Allah'ın bütün isimleri insanda tecelli edebilir mi?

Tarih: 23.02.2007 - 12:48 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Sizin sorduğunuz soru için Bediüzzaman,

“İnsanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni', Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Latif isimlerini ve hâkeza... Bütün a'za ve âlâtı ile cihazat ve cevarihi ile letaif ve maneviyatı ile havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i a'zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a'zam var ki, o da insandır.” (bk. Bediüzzaman, Sözler, s.686)

şeklinde izah getirmektedir. Yani insan yaratılması ile, varlığı ile Allah'ın yaratma isminin tecellisine mazhar olmuş oluyor.

Dikkatli bir tefekkür neticesinde tüm esmanın insanda tecelli ettiğini de ifade etmektedir. Şöyle ki, insan ism-i azamdan ve her ismin azami mertebesinden gelmiştir. Bu ifadelerden de açıkça anlaşıldığı gibi, insanda hem tüm esmayı mahiyetinde toplayan Allah’ın en büyük ismi olan İsm-i azam, hem de tecelli eden sair esmanın da en azami mertebesi tecelli etmektedir.

İnsan üç şekilde esma-i ilahiyeye ayna vazifesi görür.

1. Zıtlık cihetinden. Nasıl ki, gece vaktindeki karanlık nurun ve ışığın varlığına işaret eder. Öylede insandaki acz, zaaf, fakirlik ve eksiklik özellikleri ile Allah’ın kudret, kuvvet, zenginlik ve kemaline işaret eder. YaniBen acizim, fakat her şey benim yardımıma koşuyor. Öyleyse bütün bu mevcudatı benim imdadıma gönderen birisi var.” deyip Allah’ın kemali ve celali sıfatlara kendi eksiklik ve noksanlık sıfatlarıyla işaret ve ayinedarlık eder.

2. Benlik duygusundan. İnsan kendisinde bulunan benlik duygusu vasıtası ile Allah’ın sıfatlarına ayna vazifesi görür. Yani, nasıl ki ben bu evi yaptım, ve yapmasını görüyorum, ve idare ediyorum. Öyleyse bu kainat sarayının büyüklüğü nispetinde bir halikı, bir mabudu ve kudretli bir ilahı vardır. Bu benlik duygusu ile insan Allah’ın Celil ve Kahhar isimlerine de aynalık vazifesi görür. Şöyle ki:

İnsan kendi memuruna ve oğluna veya öğrencisine ödev veya görev verdiği zaman, yerine getirilmediği taktirde ona kızar ve cezalandırır. Veya bir devlet reisi raiyetine şiddetli ceza verir. İşte bu hiddet ve celali halimiz Allah’ın Celil ve Kahhar gibi isimlerinin bizde tecelli ettiğinin bir göstergesidir.

3. Bizim yaratılmamızda bizde tecelli eden Allah’ın isimleri vardır. Yani yaratılamızda “Halık”, güzel terbiye edilmemizde “Bari” rızıklanmamızda “Rezzak” gibi.

Ayrıca insanların hatalarından dolayı Allah’ın gazabına uğrama durumu söz konusu olduğu vakit, bu isimler azami derecede tecelli eder. İşte Nuh Kavmi, Ad ve Semud kavimleri ve Lut Kavminin helaketleri bu isimlerin insandaki tecellisini gösterir.

Asıl bu ve diğer isimler ahirette bütün haşmetiyle tecelli edecektir. Yani Allah’ın celali ve cemali isimleri cennet ve cehennemde tecelli edecektir.

Allah’ın bütün güzel isimleri, ilâhî sıfatlardan birine dayanır. Meselâ, "Alîm" ismi sıfat-ı sübutiyeden "ilim" sıfatına, "Kadîr" ismi "kudret" sıfatına, "Mütekellim" ismi "kelam" sıfatına dayanır.

Keza, "Evvel" ismi, sıfat-ı selbiyeden "kıdem" sıfatına; "Âhir" ismi, "beka" sıfatına dayanır.

Bazı İslâmî kaynaklarda ilâhî isimlerden, sıfat diye söz edildiği görülür. Meselâ, "Kerîm", Allah’ın bir ismidir. Aynı zamanda Allah’ı kerem sahibi olarak vasıflandırması cihetiyle de sıfat vazifesi görür. "Kerîm Allah" dediğimiz zaman "Kerîm" ismini sıfat makamında kullanmış oluruz.

Allah’ı hangi isimle yâd edersek edelim, o isim aynı zamanda Allah’ın bir vasfını, bir kemâlini, bir cemâlini, yahut ahlâk-ı ilâhiyyesinden birini ifade etmekle sıfat vazifesi görür.

