat nimetini muhafaza etmek için meşru dairede çalışır. Bundan sonrasını ise Allah'ın takdirine bırakır. Neyin hayırlı olacağını da bilemeyiz.

İnsan ömrünün uzaması, bazı hastalıklara çare bulunması da Allah diledikten sonra elbette ki mümkündür. Ancak bu durum insanları gaflete düşürmemeli, tam tersine Allah'a yakınlaştırmalıdır. Her olay Allah'ın yarattığı kader dahilinde gerçekleşir. İnsan ömrünün uzaması da kısalması da Allah'ın bilgisi dahilindedir. Bu açıdan ilk insanın uzun yaşamasını isteyen ve bunun için gerekli şartları yaratan Allah olduğu gibi, sonraları insan ömrünü kısaltan ve bunun için de şartları yaratan yine Allah’tır.

Uzun ömür verilmesi durumunda insanın şımarıklığa kapılması için hiçbir neden yoktur. Çünkü ölüm vardır ve bu akıldan hiç çıkarılmaması gereken apaçık bir gerçektir. İnsanın ömrü 50 sene de, 100 sene de, 1000 sene de olsa, sonunda mutlaka bir gün ölüm gelecektir.

Her insan ölümünden sonra yaptıklarından dolayı hesaba çekilecek, bunun neticesinde de ya cennetle ödüllendirilecek ya da cehennemle cezalandırılacaktır. Şu halde ömür uzun da olsa kısa da olsa fark etmez. Önemli olan dünyada her insana verilmiş olan sürenin sadece Allah rızası için kullanılmasıdır.

Allah'tan hayırlı ve çok uzun bir ömür istenebilir; fakat bu istek, daha çok salih amelde bulunmak, Allah'ın sonsuz kudretini daha iyi takdir edebilmek ve Allah'a yakınlaşabilmek için olmalıdır. Aksi bir durum kişinin kendisi için kayıp olacaktır.

37 Kuvvetli mümin, zayıf / güçsüz müminden daha iyi, daha üstün ve Allah'a daha sevimlidir, ne demektir?

“Kuvvetli mümin, zayıf / güçsüz müminden daha iyi, daha üstün ve Allah’a daha sevimlidir.” (Müslim, Kader, 34; İbn Mace, Zühd, 4168)

Önce hadiste “sağlıklı-hastalıklı değil, kuvvetli-zayıf” karşılaştırması vardır.

Âlimlere göre, kuvvetli müminden maksat, ahiretle ilgili işler hakkında tam bir şuur, sarsılmaz bir azim ve kesin bir karar gücüne sahip olan uyanık mümindir.

Çünkü Allah’a ve ahirete imanı güçlü olan, düşmanla savaşmak, cihat etmek konusunda olduğu gibi, Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmekte daha azimli, daha kararlı ve daha isteklidir. En meşakkatli zamanlarda bile Allah’ın rızasını gözetmeyi ihmal etmez. Yoksa maddi güç anlamında değildir.

Demek ki, hadiste Allah’ın rızasını her durumda ön planda tutma gücünü gösteren mümine vurgu yapılmaktadır.(bk. Nevevî, İlgili hadisin şerhi).

38 "The Secret" adlı bir kitabı okudum; kitap "çekim yasası" na dayandırdığı bazı konularda, insanların düşünceleri ile istediklerini elde edebileceklerini iddia ediyor?

Bu gibi düşünceler, şu anda bir bilim-kurgu, bir hayal mahsulü olmaktan öteye geçmeyen teorilerdir. Eğer bunu iddia edenler gerçekten böyle bir güce sahip olsalardı, şimdi çoktan dünyanın saltanatını ve servetini ele geçirmiş olacaklardı. Bir-iki kitap satıp para kazanma peşinde koşanların durumu, torbasından tomar, tomar dolarlar çıkaran sihirbaz veya sirkçilerin durumuna benzer.

İmam Malik, fıkıh konusunda bile, faraziyeler üzerinde zihni yorup israf etmemenin gereğine inanmaktadır. Sözünü ettiğiniz konuda bu Büyük İmam'ın sözünü uygulayabiliriz. Düşüncelerimizi bile israf etmemek gerekir.

39 BAĞ-KUR'a belli bir müddet para yatırılıp daha sonra emekli olmak caiz midir?

Sosyal Sigortalar Kurumu, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı; devletin kurduğu sosyal güvenlik kuruluşlarıdır. Bunların amacı, hayatın göstereceği çeşitli risklere karşı vatandaşları koruma altına almaktır.

Sigortalıların sadece kendileri değil bakmakla yükümlü oldukları aile bireyleri de bu kurumların sağladığı sağlık hizmetlerinden yararlanırlar. Ayrıca, sigortalı vefat ettiğinde eşi, çocukları bazen de anne ve babasına maaş bağlanır ve sağlık hizmeti verilir.

Bu kuruluşların amacı tamamen sosyaldir. Zaten sosyal devlet anlayışının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu müesseseler, kâr amacı gütmezler. Nitekim ülkemizde yukarıda saydığımız üç kuruluş sürekli zarar eder ve zararları devlet bütçesinden karşılanır. Devletimizin bu kurumlardan hiçbir menfaati olmadığı gibi, halkımızın sosyal güvenliğini sağlamak için önemli fedakârlıklar yapıyor.

Bu kurumlara para yatırmak ve emekli maaşı almak caizdir.

40 İnsanın sıkıntılardan dolayı intihar etmesi onu mesuliyetten kurtarır mı?

Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de hiçbir kuluna katlanamayacağı yükü yüklemeyeceğini buyurmaktadır. Nitekim İslam'ın emir ve yasaklarını incelediğimiz zaman bunun böyle olduğu açıkça görülmektedir. Mesela, namaz gibi sık yapılan bir ibadetin, bedene hiçbir zahmeti yoktur. Nefis için çok ağır gelen bu ibadetin, hem ruha hem bedene birçok maddi ve manevi faydası vardır. Nefis namazdan hoşlanmadığı için namazın zor olduğunu söylemek hakikatle bağdaşmayacaktır.

İnsanın başına gelen katlanamayacağı yük kendi hataları yüzünden gelmektedir.

"Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yunus, 10/44)

ilahi fermanı bunun açık delilidir. Gayrimeşru hayat yaşayan ve bunun neticesinde kendisine verilen sağlam iradeyi zayıflatan insan, kendi elleri ile kendisini tehlikeye atmışsa ve bunun neticesinde de intihar etmişse elbetteki ilahi azaba maruz kalacaktır.

"Evet, zorlukla beraber bir kolaylık var." Evet, o her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Yani o zorluğa göğüs gerilip aşılırsa o kolaylığa erilir. O kolaylığa inanıp, o zorluğa ehemmiyet vermeyip de Allah'ın izniyle sabır göstererek dayanan ona erer. Nitekim Ve'l-Leyli suresinde şöyle buyurulmuştur:

"Kim malını Allah yolunda verir, takva yolunu tutar ve en güzeli de tasdik ederse, biz onu en kolay yola muvaffak kılacağız." (Leyl, 92/5-7)

Şu hâlde bundan sonra da bir zorlukla karşılaşırsan onu da başka bir kolaylığın izleyeceğini veya beraberinde bir kolaylık bulunduğunu bil, bu vaadi tasdik et de o zorluktan yılma. Onu da gönül hoşluğuyla karşıla. Bir yönden zor görünen bir şeyde diğer yönden bir kolaylık vardır. O şeyi, bu kolay yönünü bularak yapabilen kolaylığına erer. Her zorluğu bir kolaylığın izleyeceğine inanmak da o zorluğun yalnız sonunda değil, beraberinde de bulunan bir kolaylık yönüdür. Bu itibarla "en güzel"i tasdik eden ve ona göre çalışan müminler için her zorlukta iki kolaylık var demektir ki, bunun birine dünya kolaylığı, diğerine ahiret kolaylığı demek uygun olur.

41 Manevi eksiklik mutsuzluğun sebebi olabilir mi?

Erzurumun itibarlı alimlerinden biri de Mehmet Kırkıncı Hocaefendidir. Eserlerinden de anlaşılacağı üzere Hocaefendi hoş sohbet, yumuşak yaklaşımlı, nüktedan bir irşad üslubuna sahiptir. Kimseyi itham etmez, ayıplayıp suçlamaya yönelmez. Mutlaka bir nükte, bir fıkra ile konuyu rahatlatır, tatlı bir yaklaşımla irşadını etkili kılar.

Nitekim günün birinde oldukça zengin biri müracaat eder Hocaefendiye.

"Her şeyim var; fakat huzurum yoktur. Bana bir çare bul." der.

Sözlerine şunu da ilave eder: "Doktorlar muayene ediyorlar, hiçbir rahatsızlığın yok diyorlar. Hatta vücudumda vitamin eksikliği dahi olmadığını söylüyorlar."

İşte burada Hocaefendi öze karışır:

"Dur bakalım dur; birde biz bakalım şu vitamin eksikliğine. Eğer dedikleri gibi vitamin bolluğu olsaydı, sende bu rahatsızlık olmayacaktı, mutlaka işin içinde bir eksiklik söz konusu?.." der.

Sorusunu şöyle sorar:

"Saçlarda yaşlanma belirtisi olan beyazlanma başlamış. Namazlarını kılıyor musun? İbadetle aran nasıl?"

Adam zorla da olsa gerçeği itiraf eder:

"Hayır, henüz namaz kılmaya başlamadım."
Hocaefendi:
"Bak, sende manevi vitaminlerden (A) vitamini yok, gördün mü?" der,
Sonra tekrar sorar:
"Oruçla aran nasıl? Tutuyor musun?"
Adam yine zorlanır:
"Hayır, henüz oruç tutmaya başlamadım." der.
Hocaefendi:
"Oooo, sende (B) vitamini de yok." der ve sormaya devam eder:
"Zengin olduğunu söyledin, zekatını nasıl hesap ediyorsun?"
"Şey, yani henüz zekat filan da vermiyorum."
Hocaefendi büsbütün hayrettedir:
"Bak hele, sende (C) vitamini de yoktur. Nasıl huzur bulacaksın bu kadar vitamin eksikliğiyle?"

Aralarındaki diyalog şu şekilde sürer gider:

"Hacca gittin mi?"
"Henüz hacca gidecek vaktim olmadı."
"Neler söylüyorsun sen. Demek sende (D) vitamini de yok."
"Peki, bir de aldığın gıdalara bakalım. Kazancına haram karışıyor mu?"
"Evet, azda olsa karışıyor."
"Gördün mü, sen mikroplu gıdalar da almışsın. Elbette huzurun olmaz, rahattan mahrum kalırsın."

Hocaefendi sözlerine şunları da ekler:

"Bütün bunlara rağmen senin kurtulman yine de mümkün. Çare vardır. Yeter ki sen bu vitamin eksiklerini tamamla. Bir de mikroplu gıda alma. Allah'ın izniyle sende en küçük bir rahatsızlık, huzursuzluk kalmayacak, turp gibi olacaksın."

İlave bilgi için tıklayınız:

Günaha Karşı Tövbe...

42 Muharrem Ayı hakkında.

Bu konuda sağlam bir nassa / rivayete rastlayamadık. Ancak eskiden beri değişik güzelliklere sahne olmuş mübarek bir gün olduğu için, o günün bereketli olacağına dair alimlerin bazı görüşleri olabilir.

Nitekim bazı rivayetlere göre, Hz. Adem’im tövbesi Aşure gününde kabul edilmiş, Hz. Nuh’un gemisi, Aşure günü Cudi dağında demir atmış, Hz. Musa’ya deniz Aşure günü yarılmıştır (bk. Mecmau’z-Zevaid, 3/188).

Bununla beraber, “Kim aşure günü ailesine bol yiyecek alıp yedirirse, o yıl boyunca bolluk içinde olur.” anlamına gelen rivayetler vardır. Fakat, oldukça zayıf kabul edilmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 3/189).

İlave bilgi için tıklayınız: 

Aşure günü, aşure orucu ve aşure tatlısı hakkında bilgi verir misiniz? Aşure günü yas tutmanın bir sakıncası var mıdır?

43 Çocukta zeka testi uygulamak doğru mu?

Zekanın tanımlanması güçtür. Zekanın tanımı ve ölçülmesi ile ilgili olarak çok sayıda kuram mevcuttur. Zeka dendiğinde aklımıza genellikle zihinsel yetenek gelir.

Zeka testi olarak adlandırılan ölçme araçları da zihinsel yeteneği ölçmeyi amaçlarlar.

Zeka Testlerinin Geçerliği

Geçerlik testin ölçmeyi amaçladığı şeyi ölçebilme gücüdür. Zeka testinin geçerliği denilince de testin zekayı gerçek anlamda ölçebilme güçünü anlıyoruz. Zekanın beynin iki yarım küresinin bazı fonksiyonlarının toplamı olduğu varsayımıyla her iki yarım küreye ait bazı fonksiyonları ölçen testler geliştirilmiştir. Kavrama, akıl yürütme, yargılama gibi bazı sözel yeteneklerin beynin sol yarım küresinin fonksiyonu olduğu, görsel-mekansal yetiler gibi performans yetilerin de sağ yarım kürenin fonksiyonu olduğu bilinmektedir. Bugün en yaygın olarak kullanılan zeka testi de sözel ve performans yetenekleri ölçmektedir.

Zeka testleri bir çok uzman tarafından çeşitli yönleriyle eleştirilmekle birlikte klinikte çocuk ve gençlerin zihinsel gelişim düzeylerini belirlemek konusunda etkili testlerdir. Geçerlik ve güvenirlikleri test edilmiş testlere, uzmanlarca gerek duyulduğu takdirde başvurulmakta ve elde edilen sonuçlar yararlı olmaktadır.

Zeka Testlerinin Önemi

Zeka testleri klinikte değişik amaçlarla kullanılabilmektedir. Bir çocuğun zihinsel gelişim geriliğini (zeka geriliği) veya üstün zihin gücünü (üstün zeka) ortaya çıkarabileceği gibi, hangi yetilerinin ne kadar gelişmiş olduğunu, hangi alanlarda daha fazla gelişmiş hangi alanlarda daha az gelişmiş olduğunu zeka testleri aracılığıyla saptamak mümkündür. Ayrıca bu testler aracılığıyla çocuğun nörolojik, görme veya işitme ile ilgili bir sorunu olma olasılığını da saptamak mümkün olabilmektedir. Bunun yanı sıra zeka testleri sonuçları klinik psikolojide bazı psikopatolojinin belirlenmesinde de bir araç olarak kullanılabilmektedir.

Zeka Testlerine Hangi Durumlarda Başvurulmalıdır?

Çocuk sahibi olan her anne-baba, bebeğinin sağlıklı olduğu kadar zeki olmasını da arzular. Hemen her anne-baba da çocuğunun zekasını merak eder. Çocuğun her becerisi, değişik durumlardaki problem çözme ve akıl yürütme tarzı hep zeka belirtisi olarak yorumlanır. Özellikle de becerileri ve farklılığı ile çevresi tarafından fark edilen çocukların aileleri uzmanlara baş vurup bu çocuğun zeki olduğunu düşündüklerini ve zekasını ölçtürmek istediklerini söylerler. Ancak böyle bir merak bir çocuğa zeka testi uygulanması için yeterli bir neden değildir. Sadece çocuğun ne kadar zeki olduğunu belgelemek için test uygulanması çocuğa zarar verebilir. Zekanın ölçülmesi diğer fiziksel ve fizyolojik ölçümler kadar somut değildir. Sayısal bir veri elde edilmekle birlikte bu veri daha çok klinik değerlendirme için bir anlam ifade etmektedir. Zaman içinde, eğitimle, yaşam koşulları ile zekanın iç dağılımında, hatta toplam sonucunda değişmeler mümkün olabilmektedir. Yani zeka değişmez bir bütün değildir.

Zeka testi uygulama kararı ancak bir uzman tarafından verilebilir. Çocuklar okulda, evde veya başka sosyal ortamlarda okul başarısı, uyum ve davranış problemleri yaşıyorlarsa, yapılacak bazı değerlendirmelerin ardından zeka testi yapılması gerekebilir. Zeka testine ihtiyaç duyulmasının nedeni çocuğun olası bir öğrenme güçlüğünün saptanması olabileceği gibi üstün zihin gücüne sahip oluşunun saptanması da olabilir. Çünkü her iki uçta da çocuklar uyum ve davranış sorunları yaşayabilirler. Bu sorunların nedenlerinin neler olabileceğinin saptanması aşamasında zeka testleri bir araç olarak kullanılabilir.

Zeka Testlerinin Sonuçları Ne Kadar Geçerlidir?

Zeka testlerinin bu konuda profesyonelleşmiş uzmanlarca yapılması güvenirliğini arttırmaktadır. Test odası, testörün çocukla kurduğu iletişim, çocuğun motivasyonu, ortamın fiziksel koşulları (ısı, ışık vb) gibi bir çok faktör testin güvenirliğini etkilemektedir. Tüm bu koşullar konunun uzmanlarınca bilinmekte ve ortam standardize edildikten sonra belirlenen yönergeler belirlenen biçimde verilerek çocuğun gerçek performansını ortaya koyması sağlanmaya çalışılmaktadır. Zeka testleri yapıları gereği belirli bir zaman geçmeden tekrarlanamamaktadır. Kısa aralıklarla tekrarlanan testlerin de geçerli olmadığı bilinmektedir. Bu nedenle ailelerin böyle bir test yaptırma aşamasında öncesinde yapılmış bir test varsa bu bilgiyi uzmanla paylaşmaları önemlidir. Sıklıkla kullanılan zeka testleri gerçerlik ve güvenirlik çalışmaları yapılmış testlerdir. Bu nedenle uzmanlarca uygulandığında bu testlerden elde edilen sonuçların da güvenilir ve geçerli olduğu söylenebilir.

Zeka Testleri Nerelerde Yapılır?

Zeka testleri bu konuda uzmanlaşmış pedagog, psikolog ve psikolojik danışmanlarca yapılmaktadır. Bu uzmanların çalıştığı özel klinik ve merkezlerin yanı sıra milli eğitim müdürlüklerine bağlı rehberlik ve araştırma merkezlerinde, bazı hastanelerin psikiyatri veya psikoloji departmanlarında da bu testler uygulanmaktadır.

Zeka Testi Sonuçları Anne-babaları Nasıl Etkiler?

Zeka testleri konusunda uzmanlaşmış profesyoneller ailelerin merakları nedeniyle test yaptırma taleplerini karşılamazlar. Çünkü böyle bir talebin sonucunda elde edilecek sonuçlar çocukların zarar görmesine neden olabilmektedir. Anne-babalar genellikle çocuklarından yüksek performans beklerler. Eğer sonuç anne-babanın istediği gibi çıkmazsa, bu durum anne-babada hayal kırıklığı yaratabilir ve bu da çocuklarıyla ilişkilerini olumsuz etkileyebilmektedir. Çocuk bir andan anne-babanın gözünde değer kaybedebilir ve bu hiç istenmeyen bir sonuçtur.

Testten elde edilen puanın yüksek olması da başka sıkıntılara neden olabilir. Bu durumda da anne-baba çocuğun çok yüksek bir zeka bölümüne sahip olduğunu bilir, çocuğa bunu bildirir ve çocuktan beklentileri de çok artar. Böyle bir çocuğun okulda veya başka sosyal ortamlarda karşılaşabileceği uyumsuzluk veya başarısızlık problemi anne-babanın aşırı tepki göstermesine neden olabilir. Çocuk üzerindeki baskı artabilir. Kendisinden sürekli yüksek başarı beklenen bir çocuk, küçük bir başarısızlıkta hayal kırıklığı yaşar ve bekleneni verememiş olma duygusuyla güvensizlik ve yetersizlik duyguları yaşayabilir. Bu nedenle çocukların zeka testlerinin sonuçları anne-babalarla paylaşılırken testle ölçülen yetenekler tek tek incelenir. Çocuğun hangi yeteneğinin yaşından beklenilen düzeyde gelişmiş olduğu, hangi yeteneğinin yaşının üzerinde geliştiği, hangi yeteneğinin yaşından beklenilen düzeyde gelişmediği açıklanır. Bu yeteneklerin özgüven, başarı ve öğrenmesini nasıl etkileyeceği üzerinde durulur. Anne-babanın bu veriler ışığında çocuklarına nasıl bir program hazırlamaları gerektiği konusunda rehberlik edilir.

Anne-Babalara Öneriler

- Çocuğunuza zeka testi yaptırmak istiyorsanız bunun nedenini düşünün. Çocuğunuzun çok zeki olduğunu düşünüyorsanız ve okulda, çevrede uyum problemleri yaşamıyorsa böyle bir teste hiç gerek olmayacaktır.

- Çocuğunuz okulda bazı sorunlar yaşıyorsa; (arkadaşlarıyla uyumsuzluk, dersi takip etmekte güçlük, okul başarısızlığı vb gibi) bir uzmandan yardım isteyin. Böyle bir durumda çocuğunuza zeka testi uygulanabilir ve buradaki amaç genellikle çocuğunuzun toplam zekasını belirlemek değil, zekasını oluşturan yeteneklerin tek tek araştırılmasıdır. Bu yeteneklerin fazla gelişmiş olması, yetersiz gelişmiş olması veya aralarındaki dengesizlik çocuğunuzun sorunlarının kaynağı olabilir.

- Test sonuçlarını çocuğunuzun bundan sonraki okul hayatı için yararlı olabilecek ipuçlarını elde etmek için not edin. Her çocuğun farklı bir zihin yapısı ve öğrenme biçimi vardır. Çocuğunuzun zihinsel özelliklerine uygun aktiviteler ve hedefler belirleyin.

- Yapılan değerlendirmeler sonucunda çocuğunuza test yapılması gerekli görüldüyse bu testi uygulayacak profesyonellerin testler konusunda yeterli olduklarından emin olun. Aksi halde testin güvenirliği azalacaktır.

- Çocuğunuzun uyum problemi varsa hemen ilk seansta çocukla iyi iletişim kurulamayabilir. Bu durumda ilk seansın çocukla tanışma ve ısınma seansı olarak sürdürülmesi zeka testinin bir sonraki seansta verilmesi gerekmektedir.

- Bazı çocukların özellikle ergenlik dönemindeki çocukların teste dirençleri olabilir. Çocuğunuzu test seansına götürürken onu kaygılandıracak şeyler söylemeyin. Bu durumda teste dirençleri artabilir ve sonuç etkilenebilir

44 Bilim, karşı cinsle olan arkadaşlığın insanı psikolojik olarak olumlu etki ettiğini açıklamaktadır. İslam dini karşı cinsle arkadaşlığı neden yasaklamaktadır?

İnsanın kendi kalbine mukabil bir kalp bulması ve onunla zevk ve elemlerini paylaşması fıtratında vardır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de,

"Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan vareden Allah'tır." (A'raf, 7/189)

buyurarak, insanın karşı cinse olan alakasını ve onda huzur bulacağını ifade etmiştir. Bundan dolayıdır ki dinimiz kadınla nikahlanmayı helal kılmıştır.

Nikah olmadan karşı cinsle olan alaka ise, o huzur ve alakadan ziyade nefsin isteklerini tatmin etmeyi ön plana çıkarır.

Peygamberimizin (a.s.m.) şu ikazı dikkatimizi çekmektedir: Hazret-i Abdullah'ın rivayetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

"Kadın avrettir (namustur). Bunun için dışarı çıktığı zaman şeytan ondan asla ayrılmaz."1

Buradan, namuslu iffetli kadının şeytanla işbirliği yaptığı, nerede kadın varsa orada mutlaka şeytanî bir hal vardır durumu anlaşılmamalı. Kadında görevli olan şeytan karşı cinsin ona dikkatini çekici vesvese vermektedir.

Abdullah bin Ömer'in rivayetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

"Yabancı bir erkekle bir kadın aslâ başbaşa kalmasınlar. Aksi takdirde üçüncüsü şeytan olur."2

Hz. Cabir'in rivayetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

"Yanlarında kocaları bulunmayan kadınların yanına girmeyiniz. Çünkü şeytan sizin kan damarlarınızda dolaşmaktadır."

"Sizden birinizin başına iğne ile dürtülmesi, kendisi için helâl olmayan bir kadına dokunmaktan daha hayırlıdır."

Bediüzzaman'a göre de cismâni mutluluğun bir vesilesi evliliktir. İdeal evliliğin de kendi içinde bazı hususiyetleri vardır. Öncelikle bu evliliğin, eşler arasında gerçek sevginin tahakkuk ettiği türden olması şarttır.

Eşler karşılıklı aşk ve sevgilerini, sıkıntı ve hüzünlerini tamamen birlikte paylaşır, birlikte dağıtır, duygu ve düşünceleri birlikte paylaşırlar.

"Evet insan bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki, tarafeyn aralarında, hayatlarına lâzım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler ve rahmetten neş'et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah u sürura tebdil edebilsinler. Zâten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur."3

Bediüzzaman'a göre bu değerleri ikmal eden, kalbî ünsiyeti perçinleştiren en önemli unsur da kadının iffetli olması, kötü denilebilecek ahlaktan ve çirkin arızalardan beri olmasıdır.

Bediüzzaman konuyla ilgili buna ilaveten şöyle der:

"Saadetin esaslarından "nikâh" ise: Evet insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcud bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam velev zihnen olsun, ister ki; birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en latifi, en şefiki; kısm-ı sânî ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, surî ve zahirî olan arkadaşlığı samimîleştiren; kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olmasıdır."4

Kaynaklar:

1. Tirmizî, Radâ: 18.
2. Tirmizî, Fiten: 7.
3. Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yay., s. 5.
4. a.g.e.

45 Kölelik, insana kul olmak demek değil midir? Allah'a kullukla farkı nedir?

Arapça’da köleye de, kula da “abd” denir. Biri "Abdullah"tır, biri “abdu fulan”dır.

İnsanlık tarihi boyunca, kölelik ya bilfiil veya bilkuvve vardı. Yani ya gerçekten veya dolaylı olarak bir kölelik söz konusu idi. Farklı çağlara/devirlere göre, renk değiştiren bu kurum, bazen köle-efendi, bazen esir-muharip, bazen işçi-patron, bazen memur-âmir, bazen yönetilen-yöneten, bazen emek-servet, bazen reaya-kral, bazen ezilen-ezen, bazen yurttaş-devlet profiliyle sahnede arz-ı endam etmiştir.

- İslam dininin Allah tarafından gönderilmesinin bir hikmeti, kulun kula kul olduğu sistemleri kaldırıp, herkesin eşit şekilde yalnız Allah’a kul olduğu bir nizama kavuşturmaktır. “Hiçbir Arabın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın Araba, hiçbir beyazın siyahîye, hiçbir siyahînin beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva ile/Allah’a karşı gösterilen saygıyladır.” (bk. Tirmizi Tefsir sure, 49) mealindeki  hadis-i şlerif bu hakikatin belgesidir.

- Bizi yoktan var eden, varlıkta durduran, bin bir çeşit maddî-manevî nimetlerle donatan, ölümden sonra tekrar dirilterek ebedî bir hayatta sonsuz lütuflarla ikramlara boğan Allah’a kul olmak gibi en şerefli bir makamda bulunmak ile, bizim gibi âciz, fakir, elinden -yaratma noktasında- hiçbir iş gelmeyen zavallı bir kula kul-köle olmak gibi insanlık onurunu zedeleyen bir konumda olmak arasında fark açıktır.