İlâhî isimlerden çoğu fiilî sıfatlara dayanırlar. Hâlık ismi, yaratma fiiline; Muhyî ismi, ihya (hayatlandırma) fiiline; Musavvir ismi, sûret verme fiiline; Mümit (ölümü verici) ismi, imâte (ölümü verme) fiiline dayanır.

Cenâb-ı Hakk’ın zâtı birdir, ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre ilâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelligâhı olacak varlıkların da farklı olmalarını zarurî kılmıştır.

Allah’ın bütün isimleri güzeldir.

Zâtı güzel olduğu gibi bütün zâtî isimleri de güzeldir.

Sıfatları güzel olduğu gibi, bu sıfatlardan doğan sonsuz fiilleri de güzeldir. Ve bu fiillere dayanan ‘fiilî isimleri’ de güzeldir.

Bu sırra eren kâmil insanlar, “Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” demişlerdir. Zira, Kahhâr ismi de güzeldir, Latîf ismi de.

Bu kısa açıklamadan sonra, "zât, şuunât, sıfat, fiil, isim" münasebetinden de kısaca söz edelim:

Nur Külliyatı'nda bu önemli konu defalarca işlenmiş ve misallerle izah edilmiştir. Bunlardan birisinin sonunda şu hüküm cümlesine yer verilmiştir:

“İşte bütün âlemdeki âsâr-ı sanat ve bütün mahlukat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, her biri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için; masnuat adedince bir tek Sâni’-i Zülcelâl’in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuası ile silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi’rac-ı marifettir.” (bk. Sözler, s. 667)

Buna göre, mahlukatı tefekkür ederken takip edeceğimiz sıra şöylece ortaya konulmuş oluyor: eser, fiil, isim, sıfat (vasıf), şe’n, zât.

Allah’ın, bir mahluku yaratmasında ise bu sıra şu şekli alıyor: zât, şe’n, sıfat, isim, fiil, eser.

Bir hadis-i kutsî de şöyle buyruluyor:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de kâinatı yarattım.” (Acluni, II / 132)
 

Bu kutsî hadisin ışığında şöyle diyebiliriz: Bu varlık âleminin yaratılmasında ilk safha, Allah’ın bilinmeye muhabbet etmesidir. Bu ise ilahi şuunâttan bir şe’ndir.

Bu ilâhî istekten sonra, kâinatın yaratılması irade edilmiştir, irade ise bir ilâhî sıfattır. Bu irade ile birlikte kudret, ilim gibi bütün sıfatların, tabiri caizse, faaliyet göstermesi söz konusudur. Demek ki sıfatları faaliyete geçiren şuunâttır.

Sıfatlar belli sayıda olmakla birlikte bunlardan sonsuz fiiller zuhur etmiştir ve bu fiillerden her birisi, Allah’ın, ezelden beri var olan bir ismine dayanır. Terbiye fiilinin Rab ismine dayanması gibi.

Şu var ki, henüz hiçbir varlığın yaratılmadığı dönemde de, bu isimler var idi, ama tecelli etmemişlerdi.

Mahlukatın yaratılmasıyla tecelli eden isimler, fiilî isimlerdir; Rezzak, Hâlık, Muhyî, Mümit gibi...

Zâtî isimlerin varlığına bu âlemde birçok delil varsa da bu, ‘tecelli’ demek değildir. Meselâ, Kadîm ismi hiçbir şeyde tecelli etmez. Çünkü evveli olmamak ancak Allah’a mahsustur. Ama biz, eşyanın evvellerine bakarak bunları yaratan Allah, Kadîm’dir, ezelîdir diyebiliriz. Yani, Allah’ın Kadîm ismini eşyanın evvellerinde okuyabiliriz, fakat bu bir tecelli değildir.

Şu noktayı da önemle belirtmek isterim:

Tecelli etmek başkadır, ayna olmak daha başkadır. İnsanın ölümünde Allah’ın Mümit (ölümü yaratan) ismi tecelli eder, fakat Bâkî ismi tecelli etmez. Ama, insanların ölümleri Bâki ismine bir ayna olurlar; yani biz, ölümlerde Allah’ın Bâki ismini okuyabiliriz.

Demek oluyor ki, âlemlerin yaratılmasıyla Allah’ın fiilî isimleri tecelli etmiş oldular. Böylece şu gördüğümüz ve göremediğimiz ilâhî eserler vücut buldular.

Allah’ın en mükemmel eseri, insan ruhudur. Bu ilâhî mucizede, nice ilâhî hakikatlerin birtakım işaretleri mevcuttur. Meselâ, insan kendi kudretini tefekkür ederek, ilâhî kudretin varlığını bilebilir; ancak, kudretinin mahluk olduğunu ve ilâhî kudrete işaret ettiğini unutmamak şartıyla...