- Hiç yaratanla yaratılan bir olur mu? Yaratana kul olmak ile yaratılana kul olmak arasındaki farkı görmemek mümkün değildir. İki kul arasında yerden göğe fark vardır.

Hz. Muhammed (a.s.m) kulluğun zirvesi olan Mirac'a çıkarken Allah ona en yüksek paye olarak “abd = kul” unvanını vermiştir.(İsra, 17/1).

İlave bilgi için tıklayınız: İslam'ın esirlere ve kölelere bakışı nasıldır?

46 Allah, neden işkence, zulüm, vahşet, sakatlık, körlük, tecavüz gibi bir ton sıkıntılar veriyor?

Cevap 1:

“Biz, yeryüzünde bulunan her şeyi bir dünya zineti kıldık. Böylece insanlardan kimin daha iyi iş gerçekleştireceğini ortaya koymak istedik. Ve elbette biz yer üstünde ne varsa hepsini, kupkuru yapıp dümdüz edeceğiz." (Kehf, 18/7-8)

Bu ve benzeri ayetlerde bildirildiğine göre dünya tam olarak bir deneme yeridir. Bu eksiksiz bir denemedir. Bizim iyi veya kötü olarak değerlendirdiğimiz eylemler ve sonuçlar, bu deneme ortamından kaynaklanmaktadır. Bu deneme ortamında mümin-kâfir kimseye de ayrıcalıklı bir konum verilmemektedir. Üzüntü verici olaylar ve sevinç verici şeyler birlikte ve bir arada bulunmaktadır.

Kötülük yapma imkânının varlığı değil de bu imkânı gerçekleştirmek kötüdür. Örneğin adil olmak ancak zulme imkânı olduğu halde bunu yapmamakla açığa çıkacaktır.

Dolayısıyla yalnızca iyilik yapma imkânı bulunan bir dünyada iyinin bir değer olması söz konusu değildir. İyi ve güzelin, doğruluk ve adaletin tüm derecelerini göz önüne aldığımız da bu derecelerin sayısınca zıt anlamda karşıtlık imkânının da bulunacağı açıktır. Bu noktada asıl yargılanması gereken hüküm, insanların kendilerinde bulunan sonsuz hayır kabiliyetini şerre kullanmalarıdır.

Allah’ın çok güzel ve hayırlı nice kulları da vardır. Kalite noktasında bu iyi kulların varlığı bu imtihan dünyasının yaratılmasının da asıl nedenidir. Yani pek çok insan bu imtihanda kendilerini kötü yapmakta, pek çok insan da bu imtihan sayesinde kendilerinde iyiyi gerçekleştirebilmektedirler.

Ancak Allah merhameti ile bu imtihanda zulme ve kötülüğe uğrayanların sonsuz hayatlarında onları memnun edecek nimetleri karşılıksız olarak vereceğini de bildirmektedir.

Bize düşen ilahi rahmete teslim olmak ve din günü olan büyük günü beklemektir. Bu büyük günde cezalandırılan, tam olarak cezalandırılacağı gibi mükâfat alan da tam olarak mükâfat alacaktır.

Kısa bir hayat olabilir ancak, Rabbini inkâr ettiğinden, Rabbi sonsuz olduğu için doğal olarak sonsuz bir azabı gerektirir. Yine kısa bir hayatta Rabbini kabul edip iman eden de rabbi sonsuz olduğu için ebedi rahmete nail olur.

Cevap 2:

İnsan, bir çekirdek ve yumurta gibi, gelişmeye ve değişmeye müsait bir mahiyette yaratılmıştır; melekler ve hayvanlar gibi makamları sabit değildir. İnsandaki bu gelişimi tetikleyecek ve harekete geçirecek şartlar, ortamlar ve durumlar gerekmekteydi.

Bir kuş olmaya aday olan yumurta ve bir ağaç olmaya aday olan tohumun gelişmeleri her yerde ve her ortamda mümkün olmuyor. Yumurtanın, tavuğun altına veya tavuğun altındaki ortama uygun bir vasata ihtiyacı vardır.

Tohumun ise toprağın altındaki ortama ihtiyacı vardır. Akasi takdirde, çürüyüp zayi olacaklardır.

Şimdi bir çekirdeğin ağaç olması; yapraklar, çiçekler, meyveler, tatlar, kokular, renkler gibi nimetlere mazhar olması için toprağa atılması, karanlığa gömülmesi, su verilerek çekirdeğin çatlayıp göğsünün yarılması, ona bir eziyet olarak değerlendirilebilir mi? Elbette aklı başında olan hiçbir kimse, bunun çekirdek için yanlış olduğunu, hikmet ve merhamete uymadığını söyleyemez.

Demek ki, çekirdeğin ağaç olması için ona uygun bir ortam gereklidir.

Aynen bunun gibi, insanın mahiyetindeki cevherleri ortaya koyması için de bir ortama ihtiyacı vardır. Bu vasat ve ortam ise dünya hayatıdır. Cennet ambarında gelişemeyen insan fıtratı, gelişimini sağlayacak şartlara sahip olan dünyaya gönderilmiştir.

İşte insan, kendi mahiyetine potansiyel olarak konulmuş olan olumlu veya olumsuz özelliklerden hangisini tercih edeceğini göstermesi için böyle bir ortam gerekliydi. Yoksa, insanlar, melekler ve hayvanlar gibi makamları sabit kalır, yükselme ve alçalma özelliklerini gösteremezlerdi.

İnsana verilen bu büyük ve sonsuz nimetlerin ortaya çıkarılması için bizim dünya toprağına gömülmemizin ne kadar büyük bir nimet ve rahmet olduğu açıktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Başıma gelen musibetleri nasıl değerlendirmem gerekir?
Allah'ı inkar etmek nasıl sonsuz bir cinayet olur?
Kafirlerin ebedi cehennemde kalması nasıl adalet olur?

47 Çingeneler kimlerdir, onlardan alışveriş yapılır mı? Bir millet sayılmamalarının sebebi nedir? Soyları ile alakalı gayri ahlaki şeyler duydum, doğru mudur?

Çingeneler de diğer milletler gibi onlarla eşit olan insanlardır. Bunlarla elbetteki alışveriş yapmak caizdir. Çingeneler hakkında söylenen bazı gayriahlaki söylemler halkın uydurduğu asılsız iddalardır. Bunlara itibar etmemek gerekir.

Hiç bir insanın diğerine karşı üstünlüğü bulunmamaktadır. Üstünlük ancak takva ile olur. Çingenelerden de Müslüman olup ibadet eden insanlar bulunmaktadır.

Genel değerlendirmelerde bulunarak bir milleti tahkir etmek doğru değildir, mesuliyeti gerektirir.

48 İslam cezalarının uygulanması; eski zamanda bir suç islendiğinde ölüm cezası çok kolay verilirdi, mesela cinayet için veya zina için vs... Bu davranış neden bizim dinimiz tarafından desteklendi? Böyle olunca kulun tövbe şansı kesilmiyor mu?

Kim demiş İslam hukukuna göre ölüm cezaları ya da diğer cezalar kolay verilir!..

Tarihte İslam namına yapılan hataların sorumlusu elbette İslam olmayacaktır. Bu asırda, hukuk namına, kanun namına yapılan zulümlerin haddi hesabı yoktur. Bütün bu zulümleri mevcut kanunlara yüklemek doğru olur mu?

Şimdi söyleyeceklerimiz kısaca sorudaki bütün noktaları aydınlatmaya yönelik olacaktır. Zina suçuna biçilen ceza bizzat Kur'an'da "nekal" olarak, yani ağırlaştırılmış bir ceza olarak değerlendirilmiştir. Maksat, sosyal, toplumsal, ailevî huzuru bozan ahlakî-bulaşıcı virüsleri cemiyetten tamamen temizlemek..

Elbette Allah her şeyi en iyi bilir. Bununla beraber, zina suçunun tespit edilmesi, dört âdil şahidin cinsi ilişkiyi gözleriyle gördüklerine dair beyanatlarına bağlanmıştır. Bunun anlamı şudur: bu konuda hiç kimse dedikodu etmesin, ağzını açmasın... Aksi taktirde, şahitler müfteri muamelesini görecekler. Hatta bir eksiğiyle üç şahit bile olsa üçü de iftira suçundan, seksen değneği hak edecektir...

Bu tedbir, bir yandan toplumu rahatsız eden dedikoduları önleyecek, diğer yandan şayet gerçekten bir suç işlenmişse, sahibine tövbe kapısını açık bırakmış olacak. Nitekim, adamın biri (Maiz el-Eslemî. bk. Tirmizi, hudud 5), Hz. Peygamber (a.s.m)'e gelerek zina yaptığını üç defa itiraf etmiş, Hz. Peygamber (asm) her defasında onu dinlemeyip yüzünü başka tarafa çevirmiş. Nihayet adam dördüncü defa aynı suçu itiraf edince, bu kez rahmet peygamberi "Sende delilik var mı?" diye sormuş. Adam "Yok" deyince, hak ettiği cezayı vermiştir. (Buharî, Hudud, 25)

Bu hadis bize açıkça, İslam toleransını, kişinin suçunu gizlemesi durumunda ona toleranslı davranılacağını göstermektedir. Ancak iş bizzat mahkeme kayıtlarında sabit olduktan sonra, Allah'ın o konudaki emirlerini yerine getirmek gerekir. Aslında cezalar dahi günahlara kefaret olan birer tövbe hükmündedir.(Tirmizî, Hudud, 12). Dinimizde, bu tür toleransların gösterilmesine âmirdir. Nitekim, bir hadiste bu husus şöyle vurgulanmıştır:

"Kim bir Müslüman'ın kusurunu örterse, Allah da kıyamet günü -bir rivayette dünya ve ahirette- onun kusurlarını örter." (Tirmizî, Hudud, 3).

Kısas ise, Kur'an'a göre hayat fışkırtan bir cezadır:

"Ey ince düşünebilen akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır."(Bakara, 2/179).

Gerçekten adaletle bu hüküm uygulansa, pek çok hayat kurtulur. Çünkü, ölüm cezasında büyük bir caydırıcı güç vardır. Bu prensip, hakkıyla ve adaletle uygulansa, hiç kimse, korkusundan başkasını öldürmez ve ölüremez. Böylece, başkası ölümden kurtulup hayat bulduğu gibi, kendisi de cinayet işlemediği için onun da hayatı kurtulur. İki gün sonra hapisten çıkacağını düşünen ve Allah korkusu da nedir bilmeyen kimselerin cinayetten elini neyle çektirebilirsiniz?

"Bir insan öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir. Bir hayatı kurtaran bütün hayatları kurtarmış gibidir."(Maide, 5/32)

ayetine iman eden bir insan kolay kolay adam öldürmediği gibi, buna inanan bir yargıç da, bu konuda karar verip kalem kırmak için bin defa düşünecektir.

49 Allah'ın, akıldan daha degerli bir alet yaratmadığı ile ilgili hadis var mı?

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“Kişiyi ayakta tutan aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur.” (Camiü’s-Sağir, 4: 528 (H. No:6159)

Böylece teklifin akla yapılacağını beyan etmiş oldular. Bundan dolayı bilginler: “Sahih nakil, sarih akla muhalif düşmez.” demişlerdir. Her faziletin bir esası, her edebin bir kaynağı vardır. İnsanlardaki faziletin esası ve edebin kaynağı Allah’ın din için bir esas yaptığı ve dünya için direk kıldığı akıldır.

Hz. Enes’ten rivayet edilen bir hadiste: “Biri Resulullah’ın (sav) huzurunda birisini övdü. Peygamberimiz (sav): ‘Bu adamın aklı nasıldır?’ diye sordu. Sahabeler cevap verdi: ‘Ya Resulullah biz bu adamın iyiliklerinden ve ibadetlerinden bahsediyoruz. Siz aklını mı soruyorsunuz?’ dediler. Peygamberimiz (sav):

‘İnsanlar ahmaklığı ile günahkarlardan daha büyük hatalara düşerler. İnsanların yarın kıyamet gününde mertebeleri akılları nispetindedir.' (İhya-ı Ulum, Gazali, 1/211) İnsan aklı gibi, hidayete eriştiren ve felaketten kurtaran bir şey kazanmadı. İşitmediniz mi, facirler cehenneme atıldıklarında ‘Biz aklımızı kullanmış olsaydık bu cehenneme düşmezdik.’(Mülk, 67/10) diye pişmanlık gösterisinde bulunacaklardır." [Maverdi, Ebu’l-Hasen Ali bn. Muhammed, Edebü’d-Din ve’d-Dünya (Beyrut-Lübnan, 1979), s. 2] buyurdular.”

Hz. Aişe (ra) bir gün Peygamberimiz’e (sav) sordular:

“Ya Resulullah insanlar dünyada ne ile üstünlük kazanırlar?” Peygamberimiz (sav) cevap verdi:

“Akıl ile..” Hz. Aişe sordu:

“Herkesin kıymeti ameliyle ölçülmez mi?” Peygamberimiz (sav) cevap verdi:

“Ya Aişe! Onlar akıllarından fazla bir şey yapabilirler mi? Allah’ın onlara verdiği akıl nispetinde ibadet ederler. Ondan sonra da amelleri nispetinde mükafatlandırılırlar.” (Gazali, İhya, 1/213)

Yine İbn-i Abbas’dan (ra) mervidir ki, Resulullah buyurdular:

“Her şeyin bir aleti vardır: Müminin aleti akıldır. Her şeyin bir biniti vardır. Kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği vardır. Dinin direği akıldır. Her kavmin bir dayanağı vardır. İbadetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran vardır. Alimi ibadete çağıran akıldır. Her şeyin bir tamirci ustası vardır. Ahiretin tamircisi akıldır. Herkesin kendisinden sonra unutulmayacak bir eseri vardır. Sıddıkın eseri akıldır. Her yolcunun bir çadırı vardır. Müminin çadırı akıldır.” (Gazali, İhya, 1/213)

Yine buyurdular:

“En akıllınız, Allah’tan çok korkanınızdır. En iyiniz Allah’ın emir ve yasaklarına riayet edeninizdir. Her ne kadar nafile ibadetleriniz az bile olsa.” (Gazali, İhya, 1/214)

İşte Aklın bu öneminden dolayı Peygamberimiz (sav)

“Allah akıldan daha değerli bir şey yaratmamıştır.” (Gazali, İhya, 1/217) buyurdular.

Evet, akıl Cennetten kıymetlidir. Zira kimse aklı verip, Cenneti almaz.

Hz. Ali (ra):

“İnsanı, şeref ve izzet sahibi yapan üç şey vardır. Bunlar: Akıl, din ve ilimdir.” der. (bk. Maverdi, Edebü’d-Din ve’d-Dünya, s. 4, 11)

Gazali’ye göre akıl göz gibi bir alettir. Onun görmesi için “Tevfik-i İlahi” denilen ilimle hayatlanmış ve “Vahy-i İlahi” denilen güneşle ona medet verilmiş olmalıdır. “Tevfikten ve dinden mahrum olan akıl, kamil akıl değildir. Amir bn. Kays: “Aklın seni dinen yakışıksız söz ve fiillerden men ediyorsa, sen gerçekten akıllısın.” demiştir. Nitekim Hz. Ömer (ra), Ubey bn. Ka’ab ve Ebu Hureyre (ra), Peygamberimiz’in (sav) huzuruna gidip, sordular:

“Ya Resulullah! İnsanların en alimi kimdir?” Resulullah cevap verdi:

“Akıllı olandır.” Tekrar sordular:

“En çok ibadet eden kimdir?” Resulullah (sav):

“En çok akıllı olan.” Bu sefer:

“İnsanların en faziletlisi kimdir?” diye sordular. Resulullah (sav):

“En akıllı olan...” Sordular:

“Ya Resulullah akıllı kimse, mürüvvet sahibi, cömert, konuşmasını bilen ve hatırı sayılır kimse değil midir?” Peygamberimiz (sav):

“Bu saydıklarınız dünyaya aittir. Ahiret ise muttakilerindir. En akıllı kimse ise muttaki olan kimsedir.” (Gazali, İhya, 1/217) karşılığını verdiler.

Yine buyurdular ki:

“Muhakkak ki, akıllı kimse Allah’a inanan, Resulünü tasdik eden ve Allah’a ve Resulüne itaat ederek amelini İslamiyete uygun kılandır.” (age, 1/218)

Aklın da üç mertebesi vardır. Birincisi: İfrat; Diğeri: Tefrittir. İstenen ise: Vasat olanıdır. İfrattan “Cerbeze”, tefritten “Hamakat” ortaya çıkar. Gerçek akıl ise, aklın vasatı olan “Hikmet” mertebesidir ki, “Hakkı hak bilir, ona uyar; batılı batıl bilir, ondan da sakınır.” (İşaratü’l-İcaz, 29)

Hz. Peygamber,

 "Akıllı, nefsini kontrol altına alıp, ölümünden sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir." (İbn-i Mace, Züht, 31) buyurmuştur.

50 Allah'ın beş parmağı vardır, diye bir hadis var mıdır?

İlgili rivayet şöyledir:

Abdullah b. Mes'ûd’un bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.m)’e bir Yahûdî (bir rivayette: ehlikitaptan bir adam, bir din adamı) geldi ve:

“Yâ Muhammed, Allah gökleri bir parmağında, yer tabakalarını bir parmağında, dağları bir parmağında, bütün ağaçları bir parmağında, öbür mahlûkları da bir parmağında tutar, sonra: 'Melik ancak benim (bütün kâinatın hükümdarı ancak benim)!' der.” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.m) ağzının sonundaki dişleri görülünceye kadar güldü. Sonra da "Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler." (Enam, 6/91; Hacc, 22/ 74; Zumer, 39/ 67) mealindeki âyeti okudu.” (Buharî, Tevhid, 19, 26; Müslim, Munafikîn, 19-22)

Görüldüğü gibi, Buharî’de geçen hadis rivayetlerindeki ifadeler bir Yahudi’ye aittir. Hz. Peygamber (a.s.m) onun bu sözünü komik bulduğu için gülmüştür ve arkasından da; “Onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler.” mealindeki ayeti okumak suretiyle, söz konusu Yahudi’nin düşüncesinin yanlışlığına işaret etmiştir.

Bu rivayetlerden birinde yer alan “Rasûlullah Yahûdî’nin bu sözünden hoşlanarak ve onu tasdîk ederek, güldü.” şeklindeki yoruma yer verilmiştir. Kurtubî bu yorumun yanlışlığına dikkat çekmiştir. (bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi)

İbn Huzeyme, bu yorumu doğru kabul etmiş, fakat bunun bir mecaz ifade olduğunu belirtmiş ve “Kıyamet günü, birinizin ekmeği avucuna aldığı gibi yeri avucuna alır.” manasına gelen hadisle karşılaştırmıştır. (İbn Hacer, a.g.e.)

Hattabî de, Yahudi’nin sözlerinin tasdik edilmediği, bunun ravinin algılaması olduğu, kaldı ki bu fazlalığın diğer sahih rivayetlerde yer almadığı, şayet doğru olsa bile bunun bir mecaz ve kuvvetten kinaye olduğuna işaret etmiş ve Hz. Peygamber (a.s.m)’in bir kısmını okuduğu şu ayetin ifadesiyle karşılaştırmıştır: 

“Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tazimi göstermediler. Halbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak elinin içindedir. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.” (İbn Hacer, a.g.e).

İslam kelamcılarının cumhuruna göre, Yahudi’nin bu sözlerini duyan Hz. Peygamber (a.s.m)’in “Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler.” mealindeki ayeti okuması, onun o sözlere karşı gösterdiği olumsuz tavrından kaynaklanmaktadır. (bk. Nevevî, ilgili hadisin şerhi)

Rivayetleri aktarırken biraz daha dikkat edelim lütfen…

51 Bazen insan yalnız kaldığında daha fazla günah işleyebilmektedir; acaba bunun nedeni ne olabilir?

İnsan yalnız kalınca, şeytan daha çok vesvese verip onu günaha sürüklemeye çalışır. Bu bakımdan mümkün mertebe yalnız kalmamaya dikkat etmek gerekir. Özellikle de yolculuk esnasında yalnız kalınmaması hususunda Peygamberimiz (asm)'in ikazları bulunmaktadır.

İbni Ömer radıyallahu anhumâ'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Eğer insanlar, yalnız başına yolculuk yapmakta ne sakıncalar olduğunu benim kadar bilselerdi, hiç bir binek sahibi (yolcu) gece yolculuğuna yalnız çıkmazdı."1

Hadis, tek başına seyahat etmemeyi tavsiye etmektedir. Ancak alimler: "Zaruret ve maslahat halinde yalnız başına yolculuğun bir sakıncasının olmadığını belirtirler. Şöyle ki bazı durumlar vardır ki bir kimsenin tek başına hareket etmesini gerektirir: Casus gönderme, öncü çıkarma gibi. Sünnetten de bazı örmekler rivayet edilmiştir. Kerahet bunun dışındaki hallerle ilgilidir. İbnu Hacer: "Muhtemelen cevaz hali, emniyet durumunda ihtiyaçla kayıtlıdır." dedikten sonra muhtelif fırsatlarda, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yalnız başlarına yola çıkardığı kimselerden isimler verir: Huzeyfe, Nuaym İbnu Mes'ud, Abdullah İbnu Üneys, Havvât İbnu Cübeyr, Amr İbnu Ümeyye, Sâlim İbnu Ümeyr gibi.

Şu halde, bu hadis, normal şartlarda yapılacak ideal mânadaki yolculuğun âdâblarından birini beyan etmiş olmaktadır: Kişi tek başına yola çıkmamalıdır. Bununla beraber yalnız başına yolculuğa çıkmamak, bir tavsiyedir. Yalnız başına yolcluğa çıkanlar günah işlemiş olmaz.

Amr İbni Şuayb'ın babası yoluyla dedesinden rivayet ettiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Bir yolcu bir şeytan, iki yolcu iki şeytan sayılır. Üç yolcu ise, kâfiledir."2

Yolcular üç kişi olunca şeytanın yanlış yönlendirmesinden uzak kalırlar. İstişare ile işlerini hallederler. Tek kişi ve iki kişi de bu istişare işi mümkün olmayabilir.3

Hattâbî, hadisi şöyle açıklar: "Bunun mânası şudur: "Yalnızlık ve yeryüzünde tek başına seyahat şeytanın işidir. Bu işe insanı şeytan sevkeder ve ona şeytan çağırır. İki kişi için de durum aynıdır. Ancak üç kişi olursa o zaman bir cemaat teşkil ederler." Hattâbî devamla der ki:

"Yalnız başına yolculuk yapan kimse yolda ölecek olsa, yanında onun yıkama, teçhiz ve defin gibi cenazesi ile alakalı işleri görecek kimsesi olmaz. Keza malı mülkü üzerine vasiyetini tevdi edeceği ve terekesini ailesine götürecek, ölümü hakkında onlara haber getirecek birisi olmaz. Keza yolculuğunda kendisine yardımcı olacak kimseden de mahrumdur. Üç kişi olurlarsa bazı külfetli işlerde, korunmada birbirlerine yardım ederler, namazlarını cemaatle kılıp, cemaat sevabından hisselerini alırlar."

Ebû Saîd ve Ebû Hüreyre radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Üç kişi yolculuğa çıkarlarsa, aralarından birini başkan seçsinler!"4

Hayatın her cephesinde cemaat olmaya bakmak gerekir ki küçük cemaatlerden en büyük İslam cemaati oluşabilsin.5

Bu emirden maksad işlerinin müştereken ahenkli olarak yürümesi, aralarında farklı fikirler ortaya çıkmaması ve dolayısiyle ihtilafa düşmemeleridir.

Yolculukta başkan seçme sünnet-i müekkededir. "Vâcibdir" diyen âlim de vardır.

Üçten murad, cemaatin en azı (ekalli) üç olması sebebiyledir. Daha fazla iseler öncelikle başkan gerekli olur.

Bu hadiste şu hususa delil vardır: Eğer iki kişi, aralarındaki bir mesele hakkında hüküm vermesi için üçüncü bir şahsı hakem tayin etseler, bunun hükmü geçerli olur.

1. Böyle bir emîre itaat gerekir, ancak bu başkanın sadece yolculuk işleriyle ilgili kararlar almada hakkı vardır.

2. Bazı âlimler, "İki kişi olsalar da birinin emir olması gerekir." diyerek, ikiyi de "üç" ün hükümüne kıyas etmişlerdir.6

Kaynaklar:

1. Buhârî, Cihâd 135. Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 4; İbni Mâce, Edeb 45.
2. Ebû Dâvûd, Cihâd 79; Tirmizî, Cihâd 4.
3. Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu's-Salihin Tercümesi: 285.
4. Ebû Dâvûd, Cihâd 80.
5. Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu's-Salihin Tercümesi: 286.
6. bk. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, 8/13 vd.

52 Allah'ın kanunu ile insanın koyduğu kanun arasındaki fark nedir?

Cenâb-ı Hakk'ın peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla, kullarının uymak zorunda olduğunu bildirdiği ilâhî emir ve yasaklara ilahi kanun denir. İlâhî kanunlara, ayrıca şer'i kanun, şerîat da denir.

Elmalılı Hamdi, beşerî kanunla ilâhî kanunu şöyle mukayese ediyor:

"İlâhî kanunun, kanun koyucusu Allah olduğundan, sağlamdır, doğrudur. Beşerî kanunlar, yani insanların yaptığı kanunlar, ne ilim ne de din açısında hiç biri sağlıklı olamazlar. Bunlar ilim yönünden batıl, din yönünden şer teşkil ederler ve doğru değildirler. Bunun için beşerin hakkı gerek ilimde gerek dinde kanun koymak değil, Allah'ın kanunlarını arayıp bulmak ve keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimed, denge kanunu; Newton, cazibe kanununu; Aristo, tenakuz kanununu koydu; demek doğru olmadığı gibi, Ebû Hanife Hazretleri de fıkhî kıyas kanununu koydu; demek doğru değildir. Bunlar onların koyucusu olsaydı, eğri ve yalan olurlardı, doğru olmaları, ilâhî kanunu keşfetmeye mazhar olmalarından dolayıdır. Bunun için alimler, mucit değil, kâşiftirler. Çünkü ilâhî kanunun gizli olanları da vardır." (Elmalılı, Hak Dini, 1/126-127)

İlâhî Kanun, yüce Allah'ın yolu, metodu ve âdetidir. Bir çok ayette bu yolun en doğru yol olduğu dile getirilmektedir. Meselâ el-En'âm Sûresinin 145-153. ayetleri incelendiğinde, ilâhi kanunla, insan yapısı kanunlar arasındaki farklılık açığa çıkmaktadır. Aynı sûrenin 146-148. ayetlerinde de Yahudiler ve Müşrikler helâl ve haramlarla ilgili yaptıkları kanunlar nedeniyle terslenmekte ve bundan sonraki ayetlerde ise, iki hukuk arasındaki farklılığı göstermek için ilâhı kanun, ortaya konmaktadır. Sonra, 154. ayette Hz. Peygamber (asm)'e verilen aynı kanunun Musa'ya da verildiği belirtilerek, "...Öyleyse bu kanuna uyun..." denilmektedir.

Ayrıca, beşeri kanunlar ve hukuklar, ilahi kanunlardan pek çok prensipler ve müesseseler almıştır. Hukuk tarihi hatta bu günkü en modern beşeri hukuk sistemleri incelenirse beşeri olarak bilinen birçok kanun, hüküm ve kuralın; ilahi kanunlardan istifade edilerek hazırlandığı görülecektir.

İlahi kanun ile beşeri kanun arasındaki farkları şöyle özetleyebiliriz:

- Beşeri kanun, insanlar tarafından düzenlenmiş olan kanundur.

İlâhi kanun ise, Allah Tealâ tarafından gönderilmiş olan kanundur.

- Beşeri kanun insanlar tarafından düzenlendiği için nefislerinin kötü istek ve arzularına boyun eğebilirler ve beşeri duyguları kendilerine üstün gelebilir. Bu faktörlerin tesiri altında kalarak hakkı takdir etmekten ve dünya işlerini adaletle uygulamaktan uzaklaşırlar. 

- İnsanlar ilim ve irfanda ne kadar yükselirse yükselsinler, işlerin hakikatini tam olarak anlayıp detaylı olarak kavrayamazlar. Bu yüzden insanlar tarafından yapılan kanunlar devamlı olarak değiştirilmeye maruz kalırlar. Bu beşeri kanunların bir hüküm için sabit bir ölçüsü yoktur. Bu gün yasak dediğine yarın yasak değil diyebilir.

İlâhi kanun ise, ilâhi vahiydir. Bunların hepsinden uzaktır. Çünkü ilâhi kanun, hikmet sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah Tealâ tarafından indirilmiştir. O Allah ki, kullarının hallerini, dünya ve Ahiret hayatında onlara uygun olanları, dünyalarında ve ahiretlerinde saadet ve mutluluklarını gerçekleştirecek olan hayırları bilir.

Nitekim Allah:

“Hiç o yaratan bilmez mi ki, O latifdir, her şeyden haberdardır." (Mülk, 67/13),

"Rabbim şaşmaz ve unutmaz." (Tâhâ, 20/52) buyurmuştur.

- Beşeri kanun kaideleri, sınırlı bir sistemdir. Her toplumun yaşadığı zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde düzenlenir; toplumun gelişmesiyle gelişir.

İlâhi kanun ise, mükemmel olarak doğmuştur. Hayatın bütün ihtiyaçlarına her zaman ve her yerde cevap verecek şekilde sağlam kaidelere ve temiz bir kaynağa sahiptir.

- Beşeri kanunun kaideleri muvakkattir. Belli bir toplum ve belli bir zaman mahsustur. Toplum gelişip ihtiyaçları yenilendikçe değişmeye muhtaçtır.

İlahi kanunlar ise, belli bir topluma ve belli bir zamana özel olmak üzere gelmemiştir. Onun kaideleri geneldir; sabit ve istikrarlıdır. Her asırda bütün toplumların ihtiyaçlarını giderir ve seviyelerini yükseltir.

- Beşeri kanun, devlet gücünün üzerinde kurulduğu sosyal ve iktisadi işler hakkındaki medeni muamelelerden başkasını kapsamaz.

İlahi kanun ise, Allah Tealâ'ya, peygamberlerine, gayba ve ahirete îmânı, kulun Rabbi ile olan ilişkisini, hayatın çeşitli ve dağınık faydalarını düzenlemeyi kapsar.

- Beşeri kanunun insanın ruhu üzerinde hakimiyeti yoktur. Yalnız ceza gücü, suçluyu caydırmaya yeterli değildir. Çünkü beşeri kanunun ahiretle alakası yoktur. Ahiret korkusu olmayınca hile ve kurnazlık yoluyla kanunun boşluklarından istifade edilerek cezadan kurtulmak mümkün olur. O halde beşeri kanun, ne kadar mükemmel olursa olsun insanları yeryüzünde kötü maksatlarına ulaşmaktan alıkoyamaz.

İlahi kanun ise, helâl ve haram fikrinden ve ahirete inanmaktan kaynaklanır. İnsan vicdanını terbiye ederek Müslümanı gizli ve aşikâr yaptığı bütün işlerde kontrol edici hale getirir. Bu yüzden bir Müslüman, Allah Tealâ'nın dünyadaki cezasından korkmasından daha çok ahiretteki azabından korkar.

İşte İslâm, hem dünyada ve hem de Ahirette yapmış olduğu işlerden sorumlu olacağını bilen bir Müslümanın ruhunda kontrol mekanizması oluşturur. Bu yüzden Müslüman gece gündüz yaptığı bütün işlerinde İslâmî kaidelere riayet eder. (bk. Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık, 21-26)

Özetle, ilahi kanunlar, hukuklar ve kurallar; iilâhî kaynaklıdır, hem dünyaya hem de ahirete yöneliktir, güzel davranışlara mükâfat da vardır, niyetin yeri önemlidir, insan hayatının tamamını kapsar.

Zamanımızda İslam hukuku çok az ülkede uygulandığı, dünya beşerî hukuka kurtarıcı olarak sarıldığı için buhranlar, zulümler dehşetli boyutlara ulaşmıştır. İnsanoğlu kendi ilahlığını ilan etmiş, her şeyin ölçüsünü kendisi (hevası) olarak görmektedir. Bu da insanlığın toptan irtifa kaybetmesine ve helake sürüklenmesine yol açmaktadır. İnsanlığın kurtuluşu ilahî kaynağa dönmektedir. (bk. Hayrettin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, İrfan Yay. İst, 1978, 1/31)

İlave bilgi için tıklayınız:

Şeriat nedir, nasıl yaşanır, bu asırda şeriat geçerli midir?

53 İnsanların değişik özelliklerde (fiziksel, bedensel, zihinsel, duygusal,..) yaratılması, onlara dünyada verilecek rollerden dolayı mı, yoksa özellikler hesapsız rasgele mi dağıtılmıştır?

Evvela; varlıkta -gerçek anlamda- tesadüf yoktur. Allah'ın ezelî ve ebedî olan sonsuz ilmi, her şeyi kuşatmıştır. Bu ise, -iradesiz, gayesiz, şuursuzca meydana gelen olayların bir adı olan- tesadüflere yer bırakmaz. Allah'ın kuşatıcı ilmi, sonsuz kudreti, mutlak iradesi, tesadüfleri "varlık sözlüğünden" silip atmıştır. Bu sözlükte yalnız arkasında kuşatıcı ilim, kudret ve irade bulunan "tevafuk" vardır.

Şu var ki, insan olarak hikmetini bilmediğimiz olaylara tesadüf deyip, cehaletimizi bir bilgi görüntüsüyle örtbas ediyor ve teselli buluyoruz.

"Şunu iyi bilin ki Allah, -o kuşatıcı ilmiyle- kişi ile kalbi arasına giriyor." (Enfal, 8/24),

"Şüphesiz ki Allah, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır." (Talak, 65/12)

"Bütün varlığın mülkiyeti kendisine ait olan Allah yüceler yücesidir. O her şeye kadirdir." (Mülk, 67/1)

"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onları, ondan başkası bilmez. O, (Allah) karada ve denizde ne varsa bilir. Hiç bir yaprak düşmez ki Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." (Enam, 6/59).

"Hiçbir dişi Allah'ın ilmi dışında ne gebe kalabilir, ne de doğum yapabilir." (Fatır, 35/11)

"Yoksa (o müşrikler): "Onu/Kur'an'ı (Muhammed) uydurdu mu diyorlar?" De ki: "Eğer iddianızda doğru iseniz, siz de onun gibi bir sure getirin! Allah'tan başka gücünüzün yettiği herkesi yardıma çağırın! Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz açıklaması kendilerine gelmemiş olan bir şeyi (Allah'tan gelen hakikatleri) yalanladılar. Onlardan öncekiler de işte böyle yalanlamışlardı. Zâlimlerin âkıbeti nasıl olmuş, bir bak!" (Yunus, 10/38-39).

"Gökler o gün kudretinin eliyle dürülmüş olacaktır." (Zümer, 39/67).

İkincisi: Allah'ın insanlara farklı kabiliyetler verdiği bir gerçektir. Ancak, imtihanı kazanmak veya kaybetmek noktasında, hiç kimseyi dezavantaj sağlayan bir konumda bırakmamıştır. İslam'da "Allah hiç kimseye gücünün üstünde bir yükümlülükle sorumlu tutmaz." (Bakara, 2/285) mealindeki ayette ifade edilen gerçeğe paralel olarak mükellefiyetler vazedilmiştir. Çocuk ve deli olanların mükellefiyetten muaf tutulmaları bunun açık bir delilidir.

Normal imtihanın adalet ölçüsüne göre cereyan etmesi için gereken donanımlar her mükellef için söz konusudur. Ancak bunun dışında, Allah'ın hikmetinin uygun gördüğü tarzda bazı kimselere verilen daha fazla zekâ veya akıl yahut hafıza gibi donanımlar, imtihan için gerekli olan adalet ölçüsünü zedeleyecek durumda değildir. İnkârcılar arasında pek çok dahi insanların, iman edenler arasında da pek çok vasat hatta geri zekâlı insanların bulunması, bunun reddedilmez belgesidir.

Üçüncüsü: Farklı donanımlar, yalnız din konusu için değil, dünyanın tamiri için de verilmiştir. Rahmeti her şeyi kuşatan, kâinat saltanatının arşında yegâne Sultan ve Rahman olan Allah, din ve milliyet farkını gözetmeksizin insanlık camiasının yararına pek çok dahi insan yaratmıştır. Değişik dinlere mensup olan bu insanlar, farklı kabiliyetleri doğrultusunda farklı mesleklerde başarılı olmuş ve insanlığa güzel hizmetler sunmuşlardır.

Demek ki, insanlığın faydasına olan her türlü keşif, ilim, teknik ve teknoloji, Allah'ın insanlara yaptığı bir lütuf ve bir ilham eseridir.

Hiç kimsenin bu taksimata itiraz hakkı yoktur. Hiç kimse, "Allah neden beni de peygamber yapmadı?" deme hakkına sahip değildir. Bilakis her varlık, kendisine lütfedilen varlık mertebeleri için Yaratıcısına karşı teşekkür borcu vardır. Mesela; bir insan şunu düşünecek:

"Allah beni yoktan var etti, varlıkta tuttu, taş, bitki veya başka bir canlı olarak değil de insan olarak yarattı. Değişik maddi ve manevî duygularla donattı, beni ahsen-i takvimde yarattı. Bunun şükrünü nasıl eda edebilirim!.."

Yoksa, herkes İmam Gazali, İmam Rabbanî, İbn Sina, Sokrat, Abdulkadir Geylanî veya Bediüzzaman olamaz.

Hülasa; mal zengini, yada mal fakiri olduğu gibi, akıl- fikir-zekâ zengini yada fakiri de olacak.

Dördüncücü: Hayır, Allah kullarına adaletsizlik etmez. Adaletsiz olması için buna ihtiyacının veya bazı kullarını kayırmaktan dolayı -haşa- menfaatinin olması gerekir. Halbuki Allah'ın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. İmtihanda da herhangi bir adaletsizlik söz konusu değildir. Allah herkesi durumuna, kapasitesine ve kendi şartlarına göre imtihan eder.

Dünyada imtihanlar çok çeşitli; kimi servetinden imtihan olmakta, kimi servet düşmanlığından. Kimi sıhhatinden, kimi hastalığından. Kimi borçlu kalmaktan, kimi ise alacaklı olmaktan...

Allah fakir bir kulunu zekattan sorumlu tutmazken onun sabretmesini istemiştir; onun zekat imtihanı yoktur. Zengin bir kulunun ise zekat imtihanı vardır. Zekatını vermeyen bir kul bu noktadan imtihanı kaybeder ve ahirette bunun hesabını verir ve cezasını görür.

İnsanlar fıtrat olarak aynı yaratılmadığı için imtihanlarının da farklı olması hikmettendir. İnsanlarda binlerce duygu ve hissiyat vardır. Her insanda bu duyguların inkişafı farklıdır. Mesela, kadınlarda şefkat hissi erkeklere göre daha fazladır. Bundan da anlaşılıyor ki imtihan sorularının aynı olması değil farklı olması hikmete muvafıktır.

İmtihanın zorluğuna göre mükafat da artmaktadır. Soruları zor olan bir imtihandan kişi elli puan alsa, kolay olan bir imtihandan da yüz puan alsa, görünüşte dereceleri aynı olmasa da hakikatte aynı olabilir. Rakamsal olarak diğeri daha üstün gözükse de değer olarak aynı olabilir. Bazen insanın başına gelen bir zor musibet, başkasının başına gelen on sıkıntıdan daha çok sevap kazandırabilir. Mühim olan meselenin iç yüzünü anlayabilmektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk, şan, şöhret vermiş. Bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder vermiş; sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor?

Beşincisi:

Dünyadaki verilen nimetlerin farklı olması, adalet açısından nasıl değerlendirilir?

Altıncısı:

Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı?

Yedincisi:

Kader zulmeder mi?

Sekizincisi:

Kısmete razı olmak ne demektir ve bunun ölçüsü nedir?

54 Hz. Ömer'in, yakışıklılığı sebebiyle sürgüne gönderdiği kimdir?

Soruda geçen kişi, Nasr b. Haccac’dır. Evet, yakışıklığı sebebiyle kadınlar fitneye düştüğü için, Medine-i Münevvere’den Basra’ya sürgün edilmiştir. Gerçi güzellik sürgünü gerektirmez. Fakat siyaseten lüzum görülürse sürgün edilebilir.

Nasr'ın sürgün edilme nedeni, ondan değil kadınların onun yüzünden fitneye düşme tehlikesinden kaynaklanıyordu.

Esasen bu durum, kamunun umûmî maslahatının gözetilmesinin gerekli olduğu durumlarda veya önü alınması güç bir fitne ve fesadın söz konusu olduğunda, yöneticiler, siyaset-i şeriyye bağlamında daha başka türlü olağanüstü tedbirler alma hak ve yetkisine sahiptir. Ancak bu yapılırken dinin açık nassları ve genel prensipleriyle çelişilmemelidir.

Bu alanda geçmişte de birçok uygulamalar olup konuyla ilgili şu örnekler verilebilir:

Hz. Peygamber (asm)'in, henüz pay edilmeden önce ganîmetten mal aşıran askeri ganîmet hissesinden mahrum etmesi; küçük çaplı hırsızlık yapanı çaldığı şeyin iki katını ödetmekle, yitiği sahibinden saklayan kimseyi de yitiğin iki katını ödetmekle cezalandırması; Hz. Ömer (ra)’in, yakışıklılığı sebebiyle kadınların aşırı ilgisini çeken Nasr b. Haccac’ın önce saçını kestirip sonra sürgüne göndermesi; kocasından boşandıktan sonra iddeti beklemeden ikinci kocaya varan kadının, bu ikinci kocaya ebediyen haram olduğuna hükmetmesi; livâta eden (homoseksüel) leri Hz. Ali’nin uçurumdan attırması; yine Hz. Ali’nin kendisine -haşa- “Sen Allah'sın” diyen zındıkları yaktırması. (bk. İbnü’l-Kayyim el-Cevzî, İ’lâmu’lMuvakkîn, Beyrut, 1977, IV, 372-375; İbnü’l-Kayyım, et-Turuku’l-Hükmiyye, Beyrut, ty., s.20-24; Yusuf Kardâvî, İslâm Hukuku Evrensellik-Süreklilik, çev: Yusuf Işıcık-Ahmet Yaman İstanbul, 1997, s. 42-51)

Mecelle’de yer alan ve siyaset-i şer’iyye’ye esas teşkil edebilecek küllî prensiplerden bazıları şunlardı:

“Zarar-ı âmmı def’ için zarar-ı hâss ihtiyâr olunur.” (mad. 26);
“Zarar-ı eşedd zarar-ı ehaf ile izâle olunur.” (mad.27);
“İki fesad teâruz ettikde, ehaffi irtikab ile a’zamının çaresine bakılır.”
(mad. 28);
“Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur.” (mad.29);
“Def-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.” (mad: 30)

Sorudaki olay özetle şöyle olmuştur:

Nasr, Hz. Ömer (ra)döneminde ismi gündeme gelen yakışıklı bir delikanlıdır. Hz. Ömer bir gece teftiş yaparken bir kadının şu şiiri okuduğunu duyar:

"İçki bulup içmek için bir yol bulabilir miyim?
Ya da Nasr b. Haccac'la buluşabilir miyim?"

Hz. Ömer (ra), Benu Süleym'den olan ve hakkında şiir söylenen bu genci huzuruna çağırır. Nasr'ın çok yakışıklı olduğunu gören Hz. Ömer, bu delikanlının kadınlarla yakınlığının olduğunu anlayınca, kadınları yoldan çıkarabileceğini düşünerek onu Basra'ya sürgün eder.

Hz. Ömer (ra), maslahata dayanarak, fiziken yakışıklı olan Nasr b. Haccac'ı, kadınların fitneye düşmemeleri için Basra'ya sürgün edince, Nasr, Hz. Ömer’e, "Benim günahım ne?" sorar. Hz. Ömer, "Senin bir suçun yok. Hicret yurdunu senden temizlemediğim için suç benimdir." cevabını vermiştir.

Nasr'ın annesi, Hz. Ömer’e gelip şöyle der: "Ey Emirel mü'minin! Yarın Allah'ın huzurunda senden davacı olacağım. Senin oğulların Asım ve Abdullah yanında yatıyorlar. Oğlum Nasr ile benim aramda ise uzun yollar, ıssız çöller ve büyük dağlar var."

Hz. Ömer, kadına: "Asım ve Abdullah'a duvarlar arkasından kadınlar meyledip ah çekmiyor.” diyerek cevap verir ve Nasr'ın Medine'ye dönmesine müsaade etmeyeceğini, çünkü onun kadınlar için fitne unsuru olduğunu söyler. (bk. Serahsi, el-Mebsut,  9/ 45; İbn Sad, Tabakat, 3/205; Rıza Savaş, Raşid Halifeler Devrinde Kadın, İstanbul 1996, s. 51, 53–54)

55 Allah'a karşı istemsiz kırgınlıklar için ne tavsiye edersiniz?

Bu konu pek çok insanın karşılaşabileceği bir gerçekliktir.

- Asıl musibet ve zararlı musibet, imanımıza, Müslümanlığımıza, ahlakımıza gelen musibettir. Bu musibetlerden her zaman Allah’a sığınmamız ve ağlayıp sızlanmamız gerekir. (bk. Tirmizî, Deavât: 79)

Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bunların bir kısmı Allah’ın bir ikazı ve uyarısıdır; bir kısmı günahlara kefarettir; hastalık gibi bir kısmı ise, Allah’ın bir iltifatıdır, bir temizliktir. (bk. Buhâri, Îman: 39, Müslim, Birr: 52)

Dolayısıyla musibet insana ağır gelse de neticesi güzel olduğu için, bu yönünü düşünüp sabretmek gerekir.

Ayrıca belki de geçmişte bir hata işlemişsiniz ve bu sıkıntılar ona kefaret olmaktadır. Bu nedenle tam bir kefaret olana kadar devam edebilir.

- Dua bir ibadettir ve duanın da diğer ibadetler gibi vakti vardır. Sıkıntılar ve musibetler, o duanın vaktidir. Bu vakitleri dua ile geçirmek gerekir. Bela ve musibetler geçene kadar, o duanın vaktinin devam ettiğini bilmeliyiz.

- Kişi sitemi kendisine ve nefsine yapmalıdır. Allah'a sitem etmek -haşa- kulluk edebi ile bağdaşmadığı gibi, musibeti de arttırır.

Bu kısa açıklamadan sonra şu noktalara dikkat etmekte fayda olduğunu düşünüyoruz:

1) Şöyle düşünmeli: “Bu, Allah’ın benim hakkımda takdir ettiği bir kaderdir. Kaderime razı olmalıyım ki, bu imtihandan başarıyla çıkayım. Çünkü, razı olmamakla ve itiraz etmekle de bu işi düzlüğe çıkarmam mümkün değildir. Öyleyse, hem dünyamı hem ahiretimi riske atacağıma, yalnız dünyanın bu (belki de kısa zaman içinde bitecek olan) imtihanına sabrederek ahiret hayatımı kurtarmam gerekir.” Bu, aklıselimin gereğidir.

2) “Allah’ın kaderinde merhametsizlik ve adaletsizlik asla yoktur. Çünkü, kaderin sahibi Allah Rahman ve Rahimdir, Âdil ve Hakîm’dir. Kim bilir belki bu imtihanla benim günahlarımı affetmeyi ve cennetteki derecelerimi yükseltmeyi amaçlamıştır. Öyleyse kadere rıza göstermeliyim ki, kederden ve dini zarardan kurtulayım.”

3) Kur’an’da sık sık “Allah’a tevekkül etmemiz” isteniyor. Tevekkül demek, Allah’a güvenmek, ona teslim olmak, her yönden onun iyilik yapan bir ilah olduğuna inanmak demektir. Çünkü,

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” (Nursi, Sözler, s. 314)

“Kadere iman eden kederden kurtulur.” düsturu bu gerçeğin ifadesidir.

4) Şunu unutmamalıyız ki, yukarıda da işaret edildiği üzere, mevcut sıkıntılardan ötürü, Allah’a isyan etmek, ona karşı gücenme vaziyetini göstermek, bu sıkıntıyı ortadan kaldırmadığı gibi, bunu daha da arttırır. Bu gerçeğe işaret eden Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri dikkate değer:

“Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (Mektubat, s. 266)

5) Sıkıntıdan kurtulma ümidini taşımak ve Allah’ın bir kurtuluş yolunu her an gösterebileceğini düşünmek insanı rahatlatan ve aynı zamanda Allah’ın rızasını kazandıran bir düşünce tarzıdır.

“Allah’tan istekte bulunun. Allah kendisinden talepte bulunanları sever. En faziletli ibadet, sıkıntıların giderilmesini (yakında biteceğini düşünerek, bunu Allah’tan ümit ederek) beklemektir.” (Tirmizi, Daavat, 115)

manasına gelen hadisin bu tavsiyesini göz ardı etmemek gerekir.

6) Allah’ın sonsuz rahmetinden ümidi kesmek -Allah korusun- çok tehlikeli bir yola girmek anlamına gelir. Çünkü, şeytan bu ümitsizlik penceresinden, kişiyi Allah’a karşı su-i zan beslemeye ve su-i edepte bulunmaya yönlendirir. Allah’ın artık kendisine merhamet elini uzatmayacağını düşünen bir insan her an şeytanın tuzaklarına düşmeye hazırdır. Unutulmamalıdır ki, Ümitsizlik imanla bağdaşmayan bir düşüncedir.

“Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü kâfirler topluluğu dışında hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf, 12/87)

mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

7) Şevk ümitsizliğin zıddıdır. Şevki kıran ise ümitsizliktir. Bedüzzaman’ın özet ifadesiyle:

“Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir / binitidir. İşte himmetiniz / gayretimiz, çabamız  şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan yeis / ümitsizlik rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı لاَ تَقْنَطُوا kılıncını [Yani: “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin”(Zümer, 39/53) manasına gelen Allah’ın emrini bir kılıç gibi] istimal ediniz (ve ümitsizlik düşmanını mutlaka öldürünüz)." (Münazarat, s. 95)

8) İnsan başına gelen sıkıntılardan dolayı şikayet etmeye hakkı yoktur. Çünkü:

a) İnsanının vücudu Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir modeldir. Allah’ın isim ve sıfatlarının manaları ve hükümleri bir birlerinden başka ve farklı oldukları için, tecellileri de başka ve farklı olarak insan vücudunda tezahür edecektir. Mesela, Allah’ın şafi ismi, kendini insan vücudunda göstermek için, hastalığı gerekli kılar ve insan hastalanır, şifayı da Şafi isminden dilenir. Mümit ismi de vücudun vakti gelince ölmesini ister ve öldürür. Musavvir ismi, insan vücudunda tasvir hakikati ile tebarüz etmek ister ve her aza ve organa bir şekil bahşeder.

Bütün bu isimler tecelli ederken, insan vücudu sürekli hareket ve değişimlere maruz kalır. Yani zahmet ve sıkıntıya girer. Ama Allah bu sıkıntı ve zahmetin karşılığını insana varlık, hayat, ruh, insaniyet, İslamiyet, iman gibi nimetleri vererek zaten ödemiştir. Yani insan, bir çeşit modellik ve mankenlik ücretini peşinen aldığı için, bu hareket ve sıkıntılardan şikayet etmeye hakkı yoktur. Tıpkı terzinin ücret karşılığında tuttuğu model üzerinde elbise provası yaparken modeli kaldırıp oturtarak verdiği zahmet gibidir. Modelil yapanın, terziye;  “Neden beni oturtup kaldırmak ile  zahmet veriyorsun?” demeye hakkı yoktur. Zira modelin görevi, terzinin ustalığına prova olmaktır.

b) İnsana verilen hayat içinde bir çok istidat ve kabiliyetler vardır ki, bunlar gelişip büyümemiş çekirdek hükmündedirler. Nasıl ki, çekirdek, ağaç olabilmek için bir çok merhale ve hareketlerden geçer, toprağa gömülür, sulanır, budanır vesaire. Şayet bu süreçlerden geçmez ise, hiçbir zaman, gelişip büyümez ve ağaç olamaz. İnsan da hayatın zorluk ve sıkıntılarını görmeden, hayat içine konulmuş istidatlarını inkişaf ettiremez. İnsan, hayatı boyunca hiç zorluk ve hastalık görmese, sürekli rahat ve sabit bir hayat yaşasa, olgunlaşıp kamil bir insan olamaz. Bu hakikatleri akla yaklaştırmak için bir örnekle konuya bakalım:

Kaba saba, işlenmemiş bir taş düşünelim. Bu taş, bir ustanın eline verilse. Usta, elindeki sert ve kesici aletleri ile bu kaba saba taşı yontmaya başlar. Yontma esnasında, taş elbette ki, parçalanacak ve kırılacaktır. Şuuru olsaydı; ağlayıp üzülecekti. Ancak, belli merhale ve süreçlerden sonra, o kaba saba taş, harika ve mükemmel bir sanat harikası olur. Şayet o taş ustanın elinde o merhalelerden ve süreçlerden geçmese idi, eski hali ile kaba saba değersiz bir taş olarak kalırdı. İşte o kaba saba taşın paha biçilmez bir sanat harikasına dönüşmesi; çektiği sıkıntı ve yontulma merhaleleri sayesindedir.

İnsan da ilk doğduğunda aynı o kaba saba taş gibidir. Sonra hayat süreci içinde Allah’ın zorlu ve çetin terbiyesi ile insan, kamil bir makama ve halife-i kainat derecesine ulaşır. Yani insanın kamil ve mükemmel olabilmesinin yolu; hayat yolu üzerindeki hastalık, sıkıntı, keder, hareket ve imtihan süzgecinden geçmesi ile mümkündür. Şayet insan bu süzgeç ve süreçlerden geçmez ise, hayatı sanki hiç yaşanmamış gibi ham ve basit bir seviyede kalır ki, bu da yok ve yaşanmamış hükmündedir.

c) İnsan bu dünyaya istirahat etmek ve lezzet takip etmek için değil, ibadet ve kulluk için gönderilmiştir. İbadet ve kulluk da iki türlüdür. Birisi müspet, diğeri ise menfidir. Müspet ibadet, Allah’ın kitabında bildirdiği emir ve yasakların hepsine denir. Menfi ibadet ise, insanın hayat yolculuğunda karşılaşmış olduğu musibet ve sıkıntılardır. İnsan bu musibet ve sıkıntıları sabır ve tevekkül ile karşılar ise, hayatı büyük bir sevap ve ibadet kaynağına çevirmiş olur. Zaten insanın dünyaya geliş gayesi de ibadet ve kulluk olmasından, bu musibet ve hastalıklar, insan için tam bir fırsat oluyor; geliş gayesine kuvvet veriyor. Bu menfi ibadetlere riya ve gösteriş girmediği için, halis bir ibadet oluyor. Halbuki müspet ibadetlerde riya ve gösteriş tehlikesi sürekli vardır. Bu musibetler insan için hem olgunlaşma vasıtası, hem de sevap kaynağıdır. (bk. Nursi, Lem'alar, İkinci Lem'a)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Musibetlerin Allah'ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet için bunu söylemek mümkün müdür?

- Bela ve musibetleri nasıl değerlendirmemiz gerekir?

56 Saç biti gibi insana zararı dokunan bazı böceklerin ve insanı rahatsız eden parazitlerin yaratılmasında ne hikmet vardır?

Varlıkların yaratılışlarının pek çok sebepleri ve hikmetleri vardır. Bu sebeplerin neler olduğunu tespit etmek, öncelikle bilimin görevidir. Bilimsel çalışmalarda bir varlığın ne işe yaradığını, ne gibi faydalarının veya zararlarının bulunduğunu belirlemek, çok kolay bir olay değildir. Genellikle bunların çoğu, tabir caiz ise, el yordamıyla bulunur ve anlaşılır.

Biz, varlıkları genellikle bize olan faydaları ve zararları yönünden inceleriz. Onlara hep bu açıdan bakarız. Bize doğrudan görünür bir faydası veya zararı yoksa, genellikle onu faydasız telakki ederiz.

Gerçekten öyle midir? Yani her bir varlık sadece bizim için mi yaratılmıştır? Eğer ölçü böyle olursa, kâinatta gözle görünen ve görünmeyen o kadar çok canlı var ki, bunların büyük bir kısmının ne işe yaradığını bilmiyoruz. Bildiklerimiz de çok sınırlıdır. Çoğu varlık hakkında bildiklerimiz birkaç maddeden ileriye geçmiyor. Acaba gerçekten o varlığın hakiki yaratılış gayesi sadece bizim bilebildiğimiz birkaç maddeden mi ibarettir?

O zaman varlıkların ve özellikle canlıların yaratılış gayelerine göz atmamız gerekiyor. Bunları yaratan Allah’tır. O’nun bu konuda ne bildirdiğine bakmalıyız. 

Ayet ve hadislere dayanılarak bu konuda yapılan yorum ve değerlendirmelerden anladığımız şudur ki; Cenab-ı Hak mahlûkatı, hem kendi sanat eserlerini müşahede etmek hem de bu sanat eserlerini, insan ve melekler başta olmak üzere, diğer şuur sahibi canlılara göstermek için yaratmıştır. Yani, canlılar varlıklarıyla Allah’ın isimlerine birer ayna oluyorlar. O’nun isimlerini aksettiriyorlar. Onları da başta Cenab-ı Hak kendisi müşahede ediyor. Tabiri caiz ise, o varlığın bizim menfaat ve zararımıza bakan yönü bir ise, Allah’a bakan yönü, Allah’ın isimleri sayısınca, yani binlerdir.

Varlıkların bize bakan cihetiyle iki yönü vardır. Bunlar ya doğrudan güzeldir. Elma gibi, armut gibi, gül gibi. Ya da sonuçları itibariyle güzeldir. Mesela gübre neticesi itibariyle güzeldir. Yılan da Cenab-ı Hakk’ın çok güzel bir sanatıdır. Bize bakan yönüyle çirkin ve zararlı görünmekle beraber, yaptığı vazife itibariyle dolaylı güzelliği vardır. Onun kaldırıldığı ortamlarda, farelerden bizar olanlar ve bunun zehirinden yapılan serumu bilenler bu güzelliği daha iyi takdir etmektedirler.

Varlıkların bize bakan bir başka yönü de, verdikleri zararlar sebebiyle onlar hakkında araştırma yapmak mecburiyetinde kalışımızdır. Böylece bir taraftan bizi araştırmaya teşvik ederken, diğer taraftan, bazen yapılan araştırma, onunla hiç ilgisi olmayan bir başka hususun da ortaya çıkmasına sebep oluyor. Neticede hem ilmimiz artıyor ve hem de Cenab-ı Hakk’ın istifademize sunduğu ve bizim için bilinmeyen bir konu aydınlığa kavuşuyor.

Sonuç itibariyle, Allah’ın yarattığı varlıklar, evvel emirde Allah'ın isimlerine bir ayna olduğu için, onları müşahede ediyor ve hem de diğer şuur sahiplerinin görmelerini, tefekkür ve mütalaa etmelerini istiyor.

Canlı ve cansız varlıkların yaratılışında bizim istifademize bakan yönü bir ise, Allah’a bakan ciheti binlerdir. Yani, her bir varlığın yaratılışında Allah’ın isimleri adedince hikmet ve maslahatlar vardır. Cenab-ı Hak bu hikmet ve maslahatları bulmamızı ve onları insanlığın istifadesine sunmamızı ve O’nun eserlerindeki hikmet ve sanatı görmemizi ve göstermemizi istiyor. 

57 ''Din, kitleleri topluca hareket ettiren bir araçtır.'' sözü kime aittir, bununla ne demek istenmiştir?

Bu sözün kesin olarak kime ait olduğunu söyleyecek durumda değiliz. Aslında bunu olumsuz bir manada kullanmak mümkün olduğu gibi, olumlu bir manada kullanmak da mümkündür. Genellikle dine karşı olanlar bunu olumsuz manada kullanmışlardır.

Olumlu manada kullanıldığı takdirde bu sözün mesajı şöyle olur: Bir toplumun güzel ahlakî değerler etrafında birleşmesi isteniyorsa, her şeyden önce halka dinî prensipler penceresinden yaklaşmak gerekir. Çünkü halkın büyük çoğunluğu bir şeyin güzelliğini kavramak için onu derinden inceleme, akıl ve mantık süzgecinden geçirme yolunu tercih etmiyor veya edemiyor. Halkı delilsiz de olsa hak ve hakikate taraftar yapan sözlerin kaynağındaki kutsiyettir ki, bu da dindir. Çünkü “Din, kitleleri topluca hareket ettiren bir araçtır." Zira kitleleri kolay bir şekilde ve kısa yoldan gerçeklerle yüzleştiren, barıştıran, uzlaştıran en güzel ve geçerli yol dindir.

Karl Marx, Mao ve benzeri din düşmanları ise bu sözü olumsuz manada kullanmış ve şunu kast etmişlerdir: Aslında din diye bir şey yoktur. Egemen güçler, kitleleri kendi hegemonyalarına taraftar yapmak maksadıyla bunu icat etmiş ve propagandalarına bir araç olarak kullanmışlardır. Çünkü,  ''Din, kitleleri topluca hareket ettiren bir araçtır.' Yani insanlar, bireysel olarak akıllarını kullanıp işin gerçeğini öğrenmek yerine, genellikle kitleler halinde -sürüler gibi- bir tarafa çekilebiliyor. Bu kolektif şuursuzluktan yararlanmak ve insanları koyun sürüsü gibi istenilen tarafa çekmek için “akılla düşünmeye meydan vermeyen” din fenomenini araç olarak kullanırlar. Bu gibi sözler ilk başta -daha çok- İslam dışındaki dinler için kullanılmıştır.

Zaten bu materyalist düşüncelerin ilk beşiği de İslam aleminin dışında kalan bölgelerdir, Avrupa kıtasıdır. Daha sonra dinsizlik uğruna bazı komünist ve ateistler aynı sözleri “aslında bütün prensiplerini akla kabul ettiren, bütün tekliflerini akıllı kimselere takdim eden, akılsız kimseleri muhatap bile kabul etmeyen” İslam dini için de kullanmaktan çekinmediler.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Hz. Peygamberin (asm.), “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası ...

İnanmak ihtiyacının doğuştan olduğu konusunu açıklar mısınız?

58 Her tarif aynı zamanda bir tahriftir, sözü doğru mudur?

Kanaatimizce, bu söz “tariflerin çoğu, efradına cami, ağyarına mani olmadığını” ifade etmektedir. Yani, bir tarif / tanım, bir şeyin bütün yönlerini gösterecek ve de ondan olmayan her şeyi dışlayacak bir formasyondan yoksun ise, bu eksik bir tarif olur ve bir anlamda da bir tahriftir.

Bütün tarifleri böyle bir kategoriye sokmak yanlış olduğundan, bu ifadeyi genellemek de yanlış olur. Çünkü mantıkta, tam ve eksik tariflere yer verilmiş ve konuyla ilgili misaller verilmiştir.

Tariflerin bir kısmı, tarif edilen şeyin konusunu, bazıları amacını, bazıları özelliklerini göz önünde bulundurularak yapılır. Burada tarif eden kimsenin hangi tarif çeşidini esas aldığına bakarak hüküm vermek gerekir, yoksa haksızlık edilir ve yanlış olur.

59 Kusursuz bir eğitimin hapishanelere gerek bırakmayacağı gibi, insan da kusursuz, günah işleme özelliği olmadan yaratılsaydı cehenneme gerek kalmazdı, denilebilir mi?

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır.

Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır.

Bu insana hem günah işleme meyli hem de sevap işleme özelliği vermiştir. İşte insan fıtratında olan günah işleme meylini aşıp sevaba yöneldiği takdirde, melekleri dahi geçecek bir makama yükselecektir. Yani zaten melekler günah işlemeyen bir varlıktır. Eğer insanların fıtratında da günah işleme meyli olmasaydı, o zaman mahiyet itibari ile meleklerden bir farkı kalmayacaktı.

Şunu kabul etmek durumundayız ki, biz bu küçük aklımızla Allah’ın sonsuz hikmetini kavrayamayız. Evren’de yer alan sistemlerin harika nizamının, özellikle de tıp ilminin gelişmesiyle insanda var olan cihazların ne kadar hikmetli olduğunu yeni yeni öğreniyoruz. Fizik, kimya, astronomi, astro-fizik, biyoloji, psikoloji, jinekoloji, anatomi ilimlerinin fazla revaçta olmadığı dönemlerde, şu anda bizim hayran kaldığımız hikmetler, onlar için pek fazla bir şey ifade etmeyebiliyordu. Şu anda  genetik kodların, DNA şifrelerinin çözümlendiği bir dünyada yaşayan insanların, “her şeyin arkasında sonsuz bir ilim, bir kudret, bir hikmet, bir gayenin olduğunu” kavramalarından daha doğal bir şey olamaz.

Şimdi, artık yüzgöz olduğumuz, akıl ve kalp gözüyle gördüğümüz bu sonsuz hikmetlerin sahibi olan Allah’ın, kalkıp da cennet ve cehennem gibi bir yeri lüzumsuz, gayesiz, hikmetsiz, gereksiz yere yarattığını düşünmek, her türlü insaf ölçülerine terstir.

Ahiret âlemiyle ilgili olumsuz düşüncelerimizi, dünya nizamıyla ilgili de söz konusu edebiliriz. Bu ise, ufacık ilmimizle, ufacık aklımızla, sonsuz ilim ve sonsuz kudret ve hikmet sahibi Allah’ın işlerini beğenmemek anlamına gelir. Allah’a  inanmayanlara söylenecek bir şey yok... Lakin, Allah’a, onun  her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna ve onun sonsuz ilim, kudret , hikmet ve adalet sahibi olduğuna inana kimselerin bu tür şeytanî ve nefsanî telkinlere boyun eğmeleri, o mükemmel imanlarıyla bağdaşır şey değil...

Her fırsatta Allah’ın bize özgür bir iradeyi verip vermediğini sorguladığımız halde, kalkıp da Allah’ın sonsuz iradesine pranga vurmaya, istediği tercihi yapamayacağını ilam etmeye, kendi ilim ve hikmetine göre değil de, bizim heva ve hevesimize göre bir imtihan açmaya ve ona göre hareket etmeye mecbur olduğunu ima etmeye yeltenmek, -bütün kâinatın yegâne sahibi olarak mülkünde istediği gibi tasarruf etme hakkına haiz olmasına rağmen- onun hikmet dolu tasarruflarına karşı çıkmak, ne akıl, ne iman ve ne de izanla açıklanabilir..

Allah’ın kendisine iman edip itaat edenlere her türlü tarifin üstünde bir güzelliğe sahip cennet gibi bir mükâfatı olduğu gibi, kendisini, peygamberini, kitabını inkâr edenler için de her türlü tarifin üstünde bir işkence özelliğine sahip olan cehennem gibi bir zindanı da olacaktır. En büyük olan Allah’ın mükafat ve cezasının da büyüklüğüne yakışır bir tarzda olmasından daha makul ne olabilir ki!.. 

Aslında, Allah’ın vereceği cezadan kurtulmak için elinden gelen gayreti göstermeyenler, bu cezanın kapıda olduğunu düşünerek sinir krizlerini geçirmekte ve bunun faturasını da bu cezanın varlığından söz eden hocalara kesmektedir. Halbuki, Allah’a karşı gelmek, kırık elle dövüşmek gibidir ki, acıdan başka bir şey kazandırmaz.

Bir polis memuru veya bir jandarma karşısında eli ayağı birbirine dolananların, bütün varlıkların yaratıcısına karşı meydan okumaları ibret vericidir. Beş liralık bir  menfaat uğruna şeytanın elini ayağını öpmekten çekinmeyen bir kısım insanların, cennet gibi bir mükâfatı vâd eden Allah’a itaat etmeyi gururlarına yedirmemeleri nasıl açıklanabilir.

Kâinatın ve insanların yaratılmasındaki hikmetlerin % 99’u Allah’a bakar. Allah isim ve sıfatlarının tecellilerini görmek ve göstermek istediği için bu kâinatı yaratmıştır. Tabir caizse, kendi sonsuz maharetini uygulamaya koymak için, canlı, yarı canlı, cansız, melek, cin, ruhanî ve insanoğlu gibi milyarlarca varlık türlerini; ilim, kudret, merhamet, hikmet gibi yüzlerce isim ve sıfatlarının değişik tecellilerini, farklı tezahürlerini bu harika sanat estetiklerine yansıtmıştır.

Bu tecellilerin önemli bir kısmı ise, hâkimiyet-i mutlaka mertebesindeki rububiyetiyle alakalıdır. Hâkimiyet; infirad ve istiklali gerektirdiği gibi, ortaklığı kabul etmemeyi de esas alır. Görmek ve göstermek istediği en önemli husus bu vahdaniyet ve birliğin görülmesidir.

Bunun Allah’ın nezd-i uluhiyetinde ne kadar önemli olduğunu mealini verdiğimiz şu ayetten de açıkça anlamak mümkündür.

“Şu muhakkak ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama bunun altındaki diğer günahları dilediği kimse hakkında affeder. Kim Allah’a ortak icad ederse müthiş bir iftira etmiş, çok büyük bir günah işlemiştir.” (Nisa, 4/48)

Rububiyetin en açık iki özelliği vardır. Bunlardan biri, hâkimiyeti kabul edip itaat edenlere mükâfat vermek, bu hâkimiyeti kabul etmeyip isyan edenlere ceza vermek. Böylece hâkimiyetin inayet ve merhamet tarafını -itaat edenlere- mükâfatla, haysiyet ve izzet tarafını da isyan eden terbiyesiz eşkıyaları cezalandırmakla gösterir.

Ayrıca kâinatta en mükemmel, en güzel kıvamda, yeryüzü halifesi olarak yarattığı, maddî-manevî pek çok donanımlarla donattığı insan oğlunun, fıtratındaki kabiliyet ve istidatlarının inkişaf etmesi için imtihan ateşiyle teste tabi tutmuştur. Bir madene ateş verilip içindeki elmas ile kömür, altın ile bakır ayrıştırıldığı gibi, Allah da  insanlık madenindeki farklı cevherlerin, meziyet ve kabiliyetlerin ortaya çıkması için imtihan ateşine tabi tutmuştur.

Hz. Muhammed (asm) ile Ebu Cehil’in, Müseyleme-i kezzab ile Ebu Bekir Sıddık (ra)'ın, Hz. Ömer (ra) ile As b.Vail’in, Hz. Ali (ra) ile Velid b. Muğire’nin aynı muameleye tabi tutulmasına hangi vicdan razı olur, hangi adalet ölçüsüne sığar? Allah’ın böyle bir şeye izin vermesi ne adaletinin, ne merhametinin, ne kereminin, ne de inayetinin şanına yakışır...

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanlar günah işleme özelliğinde yaratıldığı halde, neden cehenneme atılıyor?
Yüce Rabbimiz, insanların belki de çoğunun günah işleyip bedel olarak cehenneme gideceğini yüce ilmiyle bildiği halde, ...
“Eğer siz günah işlemez olsaydınız, Allah başka insanlar yaratır, onlar günah işlerler, kendisi de onları bağışlardı.” anlamındaki hadise göre, ...

60 Necaset bulaşmış bir parayı başkasına verdiğimiz zaman, o necisli olduğunu bilmeden namaz kılarsa, bize günah olur mu?

Evet, günah olur; iki yönden günah olur.

Birincisi: Normalde adama -üzerinde taşıyacağı- temiz parayı vermeniz gerekirken, onu aldatıyorsunuz. Müşteriye kusurlu bir malı -kusurunu söylemeden- sattığımız zaman bunun bir vebali olacağı gibi, sahte bir parayı ve dinen sakıncalı olan necasetli bir parayı vermek de bir vebal getirir.

İkincisi: Namaz kılan kimsenin dinî açıdan namazını ifsat edecek bir iş yapmış oluyorsunuz. O bilmediği için, her ne kadar namazı geçerli olsa bile, sizin bilerek yaptığınız ve Allah’ın huzuruna girmemesi gereken bir şekilde girmesini sağladığınız için sorumluluğunuz vardır.

61 Saç dökülmesinden dolayı saç yapıştırmanın hükmü nedir; gusle engel midir?

Bu meselenin, aynıyla Kur'ân-ı Kerim'de ya da sünnette bulunmayacağı açıktır. Çünkü bu, yeni bir tekniktir. Ancak sünnette, yani Allah Rasulü'nün (asm) uygulamasında hükmü varolan, insandan insana saç naklidir. Buna bir bakıma insan saçından yapılan peruk kullanma da diyebiliriz. Hz. Peygamber (asm)'in kesinkes yasakladığı budur ve biz bunu başka bir yazımızda anlatmaya çalıştık. Orada uzunca anlattığımız gibi, peruk kullanmanın yasak oluşu, iki sebebe bağlanmıştır:

1. İnsanın bir parçası olan saçın yedek parça gibi bir başkasına takılması ve bu sebeple insana karşı gösterilen saygısızlık.

2. Başkasının saçıyla kendsini saçlı gibi gösterip karşısındakileri kandırma.

Görüleceği üzere, peruk kullanmakla, saç ektirmenin benzer yönleri olduğu gibi, farklı yönleri de vardır ve bu sebeple saç ektirme de peruk kullanma gibi kesin haramdır demek mümkün değildir. Çünkü saç ektirme bir defa insanın kendi saçıyla yapılan bir ameliyedir. İkinci olarak, kalıcı olup bir bakıma kandırma anlamı içermeyebilir. Üçüncü olarak, yine bir bakıma tedavi sayılabilir. İşte bu sebeple saç ektirmenin kesin haram olduğu söylenemez.

Ancak bir ölçüde farklı görünme, bir bakıma da estetik bir ameliye sayılabileceği için tamamen masum ve helal da olmamalıdır. Bu sebeple biz bu konunun son hükmünü verme durumunda değiliz, ama, haram olmasa da bir kerahet / mekruhluk içerdiğini, kendinden emin olan ve olduğundan başka türlü görünme gereği duymayan insanların buna ihtiyaç duymayacağını, yapılmaması halinde hiçbir gayri meşruluk yapılmış olmayacağını, ama yapılması durumunda en azından bir şüphe taşıdığını söyleyebiliriz.

Gusül ve abdeste gelince, ektirilmiş saçın bunlara mani olduğunu söylemek mümkün diğildir. Çünkü deriye işlenen saç kökleri olsa dahi, temizleme görevi onların üzerine intikal eder ve üzerinin yıkanmasıyla abdest ya da gusül tamam olmuş olur.

(Allahu alem) Deriye yapıştırılan saçlar ise suyun deriye temasına mani olacağı için caiz değildir.

62 Kafirlere karşı nefret duyup, onlara merhametsiz davranmak hususunda dinimizin bakışı nasıldır?

Küfür, kainatın sahibini inkar etmek olduğu için, sadece inananların nefretini değil bütün melaikenin ve ruhani varlıkların nefretini kendisine celbetmektedir. Bu bakımdan inanan bir insanın küfre karşı bu kadar nefret içerisinde olması onun imanının göstergesidir. Kur'an-ı Kerim'de de inanların özelliği sayılırken "...müminler de kâfirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler."(Fetih, 48/29) buyrulmaktadır.

Kâfirlere karşı sert olmaları, onların kâfirlere haşin ve katı davranmaları mânasına gelmeyip imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, dürüst ve düzenli hayatları sebebiyle kâfirlerin onları kolay kolay baş eğdirememeleri, korku vererek sindirememeleri, onları menfaat ve şehvetlerle satın alamayacakları, kolay bir lokma halinde dişleri arasında öğütemeyecekleri mânasına gelir.

İnanan insanlar, kafirlerin içinde bulunduğu küfre nefret besleyecektir. Ancak kafirleri de o durumdan kurtarmanın gayreti içerisinde olmalı, tebliğ ile onları hak dine davet ederek vazifesini ifa etmelidir.

63 İnsanın günahlarla tekamülü nasıl olmaktadır?

Evvela “Günahlarla tekamül” sözcüğü pek isabetli değildir. Allah’a isyan ederek tekamül olmaz. Günahların varlığı insanların yapısından kaynaklanan bir husustur. Yani insan iyiliği yapmaya meyilli olduğu gibi, kötülük işlemeye de meyilli olarak yaratılmıştır. Bu imtihanın terazisinin iki kefesini de dengede tutmak için zorunludur.

Kişi kendi iradesiyle yaptığı kötülüklerden tövbe ve istiğfar ederse, onlardan temizlenir. Günah değil, tövbe tekemmül etmeye, kemale ermeye vesiledir. Bir rivayette şöyle denilmiştir:

“Tövbe etmiş kimselerle oturun, çünkü onlar yufka yüreklidir.” (Irâkî-İhya ile birlikte-IV, 34)

Ayrıca salih amel tekemmüle sebeptir. Çünkü salahat aynı zamanda ehil olmak, ehliyetli olmak demektir. Günahı değil, salih amel işlemekle Allah’ın rızasını kazanmaya salahiyetli, cenneti elde etmeye salahiyetli olacağız ve bu şekilde tekemmül edeceğiz.

Tarihte bazı velilerin gençliklerinde günah işledikleri, daha sonra tövbe edip adam gibi adam olduklarını biliyoruz. Bu kimseler, günah işleyerek değil, günahları terk ederek veli olmuşlardır.

“Eğer siz günah işlemeseydin, Allah sizi ortadan kaldırır ve günah işleyen bir nesil yaratırdı...” (Müslim, Tevbe, 9, 10, 11)

mealindeki hadisten maksat günahlara teşvik değil, günahkârları ümitsizlikten kurtarıp, Allah’ın Affedici, Bağışlayıcı sıfatlarını hatırlatarak onları tövbe etmeye teşvik etmektir.

Okuyabildiğimiz kadarıyla sorunun arka planındaki maksat doğru, formatlamadaki albenisi -yanlış çağrışımlar yapacağından- risklidir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi?

64 İlk insanın gelişmesi nasıl olmuştur?

Allah adaletiyle her kuluna kendi durumuna göre muamele edecektir. Fetret ehlinin ibadet ve dinî hükümlerle mükellef olmadığı muhakkaktır. Ancak Allah'a iman etmekle mükellef olup olmadığı hakkında Ehl-i Sünnetin itikadı birer mezhebi olan Mâturidî ve Eş'arî mezhepleri arasında ihtilaf vardır.

İmanı Maturîdî'ye göre, bu insanlar Cenab-ı Hakk'ın kendilerine verdiği aklı kullanıp, yer, gök ve içindekilere ibret nazarıyla bakıp Allah'ın varlığını idrak etmelidirler.

İmam Eş'arî'ye göre ise, fetret ehli Allah'a inanmakla mükellef değildir. Zira kendilerine bir peygamber gelmemiştir. Cenab-ı Hak,

"... Biz bir peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azap etmiş değiliz." (İsra, 17/15)

buyurmaktadır. Dolayısıyla, bunlara bir peygamber gelmediği için azaba müstahak değillerdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

İnsanlık medeniyetle mi, yoksa vahşetle mi başladı?

65 Günahkar akrabalarımız (mesela alkol ve esrar kullana kardeşim) ile ilişkiyi kesmek doğru mudur?

Akraba ile sıla-i rahmi kesmek doğru değildir. Günahkâr da olsa onunla ilişkiyi kesmek yerine onu tedavi etmek için çalışmak gerekir.

İyi günde iyi insanlarla herkes kardeşlik yapar. Önemli olan en zor zamanlarda kardeşlik yapmak ve kardeşini kötülükleri ve günahı içinde bırakmamaktır. Gerçek vefa gerçek dostluk ve kardeşlik budur.

İnanç yönünden bâzı kusurları, İslâmî yaşayış bakımından birtakım eksiklikleri olan akarabalarımızın, imkân nispetinde bu eksikliklerininin telâfisine çalışmak, onları hakka ve hakikata ısındırmaya gayret etmek bize düşer.

Cenâb-ı Hakk'ın da Peygamberimize (asm) tavsiyesi açıktır:

"Önce en yakın akrabalarına hakkı tebliğ et." (Şuarâ, 26/114.)

Bu İlâhî tavsiye hepimiz için geçerli değil midir?

İlave bilgi için tıklayınız:

Anne-baba fasık, günahkar ise onlara itaat nasıl olmalı mıdır?
SILA-İ RAHİM...
Tebliğ ve nasihat metodu nasıl olmalıdır? Nelere dikkat etmek gerekir?

66 Allah’ın, cinselliği, yemeyi-içmeyi yasaklaması bir eziyet değil midir? Önce sevdiriyor sonra yasaklıyor?

İnsan, bir çekirdek ve yumurta gibi, gelişmeye ve değişmeye müsait bir mahiyette yaratılmıştır; melekler ve hayvanlar gibi makamları sabit değildir. İnsandaki bu gelişimi tetikleyecek ve harekete geçirecek şartlar, ortamlar ve durumlar gerekmekteydi.

Bir kuş olmaya aday olan yumurta ve bir ağaç olmaya aday olan tohumun gelişmeleri her yerde ve her ortamda mümkün olmuyor. Yumurtanın, tavuğun altına veya tavuğun altındaki ortama uygun bir vasata ihtiyacı vardır.Tohumun ise toprağın altındaki ortama ihtiyacı vardır. Akasi takdirde, çürüyüp zayi olacaklardır.

Şimdi bir çekirdeğin ağaç olması; yapraklar, çiçekler, meyveler, tatlar, kokular, renkler gibi nimetlere mazhar olması için toprağa atılması, karanlığa gömülmesi, su verilerek çekirdeğin çatlayıp göğsünün yarılması, ona bir eziyet olarak değerlendirilebilir mi? Elbette aklı başında olan hiçbir kimse, bunun çekirdek için yanlış olduğunu, hikmet ve merhamete uymadığını söyleyemez.

Demek ki, çekirdeğin ağaç olması için ona uygun bir ortam gereklidir.

Aynen bunun gibi, insanın mahiyetindeki cevherleri ortaya koyması için de bir ortama ihtiyacı vardır. Bu vasat ve ortam ise dünya hayatıdır. Cennet ambarında gelişemeyen insan fıtratı, gelişimini sağlayacak şartlara sahip olan dünyaya gönderilmiştir.

İşte insan, kendi mahiyetine potansiyel olarak konulmuş olan olumlu veya olumsuz özelliklerden hangisini tercih edeceğini göstermesi için böyle bir ortam gerekliydi. Yoksa, insanlar, melekler ve hayvanlar gibi makamları sabit kalır, yükselme ve alçalma özelliklerini gösteremezlerdi.

İnsana verilen bu büyük ve sonsuz nimetlerin ortaya çıkarılması için bizim dünya toprağına gömülmemizin ne kadar büyük bir nimet ve rahmet olduğu açıktır.

Bu kısa değerlendirmeden sonra soruda geçen konulara kısaca cevap vermeye çalışalım.

- Allah’ın karşı cinsi sevdirmesi, aile hayatının ve insanın üretimini sağlayan tenasül kanununu devam ettirmeye yöneliktir. Şayet insanlar, erkek ve kadın olarak böyle bir cazibe atmosferine sürüklenmiş olmasaydı, aile sıkıntısını ve yabancı karşı cinsin kahrını çekmezdi.

- Allah’ın insanlara yeme-içmeyi sevdirmesi, insanların biyolojik hayatının devamına yöneliktir. İlahi hikmet bir canlı olarak insanların hayatını yeme-içmeye bağlamıştır. Bunlar, bu hayatın olmazsa olmaz şartıdır.

- Uyumak da insan hayatının revize edilmesi, yeniden enerjik hale gelmesi ve ruhun istirahat etmesi için ilahi hikmet tarafından insana lütfedilmiş bir nimettir.

- Hülasa: Allah karşı cinsi sevmemeyi değil, sevmeyi emretmektedir. Yemek yememeyi değil, yemeyi emretmektedir. İçecek içmeyi yasaklamayı değil, içmeyi emretmektir. Uyku uyumayı yasak etmeyi değil, uyumayı teşvik etmektedir. İşte bunların Kur’an’dan delilleri:

a) Evlilik Konusu:

“Size helâl olup arzu ettiğiniz / hoşunuza giden kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin. Eğer bu takdirde de aralarında adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla yetinin...” (Nisa, 4/3)

mealindeki ayette insanların karşı cinsle olan sevgisinin yerine getirilmesine açık bir emir vardır.

“O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de: Kendilerine ısınmanız için, size içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir. Elbette bunda, düşünen kimseler için ibretler vardır.” (Rum, 30/21)

mealindeki ayette ise, karşı cinslerin huzur ve sükûnet içinde bir hayat paylaşmaları için sevgi ve şefkat mıknatısıyla bir çekim alanı oluşturulduğuna ve bunun Allah’ın sonsuz hikmet ve merhametinin bir tezahürü olduğuna işaret edilmiştir.

- Allah’ın zinayı yasaklaması, gayrimeşru yolları kapatması, elbette bu fıtri duyguları yasaklamak anlamına gelmez. Olsa olsa, bu sadece insanın onuruyla ve aile bağlarıyla bağdaşmayan cinsel anarşinin önünü kesmeye yöneliktir.

Harama, şehevi duygularla bakmayı yasaklamak, “sedd-i zerâi” denilen cinsel anarşiye giden yolları kapatmaya yönelik tedbirlerdir.

b) Yemek-İçmek Konusu:

 “Ey Âdem’in evlatları! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” (A'raf, 7/31)

mealindeki ayette insanların yiyip içmeleri açıkça emredilmiştir.

Burada getirilen yegâne kısıtlama “israf”tır. İsraf ise, hem Allah’ın nimetini hafife almak, hem -bu gün herkesin şikayetçi olduğu- sağlıksız beslenmek, hem de Hz. Peygamber (asm) tarafından ortaya konulan “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” şeklindeki “hayatı paylaşma” düsturunu bozmak manasına gelir.

 “De ki: 'Allah’ın, kulları için yaratıp ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları haram kılmak kimin haddine?' De ki: 'Onlar, dünya hayatında (iman etmeyenlerle birlikte) iman edenlerindir. Kıyamet günü ise yalnız müminlere mahsustur. İşte biz, bilip anlayan kimseler için, ayetleri bu şekilde açıklıyoruz.” (A'raf, 7/32)

mealindeki ayette, yeryüzünün insanlar, özellikle de iman edenler için bin bir çeşit nimetlerin dizildiği bir sofra olarak sergilendiğine ve nimetleri onlara yasaklamanın kimsenin yetkisinde olmadığına işaret edilmiştir.

c) Uyku Uyuma Konusu:

“Size geceyi örtü, uykuyu bir istirahat, gündüzü de dağılıp çalışma vakti kılan O’dur.” (Furkan, 25/47),

“Uykunuzu dinlenme yaptık.” (Nebe, 78/9)

mealindeki ayetlerde, uykunun, Allah’ın insanlara bir ikramı olduğuna, daha rahat uyumak için gecenin bir örtü olarak yaratıldığına işaret edilmiş ve insanlar bu nimetten istifade etmeye teşvik edilmiştir. Zaten belli saatlerde insanların yaratılışları itibariyle böyle bir uyku uyumak mecburiyetinde kalmaları, ilahi hikmetin apayrı bir yansımasıdır.

- Herhalde, insanların gece teheccüd namazını kılmaya teşvik edilmelerinin bu uyku gerçeğine ters olduğunu söyleyemeyiz. Zira, bu ibadet her şeyden önce farz değil, sünnettir. Bununla beraber, bu bir veya iki saatlik gece ibadetiyle kaçırılan uyku saatleri “Kaylule” denilen gündüz uykusuyla telafi edilmiştir.

d) Konuyu imtihan penceresinden de şöyle değerlendirmek mümkündür:

Allah insanları imtihana tabi tutmuş, bununla itaat edenler ile isyan edenleri ayırmak istemiştir. Bununla, ulvi duyguların rotasını takip eden elmas ruhlu insanlar ile, süfli duyguların peşine takılan kömür ruhlu insanları görmeyi irade etmiştir.

Bu imtihanın âdil bir şekilde cereyan etmesi için bütün insanların bünyesine iyi-kötü arzuları yerleştirmiştir. Örneğin, karşı cinsi sevmek ve bunu fiile dökmek meşru dairede olduğu gibi gayri meşru dairede de olabilir. Bunun tercihi insana bırakılmıştır.

- İşte insan bu tercih sonucu ya ödül ya da ceza alacaktır. Herkes ödül alabilecek bir akıl ve vicdana sahip olduğu gibi, peygamberlerin gelmesi de bu akıl ve vicdanı pekiştirmek ve doğruya yönlendirmek içindir.

Eğer sevgi olmasa, yeme-içme arzusu olmasaydı bu konuda imtihandan da söz edilemezdi. İmtihanda kalan tembel öğrencilerin imtihanın varlığından şikâyet etmeleri yersiz olduğu gibi, bu dini imtihanın varlığını eleştirmek de bundan bin kat daha fazla yersizdir. Çünkü İlahî irade bunu ön görmüş ve kimseyle bu konuda istişare de etmemiş ve buna ihtiyacı da yoktur.

“Eğer dileseydik bütün insanlara hidâyet verir, doğru yola koyardık. Lâkin 'Cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.' hükmü kesinleşmiştir.” (Secde, 32/13)

mealindeki ayette Allah’ın imtihana dair hikmet dolu iradesinin hâkimiyetine vurgu yapılmıştır.

Bu sebeple, bize düşen mevcut realiteyi kabullenmek ve bu mevcut imtihanı kazanmaya çalışmaktır. Aksi takdirde imtihanı kaybetmekten, sınıfta kalmaktan ve pişmanlığın fayda vermediği bir akıbete düşmekten kurtulamayız.

67 Ben yaratılmak istemiyordum, diyen birisine verilecek cevap ne olabilir?

- Yaratılmış olmak, ancak bunun mümkün olması ile olabilir. İmkan dahilinde olmak ise, olmamaktan çok, olmaya yatkınlık anlamına gelir. Zira öteki türlü durum "Yaratılması imkansız iken neden yarattı?" şeklinde bir soruyu doğurur.

Dolayısıyla yaratılmanız mümkün ise bu mümkünü gerçekleştirmek, mümkünün doğasına uygun hareket etmek demektir. Mümkünlüğünüz, var olmanız ile var olmamanızın neredeyse eşit olduğu bir durum olmakla beraber; mümkünlük durumunuzun kendisi de bir varlık durumu olduğu için varlığın tamamına yönelmesi ve istemesi onun doğasının gereğidir. Ancak bu yatkınlık ve isteği gerçekleştirecek güç, mümkünün doğasında yoktur. Allah'ın yaratması sizin mümkünlük doğanıza uygun bir eylem gerçekleştirmiştir.

Cennet ve cehennem de aynı şekilde sizin için iki mümkünü ifade eder. Tıpkı başlangıçtaki gibi iki mümkün durumundan hangisini tercih ederseniz o kesinlikle şimdiki gibi size verilecektir.

-  Allah yegâne yaratıcıdır. Mutlak hakimiyet sahibidir. İstediği şeyi yapar, dilediği işi seçer. Hiç kimseye hesap vermez. İnsanı yaratırken onun keyfine göre değil, harika sanat estetiğini ve sonsuz ilminin tezahürlerini ve nihayetsiz hikmetinin yansımalarını görmek ve göstermek istediği için yaratmıştır.

Bir mimar bir binayı, bir saatçi bir saati yaparken o binaya ve o saate sormadığı gibi, Allah da insanı yaratırken kimseye sormaz. Bütün varlıkların yaratılış maksadının yüzde biri o yaratıklara bakıyorsa, yüzde doksan dokuzu yaratıcıya bakar, onun isim ve sıfatlarının aynası olarak var edilmiştir.

- “Ben yaratılmak istemiyordum.” diyen kimseye sormak lazım: Siz yokken nasıl olur da bir şey isteyebilir veya istemeyebilirsiniz? Allah -insan dahil- yarattığı hiçbir şeyden onun var olmak isteyip istemediğini sormamıştır. Kaldı ki, yok olan bir şeye sormak da mümkün değildir.

- Allah’a ve Kur’an’a inanmayan bir kimsenin “ben var olmak istemiyordum” demeye hakkı yoktur. Çünkü ona göre her şey gibi kendisi de tesadüf eseri ortaya çıkmıştır. Bu durumda kime ne sorabilir ki..!

- Eğer bu sözü söyleyen kimse Allah’a ve Kur’an’a iman etmişse, bu kişinin yüzeysel bir inanç tasavvurundan hakiki ve tahkiki bir iman düzeyine gayret etmesi gerekir. Zira, samimi bir mümin ve imanında derinliğine bilgili bir müslümanın “Allah tasavvuru” şöyledir:

Allah sonsuz ilim ve hikmet sahibidir. Yarattığı hiçbir şey adalet ve hikmete aykırı değildir. Bizim bu hikmeti bilmememiz ve bu adaleti görmememiz onların var olmadığını göstermez. Öyleyse, biz Allah’ın varlığına iman ettiğimiz gibi Kur’an’ın bize öğrettiği onun “âdil ve hakîm” (adalet ve hikmet sahibi) olduğuna da iman etmemiz imanımızın gereğidir.

Her şey bizim aklımıza ve hissiyatımıza bağlı değildir. Realiteyi olduğu gibi kabul etmek zorundayız: Sonsuz ilim, kudret, hikmet, rahmet ve adaletine iman ettiğimiz Yüce Yaratıcı hakkında ileri-geri konuşmamaya gayret edeceğiz, bu tür vesveselere kulak asmayacağız, iliklerimize kadar ona teslim olacağız. Bilmediğimiz milyonlarca şeyler gibi sorudaki hususları da  bizce bu “bilinmeyenler” listesine koyacak ve şairin dediği gibi diyeceğiz:

“İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez,
 Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”

İlave bilgi için tıklayınız:

Ben yaşamak istemiyorum, Allah neden beni yaşamaya mecbur kılıp sonra intiharı yasaklıyor?
Allah her şeyi biliyorsa, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorsa neden insanı yarattı?
İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu?
Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen imtihan olmamızın sebebi ne?

68 İnsanın manevi yönden bir sınırı var mıdır? Sıkıntılardan dolayı Allah'a yönelmek nasıl olur? Kişinin manevi yönden ilerlemesi olaylara bir isyan neticesi olabilir mi?

Allah bir kulunu severse ona sıkıntılar verir; onu dünyadan küstürür. Bu sebepledir ki en büyük sıkıntıları peygamberler çekmiştir. Sıkıntı insanın manen büyümesinin bir nevi gıdası gibidir. Sıkıntı çekmeden manen büyümeyi beklemek yanlıştır.

Allah size bazı sıkıntılar vermiş, siz de bu sıkıntılarla manen ilerlemişsiniz, daha takva bir hayat yaşamışsınız. Sıkınıtılar bittiğinde de bu halinizi devam ettirmeye çalışmanız, takva dairesinden ayrılmamanız gerekir.

Bu konuda şeytanın vesvesesine kapılmaya gerek yoktur. Yani manevi ilerlemenizi olaylara bir isyan olarak düşünmeyin. Allah kulunu kendisine yaklaştırmak ve dünya gafletinden kurtarmak için bu şekilde sıkıntılar verir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın kullarına musibet ve sıkıntı vermesinin sebebi nedir?..

69 İnsanlar neden engellileri anlamıyor veya neden onları eşit görmüyor?

Her varlık gibi, insanlar da Allah'ın mülküdür. Bırakın bir insanı, bir taşı ya da ağacı bile hakir görmek, Allah'ın sanatına hakarettir. Bu açıdan çok dikkatli olmak gerekir.

Engelli  insanları hakir görmek büyük bir günahtır. Bu hem Allah hakkına hem kul hakkına girer. Böyle bir hatayı işleyen kimse, hem Allah'tan af dilemeli hem de hakkını çiğnediği kimse ile helalleşmelidir.

İnsan büyük bir varlık olmakla beraber, cahilliğinden Allah'ın sanat eserlerine gerekli değeri vermeyebiliyor. Bu nedenle Allah'ı, imanı, İslamı, hak ve hukuku anlatan eserler okumak gerekir. İnsanlar iman noktasından bilinçlendikçe, Allah'ın her eserine daha saygılı olacaklardır.

Engelli kardeşlerimiz, bunun bir imtihan olduğunu bilmeli ve insanların davranışlarını değil, Allah'ın kendilerine vereceği ikram ve ihsanları düşünerek hayatlarından lezzet almaya bakmalıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocukların başına gelen musibetlere neden engel olunmuyor? Allah bu dünyadaki kötülüklere neden müsaade ediyor?
Sakatlık, hastalık, bela ve musibetlerde ne gibi hikmetler var?

70 Erkeklerin renksiz, kadınların da kokusuz esans kullanması nasıl açıklanabilir?

Bazı alimlerin bildirdiklerine göre, erkekler için tavsiye edilen ve “kokusu fark edilen, fakat rengi olmayan” kokudan maksat gül suyu, misk, amber ve kâfur adındaki kokulardır.

Kadınlar için tavsiye edilen ve “kokusu fark edilmeyen, fakat rengi olan” kokudan maksat da Zaferan (Safran) dır. (bk. Tuhfetu’l-Ahvezî, ilgili hadisin şerhi)

Bazı alimlere göre, kadın için ön görülen “kokusu fark edilmeyen, fakat rengi olan koku, kadın dışarı çıktığı zaman söz konusudur. Şayet evde olursa, kokusu farkedilen kokuyu da sürünebilir, bunda sakınca yoktur. (bk. Tuhfe, a.y)

Bu hadisin geçtiği yerden önceki bölümde, kadının koku sürünmüş olarak dışarı çıkmasını mekruh kılan hadis rivayeti de bu görüşü desteklemektedir.

Bizim bildiğimiz kadarıyla, “gül suyu, misk, amber ve kâfur”un da rengi vardır. Ancak, belli bir maddenin karıştırılmasıyla belki bu renk görülmez olabilir.

Bu hadiste söz konusu olan koku ayırımı, kesin bir çizgiyle yapılan bir sınırlama değildir. Yani erkek mutlak böyle, kadın mutlaka öyle bir koku kollanır manasına gelmez.

Tavsiye edilen şey, erkekler için olan kokunun renkli olmamasıdır. Çünkü renkler bir süstür. Süsleme ise erkeklere yakışmaz. Bu sebeple, onların kullanacağı koku renksiz ve kokusu fazla olmalıdır.

Buna mukabil kadınlarda ise, süslü olan renkler olmalıdır. Bu renkler zaten tesettür gereği dışarıya yansımamaktadır. Sadece kocası ve kendine nikah düşmeyen yakınları görebilir. Ama kokusu güçlü olmamalıdır ki, dışarıya çıktığı zaman kendine nikah düşen erkeklerin dikkatini çekmesin.

O halde, erkek ve kadın aynı kokuyu kullanabilir. Ancak bir koku artık tamamen kadına mahsus bir hâl almışsa, onu kullanmak doğru olmaz. Çünkü bu durumda -yasaklanmış olan- kadına benzemek söz konusu olur. (krş. Munavi, Feyzu’l-Kadir, 4/284)

71 Neden yaşamalıyım; neden varım, bilmiyorum? Aslında nedensiz yaşıyorum...

Dünyada yaşamanın iki ciheti var. Birisi, Allah bakan yönü, diğeri insanlara bakan yönü. Allah’a bakan yönü şudur:

Allah insanları şuurlu birer varlık olarak yaratmış -bütün kâinatın hâl diliyle kendisini hamd ile tesbih ettiği gibi- onun da şuurlu bir varlık olarak hâl ve kal diliyle aynı cemaatin içerisinde saf bağlamasını ve kulluk görevini yerine getirmesini istemiştir.

“Ben cinleri ve insanları ancak beni tanımaları, kulluk etmeleri için yarattım.” (Zariyat, 51/56)

mealindeki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır. Bu açıdan bakıldığı zaman, dünyada yaşamak insanların iradesi dışında zorunlu bir durum olduğu görülür.

“Allah ölümü ve hayatı yaratmış ki, hanginiz daha güzel amel yapar diye sizi imtihan etsin.” (Mülk, 67/2)

mealindeki ayette insanların Allah tarafından imtihana tabi tutulduğu, ölüm ve hayatın da bu imtihanın bir parçası olduğu vurgulanmıştır.

Demek ki, dünyada yaşamak, imtihan içindir.

Dünyada yaşamanın insanlar açısından değerlendirilmesine gelince;

Her insanın bu dünya hayatında kendine mahsus bir dünyası ve bir yaşama gayesi vardır. Bu hususi dünya kişinin kendi düşüncesine göre şekil aldığı gibi, yaşama gayesi de onun kendi iç aleminin tasavvurlarıyla şekillenecektir.  Gözlüğün rengine göre, dünya değişik renkler aldığı gibi, iç alemdeki gönül gözlüğünün renklerine göre de herkesin o hususi dünyası farklı renkler alır. Kimisi için karanlık, kimisi için aydınlık, kimisi için bahar mevsimi, kimisi için hazan mevsimi, kimisi için gülen bir hayat, kimisi için hüzün dolu bir matem, kimisi için ahiretin taralası, kimisi için hayvan yaylası, kimisi için ders alınması gereken Rabbanî bir mektup, kimisi için heva ve hevesine hizmet eden nefsanî bir matlup... Analaşılan dervişin fikri ne ise zikri de odur, zikri ne ise fikri de odur...  Kimi kulluk yapmaya yönelik yaşamak için yiyor.. Kimi yemek için yaşıyor.. 

Hülasa, aşağıda meali berilen ayetin gösterdiği rotayı takip etmek, dünyadaki hayata, yaşama gerçekten anlam kazandıracaktır. 

“Her canlı ölümü tadacaktır. Siz ey insanlar, çalışmalarınızın ücretini ancak kıyamet günü tam bir şekilde alacaksınız. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp cennete yerleştirilirse, işte o muradına ermiştir. Yoksa bu dünya hayatı, aldatıcı ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir.” (Âl-i İmran, 3/185)

72 Üç şeyi geciktirme, hadisi sahih midir?

- Rivayete göre, Peygamberimiz (asm) Hz. Ali’ye hitaben:

“Ali! Şu üç şeyi geciktirme! Vakti gelen namazı; hazır olan cenazeyi; dengini bulduğunda bekâr kızı evlendirmeyi...” (Tirmizi, Salat,127, Cenaiz, 73; Hâkim, 2/176)

- Tirmizi, Cenaiz’deki hadis rivayetini değerlendirmiş ve “Bu hadis gariptir; senedinin muttasıl olduğunu düşünmüyorum.” diyerek, rivayetin zayıf olduğuna işaret etmiştir. 

- Hâkim, bu hadisin sahih olduğunu belirtmiş, Zehebi de ona muvafakat etmiştir(Hâkim, Zehebi, a.y).

73 Hayatın manası, mahiyeti, yaratılış hikmeti nedir?

Hayat: 

- Allah’ın güzel isimlerinin tecelli ettiği varlıkların garip ve harika nakışlarının bir listesidir.

- Allah’ın sıfatlarını gösteren bir penceredir.

- Kâinattaki varlıkların dengelerini sağlayan bir ölçüdür.

- Evrende yer alan varlıkların bir listesi, bir haritası, bir fezlekesi.

- İlahî kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi.

- Kâinat çapında yer alan varlıkların üzerine serpilen ve zamana takılan bir “ahsen-i takvimdir/Güzel bir tablonun göstergesidir. (bk. Nursi, Sözler, s. 128)

Hayatın yaratılış hikmeti: 

Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Samed'e âyineliktir.

Hayatın, özellikle insan hayatının saadet içindeki kemali ise: Allah’ın o en güzel ve en nurlu olan isim ve sıfatlarının nurlarını, tecellilerini hissedip sevmektir. Şuurlu bir varlık olarak ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Şems-i ezelinin isim ve sıfatlarının tecellilerinin ve nurlarının yansımalarını kalbin göz bebeğine yerleştirmektir. (bk. Sözler, s. 129)

Hayatımızın gayesi nedir?

Ayetin ifadesi ile "insanların ve cinlerin yaratılış gayesi ubudiyet ve kulluktur."(Zariyat, 51/56) Dünya hayatının süs ve cazibesine kapılıp, ahireti ve kulluğu unutmak değildir. Allah insanı ahiret hayatı ve kulluk için yarattığı için, insanı da bu gayeye münasip cihaz ve duygular ile donatmıştır. 

Şayet insan ahiret ve kulluk için verilen bu cihaz ve duyguları, dünyanın fani ve çirkin işlerinde sarf ederse, ceza olarak hem tatmin olmaz hem de ahirette hesaba çekilir. İşte insanı sıkan ve bunaltan temel husus, insana ebed için verilen cihazları fani dünyada kullanmasıdır.

Nasıl sarrafın hassas terazisi ile kömür tartılmaz, şayet tartılırsa yapılış amacının dışında kullanıldığı için kırılır ve üzülür. Aynı şekilde Allah’ı sevmek için verilen kalbi, fani sevgililere sarf edersek, kalp veriliş amacının dışında kullanıldığı için sıkılır ve bunalır.

Yine hakkı ve doğruyu bulmak ve Allah’ın sanatlarını tefekkür etmek için verilen aklı, nefsin ve hevanın hizmetinde kullanılırsa, akıl aynı kalp gibi sıkılır ve depresyona girer. Kur’an ve nurani şeyler ile tatmin olan ruhu, dünyanın süfli fantezilerinin peşine takarsak, ruh buhrana düşer...

İnsan, sahip olduğu bütün maddi ve manevi duygularını yaradılış amacında kullanırsa, hem tatmin olur hem de mutlu olur. Yok nefsin ve şeytanın aldatması ile dünyanın süfli ve adi işlerinde sarf etse, hem dünyada buhran sıkıntısına, hem de ahirette ihanet azabına müstehak olur.

Özet olarak, ruh ve kalbin boşluğunu ancak; Allah’ın marifeti ve muhabbeti doldurabilir.

Duygularımızın verilmesinin hikmeti nedir? 

İlk olarak nimetlerin tadılıp tartılması, ikincisinde bütün varlıklarda tecelli eden İlahi isimlerin tefekkür edilmesi gelir. 

Buna göre birincideki tartma, duygularla olmakta ve akabinde külli şükrederek bu tatmanın ve tartmanın idrak ile, tefekkür ile yapılması gerekir. 

İnsan, gözü ile eşyanın büyüklüklerini, şekillerini, renklerini, uzaklık ve yakınlıklarını tartar. Dağlara bakarak “Şu dağ, şu tepeden büyüktür.” der.  Renkleri tartarak şu mavi, şu yeşil, şu daha koyu yeşil hükmünü verir. 

Diliyle tatlar âlemini tartar; acıyla tatlıyı ayırt etmekten, tatlar arası ton farkına kadar nice bilgileri insana kazandırır. 

İbadet ve marifet için yaratılan insanın, bu kutsî görevinin bir şubesi tefekkür ise bir diğeri de şükürdür. İnsan, birçok âlemleri ancak duygularıyla tanır ve tartar, onları böylece tefekkür eder, onlardan gördüğü faydaları düşünmekle de şükreder. 

Şükrün küllî olması nasıl anlaşılmalıdır?  

Bir nimeti tek olarak düşünmek yerine, bütün nimetleri birlikte düşünmek küllî bir tefekkürdür ve insanı “küllî şükre” götürür.  

Bir de insan, “bedenindeki her organın” ve “ruhuna takılan her latifenin ve her duygunun” ne kadar büyük birer nimet olduğunu düşünüp bunların tümü için Allah’a şükretmekle “küllî şükretmiş” olur. 

Öte yandan, insan bu enfüsî nimetler için yaptığı küllî şükrü, kendisini kuşatan bütün harici nimetleri de birlikte düşünmekle yine küllî şükretmiş olur. 

Bir başkası ise: İnsan mazhar olduğu bir nimete şükrederken, aynı nimete kavuşmuş olan bütün sevdiklerini, hatta bütün canlıları da düşünüp şükrünü küllileştirebilir.

Dil bir terazidir, bütün lezzetler bu terazide tartılır.

Burun bir terazidir, bütün kokular bu terazi ile tartılır.

Göz bir terazidir, bütün renkler ve tasvirler bu terazi ile tartılıp okunur.

Dokunma hissi bir terazidir, cisimlerin yumuşaklık ve sertliği, yaşlığı ve kuruluğu bunun ile tartılır.

Kulak bir terazidir, bütün sesler bu terazide ölçülür.

Kalp bir terazidir, sevgi ve muhabbet, güzellik ve aşk bu terazide tartıya girer.

Vicdan, sarrafın hassas bir terazisi gibi, bütün hak ve doğruları tartıp sezer.

Akıl bir terazidir, bütün manalar bu terazinin ölçüsünde anlam kazanır vs...

İşte, insandaki bu duygu terazilerinin hepsi, bir nimet alemine açılan pencereler hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile bu nimetler alemine açılır ve o nimetleri bu teraziler ile tartar ve tadar; bu da külli bir şükre kapı aralar. Bu sayılan duygu terazileri, bizim bilebildiğimiz ve görebildiğimiz terazilerdir; halbuki insan fıtratında mahiyetini bilmediğimiz daha binlerce hissiyatlar ve onlara mukabil nimetler alemleri vardır.

Esma-i İlahiyenin cilveleri ne demektir? 

Allah’ın güzel isimlerinin cilveleri ve nakışları, kainat üstünde görünen eser ve sanatlardır. Yani kainatta var olan eser ve sanatların hepsi, Allah’ın güzel isimlerinin bir tecellisi, bir yansımasıdır.

Mesela; bir çiçek üstündeki tasvir ve çizim, Allah’ın Musavvir isminin bir tecelli ve cilvesidir. Çiçeğin şirin ve tatlı süsleri, Allah’ın Müzeyyin isminin bir yansıması ve cilvesidir. Çiçeğin bünyesindeki intizam, Allah’ın Nazım isminin bir cilvesidir. Çiçeğin hayatına lazım olan erzakların gelip bünyesine girmesi ve yerleşmesi, Allah’ın Rezzak isminin bir cilvesidir vs.

İnsan kainat içinde, Allah’ın isimlerine tecelli ve ayna olma noktasında en kapsamlı bir eser  ve en mükemmel bir sanattır. Örnek olarak verdiğimiz çiçekte, Allah’ın bütün isimleri tecelli etmeyebilir; lakin insan mahiyetinde, Allah’ın bütün isimleri tecelli ediyor. Bu noktada insan mazhar-ı azamdır yani; Allah’ın isim ve sıfatlarına tecelli olmak noktasından, insan kainatın en büyük mazharı ve parlak mahallidir.

Mesela; insanın simasındaki göz, Allah’ın Basar sıfatının bir tecellisidir, kulak Semi' sıfatının bir yansımasıdır, konuşma mahalli olan dil, Kelam sıfatının bir cilvesidir, yüzdeki tasvir ve çizim Musavvir isminin, hayata lazım olan rızkın gönderilmesi ve bedenin ve bedende çalışan hücrelerin beslenmesi Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir. Bu isimler gibi, Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde tecelli edip cilvesini göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi kaynakları hükmünde olan isimlere açılan birer pencereler hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarına intikal ederler.

İnsan hem nakışlar vasıtası ile Allah’ın isimlerini okumak ve anlamak ile mükellef, hem de bu isimlerin hüküm ve gereklerini hayatına aksettirmek yolu ile izhar ve ilan etmekle mükelleftir.

Mesela; Allah kainatta Adl isminin hükmü ve gereği olan adaletle iş görüyor ve bu hükmü kainatın her noktasında tatbik ve tecelli ettiriyor. Biz de aynı tecelli ve hükmü, yani adilane hareket etmeyi, hayatımıza ve işlerimize tatbik edip ilan etmekle sorumluyuz.

Diğer isimleri de buna kıyas edebiliriz.

Hayatın mahiyeti nedir?

İnsan, mahiyet ve kabiliyet olarak, çok geniş ve ihatalı bir fıtrata sahiptir. İnsanın mahiyeti Allah’ın bütün isimlerini tartıp, idrak edecek bir kıvamda yaratılmıştır. İnsanın mahiyeti, bir nevi, Allah’ın isimlerini görecek ve idrak edecek bir özet gibidir. 

Mesela; insan hasta olup şifa bulmak ile Allah’ın Şafi ismini idrak ediyor; açlık ile Rezzak ismine intikal ediyor ve hakeza… 

Hem aynı mahiyet, Allah’ın bütün şuunat ve isimlerini kıyas ile ölçecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Mesela, ben cüzi ilmim ile onun külli ilmini kıyas ederek idrak ediyorum. Kendi mahiyetimdeki lezzet, memnuniyet, şevk, öfke gibi vasıflarla ondaki kutsi lezzet, memnuniyet, şevk, gadap  gibi şuunatı rasat edebiliyorum. Mutlak bilinmeyeni, bilinen ile kıyaslayıp bilinir hale getiriyorum. 

Kainattaki alemlerin bir mizanı, hem bu âlem-i kebirin bir listesi; hem şu kâinatın bir haritası; hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi olması ise; kainatta yaratılmış bütün alemlerin küçük bir modeli ve mizanı insanın mahiyetinde vardır. İnsan o model ve mizan ile o alemi idrak edip seyredebiliyor. Kainatta umumi ve azametli alemler insanda duygu ve latife olarak küçük modeller şeklini almıştır. Bu yüzden insan, mahiyet olarak küçük bir kainat gibidir. Kainatı küçültsen insan, insanı büyültsen kainat olur. 

Mesela, insandaki hayal kuvvesi misal aleminin bir modeli ve mizanı gibidir; insan o hayal kuvvesi ile o aleme bakıyor. Ruh, alem-i ervahın bir mizanı ve modeli hükmündedir. Akıl, mana aleminin anahtarı ve penceresidir. Göz görüntü aleminin bir menfezidir. Kulak ses alemine açılan bir kanaldır vs.

İnsan Hayatının Temel Özellikleri:

a) Esma-ı ilahiyeye ait garaibin fihristesi: 

Allah’ın bütün isimleri güzeldir ve onların bütün tecellileri harikadır, gariptir. Bunlar insanda fihriste olarak sıralanmış gibidir. Yaratmak, sûret vermek, hayat vermek, hissiyatla donatmak, o ruhlara uygun bedenler yaratmak, azalar takmak,…, birer İlâhî fiildirler. Bunların hepsinin de yaratılmaları Allah’a mahsustur ve bütün bunlar Allah’ın isimlerinin tecellileriyle ortaya çıkarlar. Varlık âlemine serpilen bu tecellilerin hepsinden insanda da bir numune yaratılmıştır. O da var edilmiş, o da hayata kavuşmuş, o da rızıklanmış, onun da ruhu hissiyatla, bedeni organlarla donatılmıştır ve hakeza….

b) Hem şuun ve sıfat-ı İlâhiyenin mikyası: 

Mikyas, “kıyas aleti, mukayese aleti” demektir. İnsan, kendisine verilen ilim, irade, kudret gibi sıfatları vahid-i kıyasî olarak değerlendirip, Allah’ın sıfatlarını onlarla bildiği gibi, yine ruhuna takılan “merhamet, gazap, şefkat, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek isteme” gibi şuunatla da Allah’ın şuunatını bir derece bilebilir. Bir derece diyoruz, çünkü insan ruhu mahluk olduğu gibi, o ruha takılan bütün sıfatlar ve şuunat da mahluktur. Allah’ın zâtı  hiçbir mahlukuna benzemediği gibi, onun sıfatları ve şuunatı da mahlukatın şuunatına benzemez. Bu önemli nokta unutulmamak şartıyla, bir insan kendi varlığını doğru değerlendirerek, Hâlık’ını sıfat ve şuunatıyla tanıma imkânına sahip olabilmektedir.   

c) Kâinattaki âlemlerin mizanı: 

Renkler ve şekiller âlemini gözüyle tartıp hangisinin diğerinden daha büyük, daha parlak, yahut hangisinin hangi renklere sahip olduğunu bildiği gibi, tatlar âlemini diliyle, kokular âlemini burnuyla tartmaktadır. Öte yandan, insan aklı bütün bu âlemlerdeki hikmetleri tartan bir mizan gibidir. 

d) Âlem-i kebirin listesi: 

Bu manayı Üstad'ın şu cümlesi açıklamaktadır: “Âlemde ne varsa numunesi mahiyet-i insaniyede vardır.” Yine Nur Külliyatında, insanın kemiklerinin taşlardan, etlerinin topraktan, vücudundaki muhtelif akıntıların nehirlerden haber verdiği ifade edilir. Bu âlem-i kebirdeki elementler küçük mikyasta insan bedeninde de yer aldığı gibi, o büyük âlemdeki Levh-i Mahfuz'un bir küçük numunesi insanın hafızası, âlem-i misalin bir numunesi insanın hayalidir. Âlem-i kebirin meleklerle adeta dolup taşmasının bir küçük numunesi de insan bedeninde misafir olan ruhun binlerle hissiyatla kaynaşmasıdır. 

e) Kâinatın haritası ve  f) Kitab-ı ekberin fezlekesi: 

Bu iki maddede, insan-kâinat ilişkisi farklı teşbihlerle ortaya konulmuştur. Birinde kâinat bir ülkeye, insanın mahiyeti o ülkenin haritasına benzetilmiştir. Harita ülkenin küçültülmüş bir şeklidir. O ülkede olan her şey, küçük mikyasta, o haritada da temsil edilmiştir. İkinci teşbihte ise kâinat bir büyük kitaba, insan ise onun fezlekesine benzetilmiştir. Fezleke; öz, özet, hülasa demektir. 

g) Kudretin gizli definelerini açan bir anahtar külçesi: 

Bu maddede, fennî ilimler daha bir ağırlık kazanmıştır. Bu kâinat, “kalem-i kudretle yazılmış bir kitaba” benzetilmektedir. O kitaptaki yazıların taşıdığı gizli manalar, fen ilimleriyle ortaya çıkarılırlar. İnsan, kendisine lütfedilen kabiliyetini yerinde kullanmakla, yer altı kaynaklarından, elektriğe, ışınlar âlemine kadar nice gizli hazineleri, ortaya çıkarmıştır. Böylece sanki “bir anahtar külçesi” gibi olmuş ve her bir anahtarla ayrı bir hazineyi açmıştır. Buradaki farklı anahtarlar, insan mahiyetindeki değişik özellikleri ifade etmekle birlikte, kâinatla ilgili farklı bilimlere de işaret olsa gerektir. 

h) Mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalatının bir ahsen-i  takvimi:

Burada geçen “kemalattan” maksat, Allah’ın kemalini gösteren ayetler, mahluklardır. İmam Gazali Hazretleri, “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur.” buyurmakla, her şeyin kendi kabiliyetine ve icra edeceği vazifeye göre en mükemmel bir şekilde yaratıldığını, ondan daha güzelinin düşünülemeyeceğini  ifade etmiştir. Bu “her şeyden” bir şey de insandır. O da hem en mükemmel bir şekilde yaratılmış, hem de diğer varlıklardaki kemalatı idrak edebilecek bir kabiliyete sahip kılınmıştır.

“Mevcudata serpilen ve evkata takılan” ifadesi, “en güzel ve en mükemmel yaratma” hakikatinin bütün mahluklarda ve bütün zamanlarda hükmünü icra ettiğini beyan içindir.

Özetle:

“Sözün büyüğü, büyüklerin sözü.” derler. Aynı şekilde, hayatın kemali de kâmillerin hayatıdır. Burada, esas olarak, o zatlar anlatılmakta, bizlere de onlara benzemenin yolu gösterilmektedir. Bu yolda gitmenin ilk adımı, insanın kendisini “ahsen-i takvimde yaratılan ve bütün esma-i İlahiyenin tecellisini taşıyan değerli bir mahluk” olarak görmesidir. 

Bu bilgiden sonraki ikinci adım bu tecellileri hissetmektir. Güneş, bütün gezegenleri kolayca çeviren kuvvetine rağmen, kudret manasını hissetmemektedir. İnsan ise o küçük kudretiyle, kudretin ne olduğunu bir derece bilmekte, hissetmektedir. Aynı şekilde, insan “iradenin, görmenin, işitmenin” de ne olduğunu sadece bilmekle kalmayıp bunları hissetmektedir. 

İnsan, bu sıfatları hissetmesi gibi, kendisinin Allah’ın bir eseri olduğunu hissetse, kendinde tecelli eden her bir isim için kalbinde ayrı bir sevgi ve zevk  hasıl olur. Bu sevgiler onu İlâhî muhabbette dereceler almaya götürür. 

Bunun en ileri bir derecesi, “o muhabbet ile kendinden geçmek,” kendi varlığını değil Allah’ın varlığını düşünmek, kemalini kendi makamında, servetinde değil Allah’a imanında ve irfanında aramaktır. 

Bu hal o kişiyi, takvanın en ileri mertebesi olan “masivadan takvaya” götürür; kalbine Hak sevgisinden başka bir sevginin, Allah korkusundan ayrı bir korkunun girmesinden endişe etme makamına erdirir. Artık o kişide “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” ayetinin manası hükmeder ve kalbinin göz bebeğinde O’na imanın nuru parlar ve bu nur bütün dünyevî ışıkları çok gerilerde bırakır. 

Bir hususun önemle vurgulanması gerekiyor: Allah’ın zatı malukatın zatlarına, sıfatları de mahluk sıfatlarına benzemediğine göre, O’na yapılacak muhabbet de başka sevgilere benzemez. Burada ölçü, Allah’ın sevgili elçisine ittiba etmektir. Yani kim, Allah Resulüne ne ölçüde ittiba ediyorsa Allah’ı o kadar seviyor demektir.

Kısaca ifade edecek olursak, Allah’ı sevmenin ölçüsü “salih amel”, Allah’tan korkmanın ölçüsü ise “takvadır.”

74 Allah rızası için seven, kibirli ve kırıcı olmayan, güler yüz gösteren kimseler günümüzde saf olarak görülmektedir. Bunlara karşı nasıl sabretmeliyiz?

Bu husus inançla ilgili bir meseledir. Dünyayı ahiretine tercih eden bir insan küçük bir menfaati için yalan söylemeyi, insanları kandırmayı, ticaretine hile katmayı başarı ve iftihar vesilesi olarak nitelerken, dünyası için ahiretine feda etmeyen bir mümin bunları kendisi için bir zillet olarak kabul etmektedir. Çünkü o şu ilahi ve nebevi ikazlara kulak vermiştir.

“Rahman’ın (has) kulları o kimselerdir ki, onlar yeryüzünde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine sataştıklarında 'Selametle kalın.' deyip geçerler.” (Furkan, 25/63)

“Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme, çünkü toprağı yaramazsın, boyca da dağlara eremezsin.” (İsrâ, 17/37) ve

“İnsanlara karşı böbürlenme, yeryüzünde çalımla yürüme! Çünkü Allah övünen, gururlanan hiç kimseyi sevmez.” (Lokman 31/18).

 "Kendini büyük gören yahut kibirli kibirli yürüyen kimse, Allah'ın huzuruna, Allah kendisine gazablanmış olarak çıkar." (Ahmed b. Hanbel, II, 118).

(Mümin) kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır." (Tirmizî, Birr, 36.)

"Muhakkak Allah Teâlâ, bana, sizin mütevazi olmanızı vahyetti." (Rizazu's-Salihin, II, 37).

"Her kim Allah için alçakgönüllülük yaparsa, Allah muhakkak onun derecesini yükseltir." (Müslim Bir ve's Sıla, 69; Tirmizî, Birr, 82).

Bu ikaz ve müjdeler sabır kaynağı olmalıdır.

75 Dünya nereye gidiyor?

- Türkiyemiz gittikçe iyiye, güzele doğru yol alacaktır, inşaallah!

- İnsanlık ailesinde hiçbir zaman günahsız bir toplum oluşmamıştır. Günahlar elbette olacaktır. Önemli olan Allah’ın emir ve yasaklarını güçlü bir imanla tartmak ve ona göre bir hayat çizgisini takip etmektir. Böyle bir çizgi yakalandığında, bir masumiyet oluşmaz. Ancak insanlar günahlarda ısrar etmez, günahtan dolayı vicdan azabı duyar, tövbe ve istiğfarı elden bırakmaz.

Demek ki, insanlar din imtihanında sorumluluğunu öğrendikçe, cehaletlerini giderdikçe, ihtilaflardan sıyrılıp İslam kardeşliği etrafından birleştikçe Kur’an’ın nurlu zamanları daha da parlayacak ve aydınlanacaktır.

- Hadis-i şerifte -özetle- ifade edilen “Kıyamete kadar her asırda İslam’ı savunan, hak ve hakikate muarızların karşı hep üstünlük sağlayacak bir şekilde hizmet eden bir cemaatin bulunacağına” (bk. Buhari, İ’tisam, 10; Müslim, İman, 247) dair hadisi açıklarken, bu cemaatlerin hicri 1506 yılına kadar gittikçe galebe çalarak Kur’an hizmetine devam edeceklerini bildirmiştir. (bk. Kastamonu Lahikası, s. 28)

- Şüphesiz Allah’ın tevfiki insanların kabiliyetlerine ve hakkettikleri mükafat doğrultusunda onlara yetişecektir. Bu sebepledir ki, Üstad Bediüzzaman verdiği müjdeleri bazen “eğer bir kıyamet kopmazsa” kaydıyla sınırlandırır.

- Aşağıda verilen büyük müjde konusunda da Üstad'ın öyle bir kayıt koyduğunu görmekteyiz.  

“... Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten on binler defa dava edip haber veren ve sarsılmaz kat'î delillerle, şübhe getirmez hadsiz hüccetleriyle hayat-ı bâkiyeyi kat'iyyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev'-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere'nin Kur'anı kabul etmeğe çalışan meşhur hatibleri ve Amerika'nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cem'iyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıt'aları ve büyük hükûmetleri Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünki bu hakikat noktasında kat'iyyen Kur'an'ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu'cize-i ekberin yerini tutamaz.” (Sözler, s. 154-155)

Mukadderat-ı İslam için toplanan manevi bir mecliste verilen şu müjde Allah’ın izniyle yakında tahakkuk edecektir:

"Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm'ın sadâsı olacaktır!" (Sunuhat-Tuluat-İşarat, s. 50)

76 Cariyelere "sağ elin mülkü" denmesinin sebebi nedir?

"Sağ elin mülkü" diye belirttiğiniz sözcük, Arapça'da bir kavram olarak kullanılır. İster cariye ister köle olsun, kölelik statüsündeki olan kimselerin efendisine olan aidiyetinin ifade etmek üzere: “Mülkü’l-Yemin” kavramı kullanılır.

Aslında bu deyim, Kur’an’dan alınmıştır. Örneğin: Müminun suresinin 6. ayetinde cariyeler için “Ev ma meleket eymanüküm = Sağlarınızın / sağ ellerinizin sahip olduğu” ifadesi kullanılmıştır. Nur suresinin 31. ayetinde ise, köleler için “Ev ma meleket eymanuhünne = kadınların sağ ellerinin sahip olduğu..." ifadesine yer verilmiştir.

Bu sebeple, “Mülkü’l-Yemin” kavramı için yapılan “sağ ellerin sahip olduğu” şeklindeki tercüme de tam doğru değildir. Çünkü, bu tercüme terkipteki iki Arapça kelimenin sözlük anlamlarına göre yapılmıştır. Halbuki, bu bir ıstılahtır / deyimdir / kavramdır; tercümesi de ona göre yapılmalıdır. Nitekim meallerde genellikle bu deyim yerine göre “cariye”, yerine göre de “köle” olarak tercüme edilmiştir.

Sağ el tabiri her iki el için de kullanılır. Sağ el -insanlar arasında- daha kuvvetli ve daha şerefli kabul edildiği için, insanın bir şeye sahip olduğu ifade edilirken, Arapça’da genellikle “sağ el” tabiri kullanılır. Onun için köle-cariye için bu ifadeyi “sağ elin/ellerin...” yerine “elin/ellerin sahip olduğu” veya “ellerinin altında bulunalar” şeklinde ifade edilmesi daha uygundur.

İlgili ayetin bir meali şöyledir:

“Onlar mahrem yerlerini günahlardan korurlar. Yalnız eşleri ve cariyeleri ile ilişki kurarlar. Çünkü bunu yapanlar ayıplanamazlar.” (Müminun, 23/5-6);

“... ellerinin altında bulunanlar (köleler).” (Nur, 24/31)

Elamlılı Hmadi Yazır’ın meali şöyledir: “Ancak, eşleri ve sahibi bulundukları cariyelerine karşı durumları başka; çünkü bunlarla ilişkileri yüzünden kınanmazlar.” (Müminun, 23/5-6)

Süleyman Ateş’in meali: “... yahut ellerinin altında bulunan(köle)lerine.” (Nur, 24/31)

Diyanet meali: “Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (câriyeleri) hariç.” (Müminun, 23/:6);

“...ellerinin altında bulunanlar (köleleri).” (Nur, 24/31)

Özetlersek: “Mülkü’l-yemin” Kur’an’dan istihraç edilen bir ıstılahtır. Özellikle köle ve cariyelerin sahiplerine olan aidiyetlerini, efendi / hanımefendilerinin onlara olan malikiyetlerini ifade eder.

77 Melekler varken neden insan yaratılmıştır?

- Meleklerin varlığı ile insanların varlığı çok farklıdır. Biri sadece ruhanîdir, diğeri ise hem ruhani hem cismanidir. Allah, cemal ve kemal sıfatlarını değişik sanat eserleriyle görmek ve göstermek istediği için kâinatta hem ruhanî (melekler, cinler gibi), hem cismanî (cansız varlıklar gibi), hem de ruhanî ve cismani yanları olan (insanlar gibi) ayrı varlıkları yaratmıştır.

Meleklerde yalnız akıl kuvveti vardır. Hayvanlarda ise yalnız nefis kuvveti (kuvve-i şeheviye ve gazabiye) vardır. İnsanlarda ise hem akıl hem de nefis vardır. Bu iki unsur da ayrı birer aynadır, kemal, celal ve cemal sıfatlarının tecellilerini göstermektedir.

İnsanlar meleklerden farklı bir idrak ve algıya; farklı bir sanat anlayışına sahiptir. İnsanlar yapıları itibariyle yeryüzünde fitne-fesat çıkarmaya meyilli olmalarına rağmen onların -Allah’ın varlığı ve birliğinin göstergesi olan- kâinat hakkındaki algıları sebebiyle yaratılmışlardır.

Diğer bir ifadeyle, insanlar, Allah’ın sanatını farklı yönlerden değerlendirip yaratıcıya ulaştıracak bir ilme sahip kılındıkları için yaratılmışlardır.

Meallerini vereceğimiz ayetlerde, meleklerin -bizim şu anda sorduğumuz soruya benzer- bir şekilde öğrenmek için sordukları sorunun hikmeti belirtilmiş ve insanların meleklerin endişelerine rağmen var edilmiş olduklarına dikkat çekilmiştir:

“Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dediği vakit onlar: 'Â! Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, Sen’i tenzih etmekteyiz!' dediler. Allah: 'Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim.' buyurdu."

"Ve (meleklerin bilmediklerini bildiğini göstermek hikmetiyle) Âdem’e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları meleklere göstererek: 'İddianızda tutarlı iseniz haydi Bana şunları isimleriyle bir bildirin bakalım!' dedi."

"Melekler: 'Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.' dediler."

"Allah: 'Âdem! Eşyanın isimlerini onlara sen bildir.' dedi. O da isimleriyle onları bildirince Allah buyurdu: 'Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin sırlarını ben bilirim! Ve ben sizin gizli açık yapmakta olduğunuz her şeyi de bilirim!'” (Bakara, 2/30-33)

- Diğer taraftan,

“Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4),

“Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsra, 17/70)

mealindeki ayetlerde insanın varlığının meleklerden daha farklı bir ilahî tecelliye mazhar olduğuna vurgu yapılmıştır.  

- Bediüzzaman Hazretlerinin şu tespitleri de bizim konumuza ışık tutmakta ve insanların yaratılmalarının hikmetini ortaya koymaktadır:

“Esma-i İlahiyenin en cem'iyetli âyinesi cismaniyettedir. Ve hilkat-ı kâinattaki makasıd-ı İlahiyenin en zengini ve faal merkezi cismaniyettedir. Ve ihsanat-ı Rabbaniyenin en çok çeşitleri ve rengârenkleri cismaniyettedir. Ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Hâlık'ına karşı dualarının ve teşekküratının en kesretli tohumları yine cismaniyettedir. Maneviyat ve ruhaniyat âlemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir.” (Asa-yı Musa, 45; Şualar, On Birinci Şua, s. 228; ayrıca bk. Sözler, Yirmi Sekizinci Söz, s. 498)

İnsan, kainatın küçültülmüş bir numunesi ve modelidir. Kainat küçülse insan, insan büyütülse kainat olur. Kainatta azametli ve büyük yazılmış tevhit hakikatleri, insanın mahiyetinde küçük ve okunaklı bir şekilde yazılmıştır. Bu hususta kainat ile insan müsavidir, fark sadece kemiyettedir, yani boyut ve hacimdedir.

İnsanı kainat kadar geniş yapan şey ise, insanın fıtratına konulan istidat ve duygulardır. İnsanın mahiyetinde her bir alem ile irtibat kuracak cihaz ve duygular vardır. İnsanın her bir cihazı ve duygusu, bir aleme açılan bir penceredir. İnsan bu duygu penceresi ile o alemi seyreder ve o alemle iletişim kurar.

Mesela, göz bir penceredir görüntü alemine açılır, kulak bir penceredir sesler alemini işitir, dokunma duyusu bir penceredir cismani alemlere açılır, hayal kuvveti bir penceredir misal alemi ile irtibat kurar, ruh bir menfezdir ruhlar alemine açılır, kalp aşk ve muhabbet dünyasının kapısıdır, akıl hikmetli mevcudat aleminin mütefekkir bir mütalaacısıdır,.. Buna benzer binlerce his ve duygular insanın geniş mahiyetinde mevcuttur ve her birisi bir alem ile irtibatlıdır ve hepsi Allah’ın bir isminin manasına uzanır.

İnsanın mahiyetinin genişliğinin ikinci önemli sebebi, istidat ve kabiliyet noktasında nihayetsiz donanıma sahip olmasıdır. İnsanın bir çok duygu ve kuvvelerine sınır konulmadığı için insanda terakki ve tedenni nihayetsiz oluyor. Bir insan Allah ile muhatap olup onun huzuruna çıkacak kadar inbisat da eder, aynı insan hayvandan yüz derece aşağı adi bir mahlukta olabilir.

İnsan ayrıca mahlukat içinde Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp ölçecek geniş mahiyete sahip tek mahluktur. İnsan sahip olmuş olduğu his ve cihazlar sayesinde Allah’ın bütün isimlerini tartıp ölçebilir. Mesela midenin açlık hissi ile Rezzak ismini, tat alma duyusu ile Allah’ın Kerem ve Muhsin ismini, cüzi iradesi ile Allah’ın külli irade sıfatını, cüzi ilmi ile Allah’ın sonsuz ilim sıfatını bilebilir. Demek insanın mahiyetindeki her bir cihaz ve duygu, aynı zamanda Allah’ın isimlerine açılan birer kapı, birer pencere hükmündedir.

Ayrıca Allah’ın bütün isim ve sıfatları, insanın mahiyetinde nakışlar suretinde tecelli etmiştir. Allah’ın isimlerinin hayatın üstünde nakış suretinde tecellisi kıyasi ve farazi değil, hakiki ve kaynamak sureti iledir. Yani tabiri yerinde ise; maddi ve işlemek noktasında bir tecellidir. Diğer iki tecelli tarzı daha çok kıyas ve farazi bir şekildedir. Malum kıyas ve farazilik mevhum bir şeydir. Nakış ise hakiki bir işlemek ve tecelli etmektir.

Mesela; insanın simasındaki göz, Allah’ın Basar sıfatının maddi ve nakışlı bir tecellisidir; kulak, Sem sıfatının bir yansımasıdır; konuşma mahalli olan dil, Kelam sıfatının bir cilvesidir; yüzdeki tasvir ve çizim, Musavvir isminin bir tecellisidir; hayata lazım olan rızkın gönderilmesi ve bedenin ve bedende çalışan hücrelerin beslenmesi, Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir.

Bu isimler gibi, Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde, yani maddi ve hakiki bir tecelli ile cilvelerini göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi kaynakları hükmünde olan isimlere açılan birer pencereler hükmündedir. İnsanlar bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarına intikal ederler ve idrakine ererler.

Özetle insan, Kur'an-ı Kerim’in tabiri ile Ahsen-i Takvim (en güzel kıvam) suretinde yaratılmış kainatın halifesidir. Fıtratındaki genişlik ve donanım sayesinde Allah’a muhatap bir varlıktır. Yani insan her bir maddi ve manevi aza ve duyguları ile Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tanıyıp bilecek bir mahiyete sahiptir. Bu noktadan bakıldığında insan kainat kadar geniş ve donanımlıdır.

78 Mu'minun suresinde anlatılan bebeğin oluşum sürecini anlatır mısınız?

"And olsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık: Biçim verenlerin en güzeli olan Allah ne uludur!" (Mu'minun, 23/12-14)

"Çamurdan süzülmüş bir öz" diye tercüme ettiğimiz 12. âyetteki "sülâle" kelimesi, sözlükte "bir şeyin içinden çekip çıkarılan nesne" anlamına gelir; burada ise toprakta bulunan ve insan bedeninin oluşumuna yarayan organik ve inorganik maddeler, besinler için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Zira erkekte ve kadında üremeyi sağlayan unsurların (sperm ve yumurta) oluşması sonuçta beslenmeye bağlıdır. Şu halde sadece ilk insanın değil, diğer bütün insanların varlığının aslı da topraktandır.

Erkeğin sperminin kadının rahim kanalında onun yumurtasını aşılamasından sonra insanın bu ilk maddesi, âyette "sağlam korunak" deyimiyle ifade edilen rahme gelir. Nutfe ile bu aşamadaki döllenmiş hücre (zigot) kastedilmektedir. Bu hücrelerin bazı uzantılar çıkararak rahim iç zarına asılıp tutundukları ve bir iki gün bu vaziyette kaldıkları günümüzde elektro mikroskop sayesinde gözlenebilmektedir.

İşte hücrenin rahim duvarındaki bu asılı vaziyetine âyette, -kelimenin sözlük anlamına uygun olarak- alaka denilmiştir. Bu suretle rahimde gelişimini sürdüren embriyo, önce -âyet metninde mudga denilen- şekilsiz etimsi bir parçaya dönüşür; zamanla kemikler oluşur, kemikler kas, damar ve sinirlerle, bunlar da etle kaplanarak insan bedeninin oluşumu tamamlanır.

Bu âyeterde topraktan, dolayısıyla toprakta beslenip büyüyen bitkilerden alınan besin aşamasından başlayarak ana karnında ete kemiğe bürünmesine, tam bir beden halini almasına varıncaya kadar her bir insanın biyolojik yaratılış ve oluşum süreci özetlenmiştir. Böylece insan, bîr yandan bedeninin menşei yönüyle basit bir topraktır; fakat öte yandan Allah'ın kendisine bağışladığı duyu, akıl gibi meleke ve özellikler sayesinde madde üstü bir yönü olan varlıktır.

Tabiattaki bütün canlılar içinde gerek biyolojik gerekse psikolojik yönden en gelişmiş canlı kabul edilen insan, bilebildiğimiz kadarıyla Allah'ın dünyadaki en büyük eseri olduğu için, bu âyetlerde insanın yaratılış serüvenini özetleyen ifadelerin ardından yüce yaratıcı, "Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir" buyurarak âdeta en güzel eseriyle övünmüştür. Bu da Kur'an'ın insana verdiği büyük değerin bir ifadesidir.(Kur’an Yolu Tefsiri: IV/52-53)

İlave bilgi için tıklayınız:

YARATILIŞTA TIBBİ MUCİZELER. 

79 Dünya işlerine ilişkin isteksizlik var; bundan asıl kurtulurum? Din ve dünya işlerini nasıl dengede yürütebilirim?

Yardımlaşma, kâinatta hâkim olan en esaslı düsturlardan birisidir. Bu prensip insanlar arasında da yerini almış ve onları birlikte yaşamaya sevk etmiştir. Bunun neticesinde aile ve cemiyet ortaya çıkmıştır. Cemiyetin en küçük yapı taşı olan aile içinde de yardımlaşma vardır. Aile, çalışabilen ve çalışmayan fertlerden meydana geldiğine göre, çalışamayanların nafakasının temini aile reisine düşmektedir. İslâm dini aile reisine evindekilerin rızklarını temin etmeyi vacip kılmıştır.1

Resulullah (a.s.m.) de bir hadisinde,

"Nafakası üzerine vacip olanları ihmal etmesi bir kimseye günah olarak yeter."2

buyurarak bu mesuliyete dikkat çeker.

Dinimiz nafaka teminini bir vazife olarak insanlara bildirmekle kalmıyor, aynı zamanda bu vazifenin sevap yönünü de nazara vererek insanları ona teşvik ediyor. Peygamberimiz (asm) bir hadisinde,

"Erkeğin kendi nefsi, ailesi, çocuğu ve hizmetçisinin nafakasına harcadığı malı onun içini sadakadır."3

buyurarak buna işaret etmektedir.

Bir başka hadisinde ise,

"Allah yolunda harcadığın para, bir köle azad için verilen para, bir biçare fakire tasadduk ettiğin para ve çoluk çocuğuna sarf ettiğin paralar yok mu? İşte bunların ecir bakımından en büyüğü ailene sarf ettiğin paradır."4

buyurarak, ailenin maişeti için harcanan paranın ne derece sevaplı olduğunu beyan etmektedir.

Yine bu şekilde çalışan bir mü'minin hak yolunda olduğu da şu hadis-i şerifte bildirilmektedir:

"Bir adam küçük çocuğu için çalışıyorsa Allah yolundadır. Yaşlı anne-babası için çalışıyorsa Allah yolundadır. Ailesi için çalışıyorsa Allah yolundadır."5

Sözü edilen bu sevaplara mazhar olmak ve dünyevî çalışmaların ibâdet saati içinde sayılabilmesi için, kişinin kendi şahsı ibadetinde ve taatında bir ihmal ve tembellik göstermemesi şartı esas alınmalıdır. İki namaz vakti arasında kalan diğer saatlerin, vakit namazları kılındığı takdirde, bir ibadet şekline geleceği ve bu arada işlenen günahların affolacağı, verilen müjdeler arasındadır.6

Nitekim asrımızın müfessirlerinden Bediüzzaman Hazretleri kendisini ziyarete gelen bazı işçi ve memurların çalışmalarının bazı şartlarda ibadet sayılacağı hususunda hatırlatmalarda bulunmuştur.

Meselâ, şeker fabrikasında çalışan işçilere,

"Siz farz namazlarınızı kılsanız, o zaman fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünkü milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz."

Yine tren yolunda çalışan işçilere, farzları eda edip büyük günahlardan kaçınmak şartıyla, bütün çalışmalarının ibadet olacağını söyleyerek teşvikte bulunmuştur. Bir defasında elektrik işçilerine de şöyle nasihatte bulunmuştur:

"Bu elektriğin umum millete büyük menfaati var. O umumî menfaatleri hissedar olabilmeniz için farzınızı kılınız. O zaman bütün sa'yiniz [çalışmanız] uhrevî bir ticaret ve ibadet hükmüne geçer."7

Bu durumda insan, üzerine farz olan ibadetlerini eda eder, günahlardan da çekilirse, geriye kalan çalışması ve istirahatı hep sevap dolu vakitler haline gelir. Fakat hırs gösterip maişetinin azalacağından korkarak kulluk vazifesini bıraksa, "bütün sa'yinin [çalışmasının] semeresi (neticesi] yalnız, dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır."8 Yani, sadece basit ve dünyaya ait bir çalışmadan öteye geçemez.

Çoluk çocuğun nafakası için çalışmayı tek başına ibadet şeklinde düşünmek hatalı ve eksik bir telakkidir. Çünkü Allah'ın emrinde ihmal gösteren ve günahlardan çekinmeyen kimse her haliyle kusur ve haramdan yakasını kurtaramaz. Bu düşünce, olsa olsa şeytanın bir aldatmasıdır ve kişiyi felâkete sürüklemesinden başka bir şey değildir.

Dipnotlar:

1. Bakara Sûresi, 233;
2. İbniMâce,Ticaret: 1.
3. İbni Mâce, Ticaret: 1.
4. Müslim, Zekât: 39.
5. Taberânî, 2: 60.
6. İbni Mace, İkame: 79.
7. Taribçe-i Hayat, s. 406.
8. Sözler, s. 253.

80 İslam'ın, sosyo-ekonomik hayatta yetersiz kalacağı iddiasına nasıl cevap verirsiniz?

a. Ateist bir kişi Müslüman bir kızla evlenemez. Bunun sosyo-ekonomikle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur.

b. İslam’a göre, müşrikler necistir. Yani manevi olarak temiz değildir. Yoksa maddi olarak bütün insanlar temiz ve mükerremdir. İslam’ın, Müslüman olmayanların kendi aralarında evlenmesine izin vermediği iddiası tamamen yalandır. Asr-ı saadetten beri İslam aleminde  yaşayan gayr-ı müslimler hep evlenmişler ve hiç bir engelle karşılaşmamışlar. Kaldı ki, Müslüman erkekler, Ehl-i kitap olan Gayri Müslim kadınlarla dahi evlenebilirler.

c. İslam tarihinde, İslam medeniyetinin en zirvede olduğu, manevi alanlar yanında; ilim, kültür, ticaret ve o günkü teknolojik alanlarda da bugünkü Avrupa’ya üstadlık ettiği insaflı Batılı bilim adamlarının da kabul ettiği bir gerçektir.

d. Kitap ehli olanların yemeği yenilir, kestikleri helaldir. Onlardan tanıdık bir dostunun hatırı için cenazesine (onlar gibi ibadet etmemek şartıyla) katılabilir ve taziyesini sunabilir. Bunda hiç bir sakınca yoktur. Bu gün de müslümanlar tanıdığı olmayan gayri müslimlerin cenazesine katılmıyorlar, onlar da müslümanların cenazelerine katılmıyor.

e. Allah’ın dini olan İslam şeriatı, kâinatı idare eden sonsuz ilim ve hikmet sahibi Allah’a aittir. Sosyalizm ve benzeri beşeri doktrinler, cehaleti yanında bilgisi bir damla kadar olan insanların ürünüdür. Kendi şahsını bile düzgün idare etmekten aciz olan insanların idaresi ile insanların yaratıcısı olan Allah’ın iradesi arasında mukayese bile yapılamaz.

Son dönemlerinde hasta olmasına rağmen, Osmanlı İslam devleti,  hükümranlığı zamanında tarih boyunca İslam’ın en büyük düşmanı olan Yahudileri bile İspanya’dan ülkesine getirip himaye etmiştir. Haçlı zihniyeti dışında insanlık genellikle barış ortamını teneffüs etmiştir.

Osmanlının tarih sahnesinden silinmesinden sonra, iki defa yapılan cihan harbi esnasında yapılan zulüm ve vahşetler insanlığın belki de hiç görmediği kadar kalın bir istibdat bulutunu andırıyor.

Kominist ve sosyalistlerin ancak elli-altmış yıllık bir sıçramadan sonra çöplüğe atılması onların hiç bir işe yaramadıklarının açık belgesidir. Bugünkü sosyalistlerin birçoğunun sağcılardan da liberal davranmaları ayrıca ibret vericidir.

Evet, sosyalist prensipleri de kapitalist prensipleri de insanlığa gerçek bir huzur ve barış getirmediği ortada iken, bunları Allah’ın koyduğu nizamın adı İslam şeriatiyle kıyaslamak Allah’ı hakiki tanımamak ve İslam’ı gerçek yüzüyle bilmemekten kaynaklanıyor.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, “Karıncaya ayak basma.” diyen bir dinin, insanların hukukun ihmal etmesi düşünülür mü?”

“Gayri müslim zimmi bir vatandaşa haksızlık eden kimsenin -kıyamet günü- hasmı ben olurum.”

diye buyuran Hz. Muhammed (asm)’in dini ile insanların düşünceleri kıyas kabul eder mi?

Zekat kurumunu hayatın en zorunlu bir müessesesi olarak kabul eden ve faiz gibi sömürü aracı olan bir ekonomik sistemine asla izin vermeyen İslam dininin nizamı ile başka düzenlerin düzeneklerini kıyaslamak akıl karı değildir.

Bugün -adı ne olursa olsun- bütün insanlık yardımlaşma prensibini barış ve huzurun teminatı olarak görüyor. İslam’da bunun adı zekat kurumudur.

İnsanlık bugün faiz sisteminin sadece bazı zalim burjuvaların elinde bir ezme aleti olduğunu ve bundan kurtulmanın gerekli olduğunu düşünüyor.

Demek ki insanlık İslam’a dönüyor, İslam’ın prensiplerini kendi çapına göre tatbik etmeye çalışıyor.

Bugünkü ekonomik iyileşmenin en önemli göstergelerinden biri faizin düşük olmasıdır. Demek ekonomi de İslam’a sarılmak zorunda kalıyor.

Şunu da unutmayalım ki, gerek islam aleminde gerek diğer dünyada olsun, en çapulcu, en totaliter, en zalim, en sefil düzenler sosyalist ve kominist ülkelerdir.

Kaldı ki, İslam sadece dünyayı değil, ahireti de insanlara kazandırıyor. O halde önce bunu iyi öğrenmek gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Şeriat nedir, nasıl yaşanır, bu asırda şeriat geçerli midir?

81 Kürtaj ve bekaret ameliyatı yapan bir doktorun reklamını yapmak caiz midir?

Kürtaj ve bekaret ameliyatı yapan bir doktorun reklamını yapmak, bu suça ve cinayete katılmak demektir. Caiz değildir, haramdır.

82 İslam'daki huzuru, feyzi ve diğer dinlerdeki insanların huzurunu nasıl açıklayabiliriz?

Huzurun asıl kaynağı, fiziksel hareketlerden elde edilen rahatlamadan ziyade, sonsuz merhamet, kudret ve hikmet sahibi Allah’ın inayetinde aranmalıdır. Sadece gözlerini kapatıp da kendilerini düşüncesizliğe bırakan ve bu anlamda bir süre nötr bir hayat akışına bırakanların aldığı huzur ne kadar kıymet ifade edebilir ki..

Şüphesiz Allah’a iman eden her din sahibinin bundan aldığı bir huzur söz konusudur. Ancak, yanlış bir Allah tasavvuru, yanlış bir ahiret tasavvuru devam ettiği sürece, gerçek huzuru bulmak mümkün değildir.

Semavî dinler dahil hiçbir dinde İslam’da olduğu gibi kapsamlı, gerçekçi, insanın ferdi ve sosyal hayatının her safhasında ve her anında kendini hissettiren bir anlayış söz konusu değildir. Tevrat ve İncili okuyanlar, bu farkı çok rahat kavrayabilirler.

Allah’ı Yahudilerin milli ilahı olarak algılayanlar veya onu Hz. İsa (as) gibi bir insan profoline indirgeyenler, yahut Allah’a nasıl inandıklarını kendilerinin de bilmediği bazı yapay düşünce sahiplerinin bu anlayışları nerede.. İslam’ın Rahman ve Rahim olarak takdim ettiği, her yerde ilim ve kudretiyle hazır olduğu, rahmetinin her şeyi kuşattığı, ilminin her şeyi ihata ettiği, kudretinin her şeyin üstesinden geldiği, bütün kâinatın emrine itaat ettiği, her şeyin anahtarı yanında, her şeyin dizgini elinde bulunduğu,

“Bana dua edin, size cevap vereyim...” (Mü'min, 40/60)

mealindeki ayetle her dertlinin yanında olduğu, her kulunun imdadına koşacağı, öldükten sonra da insanın en büyük derdi olan yeniden hayata kavuşturacağı, ebedi bir mutluluğa ulaştıracağı pek çok delillerle, hatta Kur’an’ın neredeyse üçte birini ölümden sonraki hayatın ispat etmeğe tahsis ettiğine iman eden bir müslümanın diğerlerinde farkı yer ile gök arası kadardır.

Dini yahudiler gibi cumartesi gününe veya Hristiyanlar gibi pazar gününe veya diğer bazıları gibi canları istediği zaman yoga seanslarına tahsis edenlerin huzuru ile, günde beş defa bir nevi miraç yaparak namazın Burak ve Refrefiyle Allah’ın huzuruna çıkan ve bu yükselişten, bu huzura çıkmaktan sonsuz manevi  zevk ve hazzı alan Müslümanların kazandıkları huzur kıyas kabul eder mi?

83 Hayat-ı umumiye nedir? İnsanın asıl vatanı neresidir?

Hayat-ı Umumiye, görünen ve görünmeyen, dünya ve ahiret, şehadet ve gaybi, bütün alemlerde tecelli ve tezahür eden hayata denir. Hatta bu umumi hayatın bir latif ve ince manası kader levhalarında bile tecelli eder. Şöyle ki:

Hayatın, geçmişi ve geleceği kuşatan kader üzerinde de bir tecellisi vardır. Hayat sadece zaman ve mekan ile kayıtlı değildir. Hayatın her alemde ve her mahlukat üzerinde bir çeşit tecellisi vardır. Ama bu tecelli keyfiyetleri her alemin keyfiyetine göre cereyan ediyor. Yani maddi alemlerde tecelli eden hayat ile kader levhaları üzerinde tecelli eden hayat, keyfiyet olarak aynı değildir.

Çekirdekte hayat ince ve latif olarak tecelli ederken, çekirdekten hasıl olan ağaç ve gövdesinde hayat daha kesif ve maddi olarak tecelli eder. Yani hayatın da kesafet ve letafet olarak tecelli şekilleri başka başkadır.

Çekirdek bir nevi kader levhalarının maddi alemde müşahhaslaşmış şekli gibidir. Somutlaşmış kader olan çekirdekte hayat nasıl ince ve latif olarak tecelli ediyor ise, aynı şekilde kaderde de hayatın, keyfiyetini bilmediğimiz ince ve latif bir tecelliyatı vardır.

Madem kaderde bir hayat tecellisi var, öyle ise mahlukat vücuda çıkmazdan evvel, kaderdeki ahvalinde de hayata mazhardır. Yani mevcudat canlı ve hayatlı kader levhalarından cismani aleme intikal etmiştir. Bu yüzden kaderdeki mevcudatın ilmi vücutları asıl ve cevherdir, maddi ve cismi halleri ise suret ve kışırlarıdır. Mahlukat cismani olarak yok iken de ilmi olarak Allah’ın ilminde hayatlı olarak varlardı.

İnsanın Asıl Vatanı Cennettir

Bir grup müfessir, Hz. Âdem'in yeryüzünde, farklı bir buudda, diğer bir grup ise öteki âlemdeki cennette yaratıldığı şeklinde mütalaada bulunmuşlardır. Hz. Âdem yeryüzünde yaratıldı diyenler, kendi görüşlerine delil olarak şu ayeti gösterirler:

 "Sizi yerden yarattık. Yine oraya iade edeceğiz ve oradan tekrar çıkaracağız." (Tâhâ, 20/55)

Diğerleri ise,

"Birbirinize düşman olarak aşağıya inin." (Bakara, 2/36)

mealindeki ayetten hareketle, masum insanların yaşadığı bir yer olması itibariyle, cennetin dünyamızdan başka bir yerde olması noktasından konuyu ele almış ve Tâhâ Sûresi'ndeki ayeti şöyle yorumlamışlardır: İnsanın mahiyeti arzdan (yeryüzünden) alınmıştır. Ama Hz. Âdem cennette yaratılmıştır. İnsan ölüp toprağa dönecek ve daha sonra tekrar diriltilecektir.

Buhari, Müslim ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yer alan bazı rivayetlerde de Hz. Âdem'in cennette yaratıldığı bildirilir. Menşeimizin orası olması, vicdanımızda oranın arzusunu duymamız ve ebedi bir yurt arzumuz da bunu teyid etmektedir.

Buna göre insanın asıl vatanı cennettir. Aslında özlem duyduğu her şeyin asıl kaynağı da orasıdır.

Bediüzzaman Hazretleri Yirminci Mektup'taki,

“Elbette ve elbette, o Kadîr-i Zülcelâl, O Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal, vaadini yerine getirecek, saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslîsi olan Cennete sizleri, ey ehl-i iman, ithâl edecektir.”

sözleriyle, gideceğimiz cennetin Âdem babımızın çıkartıldığı ve asıl vatanı olan cennet olduğunu ifade etmektedir.

Demek ki, üzerinde yaşadığımız yerler ve bu dünya, bizim asli vatanımız değildir ve olamaz. Bizler, vatan-ı asliden bu dünyaya gönderilen Âdem babamız ve Havva anamızın zamanından bugüne, asıl vatanını arayanlarız. İmtihanımız da asli vatanımıza bir kez daha gidebilmektir. Yoksa bu geçici vatanları, asıl kabul edip, onlara hüküm bina etmek gibi bir imtihanımız yoktur.

84 Yaradan istese, herkesi dinine düşkün ya da cennet ehlinden yaratabilirdi?

- Allah açıkça cehennemi de insanlar ve cinlerle dolduracağını haber vermiştir. (Secde, 32/13)

Allah’ın sonsuz rahmeti yanında sonsuz adaleti de vardır. Sonsuz rahmeti herkesi cennete götürme vesilesi olarak düşünüldüğü gibi, sonsuz adaleti de zalimleri cehennemle cezalandırmayı ön görür.

- Eğer imtihan olmasaydı, iyi kimseler ile kötü kimseler, zalimlerle mazlumlar aynı kefeye konmuş olacaktı. Okuma-yazmayı sökmemiş bir öğrenci, siyasal bilgileri fakültesini bitirmiş bir öğrenciyle aynı tutulmuş olacaktı. Çalışanla çalışmayanlar, hırsızlarla mal sahipleri aynı kefeye konulacak hem başarılı olanlara hem de başarısız olanlara aynı şekilde mükafat verilecekti.

Bu ise adalet anlayışıyla bağdaşmayan bir durumdur. Hangimiz evimizi soyan, kardeşimizi öldüren bir hırsız ve bir cani ile aynı şekilde mükâfatı paylaşmaya razı oluruz?

Bizim razı olmadığımız bir hususa Allah’ın razı olmasını istemek kadar çirkin bir şey olabilir mi?

Allah’ın bin bir isminin tecellilerini inkar eden, onun 124.000 peygamberini, 104 kutsal kitabını yalanlayan, hayatları boyunca onun bütün nimetlerine karşı nankörlük eden, kendisine isyan etmeyi marifet sayan, nice kullarına zulmeden zalimleri, canileri, katilleri, kâfirleri de ona itaat eden mümin kulları ile birlikte cennete koymasını istemek kadar bir vicdansızlık olabilir mi?

- İşte bu gibi adaletsizlik örneklerinin olmaması için, aksine itaat edenlere mükâfat, isyan edenlere ceza vermek için cennet ve cehennem yaratılmıştır. Cennet sonsuz rahmetin bir yurdu olduğu gibi, cehennem de bir adalet yurdudur.

“Mümin kimse, yoldan sapmış kimse gibi midir? Bunlar elbette bir olmazlar.” (Secde, 32/18),

“Biz hiç Müslümanları suç işlemiş (kafirler) gibi kılar mıyız? Size ne oluyor nasıl (böyle bir) hüküm veriyorsunuz?” (Kalem, 68/35-36)

mealindeki ayet ve benzerlerinde cehennemin bir adalet yurdu olduğuna işaret edilmiştir.

- Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerine bakmakta fayda vardır:

“Cehennem'in vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakikî adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler. Çünkü nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi afvetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer bîçarelere yüzer merhametsizliktir."

"Aynen öyle de Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz, hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki afva kabiliyeti kalmaz. اِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهِ âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehennem'e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz davacılara hadsiz merhametsizlikler olur. İşte o davacılar Cehennem'in vücudunu istedikleri gibi, izzet-i celal ve azamet-i kemal dahi kat'î isterler.” (Asa-yı Musa, s. 48)

- “Cehennemde ebedi kalmakla yok olmak” arasındaki bağlantıyı ve karşılaştırmayı Bediüzzaman Hazretleri şöyle yapmıştır:

“İnsan (…) dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk derecesinde arzuluyor(...) Ve öyle arzuları ve matlabları var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ Onuncu Söz'de işaret edildiği gibi, bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden "ah" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi. (Şualar, s. 222, 223)

Bu ifadeden anladığımız şudur:

a) İnsanın fıtratında/yaratılışında bir “aşk-ı beka arzusu” vardır. İnsanoğlu, fıtratının/vicdanının sesini dinleyebildiği takdirde bu aşkın uğruna her türlü sıkıntılara girmeye razıdır. Hatta cehennem de olsa “beka”nın hatırı için orya girmeye razıdır.

b) Bu, insanda var olan fıtri bir duygudur. Ancak insanda başka duygular da vardır. Örneğin azaptan, işkenceden, sıkıntıdan kaçmak da önemli bir duygudur.

“O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve kâfir olan kimse ‘Keşke ben bir toprak olsaydım.’ diyecektir.” (Nebe’, 78/40)

mealindeki ayette insanın bu duygusuna işaret edilmiştir. Bu iki duygunun çarpışması durumunda galip gelen duygunun hükmü geçerli olacaktır. Bediüzzaman hazretlerinin karşılaştırma yaptığı bir zaman diliminde onun hayali “beka arzusu”nu her şeyden üstün tutmuş ve cehennem de olsa var olmayı arzulanmıştır. Bizim bazen nazara verdiğimiz husus budur.

c) Bazı aşıkların aşk uğruna çekmedikleri cefa, görmedikleri eza kalmamıştır. Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Mem ile Zin’in hikayelerini duymayanımız yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, insanda yüksek bir potansiyele  sahip olan aşk duygusu sağlam bir şekilde işlediği zaman diğer bütün duyguları yenebilir ve kendi düdüğünü çalabilir.

Demek ki Bediüzzaman Hazretlerinin söz konusu karşılaştırması bu fıtrî hakikatin seslendirilmesi anlamına gelir.

d) Bu gün inkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçek şudur ki, genel olarak hiç kimse idam olmayı -çok sıkıntılı da olsa- müebbet hapse tercih etmez. İdamı müebbede çevrilen mahkûmların aileleri bundan dolayı adeta bayram yaparlar.

Bu örnek de insandaki “aşk-ı beka”nın ne kadar güçlü olduğunun kanıtıdır.

e) Bazı insanlar kendi iradeleriyle intihar ediyor, kendilerini yok ediyorlar. Çünkü onlara göre, hayatta kalıp çekilmez sıkıntılara katlanmaktansa yok olmak tercih edilir. İnsanda intihar duygusu -yukarıda arz ettiğimiz- sıkıntılardan kaçma duygusunun kendisidir. Ancak şunu da kimse inkâr edemez ki, normal insanların hiçbiri bu intiharı onaylamaz.

Demek ki burada “aşk-ı beka” denilen her zaman var olma duygusu ile, “sıkıntıdan kaçma” duygusu arasında bir çarpışma vardır. İntihar eden kişideki “sıkıntıdan kaçma” duygusu ağır basmış olmasına mukabil, diğer insanlardaki “aşk-ı beka” arzusu daha ağırlıktadır. Onun için bunlar “şartlar ne olursa olsun intihar etmenin yanlış olduğunu” düşünürler.

f) Bütün açıklamalardan anlaşılıyor ki, insanda cehennem de olsa ebedi olarak var olmayı yok olmaya tercih eden bir duygu vardır. Şu var ki insandaki duygular her zaman doğru olarak çalışmaz. Bu sebepledir ki bazen beş paraya değmeyen bir bakır çubuğunu orijinal bir elmas çubuğuna tercih eder.

“Onlar ki dünya hayatını ahiret hayatına tercih eder.” (İbrahim, 14/3)  mealindeki ayet işaret ediyor ki: Bazı zamanlarda bir kısım ehl-i iman (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilim (âhireti tam bildikleri halde) ehl-i dalalete iltihak ederler,  bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı, bildiği ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler. (bk. Şualar, s. 724)

İlave bilgi için tıklayınız:

Şeytan yaratılmasaydı, hepimiz cennette mi olurduk?
Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, niçin kullarını cennet için sınav ediyor?
Allah insanların nefislerine ve şeytana yenik düşeceğini biliyordu ...

85 Kafası nakledilen maymunun ruhu nereye gider?

Canlıları meydana getiren karbon, hidrojen ve oksijen gibi elementlerde hayat ve ruh yoktur. Ancak, hayvan ve insanların her birisinin kendisine has ruhu vardır. “Psikiyatri” ya da “Ruh Bilimi”, artık bütün dünyada kabul gören ve faaliyet gösteren bilim dalı ve aynı zamanda bir tedavi ve sağlık merkezi olarak hizmet vermektedir. Dolayısıyla, ruhun varlığı konusunda bilim âleminde bir tereddüt yoktur. Ancak mahiyetini anlama ve tanımada farklılıklar vardır.

Bir kısmı, enerji yığını ya da birikimi olarak kabul ederken, İslâmiyet ruhu, Allah’ın bir emri olarak beyan eder ve ruh, bir vücudu olan, nurani, şuur sahibi bir varlık olarak tanımlanır. Mesela yer çekimi kanunu da Allah’ın bir emridir. Şayet bu yer çekimi kanunu şuur sahibi olsa, bir de vücut giyse bir ruh gibi olur. Ruh da şuurunu ve vücudunu çıkarsa, yer çekimi kanunu gibi bir kanun olur. (bk. Nursi, Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz)

Her bir ruh bakidir. Cesetlerin ölüp ayrılması, ruha tesir etmez. Ruh baki kalır. Ahirette yeniden dirilişte, her bir ferdin ruhu, yeniden yaratılmış olan cesede gelip yerleşecektir.

İnsan ruhunu, ev içerisinde oturan bir insana benzetmek mümkündür. Ev, insanın bedenine, evin içindeki insan da bedendeki ruha benzetilebilir. Nasıl ki, evin içerisinde oturan bir insana, evin pencere ve bacasında ya da kapısında değişiklik yapmak, o insanın varlığına tesir etmezse, insanın veya hayvanın, dişinde veya başında ya da ayağında veya ciğerinde değişiklik yapmak, evin kapısında veya penceresinde değişiklik yapmak gibi, onun içindeki ruha tesir etmez.

Şu kadar var ki, evin içindeki insan dışarıyı, evin penceresinden görür. Siz pencereyi kapattığınız zaman, o insan dışarıyı göremez. Aslında dışarıyı gören pencere değil, evin içerisindeki insandır. Ama o insan dışarıyı, pencere olmayınca göremez. Tıpkı bunun gibi, insanda veya hayvanda gören göz değil, onun bedenindeki ruhtur. Ama o ruh, dışarıyı, pencere hükmünde olan gözle görmektedir. Göz bir şekilde devre dışı kaldığı zaman artık ruh da dışarıyı göremez.

Aynı şekilde, hayvan ve insanlarda düşünce ve bir takım davranışları sergileme merkezi kafadadır. Hayvanın kafasını kestiğiniz zaman, onun ruhu bir takım faaliyetleri yerine getiremeyecektir. Kafası kesilen hayvan ölmüşse, ruhu o bedeni terk etmiş, bulunması gereken ruhlar âlemine çekilmiştir. Kafa nakledilen maymunun ruhu da o yeni kafayla, idrak veya davranışa yönelik bir takım fiilleri sergileyecektir.

Sonuç olarak, gerek hayvanlarda ve gerekse insanlarda her bir ferde has ruh vardır. Cesedin ölüp dağılması ruha tesir etmez. Her bir ruh, ait olduğu ceset öldüğü zaman, kendi âlemine uygun ruh dünyasına çekilir. Haşirde yeniden yaratılan bedenine geriye döner. Bir canlının akciğeri ya da böbreği başka bir canlıya nakledilmekle ruhu, nakledilmediği gibi, kafasının nakledilmesiyle de ruhu o hayvana geçmez. Kafanın kesilmesiyle hayvan ölürse, ruhu da ait olduğu ruhlar âlemine gider.

86 İnsan neden hayattan hayvanlar kadar zevk alamaz?

- Önce şunu belirtelim ki, insanın hayvan kadar dünya hayatından zevk alamaması, onun ahirete namzet olarak yaratıldığının göstergesidir.

Çünkü, “âdeta arşa mümasil bir kalbi, misal âlemine bakan bir hayali, Levh-i mahfuzdan haber veren bir hafızayı, melek alemini temsil eden bir aklı, dünyanın her tarafına el uzatan bir merakı, ebede kadar uzanan arzuları” taşıyan insanın, bir yandan bu geniş kapsam alanına sahip olması, diğer yandan serçe kuşu kadar bile dünyadan zevk alamaması arasında büyük çelişki vardır. İşte bu çelişki ancak, insanın ahiret memleketine, abedi saadet diyarına aday olmasıyla çözülür.

Yoksa, geniş donanımlarıyla kendisine oldukça dar gelen dünya hayatının iki duvarı arasında sıkışıp kalması, balon gibi patlamasına yol açar. Bu ise ilahi hikmete aykırıdır.

- İnsanın hayvanlar kadar zevk alamamasının en önemli amillerinden biri onun aklıdır. Akıl çok güzel bir mutluluk aleti olmakla beraber, geçmiş zamandan getirdiği hüzünler ve gelecek zamanlardan getirdiği endişeler dolayısıyla âdeta bir azap aracı olmuştur.

Oysa hayvanlar, geçmişte yaşadıkları sıkıntıları, örneğin ölen akrabalarını düşünmediği gibi, gelecekte kendilerinin veya akrabalarının durumlarını düşünüp bir istikbal endişesi de taşımazlar ve içinde bulundukları zamandan tam bir zevk alabilirler.

Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki -özet olarak verdiğimiz- ifadeleri bu konuya ışık tutmaktadır.

“Hem hiç kabil midir ki: Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak olan Allah; insana öyle bir istidad (kabiliyet) vermiştir ki, yer, gök ve dağların tahammülünden / yüklenmesinden çekindiği emanet-i kübrayı yüklenmiştir. Yani küçücük cüz'î ölçüleriyle, san'atçıklarıyla Hâlıkının muhit (kuşatıcı) sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçebiliyor. Bunun yanında bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil kabiliyetini vermiş, bununla kâinat çapındaki rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen ona ilân ettirmiş ve böylece onu meleklerine tercih edip hilafet rütbesini vermiştir. Ancak diğer yandan akıl gibi bir mutluluk aracı olan bir aleti verdiği için, bu araç mutluluk yerine geçmişten gelen hüzünleri ve gelecekten gelen kaygıları da başına muasallat etmiş ve insanı en bedbaht, en bîçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atmıştır."

"Acaba, hiç müm kün müdür ki, Allah, en mübarek, pek nuranî bir âlet-i tes'id (mutluluk veren alet) bir hediye-i hikmeti olan aklı, o bîçareye en meş'um (uğursuz) ve zulmanî (karnanlık) bir âlet-i tazib (bir işkence aleti) yapıp, hikmet-i mutlakasına büsbütün zıd ve merhamet-i mutlakasına külliyen münafî bir merhametsizlik etsin. Hâşâ ve kellâ!" (Sözler, Onuncu Söz, s. 87)

“Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen insan, -manevi donanımlarıyla- bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehab ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinat'ın en mahbub ve makbul bir abdi olma şerefine nail olmuştur.” (Asa-yı Musa, s. 42)

“Hem insan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor. Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez…” (Sözler, s. 23)

Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, insan serçe kuşu gibi uçamadığı, tavşan gibi koşamadığı, deve gibi yük taşıyamadığı, arslan gibi kuvvetli olamadığı için, kendi meziyetinden bir şey kaybetmez. Çünkü, insan ebede namzettir, bütün canlılardan daha zevkli bir hayata adaydır, cennet gibi bir diyara davetlidir. Onu bedbaht eden bunu kaybetmesidir.

87 Din, bizim için nasıl bir otokontrol irade sağlar?

- İslam dininin temel unsurlarının başında Allah’a ve ahirete iman gelir. Sonsuz ilmiyle her şeyi  bilmekte, her şeyi görmekte, her şeyi duymakta olan Allah’a iman eden, öldükten sonra da O her şeyi bilen Allah tarafından tekrar diriltilip hesaba çekeceğinin şuurunda olan bir kimsenin, kalbindeki bu şuurdan daha büyük bir otokontrol olabilir mi?

Temsilde hata aranmaz; bir insan bizzat mahkeme reisinin veya savcının gözü önünde suç işlemesi ne kadar zor ise, Mahkeme-i kübranın yegâne hâkimi olan Allah’ın görmekte olduğuna inanmasına rağmen kendini mesul edecek işler yapması bu misalden bin kata daha zorlaşacaktır.

  “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan korkar, gerektiği şekilde saygı duyarlar.” (Fatır, 35/28)

mealindeki ayette aynı zamanda ilmin ve imanın otokontrol rolüne vurgu yapılmıştır. Çünkü burada söz konusu edilen ilimden maksat sahibinin imanını güçlendiren, iman şuurunu kazandıran ilimdir. Zaten iman demek, inanmak demektir, bir şeye inanmak ise ancak onu bilmekle mümkündür.

Allah’a ve ahiret gününe iman etmeye sevk etmeyen bir ilim, Kur’an nazarında beş para etmez. Böyle ilim sahipleri “kitap yüklenmiş merkep” (Cuma, 62/5) olarak vasıflandırılmıştır.  

- Kur’an’da defalarca “Aklınızı kullanmıyor musunuz? Tefekkür etmez misiniz? Hiç düşünmüyor musunuz?” tarzında insanı tefekküre, düşünmeye, dikkatli olmaya, aklını iyice kullanmaya teşvik eden ayetlerin hepsindeki ana hedef: “insana iman şuurunu kazandırmak ve bu şuurla da iman-otokontrolünü sağlamaktır."

- Bu konuda çok sağlam ve mükemmel bilgi almak için asrın iman reçetesi olan Risale-i Nur'u dikkatle okumayı tavsiye ederiz.

Ayrıca, Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini isimli eserini ve İbrahim Canan’ın Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhini de okuyabilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'a ve onun sıfatlarına iman etmenin, hayatımıza yaptığı olumlu ...

İslamiyet'i iyi öğrenmek ve yaşamak için ne yapmak gerekir?..

Ahir zamanda yapılan ibadete ayrı bir muamele yapılacak mıdır?

88 Annesinin yediği haram limon suyu nedeniyle, kırbaları delen çocuk hikayesi gerçek mi?

Sahih kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlayamadık.

Bu hikaye kalın bir hurafe gömleğini giymişe benziyor.

Böyle bir karşılaştırma, dinin ruhuna ve mantık ölçülerine uymamaktadır.

89 İhtiyarlık niye vardır, ihtiyarlık olmasaydı olmaz mıydı?

- Bu gibi soruların ardı arkası gelmez ki: Gençlik niçin var insan hep çocuk olsa!.. Çocuk niçin var, insan iki günde yirmi yaşındaki delikanlı gibi olsa… İnsanlar anne rahminden bebek doğacağına Hz. Âdem gibi doğrudan topraktan yaratılsa,.. gibi... 

Bu gibi sorular, insanın vehmine ilişen tasavvurlardır. Görünürde masum gibi olsa da hakikat nokta-i nazarında ve nefsani dürtülerin arka planında ilim ve hikmeti, kudret ve rahmeti sonsuz olan Allah’ın uygun gördüğü bir hususu -iman şuuruyla olmasa da- bir nevi eleştiriye açmaktır. 

Bu sebeple, zihnimizde bu gibi bu gibi vehimlere pirim vermemek gerekir. Bunlar, hikmeti araştırma perdesi arkasında şeytanın hem alıcı hem verici bir kulağı ve dili olan kuvve-i vahimenin ekmeğine yağ sürmek manasına gelir. Çünkü, verilen bir cevaptan tatmin olmama riski de vardır. Veya arkasından başka bir soruya kapı aralamak da vardır. Bu sebeple, genel bir prensip olarak zihne gelen bu gibi sorulara dikkat etmemenin daha uygun olduğunu düşünüyoruz.

Asıl sorunun cevabına gelince; 

- İhtiyarlık bir canlılık alâmetidir. İnsanların tırnağı bile her zaman büyüdüğüne göre, bedeninin diğer kısımlarının büyümemesi mümkün değildir. Yani, her şeyden önce Allah’ın hayat kanunu ve tevellüt kanunu işlemektedir. Her canlı gelişir, belli bir süreç içinde büyür, yaşlanır; gül gibi solar ve ölür. 

- İhtiyarlık, ölmeyi hatırlatan bir olgudur. İhtiyarlık, Allah’ın sonsuz kudretini ve iradesinin alâmetidir. Aynı gıdayı aldığı, hatta daha güzel beslendiği halde, insanın ihtiyarlaması, Allah’ın ihtiyarını / iradesini gösterir. Demek ki, zahiri sebeplerin gerçekte bir fonksiyonu yoktur. Yaratan, büyüten, besleyen ihtiyarlatan, kuvvetlendiren, güçsüz hâle getiren Allah’tır. 

- İhtiyarlık, din imtihanı açısından insanlara verilmiş bir fırsattır. Dünyanın faniliğini ve ölümle öbür tarafa göçünü hatırlatır ve insanı daha fazla ibadet etmeye sevk eder.

- İhtiyarlıkta insanın biyolojik gücü zayıflamasına rağmen, ruhî, aklî ve kalbî melekleri daha da inkişaf edecektir. Bu ise, insanın istikametli bir rotayı takip etmesini sağlar.

- İhtiyarlık, dünyanın sıkıntılarını gösterdiği için hem ölen hem de yakınları için ölüm acısını hafifletir. Hatta bazen her iki taraf da yaşlı kimsenin ölümünü sevinçle karşılarlar.

- İhtiyar olmasına rağmen, ihtiyarlık eliyle uzatılan bu fırsatı değerlendirenlere fazladan mükâfat verildiği gibi, bu fırsatı değerlendirmeyenlerin de puanları düşürülür. 

“İhtiyarların en kötüsü -heva ve hevesine bağlı kalmakta- gençlere benzeyenlerdir. Gençlerin en iyisi, -hesabını, kitabını bilmekte- ihtiyarlara benzeyenlerdir.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3/487)

manasına gelen hadisin verdiği ders de ihtiyarlığın bu hikmetine işaret etmektedir.

  “Siz aranızdaki zayıflar sebebiyle rızıklanıyor ve yardım ediliyorsunuz.” (Buhari, Cihad, 76)

hadisi ise, diğer zayıflar yanında yaşlıların da toplum için bir bereket vesilesi olduğunu ifade etmektedir.

- Bir başka hadisde de, “Yaşlılara saygı, Allah’a saygıdan gelir.” (Ebu Davud, Edeb,20) buyurularak, onlara saygının köklerinin hangi kaynaktan beslendiği ifade edilmiştir.

Konuyu bu minval üzere, bu zaviyeden ele alıp örnekleri çoğaltabilirsiniz. Ve bu gibi merdivenlerin basamaklarını kullanarak ihtiyarlık hikmetine ulaşmak mümkündür.

90 Ne zaman gurbette oluruz?

Gurbet, kişinin vatanından ayrı yaşaması veya halkın davranış ve düşüncelerinden uzak kalması anlamında bir terimdir.

Gurbet, Arapça garb kökünden türemiş bir kelimedir. Güneşin battığı taraf, batı anlamına geldiği gibi, atıldıktan sonra bulunmayan ok, yürügen at, göz yaşı, göz yaşının geldiği damar anlamlarına da gelir. Ayrıca, gariplik, yabancılık; yabancı bir memleket, yabancı yer anlamlarını da taşır.

Bu durumda garip de vatanından uzaklara batıp gitmiş, vatanından uzaklaşmış insan anlamlarına gelmektedir.

Garip: Gurbette bulunan, yad ellerde olan, vatanından ayrı düşen; hâlinden anlamayan, duygu ve düşüncelerine yabancı kalan kimseler arasında bulunan kimsedir.

Buna göre, câhiller arasında alim; fâsid ve fâsıklar arasında takva ve salâh ehli gariptir. Çok yüksek seviyede mânevî ve ruhî haller içinde bulunan arifler hem bu dünyada hem o dünyada gariptirler.

Gurbet duygusunun temelinde vatandan ayrılış vardır. Tasavvufta da vatan, âlem-i bekâdır. İnsan buradan âlem-i fenâya gelmiştir; yani asıl vatanından ayrılmıştır.

Bu açıdan mutasavvıflar genellikle cismanî ve manevî olmak üzere iki türlü gurbetten bahsederler.

Birincisi kişinin memleketinden uzak kalmasıdır. Çeşitli sebeplerle seyahate çıkan gezgin mutasavvıflar bu anlamdaki gurbete büyük önem verirler; gurbete çıkmaya arzu duyar, gariplere sahip çıkmanın faziletinden söz ederler.

"Gurbette iken ölen şehiddir." (İbn Mâce, Cenâiz, 61)

mealindeki hadise bu bağlamda önemle işaret edilmiştir.

Manevî gurbetin, biri tutum ve davranışlarla, diğeri düşünce ile (himmet) ilgili olmak üzere iki şekli vardır.

Bir toplumun yaşama tarzı dine uygun değilse o toplumda yaşayan dindar insan öz yurdunda da olsa garip sayılır. Nitekim İslâm'ın ilk yıllarında Mekkeli müslümanlar kendi yurtlarında böyle bir gurbet hayatı yaşamışlardı.

"İslâm garip olarak başladı, ileride yine garip olacaktır, ne mutlu o gariplere!" (Müslim. İmân, 232)

mealindeki hadiste bu duruma işaret edilmiştir.

Mekke müşrikleri arasında azınlık olarak yaşayan ashap garip sayıldığı gibi benzer şartlar altında zor bir hayat geçiren dindar Müslümanlar da garip sayılır. "Güç şartlar altında sıkıntılı bir hayat yaşamak" anlamına gelen gariplik bu sebeple fazilet kabul edilmiştir. Nitekim,

"Toplum bozulduğu zaman sünnete sarılan kimse, elinde ateş tutan insan gibidir." (Müsned, 2/39, 55)

mealindeki hadis de bunu ifade etmektedir.

Bazı hadislerde. İslâmî hayattan uzaklaşmış kişiler arasında yaşamak zorunda kalan dürüst Müslüman, toplumda kendi hayat anlayışında kimse bulunmadığı için yalnız yaşayan takva sahibi kişi, sünneti halka öğretip yaymaya çabalayan mümin garip olarak nitelendirilmiştir. (bk. İbn Kayyim el-Cevzîyye, 3/203-204)

"Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi yaşa." (Buhârî, Reka'ik, 3)

mealindeki hadisle gariplik teşvik edilmiştir. Ebü'l-Hasan es-Subeyhî, "Garip vatanında iken ondan uzak olan kişidir."; "Garip kendi meşrebinde olmayanlar arasında kalan kişidir." (Lâmiî, s. 213) derken bu tür garipliği anlatmak istemiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye riyakâr, haram helâl tanımayan cahil zümreler arasında yaşamaya katlanan ihlâslı, dindar ve âlim kişileri garip sayar. (bk. Medâricü's-sâlikîn, 3/219)

Aynı şekilde Hakk'a ermek için manevî sefere çıkan velîler, kendi hallerine ve eriştikleri makamlara yabancı olanlar arasında gariptirler.

Mutasavvıflara göre ruhların esas vatanı bu dünya ve bu beden değildir, ruhlar âlemidir. Asıl vatanlarından ayrılan ruhlar dünyada ve bedende iken gariptirler ve kendi vatanlarına dönmenin özlemi içinde yaşarlar. Bu anlamdaki gurbet hayatı özellikle tasavvuf edebiyatının en canlı temalarından olmuştur. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Gurbet md.; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Türdav A.Ş. İst. 1985; Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet yy. İst. 1991)

91 Kuran-ı Kerim Mushaflarını belden aşağıda olan raflara koymak caiz midir?

- Kur'an-ı Kerimi, ayet ve hadis yazılı kağıtları veya diğer dini kitapları saygısızlık amacı olmadığı takdirde çanta, poşet gibi bir şey içerisinde belden aşağı vaziyette taşımakta bir sakınca yoktur. Zira bunları belden aşağı vaziyette taşımak, bir hürmetsizlik değildir. Hatta saygısızlık kasdı olmadığı için, insanların kolay ulaşması amacıyla engin kitaplıklara koymakta da sakınca olmaz.

Ancak bizim edep kültürümüzde Kur'an-ı Kerim'e tazim ve hürmetin bir göstergesi olarak, onu belden yukarı raflara ve kitaplıklara koymak âdeti yerleşmiştir.

Bu da elbette kalplerdeki takva duygusuyla gelişmiş bir inceliktir. Bu dini bir emir değildir. Ancak,

 "Allah'ın şearine tazim ve hürmet kalplerin takvasındandır." (Hac, 22/32)

ayetinin işaretine uygun bir davranış olarak değerlendirilmeli, ama bunu yapmayanlar saygısızlıkla itham edilmemelidir.

Şüphesiz ki, Kur’an-ı Kerim’e, hadislere veya ayet ve hadis yazılı olan kağıtlara ya da diğer dini kitapları saygı göstermek gerekir. Ancak bunlara saygı belden yukarıda taşımakla veya sadece el üstünde tutmakla yerine getirilmiş olmaz.

Bunlara asıl saygı, emirlerine uymak ve nehiylerinden sakınmakla yani Kur'an-ı Kerimi, hadisleri ve onların nurlu ışığında yazılmış dini kitaplarımızda yer alan hakikatleri hayatımıza taşımakla olur.

Kur'an-ı Kerimi, hadisleri ve onların nurlu ışığında yazılmış dini kitaplarımızda yer alan hakikatleri, hayatımıza taşımadıktan sonra ne yaparsak yapalım, Kur’an’a ve bu kitaplara karşı görevimizi yapmış olmayız.

92 Allah bir kulunu severse ona sevdiği işi yaptırır, mealinde bir hadis var mıdır?

Bu hadis sahihtir. Hadisin aslı şöyledir:

Hz. Enes anlatıyor: Peygamber Efendimiz “Allah bir kuluna hayır murat ederse (onu severse) onu ‘istimal’ eder.” buyurdu.

Sahabe “Ya Resulellah! Onu nasıl istimal eder?” diye sorunca; “Onu ölümünden önce salih ameller (Allah’ın sevdiği işler) yapmaya muvaffak kılar.” diye cevap verdi.” (bk. Tirmizi, Kader, 8)

Bir kişi, niyeti, ihlası, iyi bir davranışı gibi Allah’ın rızasına uygun şeyler ile kendisi hakkında Allah'ın hayır murat etmesine vesile olabilir.

Bu durumda Allah, onu hayra yönlendirir, hayırlı ameller yapmaya muvaffak kılar ve bu hal üzere iken onu berzah/kabir alemine gönderir.

93 Çalışan Allah'ın sevgilisidir şeklinde bir hadis var mıdır?

“Çalışıp kazanan Allah’ın sevgilisidir/dostudur.” şeklinde bir rivayete kaynaklarda rastlayamadık.

Ancak bu manayı destekleyen bazı rivayetler vardır:

“Allah elinden iş gelen sanatkar mümin kulu sever.” (Taberani, Evsat, 8/80; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 2/88)

“Yeryüzündeki, amellerin en faziletlisi şu üç şeydir: İlim talep etmek, cihad ve çalışıp kazanmak. Çünkü, İlim Allah’ın sevgilisidir. Gazi Allah’ın velisidir. Çalışan ise Allah’ın sadîkidir (dostudur).” (bk. Tenbihu’l-Ğafilin, 1/428)

94 Ben ona iyilik yapmadım ki, bana kötülük yapsın, anlamında bir rivayet var mı?

Sorudaki ifadeye rastlayamadık.

“Kendisine iyilik ettiğin kimsenin şerrinden kork.” manasına gelen meşhur bir sözün de hadis olmadığı, bir kelam-ı kibar olduğu bildirilmiştir. (bk. Acluni, 1/52)

- Bu rivayet münasebetiyle Hz. Ali’nin şöyle bir sözüne yer verilmiştir:

“Kerim/Erdem olan kimseye iyilik yapmak onu yumuşatır. Leim/kötü kimseye iyilik yamak ise, onu kasavete sevk eder.” (Acluni, a.y)

95 Allah bazı milletleri neden çirkin yaratmıştır?

- Önce şunu belielim ki, güzellik ve çirkinlik göreceli bir özelliktir. Size göre çirkin olan bir kimse, başkası için gayet güzel görünebilir.

Özellikle, bir milletin tamamının çirkin olduğunu söylemek pek isabetli olmayabilir.

- İnsan gözü; alıştığı şeyleri tanıdık ve güzel göre bildiği halde, alışık olmadığı, fazla görmediği şeyleri; garip, tuhaf karşılayabilir.

Bu açıdan bakıldığı zaman, öyle zannediyoruz ki, sizin çirkin gördüğünüz o milletlerin fertleri kendi aralarında farklı bir bakış açısına sahiptirler.

- Farklı milletlerin farklı yapıda olmaları, onları var eden yaratıcının bir olduğunun göstergesidir. Çünkü bir fiilin birliği, failin de/yapanın da bir olduğunun delilidir.

Bu açıdan bakıldığında, dinlerde ve varlık sahasında en büyük hakikat olan tevhidin birer göstergesi olduğu için milletler, kendi, aralarında bir birlik vasfına sahip şekilde yaratılmıştır.

Hatta denilebilir ki, aynı milletten olan farklı kabilelerin kendi aralarında bazı özellikleri itibariyle birbirine benzemelerinin bir hikmeti, yüce yaratıcının birliğini göstermek içindir.

Bütün insanların aynı organları taşıması itibariyle gösterdiği sanat birliği penceresinden yüce sanatkârın birliğine şahadet ettiği gibi, her ferdin farklı bir simaya sahip olması da yaratıcının mutlak iradesini ve tercihini göstermektedir.

Bunun gibi, farklı milletlerin insanlık özelliğinde birbirine benzemesi, Allah’ın vahdetinin/birliğinin göstergesi olduğu gibi, her milletin farklı bir sanat estetiğine sahip olması da Allah’ın mutlak iradesi, sonsuz ilim ve kudretinin delilidir.

İfade edildiği üzere, Allah’ın varlıkları, insanları hatta cinleri ve melekleri farklı şekilde yaratması, Onun mutlak iradesini, sonsuz ilmini ve kudretini göstermesi içindir.

Aynı milletin fertlerinin bazı özelliklerde birbirine benzemesi ise, Onun birliğinin göstergesidir.

Demek ki, bizim çirkin dediğimiz insanlar veya milletler, Allah nezdinde çirkin değil, onun farklı bir sanatının yansımasıdır. Hikmet nazarıyla bakıldığı zaman, bir maymunun da bir farenin de bir domuzun da, bir böceğin de çok harika birer sanat değerine sahip olduğu görülür.

Demek ki, bizim tarafımızdan çirkin görülen şeyler, yaratıcı tarafından çok büyük hikmetlere mazhar oldukları için öyle yaratılmıştır.