Mâlûm olduğu gibi, haritadaki bir işaret bir şehri gösterir, ama o işarette şehrin binalarını, caddelerini, büyüklüğünü, şeklini bulamazsınız; sadece o şehrin varlığından haberdar olursunuz o kadar. İnsanın sıfatları ve şuunâtı da böyledir. Bu gerçeği göz önüne alarak şöyle diyebiliriz:

İnsan bir fakiri gördüğünde içinde bir merhamet, bir acıma duygusu uyanır. Bu, şuunâta misaldir.

Sonra ona yardım etmeye karar verdiğinde, irade devreye girmiş ve böylece sıfatlara intikal edilmiştir. Elini cebine sokması da yine bir sıfat olan kudretle gerçekleşir.

Fakire sadaka vermek üzere elini uzatması bir fiildir, sadaka verme fiili.

Herkes bir fakiri görebilir, ama sadaka vermeyebilir de. Sadaka vermek, ancak cömert insanların işidir. Demek ki, cömert ismini taşıyan insanlarda, sadaka verme fiili gerçekleşiyor. Yani, bu fiil bu isme dayanıyor.

Sonunda, fakirin eline paranın değmesiyle, olay tamamlanmış oluyor.

İşte insan, bu istidadı, bu kabiliyeti sayesinde, ilâhî şuunâtı, sıfatları ve fiilleri bir derece tefekkür edebiliyor.

Son olarak Nur Külliyatı'ndaki şu hayatî tavsiye üzerinde de kısaca durmak isterim:

“Şeriat ve sünnet-i seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esmâ-i hüsnanın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış...” (bk. Sözler, s. 333)

Buna göre ilâhî isimlere mahzar olmak ve onlardan feyiz almanın en sağlam yolu, Kur’ân’a ve sünnete uymaktır. İnsan, ilâhî emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı ve bu konuda en büyük rehber olan Allah Resûlünün (a.s.m.) sünnetine ittiba ettiği ölçüde, ilâhî isimlerin tecellilerinden feyiz alır.

Nur Müellifi, ‘mazhar-ı câmi’ olmaktan söz ediyor ve bunun için çalışmak gerektiğini söylüyor.

Bir mahluk, ne kadar çok isimden ne ölçüde feyiz alırsa, derecesi, şerefi, rütbesi o nisbette yükselir. Bir misal vermek isterim:

Bir âlimde Allah’ın Alîm ismi tecelli etmiştir. Bu âlim fakirleri doyurduğunda Rezzâk isminden de ayrı bir feyiz alır. Kendisine karşı işlenen bir hatayı affettiğinde ise Afüvv ismine mazhar olur. Bütün bunlar kulun kendi cüz’î iradesiyle yapabildiği işlerdir ve "mazhar-ı câmi olmaya çalış", denilmesi de bundandır. Yoksa, bir ilâhî ihsan olarak bizde tecelli eden isimlerde, bizim bir çalışmamız sözkonusu değildir.

Nur Külliyat'ında, ‘insanın esmâ-i ilâhiyeye mazhar olması’ hakkında çok önemli bir bahis var. "Her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi" olmayı bu bahsin ışığında daha iyi anlayabiliriz:

“İnsan, üç cihetle esmâ-i ilâhiyeye bir âyinedir:

"Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za’f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı ilâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor."
...
"İkinci Vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder."
...
"Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i ilâhiyeye âyinedarlık eder.” (bk. Sözler, s.686)

İlk iki vecihte, insanın iradesi söz konusudur. Yani, insan kendi iradesini doğru kullanarak, aczini ve fakrını bildiği nisbette Allah’ın Kadîr ve Ğanî isimlerine ayna olur. Noksanını bildiği ölçüde, ilâhî sıfatların ve fiillerin kemâlini idrak eder, bu idrakle birlikte o da kemâl bulur, terakki eder.

Öte yandan, insan kendi mahiyetine konulan sıfatları doğru değerlendirdiğinde, bunlar vasıtasıyla, ilâhî sıfatların varlığını idrak eder. İnsan bu sıfatlara sahip olmasaydı, Allah’ın sıfatları ona meçhul olurdu. İlâhî sıfatların bir işareti, bir gölgesi insanın mahiyetinde yaratılmış olduğu için, insan, mahluk olan bu sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanıp, ilâhî sıfatları tefekkür edebiliyor.

Üçüncü vecihte, iradeyi kullanma, yahut kıyas yapma söz konusu değildir. Bu kâinat sergisinde Allah’ın nice farklı eserleri sergileniyor ve her birinde ayrı bir sanat ve farklı bir isim tecelli ediyor. İnsan da bu eserlerden birisi, ama birincisi. O da bir eser olarak kendinde tecelli eden isimleri sergiliyor, seyircilere gösteriyor, fikir erbabına okutturuyor.

Nur Müellifinin, "çalış" tavsiyesi, ilk iki cihet içindir; bu üçüncü cihette kulun bir gayreti söz konusu değildir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun