Allah'ın İsimleri (Esma-ül Hüsna) konusunda en çok merak edilenler

1 "Ya Vedud" duası nasıl bir duadır, Vedud ismi Kur'an'da geçiyor mu?

Vedud ismi iki ayette (Hud, 11/90; Buruc, 85/14) geçmektedir.

"Ya Vedud" diye dua edilebilir. Allah’ın diğer isimleri gibi, Vedud ismi de ehl-i zikrin evratları arasında yer almıştır.

Ehl-i tefekkür Hakîm ismini zikrettikleri gibi, ehl-i aşk da Vedud ismini zikreder. Çünkü Vedud ismi, çok seven ve sevilen anlamına gelir.

Bu ismi zikretmekten maksat, Allah’a olan sevgimizi artırmak, onun bize olan sevgisini hatırlamak ve bu yolla Rabbimizle yakınlık kurmak içindir.

"Ya Vedûd!, Ya Vedûd! Ya Ze'l–arşi'l–mecid! Ya Mübdi', Ya Mu'id! Ya Fe'aalün lima yürid! Es'elüke bi–nuri vechikellezi mele'e erkane arşike ve es'elüke bi–kudretikelleti kadderte biha halkake ve bi–rahmetikelleti vesiat külle şey'in. La ilâhe illâ ente. Ya Muğis, eğisni! Ya muğis, eğisni! Ya muğis, eğisni!.."

Duanın Meali:

Ey Vedûd! Ey Vedûd! Ey yüce Arşın Sahibi! Ey kâinatı hiçten ve benzersiz bir şekilde yaratıp bin bir isminin tecellileriyle emsalsiz bir şekilde süsleyen Mübdi'! Ey varlıkları ölümünden sonra yeniden inşa edip dirilten Muîd! Ey dilediği her şeyi yapan! Arşının rükünlerini dolduran Zâtının nûru hürmetine; yarattığın bütün varlıklara hükmeden kudretin hürmetine ve her şeyi kaplayan rahmetin hürmetine istiyorum. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Ey kendisinden yardım isteyene yardım eden! Bana yardım et. Ey güç durumda olanlara yardım eden ve ummadıkları yerlerden ihtiyaçlarını ellerine veren Muğîs! Bana yardım et!

İlave bilgi için tıklayınız:

EL-VEDÛD...

2 ER-RAHMÂN / ER-RAHÎM

Rahmân: “Dünya hayatında, mü’min-kâfir gözetmeksizin, mahlukatın hepsine merhametle muamele eden.”

“Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran.”
“Rızıkları ve her türlü iyilikleri ihsan eden.”

Rahîm: “Verdiği nimetleri iyi kullananlara daha büyük ve ebedî nimetler veren.” “Ahiret hayatında sadece mü’minlere ihsan ve ikram eden.” 

“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Rahmân, Rahîm olan O’dur.” (Haşr, 59/22)

Her iki mübarek isim de Allah’ın sonsuz bir merhamet sahibi olduğunu ifade ederler.

Rahmet ve merhamet; kısaca, ‘hayrı irade etmek ve sonsuz ihsan ve ikramda bulunmak’ mânâsına gelir.

Merhamet için yapılan şu tarif çok güzeldir:

“Merhamet; acıları, afetleri, sıkıntıları gidererek yerlerine hayrı, sürur ve saadeti ikame etme duygusudur.”

Rahmân ismi, "insan-hayvan, mü’min-kâfir farkı gözetmeksizin her canlının her türlü rızkını veren ve onları koruyup gözeten” manasına gelir.

Rahîm ise, “iradesini doğru kullanan kullarına iman, ibadet, hidayet saadetini kazandıran ve onlara ebedî cennetler hazırlayan” demektir.

Rahmân ismi, ilk yaratılışa bakar. Nitekim, Cenâb-ı Hak, yarattığı her varlığı, onların iradeleri dışında nice ihsanlara mazhar kılar.

Rahîm ismi ise, daha çok, ikinci yaratılışa bakar ve iradelerini hayra, doğruya, güzele yönlendiren bahtiyar kullar için, ikinci yaratılışta, sonsuz lütuflar, nimetler, ikramlar verileceği müjdesini taşır.

Demek oluyor ki, rahmâniyetin tecellisinde "cebir", yani mahlukun iradesi dışında bir ikram ve ihsanda bulunma söz konusudur.

Rahîmiyetin tecellisinde ise insanın cüz’î iradesini doğru kullanması şartı vardır.

Rahmân hem isimdir hem de sıfat, Rahîm ise sadece sıfattır. Bundan dolayı, Rahmân ismi başkalarına nisbet edilmez, ama Rahîm ismi nisbet edilebilir.

Diğer taraftan, "Allah, dünyanın Rahmânı, ahiretin Rahîmidir." buyurularak, Rahmân sıfatının ezel ile Rahîm sıfatının ise ebediyetle ilgili olduğuna dikkat çekilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Rahîm ismi, daha çok Ğafur ismiyle birlikte kullanılmış, böylece en büyük rahmetin mağfiret olduğuna dikkat çekilmiştir. Şu halde mağfiret, Rahîm isminin en güzel bir tecellisidir.

Rahmân ismi dünyada nail olduğumuz nice nimetlere, Rahîm ismi ise ahirette kavuşmaya namzet olduğumuz ebedî saadetlere nazarımızı çevirir.

Güçsüzlere merhamet edene, Rahmân olan Allah da merhamet eder.” (Ebû Davûd, Edeb, 58; Tirmizi, Birr, 16)

Nur Külliyatı'nda, şefkatin "Rahîm ismine îsal" ettiği beyan edilerek şu noktaya önemle dikkat çekilir:

Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir.” (bk. Kastamonu Lahikası, 46. Mektup)

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın, kâinatı ve içindeki eşyayı hizmetine vermekle merhametine mazhar kıldığı bir kulunu, küfür ve isyanı sebebiyle Cehennemine atmasına acımak, ruh ve kalbin hastalığından ileri gelir. Zira, sıhhatli bir kalb ve müstakim bir akıl çok iyi bilir ki:

“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gadabından fazla gadab edilmez.” (bk. Sözler, Lemeat)

Biz Cehennem azabına uğramayı hak etmiş insanlara yersiz şefkat göstereceğimize, onları bu noktaya gelmeden önce yakalamanın ve kendilerine yardımcı olmanın yollarını aramak durumundayız.

İnsan, fakirleri doyurmak ve güçsüzlere yardım etmekle Rahmân isminden; yanlış yolda gidenlere acıyıp şefkat etmek ve onları iman ve hidayet yoluna davet etmekle de Rahîm isminden feyiz alır.  

3 Eş-Şafi ismi celili ne anlama gelmektedir. Geniş bir açıklama yaparmısınız?

Eş-Şafi: Hastalara şifa veren Allah.

Şafii ismi ile Allah (cc) insanın maddi ve manevi hastalıklarına şifa verir.

"Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur." (Şuara, 26/80)

İnsanın acizliğini kavradığı ve ne kadar muhtaç konumda olduğunu en çok fark ettiği anlardan biri, şüphesiz hasta olduğu andır. Her hastalığın kişi üzerinde meydana getirdiği bedensel ve ruhsal etkiler birbirinden çok farklıdır. Ancak hepsi hikmetli bir yaratılışın delilidir. Gözle bile görülemeyen bir virüsün insanı tanınmayacak hale sokması, vücuda giren bir mikrobun kimi zaman teşhis dahi edilememesi, Allah'ın gücünün en açık delillerindendir. Bilim adamlarının tek bir virüsü ortadan kaldırmak için yaptıkları deneyler, araştırmalar Allah'ın yaratmadaki üstünlüğünü gözler önüne serer.

Hastalığı veren Allah olduğu için, bu hastalığın geçmesi de ancak Allah'ın dilemesi ile olur. Allah dilediği takdirde Şafi sıfatı ile verdiği hastalığı ortadan kaldırır. Nitekim Allah dilemedikçe tüm dünyanın doktorları, en gelişmiş teknolojik aygıtlar, keşfedilen en son ilaçlar biraraya gelse, yine de o kişinin hastalığının iyileşmesi imkansızdır. Kullanılan ilaçların hepsi, hastalığın iyileşmesi için birer vesiledir. Eğer Allah dilerse uygulanan tedaviyi vesile kılarak kişinin iyileşmesine izin verir. Ne var ki Allah dilemedikçe çok basit gibi görünen bir hastalık dahi kişinin ölümüne sebebiyet verebilir.

Bu durumda insanın yapması gereken, kendi aczinin yanında Rabbimizin sonsuz gücünü görebilmek ve sıkıntı içinde olduğu her an O'ndan yardım dilemektir. Hz. Eyüb'ün (as) şeytan tarafından kendisine dokundurulan sıkıntı karşısında gösterdiği güzel ahlak, sabır ve tevekkül tüm müminlere örnek olmuştur. Allah onun duasına icabet etmiş ve onu bu sıkıntıdan kurtarmıştır. Hz. Eyüp (as) ise sabretmenin ve yalnızca Allah'a yönelip dönmenin büyük ecrini almıştır.

4 EL-KAHHÂR
"Kudretinin karşısında her şeyi aciz bırakan.”

“Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir galibiyet ve hâkimiyet sahibi.”

“Düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan hale getiren.”

“Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, Kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarılacaklardır.” (İbrahim14/, 48)

İlâhî ahlâkla ahlâklanmanın bir gereği de, Allah’ın kahrına hedef olanları kahretmektir. Bu noktada hatırımıza hemen şeytan gelir. İnsan şeytanı kahrettiği nisbette Allah’ın lütfuna mazhar olur. Şeytanı en çok kahreden şeyler ise, “iman, salih amel ve güzel ahlâktır.”

Kalbini, ruhunu ve bütün iç dünyasını böylece güzelleştiren insan, şeytanı kahretme yolundadır ve ilâhî rahmete mazhar olmaya aday demektir.

Nefsiyle, bir ömür boyu yılmadan usanmadan cihad etmek, onun emrine baş eğmemek; küfürden, şirkten, haramdan uzak kalmak; şüphelileri de elden geldiğince terke çalışmak, Allah’ın lütfuna ermenin ve kahrından uzak kalmanın en büyük sebepleridir.

Nur Külliyatı'nda, şöyle buyurulur:

“Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyyeyi ihya ile muvazzaftır.”

Kahhar isminin tecellisi, bütün azametiyle Cehennemde kendini gösterecek ve böylece kâfir ve müşrikler, kahır ve perişan olacaklardır.

Allah’ın kahrına uğramanın önemli bir sebebi de, Allah’ın kullarına ve diğer canlı mahlukatına haksızlık ve zulmetmektir. Böyle yapan bir insan, kendisinde kahrın tecellisini istemiş olur.

•••

Kahhâr ismi, insanı isyan ve günahtan men ederek Cehennem azabından uzaklaştırır. Mazlumları da hakkını çiğneyen ve kendilerine bir şey yapamadığı zalimlere azap edileceği müjdesi vererek, rahatlatır.

5 EL-VEDÛD
“Sonsuz muhabbete, yegâne lâyık olan.”

“Mahlukatını seven ve onların hayrını isteyen.”

“İyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren.”

“(Rabbin), ilk olarak yaratan ve tekrar diriltendir.O, Ğafur ve Vedûd’dur.” (Bürûc Sûresi, 85/14)

Bir hadis-i kutsîde, Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve mahlukatı yarattım.buyrulur. Nur Müellifi, “Muhabbet bu kâinatın bir sebeb-i vücududur." buyurmakla bu hakikate işaret eder. Yani, Cenâb-ı Hak, isimlerinin tecelli etmesini murat etmiş ve bu âlemi yaratmıştır.

Muhyiddin Arabî Hazretleri, Rahmetim gazabımı geçti." hadis-i kutsîsini şöyle tefsir ve tevil eder:

Allah, dileseydi bütün isimlerini tecellisiz bırakırdı. Zâtı, bütün bu tecellilerden ganidir, yani O’nun o mukaddes zâtı, hiçbir ismin tecellisine muhtaç değildir. Ama o isimler tecelli etmek ve eserlerini göstermek isterler. İşte Cenâb-ı Hak, esmâ-yı hüsnasına rahmetle nazar etmiş, onları tecellisiz bırakmamak için bu âlemi yaratmıştır."

Kendi isimlerini, idrakinden aciz olduğumuz mukaddes bir muhabbetle seven Allah, onların tecellisine hizmet eden şu mahlukatını da sever.

İşte bu sevgi, bu merhamet Vedûd isminden gelmektedir.

Allah her bir eserini sevmekle birlikte, bu sevgi ve merhametin odak noktası, en mükemmel eser olan insandır. Çünkü, bütün ilâhî isimlerin aynası, tecelligâhı odur.

Allah’a inanan, ilâhî isimleri okuyan, onların tecellilerinden azamî ölçüde istifade etmeye çalışan mü’minler, ârif ve âlim zâtlar, Allah’ın muhabbetine daha fazla mazhar olurlar. Onların, en mümtaz vasıfları, kalplerinde Allah sevgisinin hâkim olmasıdır.

Bir kulun kalbi, ilâhî muhabbetle ne ölçüde dolup taşarsa, Allah da o kulunu diğer kullarına nisbetle o kadar fazla sever. O bahtiyar kul, böylece Vedûd ismine parlak bir ayna olur.

Nur Külliyatı'ndan, harika bir tespit:

İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.” (Sözler)

Bu ism-i şerif için kaydettiğimiz mânâlardan birisi, ‘mahlukatını seven ve onların hayrını isteyen,’ şeklinde idi. Bu mânâya göre, bir kul diğer insanlara ve hatta hayvanlara ve bitkilere, rahmet nazarıyla baktığı, onları Allah namına sevdiği ve onlara yardım ettiği ölçüde Vedûd isminden ayrı bir feyiz alır.

6 Allah'ın zâti ve subûtî sıfatları arasındaki fark nedir?

Allah’ın zâtî sıfatları şunlardır:

a. Vücut: Var olmak demektir.    

b. Kıdem: Allah ezelidir.

c. Beka: Allah ebedidir.  

d. Muhalefetü’n-Lil-havadis: Allah yarattığı hiçbir varlığa benzemez.

e. Kıyam Bi-nefsihi: Allah Kendi zatıyla vardır.

f. Vahdaniyet: Allah birdir.

- Allah’ın zati sıfatları anlamlarından da anlaşılacağı üzere, dış dünya ile yaratıklarla bir ilişkisi ve ortak paydası olmayan sıfatlardır. Mesela, Allah’ın bağımsız, kendinden başka vacibu'l-vücud olan varlığı gibi bir varlık yoktur. Keza, kıdem sıfatı (başlangıcı olmayan) Allah’tan başka hiçbir varlık için söz konusu değildir. Diğer zâtî sıfatlar da aynı şekilde Allah’ın zatına mahsus olup, başka varlıklarla ortak paydası olmayan sıfatlardır.

Allah’ın subûtî sıfatları şunlardır:

a. Hayat: Allah’ın diri olmasıdır.

b. İlim: Allah’ın her şeyi ezelde bilmesidir.

c. İrade: Allah’ın yapmak istediği her şeyde özgür ve bağımsız olmasıdır.

d. Kudret: Allah’ın her şeye gücünün yetmesidir.

e. Semi / işitme: Allah her şeyi işitir.

f. Basar / görme: Allah her şeyi görür.

g. Kelam / konuşma: Allah organa, sese ihtiyaç duymaksızın konuşur.

h. Tekvin / yaratma: Allah yoktan yaratır.

- Allah’ın sübûti sıfatları, zati sıfatları gibi diğer bütün varlıklardan tamamen ayrı ve şahadet alemindeki varlıkların tamamen ötesinde değildir. Mesela, hayat sıfatı, mahiyeti ve hakikatı itibariyle çok farklı olmakla beraber, insanlarda da vardır. Diğer bütün subûti sıfatlar da aynı şekilde melek, cin ve insanlarla ortak paydası olan sıfatlardır.

Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Allah’ın zati sıfatları ile sübuti sıfatları arasındaki fark şudur:

a. Zati sıfatlar, Allah’a mahsus olup başka hiçbir varlıkla müşterekliği söz konusu değildir. Halbuki sübuti sıfatlar -mahiyet farkıyla da olsa- insanlarda da bulunuyor. Örneğin: Allah Kadimdir, fakat insan kadim değildir. Buna mukabil Allah irade sahibi olduğu gibi insan da irade sahibidir. Tabii ki iki irade arasında fark vardır. Allah’ın iradesi sonsuz ve mutlakdır, insanın iradesi ise sınırlı ve kayıtlıdır. İnsanların iradesi Allah’ın iradesi sonucu var olmuştur.

b. Zati sıfatların başka varlıklarla bir ilişkileri yoktur. Örneğin: Allah’ın kadim/ezeli olması zat-ı akdesine mahsus bir durumdur. Buna mukabil, subuti sıfatların diğer varlıklarla da ilişkileri vardır. Örneğin: Allah’ın görmesi, kendi zatının dışındaki varlıkların vücuduyla ilişkilidir. Keza Allah’ın yaratması, yaratıkların hepsiyle ilişkilidir. Yani yaratılan varsa yaratmak da var, yaratmak varsa yaratılan da var demektir.

7 Allah'ın isimlerinden olan Ferd ne demektir?

"Ferd”, bir olup, hem zâtında hem de sıfatlarında eşi ve benzeri olmayan demektir.

Bu isim Allah’ın birliğini ifade eder; eşi ve benzeri olmadığını ders verir.

Ferd ismi için, “Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir ism-i âzam,” denilmektedir. (bk. Nursi, Lem'alar, Otuzuncu Lem'a)

Vahid ve Ehad isimleri de Allah’ın birliğini ifade ederler. Fakat Ferd ismi, Vahid ve Ehad isimlerinden daha şümullüdür. Ehad ismi Allah’ın zâtının birliğini, Vahid ismi sıfatlarının eşi ve benzeri olmadığını ifade ederken, Ferd ismi her iki mânâyı da bünyesinde toplar. Buna göre, Ferd ismine, “zâtında ve sıfatlarında şerikten, eşi ve benzeri olmaktan münezzeh olan yegâne zât” şeklinde mana verilebilir.

Mahlukat âleminde, Ferd isminin sonsuz delilleri, cilveleri mevcut.

Kâinat sonsuz denecek kadar çok yıldızlardan, sistemlerden meydana gelmekle birlikte, tümü bir tek şeydir. Bu tek şeyin adına kâinat diyoruz ve bunda Ferd isminin bir cilvesini görüyoruz.

Kâinatın bütün neticelerinde, meyvelerinde de ferdiyeti görmek mümkün:

Bedende vazife gören bütün hücreler ve ruhta cevelân eden bütün latifeler, duygular bir vahdet teşkil etmekte ve bir tek fert olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece biz, tek bir varlık olan bu insanda da Ferd isminin bir cilvesini seyredebiliyoruz.

Keza, güneş sistemi bütün gezegenleriyle bir vahdet teşkil etmişler ve bir tek sistem olarak ortaya çıkmışlardır.

Her ağaç, bütün dal, yaprak, çiçek ve meyveleriyle bir vahdet teşkil ederler ve bir ağaç olarak boy gösterirler. Misâller çoğaltılabilir.

Kısacası, kendisine müstakil bir şahsiyet verilen her şey, Ferd isminin bir cilvesini taşır ve kendisinin bir tek şey olduğunu, ona ait sıfatların yahut onun hizmetine verilen varlıkların başka zâtlara isnat edilemeyeceğini haykırırlar ve Allah’ın ferdiyetini sonsuz dillerle ilân ederler.

Ferdiyet, Ehadiyet ve Vahidiyet nedir, aralarında nasıl bir fark vardır?

Allah’ın isim ve sıfatlarının iki tarzda ve iki tecelli mahalli vardır. Birisi: Kainatın umumu üzerinde büyük ve azametli tecelliyatıdır. Diğeri ise: Kainatın bir cüz’ünde ve cüz’isindeki küçük ve mütevazi tecelliyatıdır.

Kainatın umumunda tecelli eden o isim ve sıfatlar, çok azametli ve kibriyalı olmasından, okunması ve ihata edilmesi herkese müyesser olmuyor. Onun için Allah, o kainatın umumundaki azametli ve kibriyalı olan tecelli yazısını herkesin rahat ve kolaylıkla okuyabileceği boyutlara indiriyor.

İşte, Kainatın umumunda azamet ve kibriya ile tecelli eden isim ve sıfatlarına vahidiyet denir. Onun küçük bir modeli hükmünde olan cüz’ündeki tecelliyatına da ehadiyet denir.

Vahidiyet: Külli ve umumi tecelliyattır. Ehadiyet ise; cüzi ve hususi bir tecelliyattır. Bu hakikate, şöyle bir temsil ile bakabiliriz.

Mesela, büyük bir denizin üstüne, denizi ihata edecek kadar büyük harflerle kelime-i tevhit yazılsa, bu yazıyı okuyabilmek için, denizi kuşbakışı ihata edecek bir mevkie çıkmak lazımdır. Ama buna herkes tam güç yetiremeyeceği için, o yazıyı yazan zat, aynı manayı ve şekli ifade eden o yazıyı denizin damlalarına da  yazıyor. Böylece her nazar sahibi o denizin umumu üstündeki yazıyı damlalar vasıtası ile okuyor. Sonra o denizin üstündeki haşmetli yazıya intikal ediyor. Yoksa, damla olmasa, o yazıyı okuması mümkün değildir.

İşte, deniz kainattır. O yazı ise Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisidir. Damla ve üstündeki aynı yazı ise, kainatın umumundaki o tecellilerin cüzündeki tecellisidir. Deniz, Vahidiyeti; damla ise Ehadiyeti temsil ediyor.

Bütün nebatat veya umum çiçekler, Vahidiyeti gösterir. Küçük ve tek bir çiçek ise, Ehadiyeti gösterir. Vahidiyet, azamet ve kibriya’yı temsil eder; Ehadiyet ise, cemal ve şefkati temsil eder.

Ehadiyet parçada tecelli eden tevhit iken, Vahidiyet bütünde tecelli eden tevhittir. Ferd ise her ikisini cem eden, yani parça ve bütünü toplayan bir tevhid algısıdır.

Cenab-ı Allah'ın Ferd ismi kainatın tamamına ve her bir nevine ve her bir ferdine birer tevhid sikkesi, birer vahdaniyet mührü koymuştur. Yani kainatın tamamında veya her nevinde ve her bir ferdinde Cenab-ı Allah'ın birliğine işaret eden tevhid mühürleri vardır.

Cenab-ı Allah’ın Vahid ve Ehad isimlerini içine alan bir ism-i azam ve ism-i azamın altı nurundan bir nuru olan Ferd ismi hakiki tevhidi gösterir. Şöyle ki;

Ferdiyet cilvesi, kainat yüzünde öyle bir vahdet sikkesi (Cenab-ı Allah'ın birliğine işaret eden delil, mühür) koymuştur ki kainatı bölünmez bir bütün hükmüne getirmiştir. Bütün kainata tasarruf edemeyen bir zat hiçbir cüzüne hakiki malik olamaz.

O sikke de şudur; Kainattaki bütün varlıklar en muntazam bir fabrikanın çarkları gibi birbirine yardım eder, birbirinin vazifesini tamamlamaya çalışır. Varlıklar arasındaki bu dayanışma bu birbirine yardım etme ve birbirinin ihtiyacını karşılamak ve birbirinin yardımına koşmak ve birbirine sarılmak ve birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücud (tek vücud) meydana getiriyorlar ki; adeta bir insanın bedenindeki unsurlar gibi birbirinden ayrılmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa o tek unsurun dizginini zabtedemez.

İşte kainatın simasındaki bu yardımlaşma, dayanışma, birbirinin ihtiyacını karşılama pek parlak bir surette Cenab-ı Hakk'ın birliğine işaret eden ferdiyet cilvesinin büyük bir parıltısıdır.

Evet yeryüzünde ve bahar mevsiminde İsm-i Ferd'in cilvesiyle Cenab-ı Allah'ın birliğine işaret eden o kadar çok vahdet sikkeleri var ki; yeryüzünde bütün hayat sahiplerini bütün fertleriyle idare eden, onların umumunun bütün ihtiyaçlarını birden karşılayan kainatın tamamına hükmeden Ferd-i Vahid-i Ehad'dir. Zemin milyonlara hayvan ve bitki nevileri adeta atkı ipleriyle dokunan nakışlı bir sikkedir.

Evet bütün bu hayvan ve bitki türlerinin birbiri içinde, beraber, ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı hizmetleri, ayrı ayrı rızıkları, ayrı ayrı cihazatları, hiçbirini şaşırmayarak, yanlış etmeyerek, gayet hassas bir ölçüyle her bir şeye lazım olan her şeyleri, külfetsiz, tam vaktinde umulmadığı yerden verildiğini gözümüzle görüyoruz. İşte zeminin simasındaki bu keyfiyet, bu tedbir, bu idare bütün bu acip işlerin bir elden yürütüldüğünü gösterir. Hangi varlığa bakarsak bakalım, o varlığın Cenab-ı Allah'ın kudret kalemiyle yazılmış bir sanat eseri olduğunu ve varlığıyla Cenab-ı Hakk'ın birliğine işaret eden Allah'ın bir mührü olduğunu gösterir.

Nasıl ki belgelerde kullanılan mühür, kullanan kimse ya da kuruma işaret eder; aynen öylede her bir varlık, her bir mahluk Cenab-ı Hakk'ın birliğine işaret eden bir mührüdür. Bu mührü okuyabilmek için ise iman gözlüğünü takmak gerekir. Evet iman her şeyi ünsiyetli gösteren parlak, şeffaf, nurani bir gözlüktür.

Ve yine insanın yüzünde bir Ehadiyyet sikkesi vardır ki; Âdem (a.s) zamanından ta kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların yüzleri birbirine benzemez. Çünkü yüce Allah (c.c) her bir yüzde bir bütün insanlardan onu ayıran ayırıcı özellikler koymuştur. Aslında her bir insanın siması; göz kulak, ağız gibi azalarda birbirine benzediği halde, her birinin sesi, göz rengi, parmak izi, geni, hücresi gibi yönleriyle, hiçbirisine tamam benzemez. Evet insanın simasında göz kulak gibi azalar bütün insanlarda birbirine benzemesi gösterir ki ; İnsanın yaratıcısı bir, vahid olduğuna şehadet eder.

Evet Cenab-ı Allah’ın Ferd isminin cilvesiyle âdeta her şey Allah’ın birliğini ilan ediyor.

Mesela; Bu kainatın lambası olan güneşin bir olması, umum kainat, birinin olmasına işaret ettiği gibi, hayat sahiplerinin hizmetçisi olan hava unsurun bir olması, aşçıları olan ateş bir olması, zemin bahçesini sulayan bulut süngeri bir olması, bütün canlıların imdadına yetişen yağmur bir olması ve her yere yetişmesi... ve bütün hayvan ve bitki türlerinin zemin yüzünde serbest yayılmaları gayet kat'i bir surette işaret eder ki bütün bu varlıklar bir tek zatın malıdır. Bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise bütün zemin yüzündeki çiçekler de onun mührüdür. Demek oluyor ki her bir şey umum eşyayı yaratıcısına isnad edip azami bir tevhide işaret ediyor.

Cenab-ı Allah bizleri Ferd isminin hatırına tevhidi hakkıyla anlayanlardan eylesin. Âmin.

8 EL-VÂHİD (EL-EHAD)
Vahid: “Kemâl sıfatları bütün eşyayı kuşatan,
eşi ve benzeri olmayan, bölünmez ve parçalanmaz tek zât.”

“Sıfatlarında şeriki olmayan.”

Ehad: “Bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan yegâne zât”
“Zâtında şeriki olmayan.”

“Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır; O’ndan başka ilâh yoktur.” (Bakara Sûresi, 2/163)

Vahid ve Ehad isimlerinin her ikisi de Allah’ın birliğini ifade ederler.

Hatibî, bu iki isim arasındaki ince farkı şöyle ortaya koyar:

“Ehadiyet zâtın birliğidir, Vahidiyet ise sıfatta ortaklığı red içindir.”

Nur Külliyatı'nda da Vahidiyet ve Ehadiyet için şu izah getirilir:

“Vahidiyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise herşeyde Hâlık-ı Külli Şey’in ekser esmâsı tecelli ediyor demektir.” (Nursî, Mektubat, s. 229.)

Allah, Vahid’dir, birdir. Sıfatları bütün mahlukatı kuşatmıştır. Nihayetsiz kudret, sonsuz ilim, mutlak irade... ancak O Vahid’e mahsustur.

Allah, Ehad’dir, birdir. Mahlukatın zâtlarındaki bütün noksanlıklardan, sıfatlarındaki bütün eksikliklerden, fiillerindeki bütün acizliklerden münezzeh olan ve onların hiçbirine benzemeyen yegâne bir, tek bir, benzersiz, eşsiz bir ancak O’dur.

Allah, Vahid’dir. O’nun kemâl sıfatları bütün eşyayı kaplamış, kuşatmıştır.

Bütün âlemlerde faaliyet gösteren tek kudret O’nun, her şeyde tecelli eden tek ilim O’nun. Semadaki bütün yıldızlar da, dünyadaki bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler de O’nun. Denizler, nehirler, ovalar O’nun. Cinler, ruhaniler, melekler O’nun...

Ve Allah Ehad’dir, zâtı birdir. Her mahlukuna müstakil bir zât ve ona mahsus sıfatlar takmış ve o mahlukunun her ihtiyacını bizzat görmekte ve onda birçok esmâsını tecelli ettirmektedir.

Allah’ın birliğine iman eden bir insanın bu imanını amel âlemine nasıl dökeceği, nasıl bir ruh haleti taşıması gerektiği Nur Külliyatı'ndan Mektubat adlı eserde şöylece nazara verilir:

“Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünki Sultan-ı Kâinat birdir, herşeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir; herşey O’nun emriyle halledilir.” (Mektûbat)

9 Allah'ın Gaffar isminin ne demek olduğunu açıklar mısınız?

Gaffar: Günahları örten, günahları bağışlayıcı. Mağfireti çok. Kullarının günahlarını afveden Cenâb-ı Hak (c.c.)

Çok örten ve perdeleyen manasına gelen Allah'ın (c.c.) sıfatlarından biri. Arapça "ğafere" örttü, perdeledi, bağışladı fiilinden mübalağalı ism-i fâildir. Allah'ın sıfatı olarak şu anlamlara gelir:

Günâhları çok örten, mağfireti çok olan, kullarının günâhlarını pek çok bağışlayan Yüce Allah.

"Hiç şüphe yoktur ki ben; tövbe ve iman edenleri, iyi amel işleyenleri, sonra da doğru yolda (ölünceye kadar) sebat edenleri elbette çok yarlığayacağım." (Tâhâ, 20/82).

Bu ayetteki Gaffâr kelimesinin meali "çok yarlığayıcıyım" dır. Fakat aynı manaya gelen ve aynı kökten olan Gafur ism-i şerifi Kur'ân-ı Kerîm'de daha fazla geçmektedir.

Cenâb-ı Hak; Gafûr-Gaffâr ve Rahîm olduğunu birçok ayet ve hadislerde haber vermektedir.

"Ey Muhammed, kullarıma haber ver ki; hakikaten ben, çok yarlığayıcı, kemaliyle esirgeyiciyim." (Hicr, 15/49).

"De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Şüphesiz ki o, çok mağfiret edici, çok esirgeyicidir." (Zümer, 39/53).

Resulullah (asm) şöyle buyurur:

"Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, siz günah işlemezseniz, Allah sizi dünya sahnesinden giderir ve (sizin yerinize) başka bir ümmet getirir: Onlar, günah işlerler, sonra Allah'tan bağışlanmalarını isterler. Allah da onları mağfiret eder, bağışlar." (Müslim, Tövbe, 1 1 ; Tirmiî, Cennet, 3).

Meşhur bir hadîs-i kutsîde şöyle buyurulmaktadır:

"Ey kullarım, hiç şüphesiz ki siz, gece-gündüz hata işliyorsunuz. Ben ise bütün günahları mağfiret ederim. O hâlde benden bağışlanmanızı isteyiniz sizi bağışlayayım." (et-Tâc, V, 148).

Maddî kir ve pisliklerden temizlemek için su ve sabunu vasıta kılan Allah (c.c.), ruh ve kalpleri günah kirlerinden temizlemek için de Gafûr ve Gaffâr isimlerinin tecellisini mağfirete ve bağışlamaya sebep kılmıştır. Bu isimler, günahların varlığını ister. Onun için Hz. Peygamber (asm), "Eğer siz, hiç günah işlemezseniz Allah sizi yeryüzünden giderir..." buyurdu. Her insan az veya çok günah işler. Günah işlemeyen; günahtan korunmuş (mâsum) kişiler yalnızca peygamberlerdir. Fazilet; hatada ve günah işlemekte ısrar etmemek, Gaffâru'z-Zunûb olan (günahları çok bağışlayan) Allah'ın rahmet kapısını tövbe ile çalmak,ondan mağfiret talep etmektir.

Allah, kendisine şirk koşmanın dışındaki bütün günahlara mağfiret edeceğini bildirmektedir:

"Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulan günahı bağışlamaz. Şirkin dışındaki günahları, dilediği kimse için mağfiret eder. Kim Allah'a şirk koşarsa muhakkak ki o, uzak bir sapıklıkla sapmıştır." (Nisâ, 4/116).

Mümin, tövbe ve mağfiret ile ilgili olarak daima korku ile ümid arasında bulunmalıdır. Müslüman, ne kadar ibadet ederse etsin, Allah'ın azabından güven içerisinde olamaz; ne kadar günahkar olursa olsun Allah'ın mağfiretinden ve bağışlamasından ümidini kesemez. Bundan dolayıdır ki; vitir namazının son rekâtında okunması vacib olan kunut dualarının sonunda "Ya Rabb; rahmetini umar, azabından korkarız..." diye dua edilmektedir. Yine aynı prensip ve kaideden hareketle İslâm, ibadete teşvik ile günahlardan caydırmak için azap ile korkutmaktadır. Yani Müslüman cennetle müjdelenmiş, cehennemle korkutulmuştur.

Bu korku; Allah'ın sevgisinden, onun mağfiretinden ve rahmetinden mahrum olma korkusu ve endişesidir. Korku ile ümid arasındaki dengenin korunması İslâmî akîde gereğidir. Zira Gaffâr olan yüce Allah aynı zamanda Kahhâr'dır.

10 Allah'ın 1001 ismi var olduğu doğru mudur?

Bir âyet-i kerimede,

"En güzel isimler Allah'ındır. Allah'a bu isimlerle dua ediniz." (Araf, 7/180)

buyurulur. Bu âyet, Cenab-ı Hakk'ın birçok isimlerinin bulunduğuna işaret etmektedir. Her birisi güzel ve ulvî mânâlar ihtiva eden bu yüce isimlere "güzel isimler" mânâsında "esmâ-i hüsnâ" denilmektedir. Bu İlâhî isimlerden bazıları şunlardır: "Vâhid, Evvel, Âhir, Zahir, Bari, Musavvir, Rahman, Rahîm, Hayy, Kayyum, Halım, Kerîm, Tevvâb, Rezzâk, Muhyî, Mümît..."

Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin tamamı kesin olarak bilinmemektedir. Bazı âlimler Esmâ-i Hüsnânın bin kadar olduğunu beyan ederler. (bk. İbn Kesir, Alusî, Araf, 7/180. ayetin tefsiri). Nitekim, Peygamberimiz (a.s.m.) Cevşenü'l Kebîr isimli hususî duasında Rabbine bin bir isim ve sıfatla niyaz etmektedir.

Allah’ın dört bin isminin olduğunu söyleyen alimler olduğu gibi (bk. Alusî, a.g.e). Allah’ın beş bin kadar isminin olduğunu söyleyenler de vardır. (bk. İbn Kesir, Fatiha’nın tefsiri)

Bu isimlerin ise ekserisini sadece Cenab-ı Hak bilir. Bir kısmını melekler, diğer kısmını da meleklerle birlikte peygamberler bildiği gibi; mü'minler de Peygamberimiz (asm)'den öğrendikleri kadarıyla malûmat sahibidirler.

îbnî Mâce ve Tirmizi gibi hadis kitaplarında Esmâ-i Hüsnâ hakkında rivayet edilen hadis-i şeriflerde Peygamberimiz (asm) bu isimleri bir bir zikretmekte ve faziletini bildirmektedir. Esmâ-i Hüsnânın sayıldığı hadis-i şerifin baş kısmının meali şöyledir:

"Şüphesiz, Allah'ın doksan dokuz, yüzden bir eksik ismi vardır. Muhakkak Allah tektir, tek olanı sever. Kim o doksan dokuz ismi sayarsa veya ezberlerse Cenab-ı Hak onu cennetle mükâfatlandırır." (bk. Buharî, Tevhid, 12; Müslim, Zikr, 5-6, Tirmizî, Daavat, 82)

Ancak, bu müjdeye mazhar olmak için sadece isimleri sayıp ezberlemek kâfi gelmez. Bu İlâhî isimlerin içinde bulunan ve taşımış oldukları ulvî mânâları düşünüp, kâinat yüzündeki tecellî ve akislerini müşahede etmeyi de unutmamalıdır.

Meselâ, Allah'ın Rezzak olduğunu bilip düşünerek rızık için endişeye kapılmamalı. Rızkı helâlinden aramalı, kanaatkar olmalı. Cenab-ı Hakk'ın sadece insanın kendisini değil, en küçük mikroptan file kadar, parmak kadar balıklardan tonlarca ağırlıktaki balinalara kadar milyarlarca canlının ve bitkinin rızıklarını hiç şaşırmadan, ihmal etmeden, en güzel bir şekilde ihsan ettiğini düşünüp tefekkür etmek Rezzâk ismini okumanın bir cihetidir.

Cenab-ı Hakk'ın isimleri tevkîfîdir, yani semavîdir. Bu isimlerin büyük bir kısmı Kur'ân-ı Kerim'de zikredildiği gibi, geriye kalanlarını Peygamberimiz (asm) bildirmektedir.

Melik ve Malik isimleri Cenab-ı Hakk'ın isimlerindendir. Fatiha suresinde geçen “Malik” kelimesi, sahip “Melik” kelimesi hükümdar anlamında olup Cenab-ı Hakk'ın her şeyin sahibi ve hükümdarı olduğunu ifade etmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

ESMÂÜ'L-HÜSNÂ.

11 EL-KUDDÛS
“Zâtında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde, hükümlerinde
her türlü lekeden, eksiklikten çok uzak, pek temiz.”

“Her şaibeden münezzeh, çok temiz ve pak olan.”

“Göklerdekiler ve yerdekiler, Melîk, Kuddûs,
Azîz ve Hakîm olan Allah’ı tesbih ederler.”
(Cum’a sûresi, 62/1)

Allah, maddeden, değişmekten, tesir altında kalmaktan, acizlikten, yardımcıya muhtaç olmaktan, bilmemekten, gücü yetmemekten, dilediğini icra edememekten ve her türlü ayıptan çok yüksek, çok uzak olduğu gibi, kendisi hakkında beşer aklının ve hayalinin mahsulü olarak ortaya atılan her türlü sıfattan, benzetmeden de münezzehtir.

Kuddûs isminin, selbî sıfatlarından ‘muhalefet-ün lil havadis’ sıfatına dayandığı ifade edilmiştir.

Kuddûs isminin kâinattaki tecellisi, sema yüzünden deniz yüzüne, çiçeklerden ormanlara kadar her şeyde mükemmel bir temizliğin hüküm sürmesidir.

Nur Külliyatı'ndan bir hakikat dersi:

“İsm-i Kuddüs’ün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.” (Lem’alar)

Bu isme karşı kulun vazifesi takdis ve tesbihtir. Takdis, ‘Allah’ı kemâl sıfatlarla tavsif etmek’; tesbih ise ‘noksan sıfatlardan tenzih etmek’tir. Meselâ ‘Allah her şeye kâdirdir’ demek takdis; ‘Allah acizlikten münezzehtir’ demek tesbihtir.

Kuddûs ismi, Allah’ın bütün noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes olduğunu ders vermekle, bizi temiz bir kul olmaya davet ederken, Kuddûs olan Allah’ın huzuruna selim bir kalb ve temiz bir bedenle çıkılması gerektiğini de ihtar eder.

“Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar; manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.” (Lem’alar)

•••

Bir mü’min, şüphe ve tereddütlerden, bâtıl telakkilerden ve hurafelerden ayıklanmış tertemiz bir itikada; gösterişten, riyâdan ve menfaatten uzak ihlâslı bir ibadete ve her türlü kötü ahlâktan uzak bir ruha sahip olmak için gayret gösterdiği ölçüde bu mukaddes isimden feyiz alır. Bir günah işlediğinde derhal tövbe ederek o lekeyi ruhundan silmeye çalışır.

Kuddûs ismine mazhar olmanın bir yolu da, maddî temizliğe dikkat etmektir.

Buna göre, bir insan maddî temizliğe dikkat ettikçe kâinattaki paklığa ve temizliğe ayak uydurmuş olur, manevî temizliğine hassasiyet gösterdiği ölçüde de meleklere yaklaşır.

Nur Külliyatından harika bir tespit ile bu bahsi tamamlamak istiyorum:

“O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Şualar)

Buna göre, Kuddûs isminin azamî bir tecellisi de Cehennemde tahakkuk edecektir.

Mizanda günahları ağır basan mü’minler, bu günahlardan temizlenmek üzere Cehenneme gidecekler ve gerekli azabı tattıktan sonra, tertemiz olarak Cennete varacaklardır.

Küfür üzere ölenlere gelince, Kuddûs ismi onlarda da bir başka şekilde tecelli edecek ve onları imansızlık kirlerinden temizleyecektir. Artık hepsi Cehenneme ve meleklere inanacaklar ve bu dehşetli azaptan kurtulmak için Allah’tan medet dileyeceklerlerdir. Ama bu geç kalmış tasdik, onları Cehennemden kurtarmaya yetmeyecektir.

12 Vahidiyet ile ehadiyetin farkı nedir?

Vahidiyet ve ehadiyet, ikisi de Allah’ın birliğini ifade eder.

Ancak vahidiyet, Allah’ın umum kâinattaki birlik tecellisini, ehadiyet ise kâinat içindeki her bir varlıkta hususi olarak görünen birlik tecellisini ifade eder.

Meselâ, küçük ayna parçalarından bin tanesini yan yana koyup büyük bir ayna meydana getirsek, güneşin bu aynalarda iki türlü görüntüsü olur. Biri, parçalardan oluşan aynanın bütününde görünen tek bir görüntü, diğeri ise o bin parçanın her birinde görünen ve güneşi olduğu gibi gösteren birlik görüntüleri. Fakat parçalardan oluşan aynanın çapı ihata edemeyeceğimiz kadar büyütülse, aynanın tümünde görünen görüntüyü biz de ihata edemeyiz ve o görüntü hakkında tam bir bilgiye sahip olamayız. Ancak aynayı oluşturan parçaların her birindeki görüntüyü rahatlıkla görebilir ve güneş hakkında bilgi edinebiliriz.

Allah’ın da kâinatta iki türlü birlik tecellisi vardır. Biri kâinatın bütününde, diğeri ise kâinatı meydana getiren her bir varlıkta görünen birlik tecellisidir. Kendisini tanımakla yükümlü kıldığı kulları O’nu bilmede ve tanımada güçlük çekmesinler diye, vahidiyetle beraber ehadiyet tecellisini de bize göstermektedir.

Kâinat bir bütün olarak Allah’ın birliğini gösterdiği gibi, kâinatı meydana getiren her bir varlık da kâinatın bir misal-i müsağarı (küçük bir özeti) olmak cihetiyle O’nun birliğini bize göstermektedir.

Vahidiyet, bütün kâinatın birinin olması, bir elden çıkmasıdır. Cenab-ı Hakk’ın vahidiyet ile tecellisi, umumidir; ehadiyet ile tecellisi ise, hususidir. Mesela, Cenab-ı Hak, ateşe yakıcılık özelliği vermiştir. Normal şartlarda, ateş yakar. Fakat, eğer Cenab-ı Hak dilerse, bazı kulları için o kanunu iptal ediverir. Mesela, Hz. İbrahim (as) ateşe atılmış, fakat ateş onu yakmamıştır.

Ehadiyet, Cenab-ı Hakk’ın her bir şeydeki birlik tecellisidir. Mahir bir sanatkârın yaptığı her bir eser, o sanatkârı gösterir. Eğer o sanatkâr herbir eserine kendine has taklid kabul etmez mühürler vurmuşsa, o eserler “Beni ancak falan sanatkâr yapabilir.” diye ilan ederler. Yaratılmış her bir eserdeki hususi mühür, o yüce yaratıcının tek olduğunu bildirir.

13 Esmâ-i hüsnâ, Allah'ın güzel isimleri nelerdir?

Allah’a kendi isimleri ile dua etmek, duanın kabulüne vesiledir. Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v)’den birkaç kanaldan nakledilen hadisi şerifler vardır. Bunlardan biri de esmâ-i hüsnânın kendilerinin de bulunduğu hadisi şeriftir. Büreyde (r.a)’dan rivayet edilen bir hadisi şerifte, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, dua eden bir adamdan şunları işittiği nakledilmektedir:

“Allah'ım, şahâdet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allah'sın, birsin, Samedsin (hiçbir şeye ihtiyacın yok, her şey sana muhtaç), doğurmadın, doğmadın, bir eşin ve benzerin yoktur.”

dediği ve bunun üzerine Efendimiz (s.a.v)’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: 

“Nefsimi kudret elinde tutan Zâta yemin olsun, bu kimse, Allah'tan İsm-i Âzàmı adına talepte bulundu. Şunu bilin ki, kim İsm-i Âzam ile dua ederse Allah ona icâbet eder, kim onunla talepte bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir.”(1)
Mihcen İbnu'l-Edra' (r.a)’dan nakledilen bir hadiste ise, “günahları için mağfıret” dileyerek, “Allah’ım Sen Gafürsun, Râhimsin!” diyor ve bunu duyan Peygamberimiz (s.a.v); “O mağfiret edildi. O mağfıret edildi. O mağfiret edildi!”(2) buyuruyor.

Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Rasülullah (s.a.v) buyurdular ki:

“Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever.” Bir rivâyette: “Kim o isimleri sayarsa cennete girer.”

buyurmuştur. Buhârî hadisi bu lafızla çıkarmıştır. Müslim'de “tek” kelimesi yoktur.(3)

Ebu Hureyre’nin naklettiği Esmaü’l-Hüsna şunlardır:

“Rasülullah (s.a.v) buyurdular ki:

"Allah Teâla Hazretlerinin doksan dokuz ismi vardır, yüzden bir eksik. O, tektir, teki sever. Kim bu isimleri ezberlerse cennete girer. Onlar şunlardır:"

"Allah, el-Vahid, es-Samed, el-Evvel, el-Ahir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Hâlık, el-Bâri, el-Musavvir, el-Melik, el-Hakk, es-Selâm, el-Mü'min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Latif, el-Habîr, es-Semî', el-Basir, el-Alîm, el-Azîm, el-Bârr, el-Müte'âl, el-Celîl, el-Cemîl, el-Hayy, el-Kayyüm, el-Kâdir, el-Kâhir, el-Aliyyu, el-Hakîm, el-Karîb, el-Mucîb, el-Ganiyyu, el-Vehhab, el-Vedüd, eş-Şekür, el-Mâcid, el-Vacid, el-Vâli, er-Râşid, el-Afuvvu, el-Ğafür, el-Halîm, el-Kerîm, et-Tevvâb, er-Rabb, el-Mecîd, el-Veliyyu, eş-Şehîd, el-Mübîn, el-Bürhân, er-Ra'uf, el-Mübdiu, el-Mu'îd, el-Bâisu, el-Vârisu, el-Kaviyyu, eş-Şedîdu, ed-Dârru, en-Nâfi'u, el-Bâki, el-Vâkî, el-Hâfıd, er-Râfi', el-Kâbıd, el-Bâsıt, el-Mu'ızzu, el-Müzillu, el-Muksıt, er-Rezzâk, Zü'l-Kuvve, el-Metîn, el-Kâim, ed-Dâim, el-Hâfız, el-Vekîl, el-Fâtır, es-Sâmi', el-Mu'tî, el-Muhyî, el-Mümît, el-Mâni', el-Câmi', el-Hâdî, el-Kâfı, el-Ebed, el-Âlim, es-Sâdık, en-Nur, el-Münîr, et-Tâmm, el-Kadîm, el-Vitru, el-Ahadu, es-Samedu, Ellezi lem yelid ve lem yüled ve lem yekün lehu küfüven ahad.”

Zûhrî der ki: "Bana birçok ilim ehlinden ulaştığına göre, bu esmâ-i hüsna'nın okunmasına 'Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh. Lehü'l Mülkü ve Lehü'I-Hamdu bi-yedihi'l-Hayr ve huve ala külli şeyin kadîr, la ilahe illâllahu, Lehü’l-Esmaü’l-Hüsnâ'. diye başlanmalıdır."

Tirmizî'nin rivâyetinde ise Rasülullah (s.a.v)’in, Allah'ın isimlerini şöyle saydığı nakledilmektedir: 

“O Allah ki O'ndan başka ilâh yoktur. Rahman'dır. Rahim'dir. El-Meliku'l-Kuddûsu, es-Selâmu, el-Mü'minu, el-Müheyminu, el-Azîzu, el-Cebbâru, el-Mütekebbiru, el-Hâliku, el-Bâriu, el-Musavviru, el-Gaffâru, el-Kahhâru, el-Vehhâbu, er-Rezzâku, el-Fettâhu, el-Alîmu, el-Kâbizu, el-Bâsitu, el-Hâfidu, er-Râfiu, el-Muizzu, el-Müzillu, es-Semîu, el-Basîru, el-Hakemu, el-Adlu, el-Latîfu, el-Habîru, el-Halîmu, el-Azîmu, el-Gafûru, eş-Şekûru, el-Aliyyu, eI-Kebîru, el-Hafîzu, el-Mukîtu, el-Hasîbu, el-Celîlu, el-Kerîmu, er-Rakîbu, el-Mucîbu, el-Vâsiu, el-Hakîmu, el-Vedûdu, el-Mecîdu, el-Bâisu, eş-Şehîdu, el-Hakku, el-Vekîlu, el-Kaviyyu, el-Metînu, el-Veliyyu, el-Hamîdu, el-Muhsî, el-Mubdiu, el-Muîdu, el-Muhyi, el-Mümîtu, el-Hayyu, el-Kayyûmu, el-Vâcidu, el-Mâcidu, el-Vâhidu, el-Ahadu, es-Samedu, el-Kâdiru, el-Muktediru, el-Muahhiru, el-Evvelu, el-Âhiru, ez-Zâhiru, el-Bâtinu, el-Vâli, el-Müte'âli, el-Berru, et-Tevvâbu, el-Müntekimu, el-Afuvvu, er-Raûfu, Mâliku'l-Mülki, Zü'l-Celâli ve'l-İkrâm, el-Muksitu, el-Câmiu, el-Ganiyyu, el-Muğnî, el-Mâni', ed-Dârru, en-Nâfiu, en-Nûru, el-Hâdî, el-Bedîu, el-Bâki, el-Vârisu, er-Reşîdu, es-Sâbüru.”

İsimleri bu şekilde, sâdece Tirmizî saymıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

ESMÂÜ'L-HÜSNÂ (Allah'ın Güzel İsimleri) | Sorularla İslamiyet

Dipnotlar:

(1) Tirmizî, Daavât 65, (3471); Ebû Dâvud, Salât 358, (1493).
(2) Ebû Dâvud, Salât 184, (985); Nesâî, Sehiv 57, (3, 52).
(3) Buhârî, Daavât 68; Müslim, Zikir 5, (2677); Tirmizî, Daavât 87, (3502).

14 EŞ-ŞEKÛR
“Kendisine yapılan şükre, çok ecirle mukabele eden.”

“Cüz’î ibadetlere karşı küllî mükâfatlar, yüksek dereceler ve çok sevaplar veren.”

Eğer Allah’a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah Şekûr’dur, Halîm’dir.” (Teğâbün Sûresi, 64/17)

Bir âyet-i kerîme:

And olsun ki, şükrederseniz elbette size daha fazla veririm. Ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim Sûresi, 14/7)

Şükretmek Allah’ın sonsuz nimet ve ihsanlarının kıymetini bilmek demektir ve küfranın zıddıdır.

Cenâb-ı Hak, bu insanlık görevini yerine getiren mü’min kullarına kat kat mükâfat vereceğini bu âyet-i kerîmeyle müjde veriyor.

Nur Külliyatı'nda, “Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. buyrularak, şükretmenin insanın yaratılışında mevcut olduğu ders verilir.

Bu dünyada bir çekirdeğe karşılık bir ağaç ihsan eden Allah, dünyada yapılan ibadet ve şükürlere öyle mükâfatlar verecektir ki, Allah Resûlünün(a.s.m.) ifadesiyle, “Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ne de insanın kalbine, hatırına gelmiştir.”

Şekûr isminin Cennetteki tecellisi işte böyle muhteşem, böyle harika ve böyle azim olacaktır.

Kula yakışan ve yaraşan, fırsatı çok iyi değerlendirip şu kısa dünya hayatını şükür ve ibadetle geçirmek, böylece ebedî saadete mazhar olmaktır.

Bu isimden nasiplenen bir kul, insanlardan gördüğü iyiliklere karşı da teşekkürle mukabele eder. Nankörlükten ve nimeti küçümsemekten sakınır.

Nitekim, Allah Resûlü(a.s.m.) “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.buyurmuşlardır.
 

15 EL-MÜTEKEBBİR
“Büyüklüğünü her şeyde ve her hadisede gösteren.”

“Kibriya ve azamet kendisine mahsus olan.”

Her şey, nezdinde hakir bulunan.” (Gazâlî)

“O ...Azîz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir.”( Haşr, 59/23)

Büyüklüğünü göstermekle, ‘büyüklenmek’ farklı şeylerdir. Sonsuz derecede aciz ve fakir olan insanoğlunun, büyüklenmeye kalkışması, onun hakkında kötü bir sıfat olur.

Allah, insanların anladığı mânâda büyüklenmekten münezzehtir. Zira, Kebîr, Azîm ve Aliyy ancak O’dur. Bütün varlıklarda görülen büyüklükler O’nun büyütmesiyle, yücelikler O’nun yüceltmesiyledir. O halde Mütekebbir ismini, Allah’ın büyüklüğünü ilan etmesi şeklinde anlamalı ve O’nun büyüklüğü karşısında herkesin ve her şeyin zelil, hakir, fakir ve muhtaç olduğunu bilmeliyiz.

Ahirette, bu hakikat bütün berraklığıyla görülecektir. Ama, önemli olan, bu gerçeği şu dünyada yakalamaktır.

Mütekebbir isminin bir tezahürünü Kur’ân-ı Kerîm şöyle haber veriyor.

“O gün onlar (kabirlerinden) fırlayıp çıkarlar. Allah’a karşı hiçbir şeyleri gizli değildir. (Buyrulur ki:) ‘Bu gün mülk kimindir?’ (Şöyle cevap verilir:) “Tek ve Kahhâr olan Allah’ındır.” ( Mü’min, 40/16)

Demek oluyor ki, bu mübarek isim, bize aciz, nâkıs, zayıf, fani ve hakir olduğumuzu ders vermekte ve büyüklüğünü ilan etmenin ancak Allah’a mahsus olduğunu ihtar ile nefsimizi haddi aşmaktan men etmektedir.

Allah Resûlü (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde beş şeye hayret ettiğini bildirir. Bunlardan birisini de şöyle ifade buyurur:

“Evvelinin bir cîfe, âhirinin bir lâşe olduğunu bildiği halde büyüklenen insana şaşarım.”

Fatiha Sûresi'nde, “bütün hamd ve senanın, âlemleri terbiye eden, Rahmân ve Râhîm olan Allah’a ait olduğu” beyan edildikten sonra, Allah’ın ‘din gününün de sahibi olduğu’ nazara verilir. Bu âyetlerle Allah, büyüklüğünü ilan etmiş ve insanlar, aciz ve fakir bir kul olduklarının idraki içinde, “Biz ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” diye Allah’a iltica etmişler, O’na sığınmışlar, O’na güvenmişlerdir.
 
Namazın her rüknünde tekbir getiren ve bu tekbirin mânâsını tasdik etmek üzere el bağlayan, bel büken, yüzünü yerlere süren insan, Mütekebbir olmanın ancak Allah’a has olduğunu bütün duygularına böylece sindirmekte ve kulluk şerefinden hissesini böylece almaktadır.

Kula yaraşan ve yakışan, büyüklenmek değil kulluk etmektir.

Kulun bu isimden feyiz alması, bu varlık âleminde, Allah’ın büyüklüğünü gösteren sonsuz şahitleri güzelce dinlemesine ve seyretmesine bağlıdır.

İnsan, Allah’ın büyüklüğünü başkalarına ilan etmekle de bu isimden ayrı bir feyze nail olur.

16 Adl ve Âdil; Hakem, Hâkim ve Hakîm isimleri arasında ne fark vardır?

- ADL, kelimesi ismi fail anlamında bir mastardır. Sonuç itibariyle o da ÂDİL anlamında algılanmaktadır. Bununla beraber bir mastar olarak kullanılması önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. O da şudur: ADL ismi, Allah’ın adaletinin  her sahada çok açık ve bütün kâinat çapında şaşmaz bir ölçü olduğuna işaret eden, bu geniş kapsamıyla sanki Allah’ın bütün sıfatlarının yalnız adaletten ibaret olduğunu veya bizzat adaletin kendisi olduğunu göstermeyi hedefleyen bir ism-i celildir.

ÂDİL kelimesi ise, bir ismi fail olup adalet eden, adaletle davranan, adaletle hükmeden ve bütün icraatlarında adaleti gözeten anlamındadır.

- HAKEM, HÂKİM ve HAKÎM isimleri arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz:

HAKEM: Ahirette ihtilaflı konuların gerçek mahiyetini gösteren, gerek ontolojik, gerek sosyolojik olarak ortaya çıkan anlaşmazlıkları tekvinî ve teşriî vahiyle çözen, tarafları şaşmaz adaletine boyun eğdiren bir ism-i şeriftir. Güneşin aya saldırmaması, onun yörüngesini işgal etmeye kalkışmaması, inanan insanların zulüm ve haksızlıktan kaçınmaları, bu hakemliğin bir sonucudur.

HÂKİM ismi ise: Allah’ın bütün kâinattaki hükümranlığını vurgulayan, her şeyin üzerinde nüfuzu olan gerçek sultanlığını nazara veren, ahiret mahkeme-i kübrasının yegâne hâkimi olduğunu gösteren bir ism-i celildir.

HAKÎM ismi ise, Allah’ın kâinat çapında görülen icraatlarının hepsinde hikmet parıltıları, gerek evren çapında, gerek insanlık camiasında ortaya koyduğu bütün kararlarında hikmet pırıltıları olduğunu gösteren bir ism-i celildir. Her yerde bu hikmeti müşahede edenler “Kahrın da hoş, lütfün da hoş.” demekten kendilerini alamamışlardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

EL-ADL

EL-HAKEM.

17 Zatî isim ne demektir?

Allah’ın zatî sıfatları, Allah’ın zâtına mahsus olan, başka herhangi bir varlıkta bulunması mümkün olmayan sıfatlardır. Bunlara sıfat-ı selbiye / tenzihî / selbî sıfatlar da denilir. Bunlar;

Vücûd: Var olmak. Allah’ın varlığı zatının gereğidir, zorunludur, başkasına muhtaç değildir. Zıddı bulunmamak, anlamına gelir.

Kıdem: Ezelî olmak, başlangıcı olmamak.

Beka: Varlığının sonu olmamak, ebedî olmak.

Muhalefetün li’l-havadis: Sonradan var olan hiçbir varlığa benzememek.

Vahdaniyet: Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olması.

Kıyâm bi nefsihi: “Varlığı kendiliğinden olmak, var olmak için bir başka varlığa ihtiyaç duymamak” demektir.

Subutî sıfatlar ise; Hayat, İlim, Semi’ / işitmek, Basar / görmek, İrade, Kudret, Kelam, Tekvin / yaratmak şeklinde adlandırılır. Bu sıfatlar da Allah için kullanıldığı zaman, zatî sıfatlar gibi ezelî, ebedî ve eşsizdir. Yalnız şu kadar var ki, bu sıfatlar, kelime olarak başkası için de kullanılabilir, bir vasıf olarak başkasına da verilebilir. Mesela, Allah’ın hayatı vardır, iradesi vardır, ilmi vardır; -sonsuz bir farkı barındırsa bile- bizim de hayatımız, irademiz ve ilmimiz vardır. Halbuki, Kıdem, Beka gibi zatî sıfatları başkası için kullanmak aklen de mümkün değildir.

Zatî sıfatlar Allah'ın dışında -bağımsız olarak- tasavvur edilemeyeceği gibi, Allah'ın zatı da bu sıfatlar olmaksızın düşünülemez. Örneğin, rızık vermek, yaratmak, affetmek, öldürmek, diriltmek gibi birçok fiilî sıfat vardır ki, onları tasavvur etmeden de Allah'ı düşünebilirsiniz, ancak, kıdem, ezeliyet, ebediyet, vahdaniyet, vücut gibi sıfatları düşünmeksizin Allah'ı tasavvur edemezsiniz. Çünkü, bunlar zatî sıfatlardır.

Allah’ın isimleri için zatî veya gayr-ı zatî gibi bir ifade kullanılmaz. Rahman ismi de sıfat değil, Zat-ı Akdes'in "Allah" ism-i celilinden sonra ikinci ism-i hassıdır, yani özel ismidir. Rahman ismi, rahmetin yanında, adalet, rızık, vahiy, rububiyet gibi hususlara da işaret eder.

Arş’a istiva eden/kainatı yaratıp düzene sokan, onu idare eden Rahman’dır.  Kur’an’ı öğreten Rahmandır. Rezzak manasıyla rızkı veren Rahman’dır. Allah’a kulluk yapan kullar “İbadu’r-Rahman’dır. Bu sebeple "Allah" lâfza-i celâl gibi, Rahman isminin de Allah'tan başkasına nispet edilmesi, onlara isim olması caiz değildir. (Taberî,1/59) Nitekim

 "De ki: ‘İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler ona hastır.’" (İsra, 17/110)

mealindeki ayette Rahman ismi, Allah isminden sonra ikinci sırada yer almıştır. (et-Taberî, I/59) "O’nun (Allah'ın) bir adaşı olduğunu biliyor musunuz?" (Meryem, 19/65) ayetini tefsir eden İbn Abbas, "Allah'tan başka hiçbir kimse, Rahman ismiyle adlandırılmaz." (Hakim, Müstedrek, II, 474) demiştir.

Çocuklarına bu ismi vermek isteyenler "Abdurrahman" olarak versinler. Daha önce "Rahman" ismi verilmişse, Abdurrahman olarak düzeltsinler.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuklara isim verme ve isim verirken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir? ...

18 EL-KAYYÛM
“Varlığı ve bekası kendi zâtından olan.”

“Zeval bulmayıp devamlı kaim olan.”

“Her şeyi ayakta tutan, varlıklarını devam ettiren.”

“Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, Hayy ve Kayyum olandır.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/2)

Nur Külliyatı'ndan, Kayyûm isminin bir tarifi:

“Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyûm’dur. Yani bizatihi kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur.” (Lem’alar)

Allah, insanın ayakta durmasını yerdeki çekim kanununa, bedenin canlı olmasını ruh kanununa, Ay’ın düşmemesini Dünyanın çekimine, Dünyanın dönmesini de Güneşin cazibesine bağlamış ve bu mahluklarında Kayyûm ismini tecelli ettirmiştir.

Bütün bu sebepler zincirini bizzat yaratan ve eşyayı onlarla ayakta tutan Allah, elbette devam ve bekası için başkasına muhtaç olmayacaktır. Zira, O’nun varlığı zâtındandır, başkalarının varlığı ise O’nun var etmesiyledir. Varlığı zâtından olanın kıyamı da yine kendi zâtı iledir.

Allah, ‘emir âlemi’ denilen bir kanunlar manzumesiyle, eşyayı sevk ve idare ediyor, varlıklarını ayakta tutuyor, devamlarını temin ediyor.

Nur Müellifi, ruh için ‘âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u emrî’ tabirini kullanır ve ruhun diğer kanunlardan farklı olarak, hayat ve şuur sahibi olduğunu nazara verir. Demek ki, ruhumuz da ilâhî bir kanun. Bedenimizdeki bütün organlar onunla ayakta duruyorlar. Onun gitmesiyle kıyam son buluyor ve insan bedeni cansız olarak yere yıkılıyor.

Bir ağacın, meselâ, yaprakları o ağaçta faaliyet gösteren bir kanunla gelişip büyüyorlar. Dikkatten kaçmaması gereken önemli bir nokta, o kanunun da iş görmesi için bir başka kanuna, yani bahar kanununa ihtiyaç göstermesidir. Büyüme kanunu, tek başına iş görecek durumda değil. Baharı kim getiriyorsa, o kanunu da yine o işletiyor ve ağacın devam ve bekasına, yaprakların, çiçeklerin açmasına o kanunu sebep kılıyor.

Dünyada iman ehli yaşadıkça, kıyametin kopmayacağı dikkate alındığında, iman ve ibadetin de kâinatı bir bakıma ayakta tuttukları ve Kayyûm ismine bir başka şekilde ayna oldukları anlaşılır.

Kayyûm ismini tefekkür eden insan, kalbini ancak Allah’a bağlar, şükrünü yalnız O’na yapar.

O’nun var etmesiyle var olan ve Kayyûm isminin tecellisiyle ayakta duran fanilere gönlünü kaptırmaz.

19 EL-HAYY

                                    

“Hayat sahibi.”

“Ezelî hayata sahip olan.”

“O, Hayy’dır. O’ndan başka ilâh yoktur; öyleyse dini O’na halis kılanlar olarak hep O’na dua edin...” (Mü’min Sûresi, 40/65)

Hayy kelimesinin zıddı, ölü ve cansızdır. Ölünün sıfatları ise, bilmemek, görmemek, işitmemek, kendi iradesiyle iş görmeyip başkasının iradesine mahkum olmaktır.

İşte Hayy ismi, bütün varlık âlemini yoktan var eden, onların her türlü ihtiyaçlarını rahmetiyle gören, tümünün isteklerini işiten ve bu arzulara rahmetli icraatıyla cevap veren Allah’ın, vacip olan zâtına münasip, bir kutsî hayatı olduğunu ders verir.

Ruh, O’nun bilinmez bir sırrı, ulvî bir kanunudur. Hayat sahibi olan bu kanunuyla, canlıları sevk ve idare ettiği gibi, cansız varlıkların hareketlerini ve vazifelerini de bizzat kendisi yürütür. Ve cansızlar âlemindeki bütün faaliyetler, Hayy ismini bir başka açıdan bize ders verirler.

Allah, Vâcibu’l-Vücut’tur. Kadîm’dir, evveli yoktur; Bâki’dir âhiri yoktur. Mümkin, hâdis ve fani mahlukatına hiçbir cihetle benzemez. O halde, O’nun mukaddes hayatı da hiçbir hayat çeşidine benzemeyecek, mahiyetçe hepsine muhalif olacaktır.

Melek ve cin hayatından, insan, hayvan ve bitki hayatına kadar sayısız hayat çeşitlerinin her biri, Allah’ın Hayy olduğuna delalet ederler. Ama bunların hiçbiri O’nun mukaddes hayatını anlamakta ölçü olamazlar.
Allah’ın vücud (var olma) sıfatının hakikati, hiçbir mevcutla anlaşılamadığı gibi, hayat sıfatı da hiçbir hayatla bilinemez.

20 EL-BEDİ
“Eşi ve benzeri olmayan.”

“Örneksiz olarak yaratan.”

“(Allah), gökleri ve yeri yoktan (örneksiz) yaratandır. O, bir işin olmasını murat etti mi, ona yalnız ‘ol’ der, o da oluverir.” (Bakara Sûresi, 2/117)

Bedi’ ismi, Allah’ın zâtında ve sıfatlarında misilsiz ve benzersiz olduğunu ifade eder ve ‘Muhalefetü’n-lil-havadis’ sıfatına dayanır. Yani O’nun yaratmasıyla sonradan varlık sahasında boy gösteren hiçbir varlık, hiçbir cihetle O’na benzemez ve O, bütün bunlara muhaliftir.

Zâtı bütün zâtlara muhalif olduğu gibi, sıfatları da mahlukatın sıfatlarına muhaliftir.

‘Muhalif’ kelimesi, ‘benzemez’ kelimesinden farklı bir mânâya kapı açar. Mahlukat âleminden bir misal vermek gerekirse, ‘insanın kolu, ayağına benzemez,’ deriz, ama bu kolun ruha ‘benzemediğinden’ değil, ‘muhalif olduğundan’ söz ederiz. Yani, kol ayrı bir mahiyettir, ruh ise ona muhalif apayrı bir mahiyettir.

Allah hem zâtı, hem sıfatları hem fiilleri ve icraatı bakımından bütün mahlukata muhalif olmakla misilsiz bir Bedi’dir.

Allah’ın varlığı vaciptir, mahlukatın varlığı ise mümkindir. Yani olmasıyla olmaması müsavidir.

Allah Kâdîm’dir, mahlukat ise hâdistir; yani sonradan yaratılmışlardır. Allah Bâkî’dir, mahlukat ise fanidir.
Allah’ın sıfatları mutlaktır, kayıt altına alınamaz. Mahlukatın ise bütün sıfatları sınırlı ve kayıtlıdır.

İşte Bedi’ ismi, bu muhalefetlerin tamamını birden ders vermekle, Allah’ın kemâlinin idrak edilemeyecek kadar ulvî, son derece bedi’ olduğunu ifade eder.

21 EL-HÂLIK / EL-BÂRİ
Hâlık: “Eşyayı bir takdir ve ölçü ile yaratan; yoktan var eden.”

Bâri’: “Eşyayı muhtelif şekiller ve suretlerle birbirinden
mümtaz surette yaratan.”

“Her varlığı, bir misali olmaksızın var eden.”

“O Allah ki, Hâlık’tır, Bâri’dir, Musavvir’dir. En güzel isimler O’nundur.” (Haşr, 59/24)

Bütün varlık âlemi bu iki ismin tecellileriyle doludur. Bir vişne çekirdeğinde vişne ağacının, kiraz çekirdeğinde de kiraz ağacının planını yerleştirmek bir takdir işidir, bir ilim eseridir ve o çekirdeklerin böylece yaratılmış olmaları Hâlık ismini gösterir.

Bu çekirdekler, ağaç haline geldiklerinde ve meyve verdiklerinde birbirlerinden daha net biçimde ayrılırlar. İşte bu ayrılık, bu farklılaşma, bu imtiyaz Bâri’ ismini ilan eder.

Aynı türün fertleri arasında da bir imtiyaz sözkonusudur.

Bu hakikat insanlık âleminde bütün berraklığıyla okunur:

Nutfelerde insanın bütün organlarının şekilleri, yerleri büyüklükleri ve sayıları genetik program halinde yazılıdır. Bununla birlikte, Allah, her insana da diğerinden bir farklılık, bir başkalık lütfetmiştir. Bu başkalıkla, insanlar birbirlerinden temyiz edilir, ayrılırlar.

O halde, bir insan, yaratılışı ile Hâlık ismini, diğer insanlardan farklı olmasıyla da Bâri’ ismini gösterir.

İmam Gazâlî Hazretleri, meseleye biraz farklı yaklaşır ve bu iki isim arasındaki farkı şöyle nazara verir:

“Allah, eşyayı takdir etmesi ve bu takdire uygun olarak yaratması itibariyle Hâlık’tır. Onları yokluktan varlığa çıkarması itibariyle de Bârî’ dir.”

22 ES-SEMİ? / EL-BASÎR
Semi’: “Gizli aşikâr her şeyi işiten.”

Basîr: “Aydınlık karanlık, uzak yakın, büyük küçük her şeyi gören,
müşahede eden.”

“...Allah’ın âyetleri hakkında münakaşa edenlerin sinelerinde, ancak, yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen Allah’a sığın. Şüphesiz O, Semi’dir,
Basîr’dir.”
(Mü’min, 40/56)

Maddeden münezzeh olan Allah’ın işitmesi, insan idrakinin kavrayabildiği ve hayalinin ulaşabildiği her türlü işitmeden münezzehtir; bunların hiçbirine benzemez.

Biz hava unsuru olmaksızın, içimizdeki bir arzuyu muhatabımıza işittiremeyiz. Ama, Allah bizim kalbimizden geçen her arzuyu işitir. Kalbin arzu duyması, sözlü istemeye benzemediği gibi, kalbin sesini işitmek de havada temessül eden kelimeleri işitmeye benzemez.

Bu benzemezliğin bir işaretini Cenâb-ı Hak insanın mahiyetine koymuştur. İnsan, uyanıkken muhataplarını görür ve onların konuşmalarını işitir; bu görmeye göz, bu işitmeye de kulak vasıta olmuştur. Ama rüya âleminde yine muhataplarıyla görüşür ve konuşur; fakat gözleri uykuya dalmış, kulakları bu âlemden ilgisini kesmiştir. Rüya âleminde ne hava unsuru vardır, ne konuşanın ses telleri, ne de dinleyenin kulakları.

Bizim havadan faydalanarak ses tellerimizi hareket ettirmemiz ve aklımızdaki bir mânâyı, böylece kelimelere dökmemiz, onu insanlara işittirmek içindir.

O konuşmanın ilâhî hikmet ve kudrete bakan bir yanı var ki çok önemlidir:

Ağzımızdan çıkan bir kelime havada bir ilâhî mucize olarak milyonlarca kelimeye dönüşür. Hava sayfası bizim konuşmamızla âdeta dolup taşar. Aynı sayfaya, diğer insanların konuşmalarından kuşların cıvıldaşmalarına, gök gürlemesinden suların şırıltılarına kadar nice sesler de yerleşirler. Bu varlıkların kendileri yer yüzünde hoş bir manzara teşkil ettikleri gibi, sesleri de hava sayfasında ayrı bir mucize sergilerler. Ve bu sanat eserini, Cenâb-ı Hak meleklerine ve ruhanilere seyrettirir.

Görmeye gelince: Güneşi ve güneş ışığını, gözü ve göz nurunu yaratan ve bir yağ parçasına görme kabiliyeti veren Allah, böylece bir hikmet ve kudret mucizesi sergilemiş oluyor. Yoksa meleklerin gözsüz görmelerinin de şehadetiyle, görme için mutlaka göz lâzım değildir.

İnsanın görmesi cüz’îdir. Yani bir anda ancak bir yöne bakabilir ve bir şeyi seyredebilir. Başkalarını görebilmesi için nazarını ilk gördüğü cisimden çekmesi gerekir.

Allah’ın bütün sıfatları gibi görmesi ve işitmesi de küllîdir, mutlaktır ve sonsuzdur. Yani, her şeyi birlikte görür ve işitir.

İnsan, karşısındaki şahsın derisinin altını göremediği gibi, kafasında taşıdığı düşünceleri ve kalbinde beslediği arzuları da göremez ve işitemez. Görmesi ışıkla, mesafeyle ve maddî engellerle sınırlıdır; işitmesi de belli frekanslar arasına sıkışıp kalmıştır.

Ama bu insan, o kısa ve sınırlı olan görmesini ve işitmesini kıyas unsuru yaparak, Allah’ın Semi’ ve Basîr olduğunu bilebilir.

Bu ilâhî isimleri düşünen bir mü’min, bütün eşyayı birlikte görmenin ve bütün sesleri beraber işitmenin ancak Allah’a mahsus olduğunu hatırlar. Ayrıca, yaptığı her işin görüldüğünü ve söylediği her sözün işitildiğini düşünerek bu sermayelerini daha dikkatle harcamaya çalışır.

İnsan, kendisine ihsan edilen bu nimetler sayesinde, hem Rabbinin Semi’ ve Basîr olduğunu bilme şerefine erer, hem de renk, şekil ve sesler âlemlerinde tecelli eden ilâhî sanatları hayret ve hayranlıkla tefekkür eder.

23 Allah'ın bütün isimleri insanda tecelli edebilir mi?

Sizin sorduğunuz soru için Bediüzzaman,

“İnsanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni', Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Latif isimlerini ve hâkeza... Bütün a'za ve âlâtı ile cihazat ve cevarihi ile letaif ve maneviyatı ile havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i a'zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a'zam var ki, o da insandır.” (bk. Bediüzzaman, Sözler, s.686)

şeklinde izah getirmektedir. Yani insan yaratılması ile, varlığı ile Allah'ın yaratma isminin tecellisine mazhar olmuş oluyor.

Dikkatli bir tefekkür neticesinde tüm esmanın insanda tecelli ettiğini de ifade etmektedir. Şöyle ki, insan ism-i azamdan ve her ismin azami mertebesinden gelmiştir. Bu ifadelerden de açıkça anlaşıldığı gibi, insanda hem tüm esmayı mahiyetinde toplayan Allah’ın en büyük ismi olan İsm-i azam, hem de tecelli eden sair esmanın da en azami mertebesi tecelli etmektedir.

İnsan üç şekilde esma-i ilahiyeye ayna vazifesi görür.

1. Zıtlık cihetinden. Nasıl ki, gece vaktindeki karanlık nurun ve ışığın varlığına işaret eder. Öylede insandaki acz, zaaf, fakirlik ve eksiklik özellikleri ile Allah’ın kudret, kuvvet, zenginlik ve kemaline işaret eder. YaniBen acizim, fakat her şey benim yardımıma koşuyor. Öyleyse bütün bu mevcudatı benim imdadıma gönderen birisi var.” deyip Allah’ın kemali ve celali sıfatlara kendi eksiklik ve noksanlık sıfatlarıyla işaret ve ayinedarlık eder.

2. Benlik duygusundan. İnsan kendisinde bulunan benlik duygusu vasıtası ile Allah’ın sıfatlarına ayna vazifesi görür. Yani, nasıl ki ben bu evi yaptım, ve yapmasını görüyorum, ve idare ediyorum. Öyleyse bu kainat sarayının büyüklüğü nispetinde bir halikı, bir mabudu ve kudretli bir ilahı vardır. Bu benlik duygusu ile insan Allah’ın Celil ve Kahhar isimlerine de aynalık vazifesi görür. Şöyle ki:

İnsan kendi memuruna ve oğluna veya öğrencisine ödev veya görev verdiği zaman, yerine getirilmediği taktirde ona kızar ve cezalandırır. Veya bir devlet reisi raiyetine şiddetli ceza verir. İşte bu hiddet ve celali halimiz Allah’ın Celil ve Kahhar gibi isimlerinin bizde tecelli ettiğinin bir göstergesidir.

3. Bizim yaratılmamızda bizde tecelli eden Allah’ın isimleri vardır. Yani yaratılamızda “Halık”, güzel terbiye edilmemizde “Bari” rızıklanmamızda “Rezzak” gibi.

Ayrıca insanların hatalarından dolayı Allah’ın gazabına uğrama durumu söz konusu olduğu vakit, bu isimler azami derecede tecelli eder. İşte Nuh Kavmi, Ad ve Semud kavimleri ve Lut Kavminin helaketleri bu isimlerin insandaki tecellisini gösterir.

Asıl bu ve diğer isimler ahirette bütün haşmetiyle tecelli edecektir. Yani Allah’ın celali ve cemali isimleri cennet ve cehennemde tecelli edecektir.

Allah’ın bütün güzel isimleri, ilâhî sıfatlardan birine dayanır. Meselâ, "Alîm" ismi sıfat-ı sübutiyeden "ilim" sıfatına, "Kadîr" ismi "kudret" sıfatına, "Mütekellim" ismi "kelam" sıfatına dayanır.

Keza, "Evvel" ismi, sıfat-ı selbiyeden "kıdem" sıfatına; "Âhir" ismi, "beka" sıfatına dayanır.

Bazı İslâmî kaynaklarda ilâhî isimlerden, sıfat diye söz edildiği görülür. Meselâ, "Kerîm", Allah’ın bir ismidir. Aynı zamanda Allah’ı kerem sahibi olarak vasıflandırması cihetiyle de sıfat vazifesi görür. "Kerîm Allah" dediğimiz zaman "Kerîm" ismini sıfat makamında kullanmış oluruz.

Allah’ı hangi isimle yâd edersek edelim, o isim aynı zamanda Allah’ın bir vasfını, bir kemâlini, bir cemâlini, yahut ahlâk-ı ilâhiyyesinden birini ifade etmekle sıfat vazifesi görür.

İlâhî isimlerden çoğu fiilî sıfatlara dayanırlar. Hâlık ismi, yaratma fiiline; Muhyî ismi, ihya (hayatlandırma) fiiline; Musavvir ismi, sûret verme fiiline; Mümit (ölümü verici) ismi, imâte (ölümü verme) fiiline dayanır.

Cenâb-ı Hakk’ın zâtı birdir, ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre ilâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelligâhı olacak varlıkların da farklı olmalarını zarurî kılmıştır.

Allah’ın bütün isimleri güzeldir.

Zâtı güzel olduğu gibi bütün zâtî isimleri de güzeldir.

Sıfatları güzel olduğu gibi, bu sıfatlardan doğan sonsuz fiilleri de güzeldir. Ve bu fiillere dayanan ‘fiilî isimleri’ de güzeldir.

Bu sırra eren kâmil insanlar, “Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” demişlerdir. Zira, Kahhâr ismi de güzeldir, Latîf ismi de.

Bu kısa açıklamadan sonra, "zât, şuunât, sıfat, fiil, isim" münasebetinden de kısaca söz edelim:

Nur Külliyatı'nda bu önemli konu defalarca işlenmiş ve misallerle izah edilmiştir. Bunlardan birisinin sonunda şu hüküm cümlesine yer verilmiştir:

“İşte bütün âlemdeki âsâr-ı sanat ve bütün mahlukat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, her biri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için; masnuat adedince bir tek Sâni’-i Zülcelâl’in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuası ile silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi’rac-ı marifettir.” (bk. Sözler, s. 667)

Buna göre, mahlukatı tefekkür ederken takip edeceğimiz sıra şöylece ortaya konulmuş oluyor: eser, fiil, isim, sıfat (vasıf), şe’n, zât.

Allah’ın, bir mahluku yaratmasında ise bu sıra şu şekli alıyor: zât, şe’n, sıfat, isim, fiil, eser.

Bir hadis-i kutsî de şöyle buyruluyor:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de kâinatı yarattım.” (Acluni, II / 132)
 

Bu kutsî hadisin ışığında şöyle diyebiliriz: Bu varlık âleminin yaratılmasında ilk safha, Allah’ın bilinmeye muhabbet etmesidir. Bu ise ilahi şuunâttan bir şe’ndir.

Bu ilâhî istekten sonra, kâinatın yaratılması irade edilmiştir, irade ise bir ilâhî sıfattır. Bu irade ile birlikte kudret, ilim gibi bütün sıfatların, tabiri caizse, faaliyet göstermesi söz konusudur. Demek ki sıfatları faaliyete geçiren şuunâttır.

Sıfatlar belli sayıda olmakla birlikte bunlardan sonsuz fiiller zuhur etmiştir ve bu fiillerden her birisi, Allah’ın, ezelden beri var olan bir ismine dayanır. Terbiye fiilinin Rab ismine dayanması gibi.

Şu var ki, henüz hiçbir varlığın yaratılmadığı dönemde de, bu isimler var idi, ama tecelli etmemişlerdi.

Mahlukatın yaratılmasıyla tecelli eden isimler, fiilî isimlerdir; Rezzak, Hâlık, Muhyî, Mümit gibi...

Zâtî isimlerin varlığına bu âlemde birçok delil varsa da bu, ‘tecelli’ demek değildir. Meselâ, Kadîm ismi hiçbir şeyde tecelli etmez. Çünkü evveli olmamak ancak Allah’a mahsustur. Ama biz, eşyanın evvellerine bakarak bunları yaratan Allah, Kadîm’dir, ezelîdir diyebiliriz. Yani, Allah’ın Kadîm ismini eşyanın evvellerinde okuyabiliriz, fakat bu bir tecelli değildir.

Şu noktayı da önemle belirtmek isterim:

Tecelli etmek başkadır, ayna olmak daha başkadır. İnsanın ölümünde Allah’ın Mümit (ölümü yaratan) ismi tecelli eder, fakat Bâkî ismi tecelli etmez. Ama, insanların ölümleri Bâki ismine bir ayna olurlar; yani biz, ölümlerde Allah’ın Bâki ismini okuyabiliriz.

Demek oluyor ki, âlemlerin yaratılmasıyla Allah’ın fiilî isimleri tecelli etmiş oldular. Böylece şu gördüğümüz ve göremediğimiz ilâhî eserler vücut buldular.

Allah’ın en mükemmel eseri, insan ruhudur. Bu ilâhî mucizede, nice ilâhî hakikatlerin birtakım işaretleri mevcuttur. Meselâ, insan kendi kudretini tefekkür ederek, ilâhî kudretin varlığını bilebilir; ancak, kudretinin mahluk olduğunu ve ilâhî kudrete işaret ettiğini unutmamak şartıyla...

Mâlûm olduğu gibi, haritadaki bir işaret bir şehri gösterir, ama o işarette şehrin binalarını, caddelerini, büyüklüğünü, şeklini bulamazsınız; sadece o şehrin varlığından haberdar olursunuz o kadar. İnsanın sıfatları ve şuunâtı da böyledir. Bu gerçeği göz önüne alarak şöyle diyebiliriz:

İnsan bir fakiri gördüğünde içinde bir merhamet, bir acıma duygusu uyanır. Bu, şuunâta misaldir.

Sonra ona yardım etmeye karar verdiğinde, irade devreye girmiş ve böylece sıfatlara intikal edilmiştir. Elini cebine sokması da yine bir sıfat olan kudretle gerçekleşir.

Fakire sadaka vermek üzere elini uzatması bir fiildir, sadaka verme fiili.

Herkes bir fakiri görebilir, ama sadaka vermeyebilir de. Sadaka vermek, ancak cömert insanların işidir. Demek ki, cömert ismini taşıyan insanlarda, sadaka verme fiili gerçekleşiyor. Yani, bu fiil bu isme dayanıyor.

Sonunda, fakirin eline paranın değmesiyle, olay tamamlanmış oluyor.

İşte insan, bu istidadı, bu kabiliyeti sayesinde, ilâhî şuunâtı, sıfatları ve fiilleri bir derece tefekkür edebiliyor.

Son olarak Nur Külliyatı'ndaki şu hayatî tavsiye üzerinde de kısaca durmak isterim:

“Şeriat ve sünnet-i seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esmâ-i hüsnanın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış...” (bk. Sözler, s. 333)

Buna göre ilâhî isimlere mahzar olmak ve onlardan feyiz almanın en sağlam yolu, Kur’ân’a ve sünnete uymaktır. İnsan, ilâhî emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı ve bu konuda en büyük rehber olan Allah Resûlünün (a.s.m.) sünnetine ittiba ettiği ölçüde, ilâhî isimlerin tecellilerinden feyiz alır.

Nur Müellifi, ‘mazhar-ı câmi’ olmaktan söz ediyor ve bunun için çalışmak gerektiğini söylüyor.

Bir mahluk, ne kadar çok isimden ne ölçüde feyiz alırsa, derecesi, şerefi, rütbesi o nisbette yükselir. Bir misal vermek isterim:

Bir âlimde Allah’ın Alîm ismi tecelli etmiştir. Bu âlim fakirleri doyurduğunda Rezzâk isminden de ayrı bir feyiz alır. Kendisine karşı işlenen bir hatayı affettiğinde ise Afüvv ismine mazhar olur. Bütün bunlar kulun kendi cüz’î iradesiyle yapabildiği işlerdir ve "mazhar-ı câmi olmaya çalış", denilmesi de bundandır. Yoksa, bir ilâhî ihsan olarak bizde tecelli eden isimlerde, bizim bir çalışmamız sözkonusu değildir.

Nur Külliyat'ında, ‘insanın esmâ-i ilâhiyeye mazhar olması’ hakkında çok önemli bir bahis var. "Her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi" olmayı bu bahsin ışığında daha iyi anlayabiliriz:

“İnsan, üç cihetle esmâ-i ilâhiyeye bir âyinedir:

"Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za’f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı ilâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor."
...
"İkinci Vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder."
...
"Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i ilâhiyeye âyinedarlık eder.” (bk. Sözler, s.686)

İlk iki vecihte, insanın iradesi söz konusudur. Yani, insan kendi iradesini doğru kullanarak, aczini ve fakrını bildiği nisbette Allah’ın Kadîr ve Ğanî isimlerine ayna olur. Noksanını bildiği ölçüde, ilâhî sıfatların ve fiillerin kemâlini idrak eder, bu idrakle birlikte o da kemâl bulur, terakki eder.

Öte yandan, insan kendi mahiyetine konulan sıfatları doğru değerlendirdiğinde, bunlar vasıtasıyla, ilâhî sıfatların varlığını idrak eder. İnsan bu sıfatlara sahip olmasaydı, Allah’ın sıfatları ona meçhul olurdu. İlâhî sıfatların bir işareti, bir gölgesi insanın mahiyetinde yaratılmış olduğu için, insan, mahluk olan bu sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanıp, ilâhî sıfatları tefekkür edebiliyor.

Üçüncü vecihte, iradeyi kullanma, yahut kıyas yapma söz konusu değildir. Bu kâinat sergisinde Allah’ın nice farklı eserleri sergileniyor ve her birinde ayrı bir sanat ve farklı bir isim tecelli ediyor. İnsan da bu eserlerden birisi, ama birincisi. O da bir eser olarak kendinde tecelli eden isimleri sergiliyor, seyircilere gösteriyor, fikir erbabına okutturuyor.

Nur Müellifinin, "çalış" tavsiyesi, ilk iki cihet içindir; bu üçüncü cihette kulun bir gayreti söz konusu değildir.

24 EL-MELİK
“Bütün varlıkların sahibi, tek hükümdarı.”

“Bütün âlemlerin mutlak ve tek sultanı.”

“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım; insanların melikine,
insanların (gerçek) ilâhına...”
( Nâs sûresi, 14/1-3)

Nur Külliyatı'nda bir terkip geçer: Saltanat-ı Rububiyet. Bu ifade bize, bütün âlemlerde her ne varsa hepsinin ilâhî terbiyeden geçtiğini ders verir. İşte bu terbiye, bir ‘rububiyet saltanatı’dır.

Allah’ın, bütün mahluklar üzerindeki bir diğer saltanatı da ‘hâlıkiyet saltanatı’dır. Zira, her şeyin zâtı ve sıfatları, O’nun yaratmasıyla vücut bulmuşlardır. O ise zâtı ve sıfatlarıyla hiçbir şeye muhtaç olmayan yegâne Melik’tir. Bu saltanata ortak olacak bir başka melik düşünülemez.

Allah’ın, bütün rızıklananlar üzerinde de bir ‘rezzâkiyet saltanatı’ vardır.

Keza, bütün hayat sahipleri O’nun ihyasıyla hayat bulur ve bütün vefat edenler O’nun öldürmesiyle bu dünyadan ayrılırlar; bu ise bir ‘ihya ve imâte saltanatı’dır.

Mâlikiyet, hâkimiyet, kudret, izzet, azamet ve kibriya da ayrı birer saltanattırlar. Bunların her birinin hükmü altında nice mülkler, nice aciz, zelil ve hakir mahluklar vardır.

İnsan o mutlak Melik’e kulluk etmekle, arzın halifesi olma şerefine erer.

İnsan ruhu, bedendeki bütün organlara ve duygulara hükmetmekle Melik ismine bir aynadır; ayakları dilediği yöne doğru yürütür, ellere istediği şeyi tutturur. Bu kısa dünya hayatında insanoğlu böylece bir imtihan geçirir.
Kul olduğunu idrak ederek o Melik-i Mutlak’ın rızası istikametinde çalışanlar, Cennette nice hizmetçilere efendilik edeceklerdir. Nefsine köle olmayı hürriyet sayanlar ise, kısa süren bir saltanatı müteakip ölümü tadacaklar ve O mutlak Melik’in huzurunda hesap verdikten sonra, ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır.

•••

Melik ismi, her şeyi Allah’ın hükmü ve tasarrufu altında bilmemizi ders verir. Bu kâinat ülkesinin yegâne melikinin Allah olduğunu ihtar ile O’nun o haşmetli saltanatına isyan etmekten nefsimizi men eder.

25 EL-KÂBID / EL-BÂSIT
Kâbıd: “Daraltıp sıkan.”, “Kıtlık veren”

Bâsıt: “Açıp genişlik veren.”,“Bollaştıran.”

“Allah, daraltır ve genişletir ve siz O’na döndürüleceksiniz.”( Bakara Sûresi, 2/245)

Bu iki isim hem madde, hem de mânâ âlemi için geçerlidir. Zenginlikte genişlik, fakirlikte darlık olduğu gibi, ilimde genişlik cehalette darlık vardır.

Bu iki mübarek ismin en büyük tecellileri, insanın kalb ve ruh âleminde kendini gösterir. Zira, ruh bedenden, mânâ da maddeden üstündür.

Kulun, cüz’î iradesini Hakk’ın rızası istikametinde kullanmasıyla kalb ve ruh âleminde bir genişlik hasıl olur. Aksi halde insan ruhî sıkıntılar, günümüz tabiriyle stresler içinde perişan olur.

Tahkikî imanda genişlik, iman zafiyetinde ise darlık vardır.

Tevekkülde genişlik, sabırsızlıkta darlık vardır.

Affetmede genişlik, intikam hissinde darlık vardır.

Cömertlikte genişlik, cimrilikte darlık vardır.

Bununla birlikte bu iki isim insanın manevî terakkisinin esasları olan ‘havf ve reca’ ile yani “Allah’ın kahrından korkmak ve rahmetinden ümitli olmakla” yakından ilgilidir.

Kâbıd ismi korkunun, Bâsıt ismi ise ümidin önemli bir kaynağıdır. Yani, mü’min olan insan hem Allah’ın celâl ve azametinden korkacak, kabir azabını ve Cehennemi sıkça hatırlayacak; hem de O’nun rahmet ve mağfiretinden daima ümitli olacak ve ona göre amel edecektir.

Kur’ân’ın hülasası olarak tarif edilen Fatiha Sûresi'nde, havf ve recâ sırayla işlenir; dolayısıyla da ruh ümitle korkuyu, ferahla darlığı sırayla yaşar.

‘Rabb’ül-âlemîn,’ ‘Rahmân ve Rahîm’ isimleri ruhu sevinçle ve ümitle rahatlatır.

Mâliki yevmiddin’ kelamı ise ruhta korku ve endişe uyandırır.

‘İbadet ve yardım dileme’ safhalarında ümitle korku iç içedir.

‘İstikamet
yoluna hidayet’ istenmesi, ruh için büyük bir ümit ve saadet kapısıdır.

Bu ümidi müteakip, ‘mağdup’ ve ‘dallîn’ zümrelerinden olmanın korkusu ruhu sarar.

Bir bitkinin, gece ve gündüzden ayrı faydalar görmesi gibi, bir mü’min de Kâbıd ve Bâsıt isimlerinin her birinden ayrı bir feyiz alır.

İçinin sıkıldığı, karmaşık problemlerle kuşatıldığı, dünyanın kendisine dar geldiği anlarda, aczini ve fakrını daha iyi anlar; kulluk şuurunda inkişaf olur.

Ruhunun ferah ve sürurla dolu olduğu zamanlarda ise, bunu bir ilâhî ikram ve ihsan olarak değerlendirip şükür vazifesini eda etmeye çalışır.

İnsan, bu dünya hayatında, sıkıcı ve ferahlatıcı nice olaylarla değişik imtihanlar geçirir. Hastalanır, sıhhate kavuşur. Üzülür, sevinir. Derken bu geniş dünyadan kabre göç eder.

İmanla göçenler için o âlemde Bâsıt ismi tecelli eder ve kabir, Allah Resûlünün(a.s.m.) ifadesiyle, ‘Cennet bahçelerinden bir bahçe’ olur. İnanmayanlar için ise Kâbıd ismi tecelli eder ve kabir, “Cehennem çukurlarından bir çukura” dönüşür, insanı sıkar durur.

Ve bu yolculuğun sonu Cennet ve Cehennemle son bulur. Birincisinde her türlü genişlik, ikincisinde ise her türlü darlık vardır.

26 Allah’ın, Rahman ve Rahim isimlerinin dünyada, insanda ve ahiretteki tecellilerine örnek verir misiniz?

Rahman ve Rahîm isimlerinin her ikisinin de ortak manaları rahmettir. Ancak, Rahman isminin Rezzak manasında olması ve aynı zamanda,

“Rahman arşa istiva etti.” (Taha, 20/5)

manasındaki ayetin işaret ettiği gibi, bu ismin tecellisinin Arş- ı rububiyetin merkezinde yer alması, keza Allah lafza-i celalden sonra Allah’ın ikinci ism-i hassı olması, özellikle dünyadaki yaratma, idare etme ve canlıların rızkını verme ve hayat şartlarını hazırlama gibi geniş bir sahada ilahî rahmetin tecellisinin merkezinde olması, Rahman isminin Rahîm isminden çok daha geniş bir rahmet  kaynağı olduğunu gösterir.

Yağmura rahmet adının verilmesi, onun Rahman isminin bir tecellisi olmadığını göstermez. Bilakis, yağmurun bir rızık penceresi olması, yağmurun kaynağı olan bulut ve atmosferin bir hayat atmosferi olması haysiyetiyle, Rahman'ın isminin tecellisi olduğunun göstergesidir. Zaten Allah’ın isimlerinin birbirinden ayrı ve uzak görmek yanlıştır. Şu kadar var ki, herhangi bir işe en yakın olan bir ilahî isim orada merkezde yer alır, diğer isimler de ikinci derece ona yardımcı olurlar.

Mesela, yaratmanın merkezinde HALIK ismi vardır, ancak yaratmada gereken ilim, irade kudret, hikmet vs. sıfatların unvanı olan ALÎM; MURÎD, KADÎR, HAKÎM isimlerinin bulunmaması mümkün değildir.

Keza cennette Rahîm isminin tecellisi merkezdedir, ancak oradaki bin bir türlü nimet söz konusu olduğuna göre, Rezzak manasındaki Rahman isminin tecellisinin olmaması düşünülemez.

“Ben dilediğim kimseyi cezalandırırım. Rahmetim ise her şeyi kaplar. Rahmetimi (âhirette) Allah’a karşı gelmekten korunan, zekât veren ve özellikle Bizim âyetlerimize iman edenlere nasib edeceğim.” (Araf, 7/156)

mealindeki ayette rahmetin kaynağı olarak hem Rahman hem de Rahîm isimlerinin tecellilerine işaret edilmiştir. “Rahmetim ise her şeyi kaplar” manasındaki cümleyle Rahman ismine, “Rahmetimi (âhirette) Allah’a karşı gelmekten korunan, zekât veren ve özellikle bizim âyetlerimize iman edenlere nasib edeceğim.” manasındaki ifadeyle de Rahîm isminin tecellisine işaret edilmiştir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

ER-RAHMÂN / ER-RAHÎM

Fatiha Suresi'nde neden “Elhamdü lillahi Rabbi’l-alemin,”den sonra Allah ın Rahman ve Rahim isimleri zikrediliyor?

“Allah, insanı Rahman suretinde yarattı.” hadis-i şerifinin açıklması.

Rahman, Arşa istiva etmiştir, mealindeki ayette neden Rahman ismi kullanılmıştır?

27 EL-MUSAVVİR
“Tasvir eden; her şeye bir suret ve şekil veren.”

“Her şekli diğerinden farklı kılan.”

“Mahlukatını istediği sıfat ve seçtiği surette yaratan.”

“O Allah ki, Hâlık’tır, Bâri’dir, Musavvir’dir. En güzel isimler O’nundur.” (Haşr, 59/24)

Varlık âlemini seyrettiğimizde ilk önce suretler âlemi gözümüze çarpar. Bütün bu suretler, mahiyetlere göre şekil almışlardır.

Nur Külliyatı'nda geçen, ‘sima-yı istidadiye-i hususiye’  ve  ‘sima-yı vechiye-i şahsiye’ ifadelerinden anlaşıldığı üzere, suretler maddî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılırlar. Her ruhun taşıdığı sıfatlar, kabiliyetler, istidatlar ile kendisini başkalarından farklı kılan bir manevî siması vardır. Tıpkı, her yüzün başka yüzlerden ayrı bir şekle sahip olması gibi.

Manevî simaları tahayyül ve tefekkür etmemiz oldukça zor olduğundan, Musavvir ismini düşünürken daha çok maddî suretleri hatırlar, onlardaki güzellikleri ve hikmetleri düşünürüz.

Mahlukat henüz yaratılmamışken, her şeyin mahiyeti Allah’ın ilmindeydi. Bu mahiyetlerin her birinin de kendine has bir ‘manevî siması’ vardı. Bunlar dünya sahnesine çıkarıldıklarında her birisine ona mahsus bir maddî suret takıldı. Görünmez suretler, görünür hale geldiler.

“Ete kemiğe büründüm, / Yunus diye göründüm,” beytinde, bu mânâ enfes bir şekilde dile getirilmiştir.

Bütün varlık âlemi için geçerli olan bu hakikati, kâinatın bir küçük misali olan insanda, daha net olarak okuyabiliyoruz.

İnsanın bir mahiyeti olduğu gibi, her bir organının da yine ayrı bir mahiyeti vardır. İlâhî ilim ve hikmet ile her organın iş görebilmesi için nasıl bir surete sahip olması gerekiyorsa, ilâhî kudret o organı ona göre yaratmış, tasvir etmiştir.

Şimdi bütün canlılar âlemine kısaca bir göz atalım:

‘İnsan, deve, keçi, kurt, güvercin, serçe, balık’ ruhlarının, birbirlerinden çok farklı olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Bu kadar farklı ruh çeşidi yaratmak Allah’a mahsustur. Yine, bedenimizin ruhumuza en uygun şekilde yaratıldığını çok iyi bildiğimizden, her hayvanın ruhunun da kendi bedeninde rahat ettiğini anlayabiliyoruz. Ve bir milyonu aşkın hayvan türünün her birine, kendi ruhlarına en uygun bir beden inşa edilmesinde, Musavvir isminin azametini hisseder gibi oluyoruz.

Suret verme hakikati sadece canlılar âlemine has değildir. Ama, bu hakikat canlılarda daha berrak bir şekilde kendini göstermekte, okutturmaktadır.

Bütün sıfatları sonsuz olan Allah, bu sıfatların ve isimlerin tecellilerinde de sonsuzluk sırrını göstermiştir. Musavvir isminin de tecellileri sonsuza doğru uzanır ve bu suretlerden hiçbiri diğerine benzemez.

Bu âlemde birbiriyle yüzde yüz uyum gösteren iki şekil bulamazsınız. Hiçbir yıldız diğerinin aynı değildir. Bulutlar her gün, her şehirde ayrı şekillerde boy gösterirler.

Birbiriyle aynı olan iki dağ göremezsiniz.

Deniz kıyısına varınız; şekilleri birbiriyle aynı olan iki çakıl taşına rastlayamazsınız.

Bu hakikatin en açık delili, insan siması ve parmak izleridir. İnsanlık âleminde, geçmiş ve gelecek zamanı da dikkate alsanız, aynı simaya sahip iki fert göremezsiniz.

Musavvir ismi tefekkür edilirken, bu başkalıkların aynı zamanda büyük bir rahmet olduğu da düşünülmeli. Meselâ, bütün insanlar aynı simaya sahip olsalardı, toplum hayatı bir keşmekeş içine girerdi.

•••

İnsan, Musavvir ismini düşünürken, suretler âlemini ve bu âlemin mahiyetler âlemiyle olan harika ilgisini hayretle tefekkür etmeli, ayrıca kendisine ihsan edilen insan suretinin de şükrünü eda etmeye çalışmalıdır.

28 ER-REZZÂK
“Maddî ve manevî her türlü rızkı ve bu rızıklara muhtaçları yaratan.”

“Canlıların rızkını dilediği şekilde veren.”

“Hiç şüphesiz, Allah Rezzak’tır; O, kuvvet sahibi, Metîn’dir.”(Zâriyât, 51/58)

İnsan denilince, ruh ve beden birlikte düşünüldüğü gibi, rızık denilince de hem maddî, hem de manevî rızıklar hatırlanmalıdır. Bununla birlikte, genellikle, rızık denildiğinde, öncelikle, bedenin ihtiyacını karşılayan, ona güç ve kuvvet kazandıran maddî nimetler hatıra gelir.

Bu nimetlerin her biri bir mucizedir. Topraktan insan yaratan Allah, aynı topraktan insanın rızkını da yaratmıştır. Tek başına ne toprak, ne su, ne ışık, ne de hava insanın karnını doyururlar. Bunlar, ilâhî bir terbiyeden geçerek ‘rızık’ haline gelirler.

Rızkımız, bütün bir kâinatın bir fabrika gibi çalışmasıyla yaratılıyor. Bir tek faktör noksan olsa, rızka kavuşamıyoruz. Öyle ise yediğimiz bir meyvenin arkasında bütün bir kâinatı görüp, şükrümüzü ona göre yapmak durumundayız.

“Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat’umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.” (Sözler)

Demek ki, rızık denilince sadece yiyecek maddelerini hatırlamak eksik kalıyor. Midesi tok fakat gözü kör bir insan da bir yönüyle aç demektir. O halde güneş de göze rızık oluyor. Buna göre, insanoğlu akşama kadar neye baksa, ağzından giren lokma misali, o şeyin görüntüsü gözünde teşekkül etmekte ve ona rızık olmaktadır.

Aynı şekilde işittiği sesler de kulağının rızkı; kokular da burnunun rızkıdır.

Manevî rızık denilince, öncelikle, ruh ve kalbi rahat ettirerek huzura kavuşturan şeyler hatıra gelir.

Aklın rızkı, nimetin kendisi değil, onu tefekkür etmektir.

Kalbin rızkı, çiçeğin rengi ve kokusu değil onu sevmek, onda tecelli eden ilâhî isimleri sevmek ve o isimlerin sahibi olan Allah’ı sevmektir.

•••

Rezzak ismi bize maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç bir kul olduğumuzu hatırlatır.

Elementleri rızık haline getirerek bizim faydamıza sunan ve manevî ihtiyaçlarımızı da en güzel şekilde yerine getiren Rabbimizin o sonsuz rahmetine karşı kalbimizi hamd, şükür ve minnettarlıkla doldurur.

29 EL-ĞANİYY / EL-MUĞNÎ
Ğaniyy: “Nimet ve rahmet hazineleri sonsuz olan.”

“Hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyden müstağni olan.”

Muğnî: “Dilediğine zenginlik veren.”

“Has kullarını, istiğna kemâline erdiren.”

“Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız; Allah ise, Ğaniyy’dir, Hamîd’dir (övülmeye lâyıktır).”
(Fâtır Sûresi, 35/15)

Önce Ğaniyy ismi için verilen birinci mânâ üzerinde duralım: “Nimet ve rahmet hazineleri sonsuz olan.”

İnsan mutlak fakirdir. Göze muhtaç olduğu gibi güneşe de muhtaçtır. Gecenin gelmesine ihtiyacı olduğu gibi, gitmesine de ihtiyacı vardır. Havadan, sudan, mevsimlerin gelip gitmelerine kadar her türlü ihtiyacını ancak bütün varlık âleminin yegâne sahibi olan Allah karşılamaktadır.

İkinci mânâ: “Hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyden müstağni olan.”

Varlığı vâcip, kadîm ve bâki olup bütün kemâl sıfatlara sahip olan Allah, yarattığı ve bütün ihtiyaçlarını bizzat gördüğü mahlukatından elbette müstağnidir.

Allah, Rezzak ismini tecelli ettirmekle besleyip büyüttüğü bir kulunun, yiyip içmesine nasıl muhtaç değilse, aynı şekilde Hâdî ismiyle kalb gözünü açtığı ve kendisine manevî nimetler ihsan ettiği bir kulunun da imanına, ibadetine öyle muhtaç değildir. Allah bütün bunlardan müstağnidir.

Bütün insanlar iman, amel ve ahlâk sahasında kemâle erseler, Allah’ın kemâlinde bir ziyadelik olmayacağı gibi, yine bütün insanların küfür ve dalâlete düşmeleriyle de O’nun kemâlinde bir noksanlık olmaz.

Allah’ın sıfatları da tecelliden müstağnidirler, yani tecelliye muhtaç değildirler. Bütün tecelliler mahlukat içindir, mahlukatın kemâlleri içindir, onlara rahmet ve inayet içindir.

Bu isimlerden feyiz alan bir insan, kalbini sadece Allah’a bağlar, mutlak Ğaniyy olarak ancak O’nu tanır ve her türlü ihtiyacını yalnız O’na arz eder ve eriştiği her türlü maddî ve manevî nimetler için ancak O’na hamd ve şükür eder.

Sebepler âleminden ve bütün mevcudattan istiğna gösterir. Allah’ın azîz bir kulu olarak yaşar; mahlukata dilencilik etme zilletinden kurtulur.

Bu şuura ermiş bir kul, artık kendi gibi aciz, kendi kadar fakir olan başka bir mahluka gönül bağlamaz, bütün mümkinat âleminden istiğna ile Ğaniyy ve Muğnî olan Allah’ın dergahına sığınır, “yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz diyerek manen yükselir.

30 EL-MÜHEYMİN
“Gözetici ve koruyucu.”

“Her şeyi murakabe ve muhafaza eden.”

“İbadetlerin sevabını eksiksiz veren”

“ O, ...Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir.” (Haşr,59/ 23)
 

Bu isim, insan ruhuna büyük bir huzur ve sürur bahşeder. Kendisini koruyup gözeten, yaptığı her ameli, her ibadeti, her iyiliği muhafaza eden Allah’ın, murakabesi ve koruması altında bulunmak, kalb için büyük bir inşirah kaynağıdır.

Bu ismi hatırlamanın en büyük faydası, kulu dikkate sevk etmesi, zerre kadar da olsa yaptığı amelin korunduğunu bilerek güzel işlerini artırmaya meyletmesi, aynı şekilde kötü işlerden de uzak kalma hususunda hassasiyet göstermesidir.

31 EL-MUKADDİM / EL-MUAHHİR
Mukaddim: “Dilediğini öne geçiren.”, “İleri alan”

Muahhir: “Dilediğini geri bırakan.”, “Tehir eden.”

“Allah’ı sakın zalimlerin yaptıklarından gafil sanma. Onları, gözlerin dehşetle dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrahim Sûresi, 14/42)

Her iki isim de Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve iradesiyle ilgilidir. Hakîm olan Allah’ın bu dilemeleri de hikmet üzeredir.

İnsan bedenine bakalım: Başa bir üstünlük verilmiş, kıymet ve rütbece diğer organların önüne geçirilmiştir. Görme, işitme, konuşma, koklama gibi nice faaliyetler insan başında yürütülmektedir. Bedenin tamamında hükmeden bütün sinir sistemleri, insan beyninde merkezleşmiştir. Böylece baş, diğer organlara meselâ, ayaklara takdim edilmiş, ayaklar geri bırakılmıştır.

Her iki tecelli de hikmetlidir ve insanın menfaatine uygundur.

İnsanın arza halife olması da Mukaddim isminin tecellisiyledir. Onun hizmetine verilen bitkilerde ve hayvanlarda ise Muahhir ismi tecelli etmiştir.

Peygamberlerin (a.s.v) insanlık âlemine rehber kılınmalarında da Mukaddim ismi tecelli eder. Kendilerine bu rütbe verilmeyenler ise Muahhir ismine mazhar olmuşlardır.

İlim tahsil edenler, Alîm ismine ayna olmaları yönüyle, diğer insanlara takdim edilmişlerdir. Onlara talebe olan ve onların irşat ve talimlerine muhtaç insanlarda ise Muahhir ismi tecelli eder.

İnsana düşen vazife, iradesini doğru kullanarak, meşru dairede başkalarına takaddüm etmeye, onların önüne geçmeye çalışmasıdır. Bu noktada gerekli sebeplere teşebbüs ettikten sonra, neticeyi rıza ve tevekkül ile karşılamak gerekir.

Bir insan, dilediği servet ve makamı elde etmekle Mukaddim isminden feyiz almaya çalışırken, kendisinden aşağılarda bulunanlara bakıp şükretmeyi de ihmal etmemelidir.

Ayrıca, ilâhî bir ihsan ve ikrama mazhar olan büyük insanların üstünlüğünü takdir etmek ve kendilerinden faydalanmaya çalışmak gerekir. Onları kıskanmak, ilim ve irşatlarından uzak kalmak en büyük bir hatadır.

İnsan, cezaların tehir edilmesinde de Muahhir isminin tecelli ettiğini düşünerek, kendisine karşı işlenen suçlara ceza vermekte acele etmemelidir.

32 EL-FETTÂH
“Rahmet ve rızık kapılarını açan.”

“Zorlukları kolaylaştıran.”

“Hidayetiyle kalplere iman ve marifet kapılarını açan.”

“Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazandıkları nedeniyle yakalayıverdik.”( A’râf Sûresi, 7/96)

Bir milyondan fazla hayvan türü ve ondan daha fazla bitki türü olduğunu biliyoruz. Bu türlere giren fertlerin sayısını bilmek ise ancak Allah’a mahsus.

Sonsuz denecek kadar çok olan bu fertlerin bütün planları, nutfelerde, yumurtalarda yahut çekirdeklerde ilâhî ilim ve hikmetle yazılmış.

İşte bu noktaların kitap haline gelmesi, bu planlardan yapılar kurulması Fettâh isminin tecellisiyle başlar. Canlılar âlemine bu nazarla bakabilsek ve onları, dünkü planların canlanmış ve büyümüş halleri olarak değerlendirebilsek, Fettâh isminin sonsuz tecellilerini bir derece görür ve hayran oluruz.

Fettâh isminin bir başka sahası da manevîdir. Kalplerden gaflet perdesinin kaldırılması ve o kalplerin iman ve hidayete açılması Fettâh isminin en muhteşem, en bereketli ve en kıymetli tecellisidir.

Gözü açılan bir insanın bir anda semalara çıkması, dağlarda dolaşması, denizleri kucaklaması gibi, kalbinden gaflet perdesi kalkan bir insan da ilâhî isimlere ve bu isimlerin kaynağı olan ilâhî sıfatlara muhatap olur.

İmam Gazâlî Hazretleri de fethin hem maddî hem de manevî yönü bulunduğuna işaret ederek, maddî fetih için, “Biz, (Hudeybiye anlaşmasıyla) sana gerçekten bir fetih (yolunu) açtık.” (Fetih Sûresi, 48/1) âyet-i kerîmesini; manevî fetih için ise, “Allah’ın insanlara açacağı rahmeti durduracak yoktur.” (Fâtır Sûresi, 35/2) âyet-i kerîmesini misal gösterir.

Manevî fethin çok önemli bir yönü de Nur Külliyatında şöyle nazara verilir:

“Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır.

Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan ‘ene’ namında bir miftahı insanın eline vermiştir
.” (Mesnevî-i Nuriye)

Buna göre, insan ruhu Fettâh isminin en büyük tecellisine mazhardır. O ruha konulan ene, yani benlik, bir anahtar vazifesi görüyor. Allah, bu anahtarı kullanmasını bilen kullarına nice fennî keşiflerin yolunu açtığı gibi, esmâ-i ilâhiyenin hazinelerini de açıyor. (‘Kenz-i mahfi’nin çoğulu ‘künuz-u mahfiyye’dir ve ‘esmâ-i ilâhiye’ mânâsında kullanılır.)

İnsan kendi ruhuna takılan ilim, irade, kudret gibi sıfatların her birini bir anahtar yaparak, kıyas yoluyla, ilâhî isimlere ve sıfatlara ulaşır. Nur Külliyatı'ndan ‘Otuzuncu Söz’de tafsilatıyla işlenen bu konudan, sadece bir bölüm nakledeceğim:

“Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle O’nun ilmini fehmeder ve kesbî sanatçığıyla o Sâni’-i Zülcelâl’in ibda-i sanatını anlar. Meselâ: ‘Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş’ der.” (Sözler)

33 EL-MECÎD
“Zâtı mukaddes, şânı yüce, keremi ve ihsanı bol olan.”

“(Allah) yüce arşın sahibidir; Mecîd’dir.” (Bürûc Sûresi, 85/15)

Allah’ın şânı yüce olduğu gibi, ihsan ve yardımı da son derece boldur. Demek oluyor ki, bu mübarek isimde her iki sıfat birden ifade edilmektedir.

“Elbette, Rabbimizin şânı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk.” (Cin Sûresi,72/3) âyet-i kerîmesinde, Mecîd isminin ‘şânı yüce’ mânâsı ağırlıklıdır ve Allah’ın çocuk ve eş edinmekten münezzeh ve yüce olduğuna dikkat çekilir.

“...Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir, ey ev halkı şüphesiz O, övülmeye lâyık olandır, Mecîd’dir.” (Hud Sûresi, 11/73) âyetinde ise, ihsan ve yardım mânâsı nazara verilir.

Allah, razı olduğu kullarının da şânını yüceltir ve onlara bol ihsanlarda bulunur.

Bu şereften daha çok pay almak isteyen bir kul, ihlâs, takva ve salih amel vadilerinde ilerlemeğe çalışmalı, ayrıca Allah’a çok hamd etmeli ve O’nun ihsanlarını sıkça hatırlayıp çokça ilan etmelidir.

34 EL-VEHHÂB
“İhsanları ve bağışları bol ve devamlı olan.”
“İstihkakı olmayan kuluna da ihsan eden.”
“Kullarına karşılıksız ihsan eden.”
“Yoksa, Azîz, Vehhab olan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd, 38/9)

İşçilere verilen ikramiye, ‘hibe’ değildir. Daha verimli çalışmaları için bir nevi teşviktir, yani karşılığı beklenen bir yardımdır.

Allah’ın bütün ihsan ve yardımları hep ‘hibe’ yoluyladır. Bunların hiçbiri çalışmakla elde edilecek gibi değildir.

Meselâ, yok olan bir şeyin varlık sahasına çıkarılması Vehhâb isminin tecellisiyledir. O şey, yokluk âleminde çalışarak var olmaya hak kazanmış değildir.

Keza, hayvanlar da bitki âleminde güzel işler başararak hayvanlık mertebesine terakki etmiş değillerdir.

İnsanların insan olmaları da en büyük bir ihsandır. Vehhâb isminin en güzel ve en büyük bir tecellisidir.

Organ nakli için harcanan paraları şöyle bir düşünelim; sonra en fakir bir insana da göz, kalp, böbrek, el, ayak takıldığını hatırlayalım. Daha sonra, diğer hayvanların gözlerini, kalplerini, beyinlerini ve sair organlarını göz önüne alalım...

Bu canlılardan hiçbirinin bu organların gerçek sahibi olmadıklarını anlayacak ve hepsinin ilâhî bir ihsan ve hibe olduğunu açıkça göreceğiz.

Nur Külliyatı'ndan konuyla ilgili bir hikmet dersi:

“Şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

Kula yaraşan, ruhundan organlarına, dağlardan bulutlara, güneşlerden yıldızlara kadar her şeyi ona karşılıksız bağışlayan ve her şeyi onun hizmetine veren o Vehhâb’a sonsuz bir şükür ve minnettarlık duymak ve bu kadar ihsana, gereğince teşekkür edememenin ezikliğini ve mahcubiyetini iç âleminde tam hissetmektir.

•••

Vehhâb isminden bir tecelli nasibi alan insan, başkalarına karşılıksız iyilik ve ihsanda bulunur. İbadetlerini geçmiş nimetlere şükür için yapar ve cennete girme hususunda Vehhâb isminin tecellisini umar ve bekler.

35 ES-SELÂM
“Zâtı kusurdan, sıfatları noksanlıktan ve fiilleri şerden sâlim olan.”(İmam Gazâlî)

“Mahlukatını her türlü tehlikelerden selâmete erdiren.”

“Cennetteki kullarına selâm eden.”

“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Melik’tir; Kuddûs’tur; Selâm’dır...” (Haşr, 59/23)

Allah, Vacib-ül Vücud’dur, yani varlığı kendindendir ve yok olmaktan sâlimdir.

Kudreti sonsuzdur ve aciz kalmaktan sâlimdir. Bir başka kudretin, o mutlak kudreti sınırlaması, icraatından men etmesi muhaldir.

Keza, Allah’ın bütün sıfatları değişikliğe uğramaktan da sâlimdirler. Yani, onlar için bir noksanlaşma, bir farklılaşma, kaybolma, yok olma düşünülemez.

Ve Allah’ın bütün fiilleri mahlukatını selâmete erdirecek şekilde cereyan eder. Bu fiiller, zulümden, aşırılıktan, hikmetsizlikten kısacası bütün noksanlıklardan ve yanlışlıklardan sâlimdirler. O ilâhî fiiller, kâinatın ilk tohumunu şu hazır hale sâlimen ulaştırdığı gibi, bütün nutfeleri, çekirdekleri ve yumurtaları da ilim ve hikmetiyle terbiye ederek kemâl noktalarına kavuşturur.

Canlı cansız her şeyi, yokluktan varlığa sâlimen çıkaran Allah, kendisine iman ederek istikamet üzere ömür süren kullarını da kabir ve mahşer safhalarından sâlimen geçirerek ‘Dârü’s-Selâm’ olan Cennetine ulaştıracak ve orada bu bahtiyar kullarına ‘Selâm’ diye hitap etmekle, bütün dert ve çilelerden, hastalık ve musibetlerden sâlim bir hayat süreceklerini müjdeleyecektir.

Bu müjdeye mahzar olmak isteyen bir kul, kalbini her türlü şüphelerden, aklını sapık fikirlerden, dilini yanlış sözlerden, midesini haram lokmadan, kısacası hem ruhunu, hem de bedenini sonu azap olacak şeylerden uzak tutmaya çalışacaktır. Zaten, Müslüman denilince, ‘Allah’a tam teslim olmakla bu selâmete erişmiş bahtiyar kul’ anlaşılır.

•••

Selâm ismi, bizi Dârü’s-Selâm’a çağırır ve o âleme uygun bir hayat geçirmemizi ihtar eder.

36 EL-HAKÎM
“Hüküm ve hikmet sahibi.”

“Her şeyi olduğu gibi bilen.”

“Gerekeni en güzel ve en faydalı şekilde yapan.”

“...En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr Sûresi, 59/24)

Şu görünen varlık âlemine, kitab-ı âlem denildiği gibi, ilâhî fermanın bir ismi de Kur’ân-ı Hakîm’dir. Kur’ân’ın bütün emir ve yasaklarının insanın faydasına olduğunun en açık bir delili, şu kâinat kitabının ilim ve hikmetle âdeta kaynaşmasıdır.

Herbir fen, bu âlem kitabındaki sonsuz hikmetlerin sadece bir yönünü açıklamaya çalışır. Bitkilerden, hayvanlara, denizlere, yer altına ve yıldızlara kadar her âlem, ayrı bir ilim dalının konusu olmuş ve her biri hakkında yüzlerce, binlerce kitap yazılmıştır. Âlemin bir küçük misali olan insanın derisi, iç organları, kalbi, gözü, kulağı ayrı birer ilim dalının inceleme konusudur.

Şu âlemde, her şeyin nice hikmetlerle dolu olduğunu gören insanoğlu, kendisini gayesiz, faydasız kabul edemez. Boş şeylerle uğraşıp ömrünü zayi edemez.

Ruhun hanesi olan beden, bu kadar hikmetli yapıldığına göre, o hanede tasarruf eden ruh nasıl hikmetsiz olabilir!?..

İnsan ruhunun ve kalbinin de hikmetli bir yol tutmaları, ancak Kur’ân-ı Hakîm’e uymalarıyla mümkündür.

Hakîm isminden gerekli dersi alan bir mü’min, her şeyi hikmetle yapan ve insanın ruhunda ve bedeninde nice hikmet cilveleri sergileyen Rabbinin hikmetine uygun hareket etmeye gayret gösterecek, faydalı işler yapacak, boş ve zararlı şeylerden sakınarak ahireti için azamî derecede sevap kazanmaya çalışacaktır.

Eşyada gizli ilâhî sırları ve gayeleri keşfetmek için çaba gösterecek, hikmetin ‘faydalı ilim ve salih amel’ tarifine uygun olarak, sadece gerçeği öğrenmekle kalmayacak, ilmini amelle destekleyerek Hakîm ismine mazhariyetten nasibini alacaktır.

Böylece, “(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona pek çok hayır verilmiştir.(Bakara Sûresi, 2/269) âyet-i kerîmesindeki müjdeden nasiplenmeye çalışacaktır.

37 EL-ADL
“Bütün icraatları hak ve adalet üzere olan.”

“Her hak sahibine hakkını veren ve haksızları cezalandıran.”

“Ey iman edenler, âdil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın.”
(Mâide Sûresi, 5/8)

Allah Adl’dir. Adaleti sonsuz kemâldedir ve onun ötesinde bir adalet düşünülemez.

Nur Külliyatında adalet iki temel esasa ayrılarak incelenir: ‘İhkak-ı hak’ ve ‘zalimleri cezalandırmak.’

İhkak-ı hak, her hak sahibine hakkını en güzel şekilde vermek demektir.

Allah, ağacın dallarından, güneşin gezegenlerine, Cennetin tabakalarından, Cehennemin menzillerine kadar her şeyi lâyık mevkiine koymuştur.

Bunun bir küçük misalini de insanda sergilemiş, her organı yerli yerine koymuş, vazife yapması için gerekli olan bütün şartları en güzel şekilde hazırlamış ve ihtiyaçlarını görmüştür.

İnsanın simasında, göz ile kulağı nasıl adaletle yerleştirmişse, ruhunda da akıl ve hafızayı aynı adalet ölçüleriyle yaratmış ve her birine uygun vazifeleri yüklemiştir.

Varlık âleminde adaletini en güzel şekilde gösteren Allah, kullarının amellerine de adalet üzere karşılık verecektir.

“Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim de zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.”
( Zilzâl Sûresi, 99/7-8)

Adalet denilince bunun zıddı olan zulüm hatıra gelir. Zulüm, ‘başkasının mülkünde, izni olmaksızın, tasarruf’ etmek demektir. Allah zulümden münezzehtir; çünkü bütün mülk âleminin tek sahibi ve yaratıcısı O’dur.

Bütün esmâ-i hüsna gibi, Adl isminin de diğer isimlerlerle yakın ilgisi vardır. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz:

Azîz, Cebbâr, Celîl, Kahhâr, Kadîr, Muktedir, Muntakîm... olan Allah, adaleti en kâmil mânâda tatbik eder.

Rahmân, Rahîm, Kerîm, Latîf, Halîm, Ğaffar... olan Allah, bir kulunu Cehenneme koyarsa, o kul bunu hak etmiş demektir.

Bir insanın Adl isminden feyiz alabilmesi için, öncelikle kendisine ilâhî bir ihsan olarak verilen bütün organlarını, akıl, kalb, hayal, hafıza gibi manevî cihazlarını, sevgisini, korkusunu ve daha nice hislerini yaratılış gayelerinde kullanması gerekir.

Ancak o zaman, ‘her şeyi yerli yerine koymak ve her hak sahibine hakkını vermekle’ adalet etmiş ve zulümden kurtulmuş olur.

Aklını başkalarını aldatmaya ve onlara haksızlık etmeye yoran bir insan, öncelikle kendi aklına zulmetmiş olur. Çünkü, o akılla nice ilimler tahsil edebilir ve faydalı işler yapabilirdi. Böylece, hem dünyasını hem de ahiretini mamur etmiş olurdu. Muhatabına zarar vermekle ettiği zulüm ise ikinci derecede kalır. Çünkü, kendi aklına verdiği zarara karşılık muhatabının, meselâ, malına zarar vermiş olur.

Yine, bir insanın âdil olabilmesi için, maddî imkânlarını da adalet üzere kullanması, israftan sakınması, fakirin hakkı olan zekâtı eksiksiz vermesi gerekir. Zekât vermeyen insan, hem kendi nefsine, hem de muhtaçlara zulmetmiş demektir.

Adaletin ikinci şubesine gelince, elinde hüküm ve infaz yetkisi bulunan kimseler, ‘zalimlere hak ettikleri cezayı vermek’ ve bunu yaparken de aşırı giderek zulme girmemek suretiyle, Adl ismine mazhar olur ve bu isimden ayrı bir feyiz alırlar.

38 ES-SABÛR
“Azap etmekte acele etmeyen.”

“Cezayı, bir vakte kadar tehir eden.”

Bütün sıfatları mutlak ve sonsuz olup, dilediğini hemen icra edebilen Allah’ın, Sabûr ismi, insanların anladığı mânâda bir sabır olmaktan münezzehtir. O’nun sabrı, ‘acele etmemek’ mânâsınadır. Kâinatın altı devrede yaratılmasında, bir ağacın yıllar sonra meyve vermesinde, ekilen tohumun aylar sonra yeryüzüne çıkmasında hep bu Sabûr isminin tecellileri okunur.

Yaratma hususunda acele etmeyerek bütün icraatını hikmetle yürüten Allah, asi, münkir ve müşrik kullarının cezalarını vermekte de yine acele etmez. Onlara belli bir süre tanır.

Bir mü’min, sabırlı olduğu ölçüde bu isimden feyiz alır.

Nur Külliyatı'nda sabır üçe ayrılarak incelenir:

“Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: taat üstünde sabırdır. Birisi: masiyetten sabırdır. Diğeri: musibete karşı sabırdır.”(Sözler)

Buna göre bir kul, nefis ve şeytanın telkinlerine rağmen hayırlı bir iş yapar ve bunda sebat gösterirse, ‘taat’ üstünde sabır etmiş olur.

Kendisine kötülüğü emreden nefsinin sözlerine ve şeytanın vesveselerine kapılmamak için mücadele vermek suretiyle ‘masiyete’, yani günahlara karşı sabretmiş olur.

Bu dünya imtihanın bir cilvesi olan sıkıntılara, hastalıklara ve ‘musibetlere’ sabredip, şikayet yoluna girmemekle de sabrın üçüncü şubesinde başarıya ulaşır.

39 EL-MÜNTAKİM
“Zulüm etmeksizin intikam alan.”

“Asilerin belini kıran, canileri cezalandıran.”

“Vakta ki, bizi böylece gazaba davet ettiler; biz de onlardan intikam aldık, böylece onları toplu olarak suda boğduk.” (Zuhruf Sûresi, 43/55)

İlâhî intikamın ilk muhatapları, insanları şirk, küfür, dalâlet ve sefahat yoluna sürüklemek için çalışan din ve ahlâk düşmanlarıdır. Cenâb-ı Hak bunlardan bile intikamını hemen almaz ve onlara tövbe etmeleri için süre tanır. Yaşadıkları sürece, bütün bir kâinatı onlara da hizmet ettirir, onları rızıklandırır, besleyip büyütür.

Tövbe etmeyerek isyanında ısrar eden kimselerde, Müntakim ismini tecelli ettirir. Bu tecelli çoğu kez ahirete bırakılır. Zira intikam mahalli ve ceza beldesi orasıdır.

Bazen, insanlara ibret olmak üzere bu dünyada da bu ismin tecellileri görülür; Nuh ve Semud kavminin başına gelenler gibi.

Bu ismin tecellisine mazhar olacak bir başka güruh ise zalimlerdir. Zalimler, kul hakkına tecavüz etmekle, kendilerinde bu ismin tecelli etmesini, bir bakıma istemiş olurlar.

Bir mü’min, takva dairesinde yaşayarak bu ismin tecellisinden hassasiyetle kaçınmalıdır. Ne kendi nefsine, ne de diğer kullara zulüm etmemelidir.

O masum organlarını ve duygularını isyan yolunda kullanan bir insan, onlara zulmettiğini düşünmeli ve kendisinden mutlaka intikam alınacağını bilerek korkmalı ve tövbe yoluna girmelidir.

40 EL-MUHYÎ
“Hayat veren. Dirilten.”

“Hayatı icad eden.”

“O, diriltir ve öldürür. Ve O’na döndürüleceksiniz.” (Yunus Sûresi, 10/56)

Cansız elementlerle dokunan dünyamızda bir milyondan fazla canlı türü bulunuyor. Dünün, güneşten kopmuş bir parçasında bugün çiçekler açıyor, kuşlar uçuyor, balıklar yüzüyor, insanlar geziniyor. Bu eşsiz mucize, Allah’ın ‘ihya’ yani ‘hayat verme’ fiiliyle icra ediliyor.

“Ölüden diri çıkarırsın, diriden de ölü çıkarırsın.” (Âli İmran Sûresi, 3/27)

Cansız yumurtalar, onlardan çıkan canlılar ve yine o canlılardan çıkan cansız yumurtalar birlikte düşünüldüğünde bu âyet-i kerîmeyle verilen haberin, çok tezahürlerine şahit olunur.

Bütün canlıların temel taşı olan elementler cansızdırlar. Onlarla dokunan varlıkların hayat sahibi olmaları, hayat mucizesinin elementlerin işi olmadığını açıkça gösterir, ilan ederler.

Şu kâinat fabrikası, bütün makineleri, aletleri ve çarklarıyla cansızdır. Hayattan nasipsiz olma noktasında yumurtadan çok daha gerilerde kalır. O fabrikadan çıkan bütün canlılar, Muhyî ismini gösterir ve hayatlarının o fabrikanın işi olmadığını ilan ederler.

Kâinat fabrikasında canlıların sadece bedenleri dokunur, ruhları değil.

Ölülerden çıkarılan bütün diriler, Muhyî isminin bir tecellisine sahiptirler.

Hayat, ruhun bir sıfatıdır. Allah, ruhları hayat sahibi kılmakla onlarda Muhyî ismini tecelli ettirmiş bulunuyor. Canlı olan ruh, girdiği bedene de hayat nurunu saçıyor ve bütün hücreler bu nurdan nasiplerini alıyorlar. Böylece, Cenâb-ı Hak bedenler âlemine de ruhlarla hayat veriyor ve onlarda Muhyî ismini böylece tecelli ettiriyor.

Hayat sahipleri denilince aklımıza, insanlar, melekler, cinler ve hayvanlar gelir. Yani, bunlar kendilerine hayat verilmesiyle Muhyî ismine ayna olmaktadırlar.

41 EL-ALİYY
“Kemâl derecelerinin en yücesinde bulunan.”

Allah bir insanla ancak bir vahy yoluyla ya da perde arkasından konuşur veya bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Gerçekten O, Aliyy’dir, Hakîm’dir.” (Şûrâ, 42/51)

Allah’ın varlığı vaciptir. Yani varlığı zâtındandır, yokluğu muhaldir. Bu ulvî mertebe sadece Aliyy olan Allah’a mahsustur. O’ndan gayrı ne varsa, hepsi mümkindirler, yani bunların olup olmamaları eşittir; hepsi mahlukturlar, fanidirler, acizdirler. Bu varlıkların varlık mertebeleri, Vacib’in âlî mertebesi yanında çok aşağı ve süflî kalır.

Allah’ın bütün sıfatları mutlaktır, kayıt altına alınamazlar. Ve yine bütün sıfatları sonsuzdur; onların tecellileri için bir son düşünülemez.

İşte bu âlî mertebe de Allah’a mahsustur.

Mahlukatın ise, evvelleri olduğu gibi sonları da vardır. Öncesi ve sonrası olan bu varlıkların sıfatları da sınırlı ve kayıtlıdır. İşte bu sınırlı ve kayıtlı sıfatlar, sonsuz ve mutlak sıfatlar yanında çok süflî ve çok aşağı kalırlar.

Aliyy ismi bize bu gibi dersleri verir; sonsuz ve mutlak kemâlin ancak Allah’a ait olduğunu bildirir.

“O’nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O Aliyy’dir, Azîm’dir.” (Bakara, 2/255)

Bir mü’min, Allah’ın sıfatlarının ulviyeti hakkındaki marifette ne kadar inkişaf ederse, Aliyy isminden o kadar fazla feyiz alır.

Kul, böylece manen terakki etmekle ulvî dereceler kazanır ve bu isme daha parlak bir ayna olur.

Ve yine, bir kul süflî, bayağı ve aşağı şeylerden uzak kaldığı ölçüde yükselir ve bu isimden alacağı feyiz de o nisbette artar.

42 EL-MUHSÎ
“Her şeyin sayısını bilen.”

“Yemin olsun ki, O hepsini toptan ve teker teker saymıştır.” (Meryem Sûresi, 19/94)

Bu ilâhî isim Alîm ismiyle yakından ilgilidir. İkisi arasındaki ince fark, Müzeyyîn (ziynet veren, süsleyen) ismiyle Mülevvin (renk veren) ismi arasındaki fark gibidir. Bilindiği gibi, bir şeye ziynet vermenin, yani süslemenin bir vasıtası da onu renklerle donatmaktır.

Buna göre Allah’ın Müzeyyin isminde, Mülevvîn ismi de dahildir. Ama, renk verme ayrı bir fiil olduğundan, Mülevvîn de yine müstakil bir isim olmuş ve bizi renkler âlemini tefekküre sevk etmiştir.

Bunun gibi, Allah’ın Alîm ismi, ‘her şeyi, her şeyiyle bilen’ mânâsına gelen umumî bir isimdir. ‘Sayıları bilmek’ de bu isim içerisine dahil olmakla birlikte, ayrı bir kemâl olduğundan, müstakil bir isim olmuştur.

Bu ism-i şerifle nazarımız adetler ve sayılar âlemine çevrilir ve bunların tamamının Allah tarafından bilindiğine dikkatimiz çekilir.

Denizdeki kum sayısından, bedendeki hücre sayısına kadar bütün adetler, hayalimizin önüne konulur. Hayalin bir hudut biçmekten aciz kaldığı bütün bu adetleri Allah’ın bildiği nazarımıza sunulur.

Alîm ve Muhsî isimleri için bir ile bin, bin ile milyar farketmez. Sayılarına adet biçemediğimiz bütün varlıklar tek tek düşünüldüğünde, bunların her biri yaratılmıştır ve Allah bütün bu mahlukatından haberdardır.

Bir kul olarak, ilmimizin çok sınırlı ve kifayetsiz olduğunu bilerek, Allah’ın Alîm ve Muhsî isimlerini tekbirle yâd etmeliyiz.

Nur Külliyatında ‘tekbir’ için, ‘marifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyasının mücmel bir ünvanıdır’ buyrulur.

Allah’ın her bir sıfatı ve her bir ismi gibi Alîm ve Muhsî isimleri de sonsuz kemâldedirler. Ve insan aklı bu kemâli anlama ve kavrama noktasında son derece acizdir.

43 ES-SAMED
 
“Her şey kendisine muhtaç olduğu halde, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan.”

“De ki, O, Allah, bir tektir. Allah Samed’dir.” (İhlâs Sûresi, 112/1, 2)

İlâhî ilimde takdir edilmiş bulunan mahiyetler, bu görünen âleme gelmek için Allah’ın irade ve kudretine muhtaç oldukları gibi, var olduktan sonra da varlıklarını sürdürmeleri için yine ilâhî rahmet ve inayete muhtaçtırlar. Lakin, Allah onları yaratmaya ve varlıklarını devam ettirmeye muhtaç değildir.

Bütün canlıların, organlarından rızıklarına kadar, her türlü ihtiyaçlarını, Allah yerine getirmektedir. Allah, o ihtiyaçları dilerse doğrudan ihsan eder, dilerse bir başka mahlukunun eliyle gönderir. Her iki halde de hamd ve şükür ancak O’na yapılır ve yapılmalıdır.

İhlas Sûresi'nde, bu ism-i şeriften önce iki ilâhî isim daha geçer: Allah ve Ehad isimleri. Ve bu isimden sonra Allah’ın ‘doğurmaktan ve doğurulmaktan’ münezzeh olduğu ifade edilir.

Bu hakikatler birlikte düşünüldüğünde şöyle bir mânâ ortaya çıkar:

Bütün doğuran ve doğurulanların her türlü ihtiyaçlarını, ancak Ehad ve Samed olan Allah, yerine getirir.

İnsanın ihtiyaçları ilâhî isimlerin tecellileriyle karşılanmaktadır. İnsan, rızık istiyorsa Rezzak ismine muhtaçtır, şifa istiyorsa Şâfi ismine, mülk istiyorsa Ğani ve Mâlik isimlerine muhtaçtır. İşte kulun bütün bu maddî ve manevî ihtiyaçlarını, ancak Allah giderebilir. Zira sonsuz sıfatlar O’na ait olduğu gibi bütün esmâ-i hüsna da O’nundur.

Kulun bu isminden alacağı feyiz, her ihtiyacı için Samed olan Rabbine iltica etmesi ve her şeyin Allah’a muhtaç olduğunu bilerek muhtaçlara dilenci olmamasıdır.

Bir aşk ehlinin şu duası, bu noktada, çok mânâlıdır:

“Namımı, defter-i uşşakından ihraç eyleme, / Kendi muhtacını, muhtacına muhtaç eyleme.”

44 Allah'ın ENİS ismi var mıdır?

Evet, Allah'ın bir ismi de Enis'dir. Cevşen duasında "Enis" ismi geçmektedir. Enis, dost demektir.

"Ya enisel-kulub, Ey kalplerin dostu.

Ya enise men la enise leh, Ey dostu olmayanların dostu.

Ya ni'mel-enis, Ey en güzel Dost.

Ya enisel-müridin, Ey kendisini arzulayanların dostu.

Ya enise'z-zakirin, Ey kendisini zikredenlerin can yoldaşı.

Ya enisel-evliya, Ey dostların can yoldaşı,

Ya hayra mûnisin ve enis, Ey ünsiyet verenlerin ve Kendisiyle ünsiyet edilenlerin en hayırlısı."

45 EL-KADÎR / EL-MUKTEDİR
Kadîr: “Kudret sahibi.”

“Dilediği gibi yapmaya gücü yeten.”

“Dilerse yapan, dilemezse yapmayan.”

Muktedir: “Kudretini izhar edip gösteren.”

“...Şüphesiz onu (yeryüzünü) dirilten, ölüleri de elbette dirilticidir. Çünkü O, her şeye Kadîr’dir.” (Fussilet Sûresi, 41/39)

Kudret, ‘fiilin sıhhati ve terki’ şeklinde tarif edilir. Yani, bir işi yapmaya güç yetirebildiği gibi, o işi terk etmeye de güç yetirebilen kimse kudret sahibidir. Bunlardan birine sahip olmayana, kadir (kudret sahibi) denilmez.

Bir insan, kolunu kaldırmaya da güç yetirir, indirmeye de. Böylece, bu pek az kuvvetiyle, kudret sıfatından bir tecelliye sahip olmuş olur. Ama, koca güneş bütün gezegenlerini etrafında çevirmesine rağmen, kudret sahibi sayılmıyor, çünkü bu fiili terk etme imkânından mahrumdur.

Güneşin, Allah’ın kudretini ilan etmesi ve o kudrete ayna olması ayrı meseledir.

İnsan yaratılmadan önce de, ilâhî kudret yine faaliyette idi. Ama, ne taşta, ne ağaçta, ne güneşte, ne yıldızda o kudretin varlığını keşfedecek kabiliyet yoktu. Çünkü kendileri kudret sahibi değillerdi. İnsan, bu âleme sonradan geldi ama, bu noktada kendinden öncekilerin hepsini geri bıraktı. Kendisine cüz’î bir kudret verilmesiyle, Allah’ın kudretini bilme kabiliyetine kavuşmuş oldu.

Nur Külliyatı'ndan kudretle ilgili bir vecize:

“Kudret-i İlâhiye zâtiyedir. Öyle ise acz tahallül edemez.”( Sözler)

Allah’ın bütün sıfatları gibi kudreti de zâtîdir. Yani, bu kudret O’nun zâtındandır; bir başkası tarafından verilmiş değildir. Ve bu kudret zâtî olduğu içindir ki, kudretin zıddı olan acz o kudrete giremiyor, dahil olamıyor.

Bir çiçek niçin soluyor? Renkleri zâtî olmadığı için.

Bir lamba niçin sönüyor? Işığı zâtından olmadığı için.

Elmasın parlaklığı ve güneşin ışığı, bir bakıma zâtîdir. Onun için solmaz ve sönmezler.

Bizim kudretimiz sonradan verilmiştir, Hakk’ın mahlukudur, ilk ve son noktası vardır. Bir insan, faraza yüz kilogramlık bir yükü kaldırabiliyorsa, yüz kilogramdan sonsuza kadar uzanan bütün ağırlıklar onun aczini ifade ederler.

Allah’ın kudreti için az-çok, büyük-küçük fark etmez. Bu hakikati, Kur’ân-ı Hakîm şu âyetiyle bize ders verir:

“Yaratılmanız ve yeniden diriltilmeniz bir tek nefis (bir insanın yaratılması ve diriltilmesi) gibidir.”(Lokman Sûresi, 31/28)

46 EL-CELÎL
“Sıfatları sonsuz kemâlde bulunan.”

“Mâlikiyet, hâkimiyet, kudret, azamet gibi bütün celâl sıfatlarına sahip olan.”

“Heybeti, akılları dehşette bırakan.”

Celîl ismi, Azîm ismine yakın bir mânâ taşır. Aralarındaki ince farkı İmam Gazâlî Hazretleri şöyle ifade eder:

“Celîl ismi sıfatların kemâline delalet eder. Azîm ismi ise, hem zâtın hem de sıfatların kemâline birlikte delalet eder.”  Nur Külliyatından bir hakikat dersi:

“İsm
-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. İsm-i Cemâl ise mevcudatın cüz’iyatına tecelli eder... Ve keza celâl, vâhidiyetin tecellisinden, cemâl dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur.”  (Mesnevî-i Nuriye)

Bir çiçeğe baktığımızda ondaki güzelliğe, ince sanata, renklerindeki ahenge hayran kalırız. Bu güzellik Allah’ın Cemîl isminin bir tecellisidir. Bütün çiçeklere birden nazar edebilsek, bu hayranlığımız hayrete dönüşür. Bu kadar çiçeği ayrı ayrı süslemek, aralarında hoş bir ahenk kurmak azim bir tasarruftur, harika bir icraattır. İşte bu azamet, haşmet ve büyüklük mânâları, Celîl isminin tecellisiyledir.

Bir kuşun, bulduğu bir taneyi zevkle ve heyecanla yemesinde, Rezzak isminin bir tecellisini seyrederiz. Bir milyonu aşkın canlı türünün, rakamlara sığmayacak kadar çok fertlerinin birlikte rızıklanmalarını düşündüğümüzde, karşımızda bir celâl tablosunu buluruz. Ve o muhteşem ziyafette Celîl isminin bir tecellisini okuruz.

Yıldızlar âlemini ve büyük denizleri seyrettiğimizde de nazarımıza öncelikle celâl tecellisi çarpar. Bu haşmetli tablolarda Celîl ismini okuruz. Ancak, bunların gözleri kamaştıran bir güzellikleri de vardır. Her iki tabloda da celâl içinde bir cemâl tecellisiyle karşılaşırız. Nur Müellifi bu hakikati, ‘celâlin gözünde cemâl’ şeklinde ifade buyurur.

Kısacası, her biri sonsuz kemâlde bulunan ilâhî isimlerin, bütün mahlukatı kaplayan o muhteşem tasarruflarının her biri, vahidiyetin tecellisiyledir ve Celîl ismini bir başka pencereden bize gösterir dururlar. Bir tecellide, Allah’ın ‘celîl hâlıkiyetini,’ bir başkasında ‘celîl hâkimiyetini’ bir diğerinde ise ‘celîl mâlikiyetini...’ müşahede ederiz.

Hâlıkiyet, mâlikiyet ve hâkimiyetin, bütün varlık âlemini ihata etmeleri ve hükümleri altına almaları, vahidiyet tecellileridir ve Celîl ismini fikir ehline okutturur, ders verirler.

Kulun bu isimden alacağı ders:

İnsan, kendi varlığını sonsuz varlıklardan bir nokta, simasını sonsuz simalardan bir sima, sofrasını sonsuz sofralardan bir sofra... olarak görüp, ilâhî isimlerin o celîl tecellileri karşısında hayretle secde etmeli, haddini bilmeli ve isyandan sakınmalıdır.

47 EL-MÜBDÎ
“Varlıkları, daha önce bir misli ve benzeri olmaksızın, ilk defa yaratan."

Varlıkların yaratılışı iki tarzdadır: Birisi ibdâ’, diğeri ise inşâ. İbdâ’, daha önce yapılmış bir başka şeyi taklit etmeden, bir şeyi ilk ve son olarak en mükemmel ve misilsiz şekilde yaratmak demektir. Ne güneş sistemi bir başka sistemden örnek alınarak yaratılmıştır, ne insan, ne de bir başka canlı.

Bunların hepsinde Mübdî’ ismi tecelli etmiştir.

Bütün varlık âleminin çekirdeği olan Nur-u Muhammedî (asv) de ibdâ’ ile vücut bulmuştur.

Nur Külliyatında geçen, “Eşya zeval ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar” (Mektûbat) cümlesinde, “eşya yokluk ve hiçlikten gelmiyorlar, belki ilim dairesinden kudret dairesine geçiyorlar” hükmü de saklıdır. Zira, yokluğa gitmeyen, yokluktan da gelmiyor demektir.

Bu hikmet dersinin ışığında şöyle diyebiliriz:

İlâhî ilimde, mahiyetleri ve bütün özellikleri tayin edilen varlıkların, şu âlemde boy göstermeleri, ibdâ’ iledir.

Her şeyin, kendisine has müstakil özellikleri vardır. Bu yönüyle her şey, bir eşi ve benzeri olmaksızın, ilk defa dünya yüzüne gelmektedir. Ve bu yaratılışta Mübdî’ ismi tecelli etmektedir.

İnşâ ise, hikmet âlemi olan bu dünyada, bazı şeylerin bir anda yahut zamansız olarak değil de, belli bir zaman dilimi içerisinde ve kademeli olarak yaratılmasıdır. İnşâda, ‘terbiye fiili’ daha hâkimdir.

Bu mânâ Nur Külliyatı'nda çok güzel dile getirilir:

“Kadîr-i Mutlak’ın iki tarzda, hem ibdâ’ hem inşâ suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin enva’-ı zîhayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, ‘yoğu var edemez!’ diyen adam, yok olmalı!..” (Lem’alar)

Kendi simamıza ve parmak izimize bakalım; bu yüz ve bu iz, ilk defa yaratılmıştır. Daha önce bir benzeri görülmemiştir. Buna göre insanın bedeni nutfe, alâka... dönemlerinden, çocukluk, gençlik çağlarından bir inşâ ile geçmiş olsa bile, onun ruhu, simasının şekli ve daha nice hususiyetleri ilk defa vücut bulmakta ve Mübdî’ isminin bir tecellisini sergilemektedir.

Kula düşen vazife, bu tecellileri tefekkürle okumak ve her şeyi misalsiz olarak yaratan O misilsiz zâtın, varlığına iman ederek, O’na hakkıyla kulluk etmeye çalışmaktır.

48 EL-AFÜVV
“Çok affedici olan.”

“Günahları imha edip sahibini cezalandırmaktan vazgeçen.”

“Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız
veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, Afüvv ve Kadîr’dir.”
(Nisâ Sûresi, 4/149)

Bu ismin Ğaffâr isminden daha şümullü olduğu beyan edilmiştir. Zira, Ğaffâr ismi ‘günahları örten’ mânâsınadır. Afüvv ismi ise, ‘günahın karşılığı olan cezayı tamamen ortadan kaldıran’ demektir.

Bu isme mazhar olan bir günahkâr, yaptığı isyana karşı kendisinde Müntakim (intikam alan, şiddetle cezalandıran) isminin tecelli etmesinden kurtulmuş demektir.

Bir mü’minin bu isimden alacağı ders, Allah’ın rahmetinden daima ümitli olmakla yeis (ümitsizlik) tehlikesinden uzak kalmaktır.

Bir mü’min, kendisine karşı işlenen suçları bağışlar ve affederse bu isme mazhar olmaya daha fazla liyakat kazanmış olur. Affetmediği halde affedilmeyi bekleyen insan, nefsine mağlûp olmuş ve aldanmıştır.

Bir insan, nefsini tam mağlûp etmek istiyorsa, muhataplarının kusurlarını bağışlamakla da kalmayacak, “sen kötülüğü en güzel iyilikle bertaraf et” (Mü’minûn Sûresi, 23/96) âyetinden ders alarak, kendisine kötülük yapanlara iyilikle mukabele etmeye çalışacaktır. Bu ise nefsin hiç hoşuna gitmez, ama ilâhî rıza, af ve mağfiret de bu yoldadır.

49 EL-ĞAFÛR
“Affediciliği tam olan.”

“Kulların kusurlarını melaike ve ruhanîlere karşı örten.”

“... Muhakkak ki, Allah bütün günahları bağışlar.
O Ğafur ve Rahîm’dir.”
(Zümer Sûresi, 39/53)

Bir âyet-i kerîmede, mealen şöyle buyrulmuştur:

“De ki: Ey nefislerinde israfa giren (haddi aşarak günah işlemekle nefislerine zulmeden) kullarım. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Muhakkak ki, Allah bütün günahları bağışlar. O Ğafur ve Rahîm’dir. (Zümer Sûresi, 39/53)

Âyette geçen ‘nefis’ kelimesi, ‘zât’ mânâsına gelir ve insana emanet olarak verilen bütün organları, duyguları, hissiyatı, akıl ve kalbi içine alır.

Nur Külliyatı'nda şöyle bir cümle geçer:

“En kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin. (Sözler)

Aklını yanlış fikirlerle meşgul eden, kalbine bâtıl sevgileri yerleştiren, gözüyle harama bakan, diliyle yalan söyleyen, kısacası kendisine emanet verilen bütün o kıymetli aletleri ve duyguları, yanlış yolda kullanan insanlar ‘nefislerinde israfa girmiş’ kullardırlar. Bu âyet-i kerîme ile, insanların böyle bir israftan sakınmaları gereğine işaret edilmiş ve şeytana uyarak böyle bir hataya düşmeleri halinde de ümitsizliğe kapılmayarak, Allah’ın mağfiretine sığınmaları ders verilmiştir.

Her ikisi de ‘affedicilik’ mânâsını ifade eden Ğaffar ismiyle Ğafur ismi arasındaki ince farkı, İmam Gazâlî Hazretleri şöyle açıklar:

“Ğaffar, tekrar tekrar affeden demektir. Ğafur ise, affediciliği tam olup, afv ve mağfiretin en ileri derecesinde bulunan mânâsına gelir.”

Bu iki isimden kulun alacağı nasip, iki maddede özetlenebilir:

İnsan nefis ve şeytana uyarak bir günah işlediğinde, derhal tövbe etmeli ve ümitsizliğe düşmemek için Allah’ın Ğafur olduğunu hatırlamalıdır.

Kulun bu isimden alacağı diğer nasip ise, mü’minlerin hatalarını örtmesi, başkalarına anlatmaması ve onları bağışlamasıdır.

İnsan, kendi cüz’î izzetine karşı işlenen küçük hataları affedebilmelidir ki, sonsuz izzet ve azamet sahibi olan Allah’a karşı işlediği isyanların affını dilemeye yüzü olabilsin.

50 EL-AZÎM
“Hem zâtı hem de sıfatları sonsuz kemâlde olan.”
“Büyüklüğü, akıl ve fehmin ihatasından münezzeh bulunan.”
“Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. O, Aliyy’dir (yücedir), Azîm’dir.”(Şûrâ, 42/4)

Azîm ismi, hem zâtın hem de sıfatların kemâline birlikte delalet eder. Azamette, heybet ve celâl mânâsı vardır.

Kur’ân’dan bir sûre okuduğumuzda, bu tilavetimizi "Sadakallahü’l-Azîm" diye sona erdiririz; “Azîm olan Allah doğruyu ifade etti, hakikati ders verdi.” deriz. Böylece Kur’ân’ın da azametini hatırlar, “bütün insanlar ve cinler toplansa, bir tek sûresinin bile mislini getiremeyeceğini” düşünür, onun belagatındaki azamete hayran oluruz.

Azîm olan Allah’ın kelamı taklide müsaade etmez. Bu hakikat, kâinat kitabı için de geçerlidir. Onun da ne sûrelerini ne cümlelerini ne de kelimelerini beşer taklit edememiştir ve edemez de. Bir çiçekteki ilâhî sanatın azameti, herkesi aciz ve hakir bırakır; kimse onun taklidini yapamaz.

Azîm ismini çok yâd ettiğimiz bir mevki de rükûdur. Rükûda, "Sübhane rabbiye’l-Azîm", yani "Beni en güzel şekilde terbiye eden Rabbim, Azîmdir, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir." demekle, insan terbiyesindeki azameti hatırlamış oluruz.

Bu azamet karşısında eğilme ihtiyacı duyan bir ruh ve bu ihtiyaca cevap verecek şekilde yaratılmış bir beden...

İşte, ruhun ve bedenin böyle en güzel bir şekilde terbiye edilmeleri, ancak Azîm olan Allah’a mahsustur.

 

51 EL-ALÎM
“Ezelî ilmiyle, büyük-küçük, mümkün-muhal, gizli-aşikâr her şeyi bilen.”

“İlmi, yaratılmış ve yaratılmamış her şeyi birlikte ihata eden (kaplayan, içine alan).”

“Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın vechi (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, Vâsi’dir (rahmeti ve kudreti genişdir), Alîm’dir.” (Bakara Sûresi, 2/115)

Allah’ın zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi ilmi de mahluk ilmine benzemez. Ezelî ilim ancak O’nundur ve O’na mahsustur. Olmuş ve olacak her şey O’nun ilminde daima hazırdır.

Evveli ve âhiri olan ve her şeyi sonradan öğrenen insanoğlu, bu dar, kısıtlı ve sınırlı ilmiyle, Allah’ın ezelî ilminin varlığını bilse de hakikatini bilemez.

İnsanın, iradesi gibi düşünmesi ve hatırlaması da cüz’îdir. Bir anda iki şey düşünemez ve hatırlayamaz. Allah’ın ilmi ise küllîdir, ‘her şeyi birlikte bilir’; mutlaktır, ‘hiçbir kayıt altına girmez’ ve muhittir, ‘her şeyi içine alır, ihata eder.’

Bu hakikat, Nur Külliyatı'nda ‘güneş’ misaliyle çok güzel açıklanır:

Güneşin ziyası hangi sahaları kaplıyorsa, o sahadaki bütün varlıkları birlikte görür, hepsini beraber bilir ve her biriyle aynı anda beraber ilgilenir. Burada sıraya koyma söz konusu değildir. Güneşi şuurlu farz etsek ve ziyasına ilim desek, güneş bütün çiçekleri, ağaçları, yaprakları, otları, karıncaları, insanları ve daha nice varlıkları bir anda ve beraber bilir. Onun bilmesinde az-çok, büyük-küçük fark etmez.

Yine Nur Külliyatında ilim konusunda enteresan bir ifade yer alır: ‘Fiilen bilmek’.

“Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf ve Habîr’dir.(Mülk Sûresi, 67/14) âyet-i kerîmesi, bu ‘fiilen bilme’yi ders veriyor.

Bir misal: Selimiye camiinin mimarî özelliklerini biz de biliriz, Mimar Sinan da. Ama, onun bilmesi fiilîdir. O, Selimiye’nin minarelerini yapar, kubbesini çatarken, ilmiyle kudreti birlikte çalışmıştır. Bizim aynı şeyleri bilmemiz ise bundan çok farklıdır. Bizimkinde, yapılmış olanı sonradan öğrenme söz konusudur.

Her şeyi bilerek ve hikmetle yaratan Allah’ın, eşya hakkındaki ilmi ‘fiilî bir ilimdir,’ mahlukatın ilmine benzemez.

İnsan kendisine ihsan edilen o cüz’î ilmiyle Allah’ın Alîm ismini tanır. Her şeyin ilimle vücut bulduğunu, hikmetli ve mânâlı yaratıldığını anlar. Bir hayvan, kendi iç organlarından bile haberdar değilken, insanın bu kadar geniş bir sahada ilmiyle dolaşması, onun için büyük bir şereftir. Arzın halifesi olan insan, kendini okuduğu gibi, kendini okumaktan aciz mahlukları da okumakla vazifelidir.

Hadis-i şerifte, “bir saat tefekkürün bin yıl nafile ibadetten hayırlı” olduğu haber verilerek, ilmin bu ulvî şerefi nazarımıza sunulur. Bu şerefi hiçe sayarcasına, akıllarını sadece dünya menfaatlerini temin ve nefsin arzularını tatmin için sarf eden insanlar ne kadar zarardadırlar!?...

52 EL-ĞAFFAR
“Mağfireti, bağışlaması pek çok olan.”

“Kullarının günahlarını affetmekle örten.” Taberî

“Tekrar tekrar affeden.” (Gazâlî)

“Rabbinizden mağfiret isteyin; çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır.” (Nuh, 71/10)


Günahlarına aldırış etmeksizin, Cennete gireceğinden emin bir halde yaşamak, büyük bir gaflet olduğu gibi, isyanlarına bakarak ‘ben artık mağfiret olunmam’ demek de büyük bir hatadır.

Birinci hal Allah’ın gazabından emin olmak, ikincisi ise rahmetinden ümit kesmekle yeise düşmektir.

İşte Ğaffar ismi, insanı yeisten kurtaran en büyük bir ümit kaynağıdır.

İmam Gazâlî Hazretleri, Ğaffar isminin ‘kötüyü, çirkini örten’ mânâsına geldiğini zikrettikten sonra, önemli bir noktaya dikkatimizi çeker:

“Allah, insanın yüzünü, gözünü, elini açığa çıkardığı halde;midesini, bağırsaklarını ve sair görünmesi hoş olmayan organlarını içeride yaratmıştır. Onları böylece örten Allah, kulunun günahlarını da örter”

Yine o büyük İmam, Ğaffar ismine, ‘tekrar tekrar affeden’ mânâsı vermiştir.

Bu mânâyı düşünürken, Hazreti Mevlâna’nın, bazı haddini bilmezlerce tenkit konusu yapılan bir mısrası hatırıma geldi:

“Bin defa tövbe şişesini kırmış olsan yine gel!”

‘Tövbe şişesini kırmak,’ günahkâr Müslümanlar için söz konusudur. Bu söz, o büyük insanın Ğaffar isminin inceliklerini çok iyi kavradığının işareti iken, maalesef çok yanlış şekilde ele alındı ve o muhterem zâta cahilce hücum edildi.

Tövbesini defalarca bozan bir kul, pişman olarak Allah’ın dergahına sığınsa ve affını dilese, Ğaffar ismi gereği, Allah bu kulu affeder.

Allah’ın affettiğini kulların etmemesi, işin içine nefsin, hissin ve dar görüşlülüğün girdiğini gösterir.

Kendisine yapılan bir kötülüğü yıllarca unutamayıp, mü’min kardeşini affetmeye yanaşmayan bir insanın, Hazreti Mevlâna’nın bu sözünü kavraması oldukça zordur.

•••

Ğaffar isminden nasiplenmenin birinci şartı, pişmanlık duymak, tövbe ve istiğfar ile mağfiret kapısını çalmaktır.

Bir diğer şartı da, başkalarını affetmek, kusurlarını örtmektir. Affedenin, mağfiret olunması kuvvetle umulur.

53 EL-HAKK
“Zâtı vacip olup, varlığı gerçek olan.”

“Değişmekten münezzeh olan.”

“Zâtı ile kaim, vacip ve değişmez olan.”

“...Şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve şüphesiz O’nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, bâtıldır...” (Lokman Sûresi, 31/30)

Hak, şöyle tarif ediliyor: “Hak, inkârı caiz olmayan sabite denir.” Verilen bir hüküm vakıa, yani gerçeğe uygunsa o hüküm haktır ve sabittir. Bunun inkârı caiz değildir.

Hak isminin en yaygın mânâsı, ‘değişmekten münezzeh’tir. Allah’ın zâtı gibi sıfatları da haktır, bunlar için bir değişme sözkonusu olamaz.

Allah, Kadîm’dir evveli yoktur. Bu daima böyledir, bu hakikatte bir değişme düşünülemez.
Allah Bâkî’dir, âhiri yoktur; bunda da bir değişme sözkonusu olamaz.

Allah, mutlak ilim sahibidir, bu ilimde ne artma tasavvur edilebilir, ne de eksilme.

Vahdet sıfatı ve bunun neticesi olan tevhid inancı haktır ve onun hakkaniyeti daimîdir; onda bir değişme düşünülemez.

Sübutî ve Selbî bütün sıfatlar için de aynı şeyler söylenir. Ve bu değişmez sıfatların sahibi olan Allah’ın, Mukaddes zâtında da bir değişmenin olamayacağı bilinir.

Hak isminin tecellilerini, çepeçevre sarılı olduğumuz ‘gerçekler’ dünyasında bir derece seyredebiliriz.

Meselâ, Dünyanın Güneş etrafında döndüğünü söyleyen bir insan, hakkı ifade etmiş olur. Çünkü bu hüküm gerçektir, vakıa uygundur. Bunun aksini iddia edenler ise bâtıl bir fikre sapmış olurlar.

Fizik âlemindeki bütün değişmez kanunlar, Hak isminden bir tecelli taşırlar.

Aynı şekilde, bir insan, Allah’a ‘ilâhî fermanın bildirdiği gibi’ inanıyorsa, bu inancı haktır. Bunun dışındaki inançlar bâtıldır; çünkü hakikate zıttırlar.

Hak ismini yâd eden bir insan, bütün varlık âleminin durmadan değiştiğini görür ve kalbini değişmekten münezzeh olan Allah’a bağlar.

Hak dine yönelen bir insan, onun dışındaki bütün bâtıl telakkilerin kul yapısı olduğunu ve bunların da değişmekten kendini kurtaramadığını yakînen bilir ve bâtıl inançlara gönlünü kaptırmaz.

54 EL-KERÎM
“Keremi ve bağışı bol olan.”

“Cömertliği daimî olan.”

“Bir karşılık gözetmeden inayetiyle ihsan eden.”

“...Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Ğani‘dir (hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır), Kerîm’dir.” (Neml, 27/40)

Allah’ın bütün varlıklara, özellikle canlılara yaptığı sonsuz ihsan ve ikramlar herkesin malûmudur. Hava nimetinden, bütün canlıları faydalandıran Allah, bu yardımlarını ve bağışlarını karşılıksız olarak yapmakta, böylece sonsuz kereminin sayısız örneklerini sergilemektedir.

Bu isim, insanlar için kullanıldığında, ‘şerefli, itibarlı, cömert’ gibi mânâlara gelir. Şu var ki, insanlar çoğu zaman yardımlarını karşılıksız yapmaz, maddî veya manevî bir ücret beklerler. Halbuki, kerîm olan zât, yaptığı yardıma, karşılık beklemez. Bir fakirin karnını doyurduktan sonra, ondan iş talebinde bulunan insana ‘kerîm’ denmez.

Bir ömür boyu, nefislerinin tatminiyle uğraşan ve şahsî menfaat peşinde durmadan koşan kimseler, Kerîm isminin feyzinden nasipsizdirler; insanlar arasında makbul sayılmadıkları gibi Allah katında da değersizdirler.

Cömertlikle ilgili şu hadis-i şerif bu noktada çok ibretlidir:

“Cömert, Allah’a yakın, Cennete yakın, insanlara yakın, Cehennemden uzaktır.”

55 EL-EVVEL / EL-ÂHİR
Evvel: “Başlangıcı olmayan.”
Âhir: “Sonu olmayan.”
Zâhir: “Kat’î delillerle bilinen.”
Bâtın: “Mukaddes zâtı idraklere sığmayacak derecede yüce olan.”
“O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, herşeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3)

Evvel ve Âhir, Zâhir ve Bâtın isimleri Kur’ân-ı Kerîm’de beraberce beyan edilir.

Evvel ismi, Kıdem sıfatına dayanır ve Allah’ın ezelî olduğunu ifade eder. Âhir ismi ise, Beka sıfatına dayanır, varlığının ebediyen devam edeceği mânâsına gelir.

Zâhir ismi, Allah’ın mukaddes varlığının, şu mahlukatın varlığından çok daha açık olduğunu, Bâtın ismi ise, kutsî zâtının idrak edilemeyeceğini ders verir.

Son iki isim hakkında özlü ve veciz bir tarif:

“O her şeyden sezilen Zâhir, hiçbir şeyle bilinmez Bâtın’dır.” (Hak Dini Kur’ân Dili)

İmam Gazâlî Hazretleri, Zâhir ve Bâtın isimlerine şöyle bir açıklama getirir:

“Allah, duyu organlarıyla idrak edilemez, bu cihetle Bâtın’dır. Ve yine Allah’ın varlığı istidlâl yoluyla, yani aklî deliller getirilerek isbat edilebilir. Bu bakımdan Allah Zâhir’dir.”

Nur Külliyatı'ndan Asa-yı Musa’da bu dört ismin tecellileri harika bir şekilde izah edilir.

Bütün çekirdeklerin Evvel ismine, bütün meyvelerin Âhir ismine, bitkilerin elbise hükmündeki dış yüzlerinin Zâhir ismine, birer fabrika mahiyetindeki iç yüzlerinin ise Bâtın ismine âyine oldukları ders verilir.

Bu güzel misali yaygınlaştırabilir ve tefekkürümüzü genişletebiliriz.

Bu âlemde yaratılan her varlığın bir evveli vardır. Zira, mahluk hâdistir, yâni sonradan ihdas edilmiş, yaratılmıştır. Ve yine her varlığın bir âhiri vardır. Zira, mahluk fanidir.

Buna göre bütün çekirdekler, yumurtalar, nutfeler Evvel isminden haber verdikleri gibi; bütün neticeler ve meyveler de Âhir ismini ders verirler. Bütün bedenler Zâhir isminden, o bedenlerde vazife gören ruhlar ise Bâtın isminden haber verirler.

Şu âlemin görünen kısmı Zâhir ismine mazhardır. Tabiat kanunları dediğimiz görünmeyen kanunlar manzumesi, melekler ve ruhaniler âlemi ise Bâtın ismini bize ders verirler.

Bu dört isimden alacağımız hisseye gelince:

Evvel ismi bize nutfe dönemimizi, Âhir ismi ise ölümümüzü ders verir. Bütün varlıkların evvel ve âhirlerini yaratan Allah’ın, ezelî ve ebedî olduğunu kalbimize ihtar eder.

Zâhir ismi, bizi ilâhî eserleri temaşa ve tefekküre sevk ederken, Bâtın ismi eşyanın melekût denilen iç yüzlerine nazarımızı çevirir ve şu görünen âlemi seyretmekle Allah’ın ancak varlığının bilinebileceğini, zâtının ise idrak edilemeyeceğini ders verir.

56 EL-MUİZZ / EL-MÜZİLL
Muizz: “Dilediğine izzet ve kuvvet veren, ilimde yükselten.”

Müzill: “Dilediğini zelil kılıp rahmetinden uzaklaştıran. Hor ve hakir kılan.”

“...Bilin ki, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. Gerçekten Allah,
inkâr edenleri hor ve aşağı kılıcıdır
.” (Tövbe, 9/2)

İzzet denilince aklımıza hemen gelen mânâ üstünlük ve galibiyettir. Mü’minler azizdir, kâfirler zelil. Âlimler azizdir, cahiller zelil.

İzzet en büyük bir hayırdır. Bütün hayırlar elinde olan Allah, izzetin de yegâne sahibidir. Kullar O’nun aziz etmesiyle bu şereften nasiplenirler.

Kâmil insanlar, arza halife kılınmalarından, Cennete namzet olmalarına kadar bütün izzet tecellilerinin Allah’tan olduğunu bilerek, O’nun kudret ve azameti, rahmet ve ihsanı karşısında secdeye kapanırlar.

Secde, nefsin, zilleti en ileri seviyede tattığı, buna karşılık ruh ve kalbin izzet ve şeref kazandığı en üstün bir makamdır. Kulun Rabbine en yakın olduğu haldir; Allah’a yakınlık ise en büyük bir izzettir.

Allah, nefsine esir ve şeytana köle olmayı büyüklük sayanları, Müzill ismiyle alçaltır, hakir eder.

Bir kul, Allah’ın aziz kıldıklarına tâzim etmekle izzete kavuşur; zelil kıldıklarından uzak kalmakla da zilletten kurtulur.

Nur Külliyatı'ndan bir cümle:

“İzzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın meşietine ve iradesine bağlıdır.” (Sözler)

Bu konuda, vaktiyle kaleme aldığım bir yazıdan bir bölümü arz ediyorum:

İzzet tacı da zillet gömleği de Allah’ın hazinesinde... Bunları mahlukatına sırayla giydirir...
Önceki günün azîzleri, dün zelil oldular. Bugünkü azizler de zilleti tatmak için yarını bekliyorlar...

Etrafımız, bu iki ayrı tecellinin misalleriyle kaynaşmada...

Bir meyve ağacı yazın yaprak ve çiçek açar, meyvelerle bezenir; seyrine doyum olmaz. Kış geldi mi her şeyini soyunur, kuru bir iskelet kalır. Başına karlar yağar, gölgesinde kimsecikler oturmaz.

Bu izzet ve zillet safhalarından geçen, sadece meyve ağaçları değildir. Güneş de doğarken azizdir, batarken zelil... Bahar, gelirken azizdir, giderken zelil... İnsan, yürürken azizdir, uyurken zelil...
Çocukluk, gençlik derken, olgunlukta bir izzet tecellisi görülüyor. Onu takip eden ihtiyarlık, zillet ve perişanlık yüklü... Derken, ölüm... Zilletin doruk noktası ve imanla göçenler için izzetin ilk basamağı... Önünü göremeyen ihtiyar, ölünce Cenneti seyre başlıyor. Bu izzeti bir yeni zillet takip ediyor: Sûr’dan korkma ve mahşere çıkma safhası...

İnsan, dünyada ne kadar izzet taslamışsa, orada o kadar zillet çekecek... Başını burada ne kadar dikmişse orada o kadar fazla eğecek. Ne kadar harcamışsa, o kadar hesap verecek. Ve sonunda bütün azizler bir yana, bütün zeliller bir yana ayrılacak. Mü’minler, Allah’ın ‘azîzler diyarı’ olarak terbiye ettiği Cennete doğru yol alırken, münkir ve müşrikler, 'zeliller diyarına', Cehenneme düşecekler... ‘İzzet ve zilletin ancak Allah’tan olduğu’ hakikati bütün haşmetiyle görünecek.

Öyle ise, üzerimizde izzetin tecelli ettiği dönemleri çok iyi değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Aziz iken Hakk’ın dergahında zelil olalım ki, zelil olduğumuzda O’nun lütfuyla yine izzete kavuşalım.

57 EN-NÛR

EN-NÛR: “Kendisi zâhir (görünen) olduğu gibi, başka varlıkları da izhar eden (gösteren).” (İmam Gazâlî)

“Âlemleri nurlandıran, aydınlatan.”

“Allah, göklerin ve yerin nurudur...” (Nûr, 24/35)

Allah’ın bir ismi Nûr olduğu gibi, bütün isimleri de nurânîdir. Vücut (varlık) için ‘hayır ve nur’; adem (yokluk) için ise ‘şer ve zulmet’ tabirleri kullanılır. Buna göre yoklukta kalmayıp varlığa kavuşan her şey, Nûr isminin bir tecellisine mazhar olmuş demektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, "Allah, göklerin ve yerin nurudur..." (Nur, 24/35) buyrulur.

Gökleri ve yeri varlık nuruna kavuşturan Allah, yıldızlara ışık vermekle onları varlık nurundan daha fazla hissedar kılmıştır.

Yeryüzünde ise semadaki ışığı çok gerilerde bırakan, hayat nurunu parlatmıştır.

Canlılar içerisinde, insana iman ve ilim nurları bağışlayarak, onu semalardan daha aydın ve daha yüksek kılmıştır.

Varlık nur, yokluk da karanlık olduğu gibi ilim nurdur, cehalet ise karanlıktır.

Nur Külliyatı'nda, “İman hem nurdur, hem kuvvettir.” buyurulur. Işık eşyanın görülmesini sağladığı gibi, iman nuru da mü’minin nice hakikatleri bilmesine ve bulmasına vesile olur.

İnsan bu nur ile eşyanın yaratıcısını, O’nun kutsî isimlerini ve sıfatlarını bilir. Meleklerden, kabir âleminden, mahşer meydanından, cennet ve cehennemden haberdar olur.

Nur isminin insanlık âlemindeki tecellisi şu âyet-i kerîme ile nazara verilir:

“Allah, mü’minlerin dostudur, onları zulmetlerden nura çıkarır...” (Bakara, 2/257)

Zulmetin çoğul olarak zikredilmesiyle, iman edenlerin küfür karanlığı yanında, cehalet, zulüm, ahlâksızlık gibi daha birçok karanlıktan kurtuldukları ve nura kavuştukları haber verilir.

Allah Resûlü (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde, günahı "kara lekeye" benzetir. “Günah işleyen bir mü’minin kalbinde bir kara leke hasıl olduğunu haber verir.” Günahlar kara leke olunca, onların zıddı olan sevapların da nur olduğu anlaşılıyor. Keza, günahları silip yok eden tövbe de bir nur olmuş oluyor. Buna göre, mü’mine düşen vazife, iman nurunu taklitten tahkike çıkarma hususunda gayret göstermek, o nuru söndüren küfür ve şirkten büyük bir hassasiyetle kaçınmak, ona leke konduran bütün günahlardan uzak durmak ve sevaplarını artırarak kalbinin daha feyizli ve daha nurlu olmasına çalışmaktır.

58 EL-CEBBÂR
“Mahlukatı, iradesine uymaya mecbur eden.”

“Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan.”

“Yaratıkların noksanlarını düzelten, işlerini ıslah eden.”

“O, ...Azîz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir.”(Haşr, 59/23)

Cebir, ‘seçme hakkından mahrum bırakma’ demektir ve iradenin zıddıdır.

Bu kâinat ve içindeki mahlukat, yokluktan varlığa kendi iradeleriyle değil, bir cebir ile sevk edilmişlerdir.

Güneşin güneş olması gibi Ay’ın ay, dağın dağ, denizin deniz olmaları da icbar yoluyla, yani bir zorlama ile gerçekleşmiştir.

Şu var ki, Alîm ve Hakîm olan Allah’ın icbarı da ilim ve hikmet iledir.

Rahîm ve Kerîm olan Allah’ın cebir ile yaptığı her tasarrufun altında rahmet ve kerem saklıdır.

•••

Cebir kelimesinin, hem ‘kırıkları onarmak’, hem de ‘zorla iş yaptırmak,’ mânâsına gelmesi enteresandır. Demek oluyor ki, Allah’ın cebri, ya bir hekimin hastasına uyguladığı bir cebir yahut âdil bir hükümdarın zalimleri zorla hapse sokmasındaki cebri gibidir.

Semada yıldızlar kendi iradeleriyle değil Allah’ın cebri ile şu mevcut nizamı almışlardır. Kâinatın küçük bir misali olan insanın da, bütün organlarının şekilleri, vazifeleri, bedendeki yerleri, yine cebir ile tayin ve tespit edilmiştir. Ama ilâhî hikmet, bu dünya imtihanında insana bir irade bahşetmiş ve ihtiyarî fiillerde onu serbest bırakmıştır. Fakat, emrine isyan edenleri cebri ile Cehennemine sokacağını da önceden haber vermiştir.

Cennet ve Cehennemin yolları cebir ile tayin edilmiştir. Yani neyin helâl neyin haram olduğunu Allah bizzat tayin ve tespit etmiştir. Ama, doğru ve yanlıştan, Cennet ve Cehennemden dilediğini seçmekte insanı serbest bırakmıştır.

•••

Aklı başında olan her insan, bu kâinatta cebren icra edilen ilâhî fiillerin ne kadar rahmet ve hikmet taşıdığını ibretle seyretmeli ve nefsin arzularına kapılmadan kendini o Cebbâr’a teslim ederek emri dairesinde bir ömür sürmelidir.

59 Dualarda, özellikle, Rab ismi çok zikredilir. Bu isim hakkında biraz açıklama yapar mısınız?

Rab, terbiye eden, her şeyi bir ilk noktadan itibaren kademeli olarak terbiye ede ede son noktaya getiren anlamına gelir. Hâlık ismi yaratma fiiline, Rezzak ismi rızk verme fiiline dayandığı gibi Rab ismi de terbiye etme fiiline dayanır. Kur’anın ilk suresi olan Fatiha Suresinde, Allah’ın bütün alemlerin Rabbi -Rabbü’l-Alemîn- olduğu ders verilir. Son surede ise Rabbü’n-Nas ismi yer alır ve insanların dikkati insan terbiyesine çekilir. Diğer surelerde de farklı terbiye tecellilerinden sıkça bahsedilir. Bu sebeple, Müslümanlar bu ismi çokça yad eder ve dualarına da çoğu kez bu isimle başlarlar.

Rab, sözlükte terbiye eden, tedricen (derece derece, kademeli olarak) kemale erdiren anlamına gelir. Kâinatın yaratılışı bir ilk noktadan başlamış ve Kur'an-ı Kerimde altı gün şeklinde ifade edilen altı devrede son şeklini almıştır. Bu İlâhî irade, bu dünyaya misafir olarak gönderilen varlıklarda da kendini göstermiş, onların da bedenleri yine bir anda değil kademeli olarak yaratılmıştır. Bu misafirlerin en şereflisi olan insan, ana rahminde, ana hatlarıyla, altı devre denilebilecek bir kademeli terbiyeden geçmiştir. Bu kademeler nutfe (iki ayrı cinsten hücrelerin birleştiği duru su), alaka ( koyu kan), mudğa (bir çiğnem et parçası), azm (kemik), lahm (et), halk-ı cedit (yeni yaratılış, son şekli alma) devreleridir.

Üzerinde oturduğumuz bu yer küresinde, havasıyla suyuyla, bakırıyla altınıyla, şekeriyle tuzuyla, ovasıyla, gölüyle ve nihayet bitkisi, hayvanı ve insanıyla her ne varsa, hepsi farklı birer Rab terbiyesinden geçmişlerdir. Toprağı, bakterilerle kaynaşmış; denizlerde balıklar, kan nehirlerinde al ve akyuvarlar Rab isminin ayrı tecellilerini sergilemişlerdir.

Bugün hayvanların tür olarak milyona yaklaştığından söz ediliyor. Uçan kuştan bal yapan arıya, ipek ören böcekten süt imal eden koyuna, toplum hayatı süren karıncadan, aslanlara, parslara kadar her bir hayvan türü, Allah’ın Rab ismini ayrı bir aynada göstermektedirler.

Canlılar âlemini organlar seviyesinde düşündüğümüzde, çok geniş ve akıllara durgunluk veren bir terbiye tablosuyla karşılaşır ve Rab isminin, bunların her birinde ayrı bir cilvesi olduğunu görürüz. Görecek şekilde terbiye edilen göz, işitmeye müsait kulak, yürüyebilen ayaklar, tutan eller farklı terbiyelerin mahsulüdürler. İç organlarımızda, kalbimizde, midemizde, akciğerimizde, böbreklerimizde ve daha nice İlâhî eserlerde bu terbiyeyi okumak mümkündür.

Semanın da arzın da terbiyeleri hep insanlar için; Rabbini bilen bahtiyar kullar için. Güneş o misafirleri şefkatle okşarken, yerküresi incitmeden döndürüyor, onlara beşiklik yapıyor.

İnsanlar içerisinde bazı seçkin fertler, ayrı ve hususî bir terbiyeye mazhar oluyorlar. Resulûllah Efendimiz (asm.):

"Yâ Rabbe'n-Nebiyyine ve'l ahyar.” / “Ey, peygamberleri ve bütün hayırlı insanları terbiye eden.”

nidasıyla, peygamber terbiyesinin ayrı bir terbiye mertebesi olduğunu bize haber veriyor. Bu ismin tecellileri de peygamberler itibariyle yine farklılık arz etmekte.

“Benim ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.”(bk. Razi, Tefsir, VIII/302; Neysaburi, Tefsir: I/264; Keşfu’l-Hafa: II/64)

hadis-i şerifine bu nazarla baktığımızda, asırlarına yön veren o seçkin ve müstesna zevâtın her birinde, Rab isminin ayrı bir mertebede ve değişik bir güzellikte tecelli ettiğini görürüz.

Sonra melekler âlemine bakalım: Onlar da farklı terbiyelere tâbi tutulmuşlar. Rab isminin Hz. Cebrail’deki tecellisiyle Hz. Azrail’deki tecellisi bir değil. İşte semasıyla, yerküresiyle; bitkileri, hayvanları, insanlarıyla; melekleri, cinleri, ruhanileriyle hep İlâhî terbiyeden geçen bu kâinata ibret ve hikmetle bakan bir insanın da nazarına ilk çarpan fiil terbiye fiilidir. Bunun içindir ki bu ismi çokça yad eder.

60 EL-MÜMÎT
“Ölümü yaratan.”

“Canlılara ölümü tattıran.”

“O, diriltir ve öldürür. Ve O’na döndürüleceksiniz.” (Yunus Sûresi, 10/56)

Mümît ismi, ‘imâte’ yani ‘öldürme’ fiilinden gelmektedir. Nur Külliyatı'nda geçen ölüm tariflerinden birinde, ‘vazife-i hayattan paydos, haps-i bedenden azat etmek’ tabirleri kullanılır.

İnsanın hayat vazifesine başlaması ‘ihya’ fiiliyle gerçekleştiği gibi, bu vazifeden terhis edilmesi de ‘imâte’ fiiliyle tahakkuk eder.

Ruhun beden hapsine sokulması gibi, bu hapisten azat edilmesi de ayrı ve müstakil bir fiildir. Zaten, ölüm ‘bu dünyadan kabir âlemine doğuş’ demektir. Bu doğuş, rastgele ve tesadüfen olmuş bir olay değildir.

Ruh, bu ilâhî fiil ile bir ülkeden bir başka diyara göç ettirilmiştir. Eğer bu göç tesadüfe verilirse, insanın dünyaya gelişinin de kendi kendine olması gerekir.

Nur Müellifi, “(Allah, o zâttır ki,) hayatı ve ölümü yarattı” (Mülk Sûresi, 67/2) âyet-i kerîmesini tefsir ederken, şöyle buyurur:

“Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir.” (Mektubat)

Kulun bu isimden alacağı en büyük ders, ölümü unutmamak ve bütün işlerini ölüm ötesi ebedî hayata göre tanzim etmektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, bütün nefislerin ölümü tadacakları haber veriliyor. Âyette geçen ‘tatma’ kelimesinde büyük bir teselli ve müjde saklıdır. Zira, tatma fiili, insana ölümden önce tattığı, ‘ana rahmi, doğum ve dünya’ safhalarını hatırlatır ve ölümden sonra da başka şeyler tadacağını haber verir.

Ölüm ötesinde, ‘kabir hayatı, diriliş, mahşer ve hesap safhaları’ da tadılacak ve bu tatma silsilesi, Cennet yahut Cehennemle neticelenecektir.

Birinde zevklerin en güzeli, diğerinde ise azapların en acısı tadılacaktır.

61 EL-MUCÎB
“Dua ve isteklere cevap veren.”

“Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size cevap vereyim.”(Mü’min, 40/60)

Dua, ‘istemek, talep etmek’ demektir. Dua denilince, aklımıza, öncelikle, el açıp yalvarmak gelir. Bu, duanın sadece bir şeklidir ve ‘kavlî dua’ olarak adlandırılır.

Nur Külliyatında, istidad lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ızdırarî ile bütün muztarlar tarafından edilen duaların makbuliyeti”nden söz edilir.
Bu ifadeden, duanın diğer üç çeşidini de öğrenmiş bulunuyoruz: ‘İstidat lisanıyla dua’, ‘fıtrî ihtiyaç lisanıyla dua’ ve ‘ızdırar lisanıyla dua.

Bütün çekirdekler, tohumlar, yumurtalar, nutfeler istidat lisanıyla dua ederek, bu istidatlarının kuvveden fiile çıkmasını talep ederler. Yeryüzünde sergilenen bütün hayvan ve bitki türleri, bu dualara cevap verildiğini ilan eder ve Mucîb isminden birer tecelli taşırlar.

Fıtrî ihtiyaçlarla yapılan dualara iki misal:

Göz, görme fıtratındadır, yani yaratılışında görme vardır ve görmek için de ışığa muhtaçtır. Keza mide, hazmetme fıtratındadır ve rızka ihtiyacı vardır. İşte bu dualara da cevap verilmiş ve güneş bir ışık kaynağı yapılırken, yeryüzü de rızıklarla doldurulmuştur.

Izdırar lisanıyla yapılan dua ise çaresizlik içinde kıvranan, tutunacak hiçbir dalı kalmayan ruhların halis bir iltica ile Allah’tan medet dilemeleridir. Bunun en çarpıcı misali, Yunus aleyhisselâmın balığın karnında yaptığı duadır ve bu dua hemen kabul edilmiştir.

İşte bütün bu dualara, Allah cevap verir. Hakiki Mucîb ancak O’dur.

Dil, kalbin tercümanıdır. Kalpteki bir istek, henüz kelimelere dökülmeden, bir arzu, bir iştiyak yahut bir ızdırap halinde iken Allah’ın malûmudur.

Nur Külliyatı'nda duaya cevap vermekle, duanın kabulünün farklı şeyler olduğu enfes bir misalle şöyle açıklanır:

“Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tâbidir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: ‘Ya Hekim! Bana bak.’ Hekim: ‘Lebbeyk’ der.. ‘Ne istersin?’ cevab verir. Çocuk: ‘Şu ilâcı ver bana’ der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.” (Sözler)

Bu isimden kulun alacağı ders, herşey için ve daima Allah’a muhtaç olduğunu hatırdan çıkarmayarak, ihtiyaçları için ancak O’nun kapısını çalmak, O’ndan medet dilemektir.

Ayrıca, “Veren el, alan elden hayırlıdır. hadis-i şerifini de düşünüp, kendisinden isteyenlere vermeye çalışmaktır.

62 EL-MÜ'MİN
“Kendisine sığınanları emin kılan.”

“Emniyet verici.”

“Kullarını iman şerefiyle şereflendiren.”

“Peygamberlerini doğrulayıp tasdik eden.”

“O, ...Selâm’dır, Mü’min’dir, Müheymin’dir.”
(Haşr,  59/23)
                                                       

Bu ismin verdiği emniyet ile, insan kendi bedenindeki sayısız denecek kadar çok faaliyetin nizam ve intizamla yürüdüğünden emin olarak, başka işlerle uğraşır. Ve yine, insanlar bu isme istinat ile, zeminin kaymayacağından ve yıldızların düşmeyeceğinden emin olarak işlerini tam bir emniyet içinde yürütürler.

İman şerefine erişen bir kul, Her şeyin dizgini O’nun elinde; her şeyin hazinesi O’nun yanındadır. diyerek, Allah’a teslim olur ve tevekkül eder. Kendisini, dünya musibetlerinden kabir azabına, mahşerin dehşetinden Cehennem ateşine kadar her türlü tehlike ve zarardan ancak Allah’ın emin kılabileceğine iman ederek, O’nun rızası üzere çalışır ve huzur bulur.

Bu ism-i şerifin, Selâm isminden sonra gelmesi de bu noktada ayrı bir önem taşır.

Nur Külliyatı'nda bu yakın ilgi şöyle dile getirilir:

“İmana gel ki elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.” (Mesnevî-i Nuriye)

İmana gelen insan, hayır olsun şer olsun her şeyi Allah’ın yarattığını bilir. Allah’ı hakiki mâlik bildiğinden mülk âlemindeki hiçbir varlıktan korkmaz.

Hastalıklara karşı Şâfi’ ismine sığınır. Sebeplere teşebbüs niyetiyle, ilaçlarını kullansa da şifayı Allah’tan bekler ve neticeden emin olarak rahat eder. Bu netice en kötü ihtimalle ölümdür. Ölüm ise Allah’ın Mümît isminin tecillisiyledir. Allah, Muhyî ismini tecelli ettirmekle hayat verdiği kulunu, ölüm hadisesiyle kabre gönderir. Ve kabir, iman ehli için dünyadan daha güzeldir.

Kâinatın teşekkülünden kıyametin kopmasına, güneşin doğup batmasından, canlıların dünyaya gelip göçmelerine kadar bütün hadiseleri, ilâhî isimlerin tecellisi olarak seyreden bir mü’min, her türlü elemden emin olarak, dünyada Cennet hayatı yaşar.

Bu ismin tecellisiyle emniyet içinde yaşamak, sadece mü’min kullara mahsus değildir. Yuvasından çıkıp uçan bir kuş, rızık hususunda hiç bir endişe taşımaz. Nereye gidip neler yapacağını önceden planlamaksızın, bir ilâhî ilham ile ve tam bir emniyet içinde rızkını arar ve bulur.

Bu hakikat bütün hayvanlar âlemi için de geçerlidir.

63 EL-VEKÎL
“Yaratıkların bütün işlerine kefil olan.”

“İşlerini kendisine bırakanların, isteklerini en iyi şekilde yerine getiren.”

“Kendisine tevekkül edilen.”

“...Allah, karanlıklarda kurduklarını yazıyor. Sen de onlardan yüz çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekîl olarak Allah yeter.”( Nisâ Sûresi, 4/81)

Bir işi kendi başına yapmaya güç yetiremeyenler, onu bir vekile havale ederler. Kâinata bu mânâda nazar ettiğimizde, herkesin ve her şeyin hemen bütün işlerini, mutlak Vekîl olan Allah’a bıraktıklarını görürüz.

Bütün bitkiler âleminin, baharın gelmesi konusunda vekilleri ancak Allah’tır. Bir milyondan fazla hayvan türünün, o rakamlara sığmaz fertlerinin tümünün, rızık konusunda vekilleri yine Allah’tır. Bedendeki yüz trilyona yakın hücreye rızık yetiştirme hususunda insanın yaptığı şey, sadece lokmasını ağzına atmak, çiğnemek ve yutmaktır. Bundan öte bütün işler, mutlak Vekîl olan Allah tarafından, en güzel şekilde görülür.

Tohumu tarlaya eken bir çiftçi de köyüne gelip istirahata çekilirken, yine O mutlak Vekîl’e işini bırakmıştır.

Yavrusunu emzirmek isteyen bir anne, gıdasını alır ve yediği yemeği süte çevirmesi için Allah’a tevekkül eder. Bu tevekkülün bir başka şekli de, o emzirilen bebekte görülür. Kendini O Vekîl’e teslim etmiş, beşiğinde her şeyden ve herkesten gafil olarak uyumakta ve O’nun koyduğu şefkat kanunuyla, anne kucağında ve baba ocağında rahat bir hayat sürmektedir.

İnsan olsun hayvan olsun, bütün canlılar geceleyin uykuya dalarken Allah’a tevekkül ederler ve dünyayı güneş etrafında saatlerce döndürerek kendilerini sabaha sâlimen çıkaracak o mutlak Vekîl’e tevekkül ile rahatça uyurlar. Bunun bir benzerini de, gündüzün sergilerler. Dünyanın hassas ölçülere uyarak intizamla dönüşünden, aldıkları nefesin kanlarını temizlemesine kadar her işlerinde Allah’ı vekil tanır ve O’na tevekkül ederler.

İşin tuhaf tarafı, tevekküle karşı çıkan insanların da yine tevekkül sayesinde hayatlarını emniyet içinde geçirmeleridir.

İşte bu emniyet halinin şuurunda olmak tevekkül, bundan gafil olmak ise en büyük bir cehalettir.

Müslümanın tevekkül anlayışını en güzel şekilde ifade eden şu hadis-i şerifi beraberce okuyalım:

“Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir.”

Ve Nur Külliyatı'ndan özlü bir tevekkül tarifi:

Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek ve esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hak’dan bilmek, neticeleri O’ndan istemek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.” (Sözler)

Vekîl isminin mânâsını iyi anlayan bir mü’min, ulaşmak istediği maddî veya manevî bir netice için gerekli sebeplere tam olarak teşebbüs eder. Bunu ‘fiilî bir dua’ telakki ederek yapar. Ama müsebbebatı, yani neticeleri ancak Allah’tan bekler; şükrünü ve minnettarlığını ancak O’na verir.

64 EL-BÂİS
"Kıyametten sonra ölüleri tekrar dirilten.”

“Peygamber gönderen; ölü kalpleri hidayetle dirilten.”

“Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara Sûresi, 2/28)

Bâis ismi için İmam Gazâlî Hazretleri, “ikinci bir inşa ile ölüleri dirilten mânâsı verir. Bu mânâ, aklımıza şöyle bir tefekkür levhası açar:

Ölü elementleri bir araya getirip insan bedeni haline koyan Allah, ruhun bedenden ayrılmasıyla ölümü tattırdığı insana, ahiret âlemine münasip bir ceset giydirerek, yeniden dirilişi tattıracak ve böylece insan, Cennet yahut Cehennemle son bulacak olan ikinci bir yolculuğa başlamış olacaktır.

Ruhun hayatı devamlıdır. Bedenden ayrılması, onun hayatında bir noksanlık meydana getirmez. Buna göre, Bâis ismine, ‘ölüleri dirilten’ diye mânâ verdiğimizde, cesetlerin yeniden hayata kavuşmasını kastederiz.

Allah, akıllara durgunluk veren diriliş mucizesiyle, Bâis ismini tecelli ettirecektir.

Ba’s, yani öldükten sonra diriliş, gerçekte ‘kabir âleminden mahşere çıkış’ demektir. Doğum, ana rahminden dünyaya gelişin ismi, ölüm dünyadan kabre göçüşün ismi olduğu gibi, ba’s da kabirden mahşere çıkışın ismidir.

Gerçekte, ömrümüzün her safhası bir diriliştir. Ana rahminde nutfeden alâka safhasına geçen bir beden için, nutfe safhası ölmüş, yeni bir devre başlamıştır. Tavırdan tavıra geçerek dokuz ay devam eden bu yolculuk, dünyaya çıkışla yeni bir devreye girer.

Ölümle bu safhaya son verildiği gibi, ba’s ile de kabir hayatı son bulur. Yani, “ba’s” kabir hayatının sona ermesi, mahşer ve hesap safhasının ise başlaması demektir.

Buna göre, Bâis ismine, “Kabir âlemindeki ruhların bir anda ceset giyerek ahiret âlemine doğuşları, haşir meydanına çıkışları” şeklinde mânâ verebiliriz.

Dirilişle ilgili bir âyet-i kerîme:

“İnsan der ki: Ben öldüğüm zaman mı tekrar diri olarak çıkarılacağım? İnsan hiç düşünmez mi ki, kendisi önceden hiçbir şey değilken biz yarattık onu.” (Meryem Sûresi, 19/66, 67)

Ve bir hadis-i şerif:

“Şuna da taaccüb olunur ki, her gün, her gece ölüp dirilip dururken ba’si ve nüşûru inkâr eder.”

Nur Külliyatı'nda, uyku için ‘mevtin (ölümün) küçük kardeşi’ denilir. İnsan, his dünyasının şu âlemden çekilmesiyle uykuya geçmiş olur ve kendisine bir başka âlemin kapısı açılır. Artık aynı hisler, bu yeni âlemde vazife görürler.

Rüyasında bir şeyler görüp işitirken, gözleri kapalıdır ve kulağı yanındaki konuşmaları işitemez haldedir.

İşte bu hal, ölüme ve kabir hayatına çok güzel bir misaldir. Uyanma hadisesiyle, his dünyası yeniden dünya hayatıyla ilgilenmeye başlar; bu ise dirilmeye en güzel bir misaldir.

Demek oluyor ki, Allah Resûlünün (a.s.m.) hadis-i şeriflerinde beyan ettikleri gibi, insan her gün hem ölümün hem de dirilmenin misallerini yaşar.

Böyle bir insanın dirilişi inkâr etmesi, gerçekten hayreti muciptir.

65 EL-KAVİYY
“Tam ve kâmil bir kuvvet sahibi.”

“Kuvveti tam olup hakkında zaaf muhal olan.”

“...Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler de, Allah da onları günahlarından dolayı yakalayıverdi. Şüphesiz, Allah Kaviyy’dir, azabı pek şiddetlidir.” (Enfâl Sûresi, 8/52)

Kaviyy ismi, Allah’ın kudretinin zaaftan münezzeh ve her şeye galip olduğunu ifade eder. Münkir ve müşrikler kendilerini ne kadar kuvvetli de zannetseler, Allah’ın kahrı karşısında zelil ve perişan olurlar. Geçmiş asırlarda, bazen hava, bazen yağmur, bazen yer küresi insanın kahrına vesile kılınmış ve o zalim, inatçı ve kibirli kavimlere ne kadar zayıf oldukları fiilen gösterilmiştir.

Bu isim de diğer isimler gibi, kemâliyle, ahirette tecelli edecektir.

“Kâfirler azabı görünce, bütün kuvvetin Allah’ın olduğunu anlayacaklardır.”(Bakara Sûresi,2/165)

Mü’min, bütün varlıklara tevzi olunan kuvvetleri, Allah’ın Kaviyy isminin birer tecellisi olarak görür. Rızık kanunuyla, bedenlere kuvvet ihsan edenin de ancak Allah olduğunu bilir.

Kaviyy ismine mazhar olan bir kul, madden ve manen kuvvetli olur; gazap ve şehvet gibi nefsanî kuvvetlere karşı koyabilir.

66 EL-VÂSİ?
“Bütün sıfatları sonsuz ve sınırsız olan.”

“Geniş rahmetiyle bütün varlıkları kuşatan.”

“Sınırsız ilmi, olmuş ve olacak her şeyi içine alan.”

“Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, Vasi’dir, Alîm’dir.” (Mâide, 5/54)

Bu ilâhî isim, mânâca, Muhît ismine yakın görünürse de, Vâsi’ ismi çoğunlukla Allah’ın zâtı ve sıfatları için, Muhît ismi ise fiilleri için kullanılır. Meselâ, “Allah, o Vâsi’ merhametiyle bütün mahlukatı Muhit’tir (kuşatmış, ihata etmiştir)” dediğimizde her iki ismi birlikte kullanmış oluruz. Ve aralarındaki farkı bir derece hissederiz.

Allah’ın merhameti vâsi’dir. Mahlukat yaratılmadan önce de bu böyle idi, yine böyledir. Mahlukatı yarattığında O’nun o vâsi’ merhameti her muhtacı kuşatmış, içine almıştır.

İlâhî ilim, kudret ve sair sıfatlar için de benzer şeyler söylenebilir.

Buna göre, Muhît ismi, fiilî bir isimdir, ihata etme fiiline dayanır. Vasi’ ise Allah’ın zâtına ve sıfatlarına bakar.

Bütün sema tabakalarını ve arzı kaplayan Kürsî, Allah’ın Vâsi’ isminin en büyük bir tecelligahıdır.

“O’nun Kürsî’si, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır.” (Bakara, 2/254)

67 ET-TEVVÂB
“Kullarının tövbesini kabul eden.”

“Kullarına tövbe kapılarını açan,
onları tövbeye sevk edecek sebepler yaratan.”

“Kullarını cezalandırmayıp mağfiret eden.”

“Ancak, tövbe edip hareketlerini düzeltenler ve hakikati gizlemeyip açıklayanlar(agelince); artık Ben onların tövbelerini kabul ederim. Ben, Tevvâb ve Rahîm’im.” (Bakara Sûresi, 2/160)

İsyanlarının artmasıyla tövbe kapısından uzaklaşan kullarını, Cenâb-ı Hak değişik vesilelerle düşünmeye ve pişman olmaya sevkeder.

Bütün ilâhî yasaklar ve tehditler kulu tövbeye sevk eden sebeplerdendir.

İnsanı hatadan döndüren önemli bir vesile onun vicdanıdır. Nitekim, Allah, insanı ‘iyiyi kötüden ayıracak bir kabiliyette yarattığını’ Şems Sûresi'nde, “Ona (o nefse) fücuru da takvayı da ilham etti” âyetiyle haber veriyor.

Bazen de, okuduğu bir eser, dinlediği bir nasihat onu pişmanlığın eşiğine getirir.

Sıkça karşılaştığı ölüm vak’aları, taziye merasimleri birer tövbe vesilesidirler.

İnsan bazen de yanlış yolda gidenlerin kötü akıbetlerine şahit olur ve kendine çekidüzen vermek ister.

Allah, bu ve benzeri nice sebeplerle kullarını tövbe etmeye sevk eder.

Nefis ve şeytana uyarak yanlış işler yapan, günah ve isyana sapan kullar, bu yanlış yoldan dönmeye karar verdikleri takdirde, Allah, onların tövbelerini kabul etmektedir.

Bir hadis-i kutsîsinde ‘Rahmetim gazabımı geçti’ buyuran Cenâb-ı Hak, kulunun isyanları ne kadar fazla olursa olsun, tövbe ettiği takdirde onu affedeceğini ve günahlarını sileceğini müjde vermiştir.

Tevvâb ismi Kur’ân-ı Kerîm’de, çoğu kez Rahîm ismiyle birlikte gelmiştir. Bu beraberlik şöyle tefsir edilmektedir:

Cenâb-ı Hak, tövbe eden kullarını sadece bağışlamakla kalmaz, onlarda Rahîm ismini de tecelli ettirir. Yeter ki, kul tövbesine sadık kalsın ve hatalı yoldan vazgeçip istikamet yolunda yürüsün. Kul, bâtıldan vazgeçip hakka dönmekle, sonu Cennet olacak bir yola girmiş demektir. Cennet ise Rahîm isminin tecelli diyarıdır.

Bu isimden dersini alan bir kul, Tevvâb olan Rabbine karşı isyan yoluna girmekten sıkılır, hicap eder. Nefsine uyarak bir günah işlediği takdirde ise derhal tövbe eder ve yanlış yoldan vazgeçer.

68 ED-DÂRR / EN-NÂFİ
Dârr: “Dilerse kullarına zarar veren.”

“Zarar verici şeyleri yaratan.”

Nâfi’: “Dilediği kullarına fayda veren.”

“...Rahmân (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati bana bir fayda vermez, beni kurtaramazlar.” (Yâsin Sûresi, 36/23)

Bu iki isim, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu, yani her ikisinin de Allah tarafından yaratıldığını ders verirler.

Bilindiği gibi hayır ve şer, ‘fiilin sıfatıyla’ ilgilidir. Yani, bir iş rızaya uygun ise ‘hayır’, değilse ‘şer’ ismini alır. Her iki halde de fiili yaratan Allah’tır.

Yazma fiilini düşünelim: Beyni, düşünecek şekilde programlayan, eli de kalem tutmaya müsait şekilde yaratan Allah’tır. Bir kimse, faydalı şeyler yazıyorsa bu yazma fiili hayır olur, zararlı şeyler yazmak ise şerdir. Her iki halde de ‘yazma’ fiilini Allah yaratır.

Cenâb-ı Hak, kullarının eliyle, diğer kullarına zarar ve menfaat verdiği gibi, bazı isimlerini doğrudan tecelli ettirmekle de onları faydalandırır yahut zarara uğratır.

Dolu ile harap olan ekinler Dârr isminin bir tecellisi olduğu gibi, yağmurla yeşeren çimenler de Nâfi’ isminden bir tecelli taşırlar.

Allah, sıhhat ve bereketle kullarında Nâfi’ ismini tecelli ettirdiği gibi, hastalık ve kıtlıkla da onları zarara uğratabilir ve Dârr ismini tecelli ettirir.

Allah, insanları Cennete teşvik etmekle, onlarda Nâfi’ ismini tecelli ettirmek ister. Ancak, nefis ve şeytana uyarak şer yolunu tutanları da zarara uğratarak, Dârr isminin tecellisine mazhar kılar.

Bazen de sevgili kullarını bir takım zararlara uğratmakla imtihan eder. O bahtiyar kullar Dârr isminin bu tecellilerini rıza ile karşılamakla, Nâfi’ isminden daha fazla feyiz alma şerefine ererler.

69 EL-BERR
“İyilik ve ihsân eden.”

“Kullarına karşı iyiliği çok olan.”

“Şüphesiz, biz bundan önce (dünyada iken) O’na (Allah’a) dua ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol, esirgemesi çok olandır.”
( Tûr Sûresi, 52/28)

Allah’ın iyilik ve ihsanları saymakla bitmez. İnsan, başkalarına iyilik ettiği nisbette bu isimden feyiz alır. Bu iyilik, açları doyurma, evsizleri barındırma şeklinde olabileceği gibi, bilmeyenlere öğretme, sapık yolda gidenleri uyarma şeklinde de olabilir.

İnsanlara zarar verir düşüncesiyle, yoldaki bir taşı kaldırmayı bile sevap sayan ve yine insanlara tebessüm etmeyi sadaka kabul eden dinimiz, böylece bizi daima ve her vesileyle iyilik yapmaya teşvik etmektedir.

Bir iyiliğe en az on kat sevap verilmesi, Allah’ın Berr isminin bir tezahürüdür.

70 EL-MUÎD
“Ölümden sonra dirilten.”

Muîd, iade eden demektir. Varlıkların ilâhî ilimde planlandıktan sonra bu dünyaya gönderilmeleri, “ilim dairesinden kudret dairesine geçiştir.” Bu geçiş, ibdâ’ ile tahakkuk eder.

Dünya faslının sona ermesiyle, bütün nefisler ölümü tadarlar ve yeniden ilim dairesine geçerler.

İşte, ahirette bu varlıkların ikinci kez kudret dairesine geçirilmeleri, bir iadedir ve Muîd isminin tecellisiyledir.

Konuyu ruh yönünden ele aldığımızda şöyle de diyebiliriz:

İnsanın esası ruhtur ve ruha verilen hayat sıfatı onda ebediyen kalacak, geri alınmayacaktır.

İnsanın ölmesiyle, ruh hayatiyetini yine devam ettirir, ama beden artık elinden gitmiştir.

Meyveyi sadece seyir ve tefekkür eder, fakat tadına bakamaz. Çünkü, dil elinden gitmiştir.

Diğer cismanî lezzetler de buna kıyas edilebilir. İşte mahşere çıkışta, ruha yeniden beden iade edilecek ve bu yeni dirilişle ruh, cismanî lezzet ve elemleri almaya yeniden başlayacaktır.

Bu ism-i şerifi yâd eden bir mü’min, ölümün mutlak yokluk olmadığını bir kez daha hatırlayacak ve beden-ruh beraberliğiyle geçirdiği bu hayatın, ölümle son bulmayacağını; bedeninin daha mükemmel bir şekilde kendisine yeniden iade edileceğini hatırlayacaktır.

Bu ikinci yaratılışın kendisi hakkında Cennet olarak tezahür etmesi için, ömrünü istikamet dairesinde geçirmeye çalışacaktır. Aksi halde, Cehennemde hem cismanî, hem de ruhanî azaplar çekeceğini hatırlayıp nefsini dizginleyecek, şeytandan uzak duracaktır.

71 EL-HÂFİD / ER-RÂFİ
Hâfid: “Kâfirleri, asileri, mütekebbir ve zalimleri alçaltan.”

“Din düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırıp ahirette zelil eden ve cezalandıran.”

Râfi’: “Sevdiği kullarını yükselten.” “Mü’minleri kendisine yaklaştırarak yücelten.”

“(O), alçaltan ve yüceltendir.” (Vâkıa Sûresi, 56/3)

Bu iki ismin tecellisi de büyük çapta, kulun cüz’î iradesine bakıyor. İradelerini yanlış yolda kullanarak küfür ve isyan yoluna giren insanlar, alçalmaya talip olmuşlar ve Hâfid olan Allah da onları inançsız ve ahlâksız kılmakla alçaltmıştır. Bu alçalmanın ahiretteki neticesi ise Cehennemde, zillet içinde azap çekmektir.

İman, ibadet ve ahlâk yolunu tutanlar ise yükselmeye talip olmuşlar; Râfi’ olan Allah da onları, salih bir kul yapmakla yükseltmiştir. Bu yükselmenin ahiretteki neticesi ise Cennette ebedî saadete ermektir.

Demek oluyor ki, alçalma da yükselme de öncelikle dünyada gerçekleşiyor; birincisi Hâfid, ikincisi ise Râfi’ isminin tecellileriyle. Dünya ahiretin tarlası olduğundan, bu yükseklik ahirette daha çok inkişaf ediyor; bu alçaklık ise çok daha aşağı dereceleri netice veriyor.

Kulun, Râfi’ ismine mazhar olması, öncelikle iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk yoluyla gerçekleşir. Bir de insanın başkalarını yükseltmeye çalışması, onları imana ve İslâm’a davet etmesi var ki, bu yol en büyük bir feyiz ve yükselme vesilesidir.

Ayrıca, bir mü’min, İslâm’ın ulviyetini kalplerde ve akıllarda yerleştirdiği ölçüde kendisi de yükselir, Râfi’ ismine mazhar olur. İslâm’a zıt görüşleri, bâtıl inançları, yanlış fikirleri çürütüp aşağıladığı nisbette de Hâfid isminden ayrı bir feyiz alır.

72 EL-VÂCİD
“Kendisine darlık, acizlik ve fakirlik ârız olmayan”

İmam Gazâlî Hazretleri, Vâcid kelimesinin zıddının fâkıd, yani ‘yitiren, elde edemeyen, arzusuna kavuşamayan’ olduğunu beyan eder. Buna göre, Vâcid ismi, bunlardan münezzeh olan zât demek oluyor.

Vâcid olan zât, sonsuz ilim, mutlak irade, nihayetsiz kudret... sahibi olmalıdır. Vâcid isminde bütün ilâhî sıfatlara işaret ve delalet vardır.

Bu ismi yâd eden insan, kendisinin son derece aciz ve fakir olduğunu hatırlar. Aczi ve fakirliği bedeninden kâinata, dünyadan ahirete uzanmaktadır. Bütün bunlara muhtaç bulunmakla son derece fakirdir ve bunların hiçbirini yapamaması cihetiyle de sonsuz acizdir.

Mü’min çok iyi bilir ki, onun bütün ihtiyaçlarını gören ve güç yetiremediği şeyleri emrine veren, ancak Vâcid olan Allah’tır.

73 EL-LATÎF
EL-LATÎF: “En ince ve gizli işleri, bütün incelikleriyle bilen
ve onlara çok kolay nüfuz eden.”
“Kullarına, sezilmez yollardan faydalar ulaştıran.”
“Lütufla muamele eden.”

“Allah, kullarına karşı lütuf sahibidir; dilediğini rızıklandırır.
O, kuvvetlidir, Azîz’dir.” 
(Şûrâ, 42/19)

Latîf, kelime manasıyla, ‘katı olmayan, ince, hoş ve yumuşak’ manasına gelir. Latîf kelimesinin, hem ‘lütuf ve yardım’la, hem de letafetle yani ‘kesif ve katı olmamak’la ilgisi vardır.

Bir ismi de Nur olan Allah’ın bütün sıfatları latîftir; zâtı da, sıfatları da maddeden münezzehtir.

Şu âyet-i kerîme Latîf isminin bu manasını bize ders verir:

“Gözler onu göremez, o bütün gözleri görür. O Latîf’tir, Habîr’dir.” (En’am, 6/103)

“Allah kullarına latiftir, dilediğini rızıklandırır.” (Şura, 42/19) âyetinde Latîf, ‘son derece lütufkâr olan, kullarına ince ve sezilmez yollardan ihsanlarda bulunan’ manasındadır.

“Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf’tir, Habîr’dir.” (Mülk, 67/14) ayetinde ise Latîf,en ince şeyleri kolaylıkla bilen” manasına gelmektedir.

Varlık âleminde latîf varlıklar, maddî ve kesif eşyadan kat kat fazladır. İnsan ruhu ve ona bağlı ince hissiyatlar buna misal verilebilir. Midenin bir gıdayı hazmetmesiyle, aklın bir manayı kavraması ve anlaması birbirinden ne kadar farklıdır! Akıldaki bu ince faaliyet Latîf olan Allah’ın büyük bir ihsanıdır.

Yavrusunu kucağına alıp emziren bir annenin kolları bebeği sardığı gibi, latîf şefkati de aynı şekilde yavrusunu her yönden kuşatır. Bu, Allah’ın hem o anneye hem de yavrusuna büyük bir lütfudur.

Letafet denilince, aklımıza hemen yumuşaklık gelir. Bir insan, başkalarına karşı ne kadar yumuşak davranır ve ne kadar lütufkâr olursa Latîf isminin feyzinden o kadar fazla nasip almış demektir.

74 EL-MUKÎT
“Her şeyi lâyıkıyla bilip gözeten ve her şeye kudreti yeten.”

“Azıkları yaratıp bedenlere gönderen.” (Gazâlî )

Mukît, ilim ve kudrete birlikte delalet eden bir ilâhî isimdir. Her muhtacın neye muhtaç olduğunu bilmek ilim ile olur. Bu ihtiyacı yerine getirmek ise kudret gerektirir. Buna göre, bir mahlukun ihtiyacının gözetilmesi ve yerine getirilmesiyle Mukît ismi tecelli eder.

İhtiyaçlar maddî olabileceği gibi manevî de olabilirler. Cahiliye devrinde insanların en büyük ihtiyacı, ‘tevhid inancıydı’. Bundan mahrumiyet, onları putlara tapacak kadar perişan etmişti. Cenâb-ı Hak, o kavme en son ve en büyük Elçisini (asv) göndermek suretiyle, onların bu ihtiyacına en güzel şekilde cevap verdi.

Mukît’in bir başka mânâsı da, “Her muhtaca ihtiyacı kadar rızık veren şeklindedir. Bu isim, kut ve gıda vermek demek olan ‘ikâte’ fiilinden gelmektedir. Bir canlının yeme, içme, görme, işitme, yürüme gibi her türlü ihtiyacı Rahmân ve Rezzak olan Allah tarafından karşılanıyor.

Her canlıya, kendisine yetecek kadar rızık vermek ‘ikâte’ fiiliyle gerçekleştiriliyor ve bu ilâhî ihsanda Mukît ismi tecelli ediyor.

75 EL-MUKSİT
“Mazlumun hakkını zalimden alan.”

“Haksızlıkları düzeltip hakkı yerine getiren.”

“Kullarına muamelesi, tam adalet ve merhamet üzere olan.”

Allah, zulme uğrayan bir kulunun hakkını zalim kulundan alırken, o zalimin hukukuna da riayet eder. Ona da kıl kadar olsun zulmetmez.

İnsanların bu mânâda bir adalet tesis etmeleri oldukça zordur. Meselâ bir insan diğer bir insana on birim zarar vermişse, zarar verene on iki birim ceza vermek zulümdür.

Maddî hukuka tecavüzde, bu bir derece gerçekleştirilebilir. Ama manevî hukukta, insanoğlu işin içinden çıkamaz. Bir kul ne ölçüde rencide edilmişse, karşıdaki adama da o kadar ceza vermek yahut her ikisini de memnun edecek bir yol bulmak, insan takatinin çok üstündedir.

Allah, Muksit ismiyle adaleti öyle tesis ve temin eder ki sonuca zalim de razı olur, mazlum da.

Bunun sonsuz misalleri ahirette, hesap gününde tahakkuk edecektir.

76 Allah'ın isimleri belirli sayılarda zikredildiği takdirde o ismin manası yönünden insanda karakteristik değişimler olabilir mi?

- Allah’ı zikretmek Kur’an’ın emridir. Allah’ı zikretmek, onun herhangi bir ismiyle olabilir. İnsanların belli tekamülleri yaşarken, belli isimlerin zikrine ağırlık verdikleri de doğrudur. Mesela, Allah’a karşı muhabbeti esas alan âşıkların zikirleri daha çok Vedud ismiyle olduğu gibi, tefekkürü esas alanların zikri de daha çok Hakîm ismiyledir. Bu da doğrudur.

- Fakat, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmekten ibaret olan takva vadisinde bir payı olmayan kimsenin -sözgelimi- “Kuddûs” ismini zikrederek o zaviyede mertebe kat etme ihtimalini düşünmek doğru değildir. Asıl olan husus,  Allah’ın isimlerinin lafızlarını tekrar etmek değil, bu isimlerin gösterdiği mananın gereğini yerine getirmektir.

Mesela; Kuddûs isminin bizden istediği şey, Allah’a isyan etmekten hasıl olan kirlerden uzak durmak, maddi çevresini temiz tutmak, temiz bir kişilik kazanmak, başkasına karşı dürüst davranmak gibi tertemiz, güzel bir kişilik sergilemektir. Fiilî olarak, çevremizi temiz tutmadığımız zaman, -dilimizle günde bin defa Kuddûs ismini çeksek- maddi olarak bu temizliğe bir katkımız olmadığı gibi, manevi çevremizi günahlarla, gafletlerle fiilen kirletip, ondan sonra birkaç defa Kuddûs ismini çekmekle bu kirlerden kurtulacağımızı düşünmek, ne din ne de mantık açısından yerine oturacak bir tarafı vardır.

- Maddi temizlik için, mutlaka elimize bir süpürge alıp yerleri temizlememiz gerektiği gibi, manevi temizlik için de, önce tövbe ve istiğfar süpürgesini dilimize alıp kalbimizin kirlerini temizlememiz, ardından da kalbin zeminine Kuddûs isminin yansıması olan manevi takva halısını sermemiz ve bu halı üzerinde oturup iman ve amel nakışlarını örmemiz gerekir.

- Bu husus Mürid ismi ve diğer isimler için de geçerlidir.

- Bunları açıklamamızın sebebi şudur: Bir kimse kalkıp bir ismi -istenilen bir sayıda- zikreder ve sonra aradığını bulamazsa, daha önce bazı evliyalardan bize intikal eden bu zikirlerin gösterdiği olumlu sonuçlarla ilgili malumatın doğruluğunda şüphe etmeye başlar.

- Son olarak şunu da belirtelim ki, herhangi bir ayeti veya Allah’ın bir ismini -belli bir sayıda- okuyup zikretmek, eskiden beri devam edip gelen bir İslamî gelenektir. Namazlardan sonraki tesbihleri otuz üçer defa okunmasının emredilmesi, bir kısım sahabîler tarafından şifa maksadıyla Fatiha Suresi'nin -âyet sayısına uygun olarak- yedi defa okunması ve Peygamberimiz (a.s.m) tarafından da bunun doğruluğunun tasdik edilmesi olayında da görüldüğü gibi, belli sayılar, belli şifreler barındıran birer anahtar hükmündedir.

- Ancak, bunlar vasıtasıyla istenen sonuçların alınması, bu zikirlerin Allah tarafından kabul edilmesine bağlıdır. Onlardaki tesiri yaratan odur. Onun kabul etmesi ise bazı kabul şartlarına bağlıdır. Bu şartlar genel olarak,  kişinin, hayatında takvayı esas alması, Allah’a karşı sevgi ve saygı beslemesi, sadece işi düştüğü zaman değil, her vakit Allah’a karşı ihtiyacını hissederek ona karşı kulluk görevlerini yerine getirmesi, okuduklarını ihlas ve samimiyetle okuması gibi hususlardır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Okunan dualara verilecek sevaplar.

77 ALLAH (C.C)

Allah ismi, bütün ilâhî isimleri câmidir, yani hepsini içine alır. “Bütün isimler Allah’ın isimleridir.” denilir, ama ‘Allah, Rahmân’ın ismidir, Rahîm’in ismidir...’ denilmez.

Bütün isimleri içine alan ism-i âzamın hangi isim olduğu hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bu mübarek ismin, ism-i âzam olabileceğini söylemişlerdir.

Bunun için, bir kul ‘Allah’ dediği zaman, bütün ilâhî isimleri ve sıfatların hepsini birden yâd etmiş olur.
“Lâ ilâhe illâllah” kelamı, esmâ-i hüsnanın adedince kelamları tazammun ediyor... “Lâ Hâlıka illâllah,” “Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyûme illâllah” gibi... ( Mesnevî-i Nuriye )

Rahmân, Rahîm, Rezzak, Ğaffar gibi ‘cemâlî isimler’ ruhumuzda şükür ve senâ mânâlarını canlandırırken, Ehad, Samed, Kayyûm, Kadîm, Bâki gibi ‘kemâlî isimler’ kalbimizi hayret ve takdir hisleriyle dolduracak; Kahhâr, Cebbâr, Kadîr, Muntakim gibi ‘celâlî isimler’ ise bize noksanlığımızı, aczimizi, fakrımızı hatırlatarak nefsimize takva şuurunu kazandıracaktır.

Allah ismi, bütün esmâ-i hüsna gibi, bütün kemâl sıfatları da câmidir.

•••

Allah diyen bir kul, bütün ilâhî sıfatları ve bütün esmâ-i hüsnayı birden zikrettiğini bilerek, kendisini ilâhî isimlerin en parlak tecellisi ve ilâhî sıfatlardan haber veren bir hilkat mucizesi olarak yaratan Rabbine sonsuz hamd ve senâ eder.

Lafza-i Celâl denilen bu ism-i âzamı okuyan bir mü’min, ‘uluhiyet’ hakikatini düşünür ve ondan ‘ubudiyet’, yani kulluk hakikatine intikal eder. Bu ise saadetlerin en büyüğüdür.
 

78 EL-HAMÎD
“Sena edilen, övülen.”

“Fiilleriyle ve nimetleriyle hamde lâyık olan.”

“Ancak kendisine hamd edilen.”

“O’dur ki, onlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indirir ve rahmetini serip yayar. O, Velî’dir, Hamîd’dir.” (Şûrâ Sûresi, 42/28)

‘Hamd etmek’ denilince öncelikle, methetmek ve senada bulunmak akla gelir. Bu ise, bir kemâle karşı hayret ifadesidir.

Nur Külliyatı'nda, hamdin ancak Allah’a yapılabileceği izah edilirken şöyle buyrulur:

“Sebeb-i medh olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey O’nundur, O’na aittir.” (Mektubat)

Bu kâinatta her şeyin en mükemmel şekilde yaratıldığını gören bir mü’min, neye baksa Allah’a hamd eder. Semaları direksiz durduran, kuru ağaçlardan meyveler çıkaran, beyin tezgahında düşünceleri dokuyan, cansız elementlerden hücreler yaratan Allah, sonsuz hamd ve senaya lâyıktır.

Yiyip içtiğimiz nimetler için de Allah’a hamd ederiz. Burada hamd, şükür mânâsına yapılmışsa da biraz düşünüldüğünde, bu şükürde de bir methetme ve senada bulunma mânâsının saklı olduğu görülecektir.

Meselâ, soframızda ekmek, peynir, yumurta ve zeytin bulunmuş olsun. Biz bu nimetler için Allah’a şükretmekle, aslında şöyle demiş oluruz: Buğday toprağın eseri değildir, toprağı ve suyu buğday haline getirmek bir ilâhî sanattır ve ancak Allah’a mahsustur. Aynı şekilde, zeytin de zeytin ağacının mahareti değildir. İneği süt, tavuğu yumurta fabrikası haline getiren ancak Allah’tır. Öyle ise bütün bu nimetler için ancak Allah’a şükür ve hamd etmeliyim.

Hamdin şükürden farkı, insana ulaşmayan nimetler için de hamd edilebilmesidir. Meselâ, bütün hayvanların dünya sofrasında birlikte rızıklanmalarını düşünen insan, bu muhteşem ziyafetin sahibi olan Allah’a hamd ve senada bulunur.

Fatiha Sûresi'nde, “hamdin, yani bütün medih ve senanın, ancak, Rabbü’l-âlemîn, Rahmân, Rahîm ve Mâliki yevmiddin olan Allah’a” ait olduğunun beyan edilmesi, Allah’ın diğer bütün isimlerinin de hamd ve senaya lâyık oldukları konusunda bir irşat ve bir işarettir.

Kul olarak, bize düşen vazife, her şeyi en mükemmel şekilde yaratan Allah’ın, bu akıl almaz harika icraatını tefekkür ve takdirle seyrederek medih ve senada bulunmaktır.

Hamd etme şerefinden nasiplenen bir insan, Allah’ın ihsanıyla, beğenilen ve methedilen bir kul olur; böylece bu isimden ayrı bir tecelli nuruna daha kavuşmakla şereflenir, yükselir ve yücelir.

79 EL-KEBÎR

“Büyüklükte kendisinden daha üstünü düşünülemeyen.”

“Celâli ve şânı pek yüce.”

O, gaybı da müşahede edileni de bilendir, Kebîr’dir, Müteâl’dir.” (Ra’d, 13/9)

Kebîr ismi, “Allah’ın zâtının kemâline delalet eder” denilmiştir. Büyüklük, kemâl ile yakından ilgilidir. İlmi kemâle ermiş kimselere "büyük insan" deriz. Keza, irfan, ahlâk, takva ve salahatta üstün olan insanlar da büyüktürler.

Bunlardan söz ederken, ‘ilmi büyük’ yahut ‘irfanı büyük’ demez, sadece ‘büyük’ demekle yetiniriz. Böylece, büyüklüğü sıfatlara değil, doğrudan zâta vermiş oluruz.

Allah’ın bütün sıfatlarının, isimlerinin ve fiillerinin sonsuzluğu, Allah’ın zâtının büyüklüğünü gösterirler.  

80 EL-AZÎZ
“En üstün ve şânı en yüce olan.”

“Mağlûp edilmesi mümkün olmayan yegâne galip.”

“Allah’ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma.
Gerçekten Allah Azîz’dir, intikam sahibidir.”
(İbrahim, 14/47)

Azîz, izzet sahibi demektir. İzzetin zıddı ise zillettir. Meselâ, acizlik bir zillettir, sonsuz kudret ise izzet makamıdır. Fakirlik de bir zillettir, mutlak Ğanî olmak, bir izzet makamıdır. Mahkûm olmak da bir zillettir. Her şeye hâkim olmak ise izzet makamıdır.

“Hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakib kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar.” (Şualar)

Hâkimiyet gibi, rububiyet, mâlikiyet, rezzâkiyet... de birer izzet makamıdırlar.

Misal olarak ‘rububiyet’ üzerinde kısaca duralım:

Bütün âlemler Allah’ın rububiyeti karşısında zilletle boyun eğmiş, O’nun dilediği şekilde terbiye görmüşlerdir. Koca güneşi, yeryüzündeki canlılara hizmet ettiren, Allah’ın izzetidir. Güneş bu hizmetiyle, zelil ve mahkûm bir mahluk olduğunu âdeta haykırmaktadır.

Şu münâcat cümlesi izzet mefhumunu anlamamıza ışık tutuyor:

“Hem sen Azîz’sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz.” (Mektûbat)

Allah, dünyaya halife kıldığı insana, diğer hayvanlar üzerinde bir izzet bahşetmiş ve Yasin sûresinde de buyurduğu gibi, ‘hayvanları insanlar için zelil’ kılmıştır. Nitekim, bir çocuk yüzlerce hayvanı önüne katıp götürebilir. İşte o çocuğun bu saltanatında bir izzet cilvesi vardır. Ama, bu izzet onun şahsî hüneri yahut bilgisinin eseri değil, ancak ilâhî bir ihsan, bir mevhibedir.

Hayvanlara da bitkiler âlemine karşı bir izzet verilmiştir. Keza, bitkilerin de hayat şerefinden tamamen mahrum olan cansız varlıklara nisbetle bir izzetleri söz konusudur.

•••

İzzetinin ilâhî bir ihsan olduğunu unutarak Allah’ın emirlerine boyun eğmeyen insan, takındığı bu mevhum izzetin cezasını çok ağır ödeyecek ve nice hükümdarları, cebbarları zelil eden Cehennem azabıyla, zilleti bütün acılığıyla tadacaktır.

Bu mübarek isimden alacağımız en büyük ders; zilletimizin şuurunda olmamız, bize diğer varlıklar üstünde bir izzet bahşeden Rabbimize sonsuz hamd ve şükür etmemiz ve ahirette zelil olmamak için de, günah ve isyandan şiddetle sakınmamızdır.

81 EL-MÂCİD
“Zâtı mukaddes, şânı yüce, ihsanı bol olan.”

Bu ism-i şerif, Mecîd ismiyle aynı mânâdadır. Mecîd ismi, Mâcid ismine göre daha mübalağalıdır.

82 EL-HAFÎZ
“Koruyan, muhafaza eden.”

“Varlıkları, kaderle tayin edilmiş bir ecele kadar,
zevale uğramaktan koruyan.”

“…Hem Rabbim sizin yerinize başka bir kavmi geçirir de siz O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip koruyandır, Hafîz’dir. (Hûd Sûresi, 11/57)

Hafîz: “Bütün varlık âleminin plan ve programını nur-u Muhammedî’de saklayan.”

“Bir ağacın bütün özelliklerini çekirdeğinde derceden.”

“Birçok canlı türünün planlarını yumurtalarında, birçoklarını da spermalarında muhafaza eden.”

“İnsanın bütün amellerini onun hafızasında kaydeden.”

“Hafaza meleklerine insanın bütün iyi ve kötü işlerini kaydettiren.”

“İnsan-ı ekber denilen kâinattaki her şeyi ve her hadiseyi Levh-i Mahfuzda yazan
.”

Bütün bu saydıklarımız, hafîziyetin yani hıfz edip korumanın en çok kullanılan mânâlarıdır.

Hıfzın diğer bir mânâsı da, “hayata düşman olan unsurları dizginleyip, belli bir ecele kadar yaşama fırsatı tanıyan” demektir.

Bu hıfz ve muhafaza olmasaydı, ormanlarda vahşi hayvanlardan başkasının yaşamaması gerekirdi. Ama, gerçek hiç de öyle değil. Aslanlara, parslara, kaplanlara rağmen, tavşanından tilkisine, ceylanından keçisine kadar nice hayvan türleri aynı mekân içinde hayatlarını sürdürürler.

Bu hal bir hıfzedicinin varlığını, bütün akıllara net biçimde gösterir.

Bu isimden kulun alacağı en önemli ders, bir muhasebe gününe doğru her gün bir adım daha attığını düşünerek, günahlardan, haramlardan ve hatalardan uzak kalmasıdır. Bedenini zararlı maddelerden koruduğu gibi, ruhunu, kalbini ve aklını da şeytanın ve şeytan vazifesi gören dessas insanların şerrinden korumasıdır.

83 EL-CÂMİ
“Kıyamet gününde insanları bir araya getiren.”

“Varlıkları bir araya toplayan.”

“Rabbimiz! kendisinde şüphe olmayan bir günde insanları gerçekten toplayacak olan sensin. Doğrusu Allah, va’dinden cayıp dönmez.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/9)

Elementleri maddede, hücreleri bedende, yıldızları semada, bitkileri ve hayvanları yeryüzünde bir araya getiren, ancak Câmi’ olan Allah’tır.

Her terkipte, her bedende, her sistemde bu ismin tecellisi mevcuttur.

Allah’ cemaat halinde yaşama kabiliyetinde yarattığı insanları, tanışmaya, kaynaşmaya, birbirlerini sevmeye ve ortak hareket etmeye teşvik etmektedir. Bunu başaran insanlar, Câmi’ isminin tecellisinden bir nur, bir feyiz alırlar.

Kişinin tek başına kıldığı namaza bir sevap verilirken, cemaatle kılınan namaza yirmi yedi kat sevap verilmesi, mü’minleri cemaat halinde hareket etmeye bir teşviktir.

Nur Külliyatı'nda üç tane elifin (üç tane bir rakamının) ittihat etmedikleri taktirde ‘üç’ kıymetinde oldukları, bir çizgi üzerinde omuz omuza vermekle ‘yüz on bir’ kıymetini aldıkları hatırlatılarak cemaattaki feyiz ve bereket çok güzel ders verilmiştir.

Câmi’ isminin en muhteşem bir tecellisi mahşer meydanında görülecektir. Bu dünyanın asırlar boyunca verdiği bütün mahsuller, mahşer meydanında ilk ve son olarak bir araya getirilecektir.

“Ey Rabbimiz! Geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde, muhakkak ki insanları toplayacak olan ancak sensin.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/9)

Nur Külliyatı'nda, “insanın ilâhî isimlere en câmi’ bir ayna olduğu” ders verilir. Cansız bir varlıkta, meselâ bir taşta sadece Hâlık, Mâlik gibi birkaç isim tecelli ettiği halde, hayvanda Semi’, Basîr, Rezzak, Muhyî, Mümît gibi nice isimler tecelli ederler. Bu yönüyle hayvan, taşa göre daha câmi’ bir ayna olur.

Ve insan, bütün isimlere mazhar olmakla Câmi’ isminden en büyük tecelli payına sahip olma şerefine erer.

Bu isimden kulun alacağı ders, varlık âlemindeki terkipleri, birlik ve beraberlikleri tefekkür etmek, câmi’ mahiyetini en verimli şekilde kullanmak ve bütün insanların bir araya toplanacağı o dehşetli mahşer meydanına hazırlıklı olmaktır.

84 EL-VELÎ

Allah, yarattığı her mahlukunu korur ve ihtiyaçlarına yardım eder. Çünkü, onda ilâhî isimlerinden bir kısmını tecelli ettirmiş, Rabbanî sanatlarından bazılarını sergilemiş, teşhir etmiştir.

Allah’ın en büyük, en kıymetli eseri insandır. Allah, insana cüz’î irade verdiği ve böylece onu bir imtihana tâbi tuttuğu için, insanı sevmesini de, bu iradenin yerinde kullanılmasına bağlamış ve şöyle buyurmuştur:

“De ki, eğer siz hakikaten Allah’ı seviyorsanız, bana ittiba edin (uyun) ki Allah da sizleri sevsin.” (Âli İmran Sûresi, 3/31)

Bu âyet-i kerîme, Allah sevgisindeki ölçüyü en net biçimde ortaya koymuştur.

Sünnete uymak denilince, Allah Resûlü'nün (a.s.m.) emirlerini tutmak, yasaklarından sakınmak, iman, marifet, ibadet, takva, salih amel ve güzel ahlâkta Onu rehber kabul etmek ve Onun haliyle hallenmeye çalışmak anlaşılır.

Bir insan bu sahada ne kadar ileri giderse Veliyy isminden o kadar feyiz almış demektir.

Nur Külliyatı'nda sünnetler üçe ayrılarak incelenir:

“Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir. Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir.” (Lem’alar)

Akval, Allah Resûlünün(a.s.m.) sözlü emir ve tavsiyeleri; ef’al, yaşayışıyla, yaptığı işlerle fiilen verdiği dersler; ahval (haller) ise, Onun o mukaddes ruhunda yer etmiş her türlü güzellik ve üstünlüktür.

Üç guruba ayrılan bu sünnetlerin her birisi insana bir başka güzellik verir ve onu Allah’ın muhabbetine mazhar kılar.

Bunlar içerisinde de, en kıymetli olanı, ahvale taalluk eden sünnetlerdir, Allah Resûlünün (a.s.m.) haliyle hallenmektir. İhlâslı olmak, halkın değil Hakk’ın rızasını gözetmek, Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık beslemek, kin tutmamak, affedici olmak, öfkesini yutmak, mütevazi olmak bu sünnetlerden sadece birkaçı.

Şu var ki, Allah Resûlünün (a.s.m.) haliyle hallenmenin yolu, diğer iki gurup sünnete tam uymaktan geçiyor.

•••

Velî, ibadet ve taatlarıyla Allah’ın dostluğunu kazanan kimsedir. Bu isme mazhar olan kulunu, Cenâb-ı Hak korur, gözetir; onu bir an bile nefsiyle baş başa bırakmaz.

85 EL-VÂRİS
“Her şeyin tek varisi, hakikî sahibi”

“Her şey yok olup gittikten sonra Bâkî kalan.”

“Biz, refahından şımarıp azmış nice şehri helâk ettik. İşte meskenleri; kendilerinden sonra bunların pek azında oturuldu. (Onlara) biz vâris olmuşuzdur.” (Kasas,28/ 58)

Bu ismin bir önceki isimle çok yakın ilgisi vardır. Fani olan varlıklar bu dünyadan göçtüklerinde, bütün mülklerini o mülkün Bâki olan hakikî Mâlikine teslim etmiş olurlar. Bu terk ve teslimde, Allah’ın Vâris ismi tecelli eder.

Bu isimden kulun alacağı en büyük ders, mal ve mülkünün manevî temizliğine dikkat etmesidir. Allah’ın tertemiz olarak yaratıp, ömrü süresince emanet verdiği mülkü, faizle, rüşvetle, ihtikârla, zulümle kirletmeden O’na teslim etmeye çalışmak gerekir.

Aynı şekilde, günahsız olarak yaratılan organların, hislerin ve duyguların da lekelenmemesine gayret gösterilmelidir.

Bir yönüyle Vâris ismi, cüz’î irademizle işlediğimiz her türlü amele bakar.

Hadis-i şerifte “Dünya ahiretin tarlasıdır” buyruluyor. İnsan, bu dünya tarlasının içinden çıkmış harika bir mahluk. Kendi bedenine hakiki mâlik olmadığı gibi, dünyanın da gerçek sahibi değil.

Ömür denilen hizmet ve imtihan süresini doldurduğunda, ruhu bedeninden ayrılıyor ve bedeni bu dünya tarlasının bir köşesine defnediliyor.

Gidenlerin yerine başka bedenler ve başka ruhlar bu dünyaya geliyorlar ve ahiretleri namına bir şeyler devşirip göçüyorlar.

İşte Vâris ismi, hem bu misafirlerin dünya tarlasını terk etmelerinde, hem de kazanç yahut kayıplarını ilâhî ilme tevdi etmelerinde, tecelli ediyor.

Buna göre Varis ismi, hem Mâlik hem de Hasîb isimleriyle yakından alâkalıdır.

86 EL-HÂDÎ
“Kalplere iman yolunu gösteren.”

“Hidayet lütfederek, bâtıldan ve dalâletten uzaklaştıran.”

“Bütün canlılara, her türlü ihtiyaçları için yol gösteren.”

“Şüphesiz, Allah, iman edenleri dosdoğru bir yola yöneltir.” (Hac Sûresi, 22/54)

Bu ismin, Nur isminden hemen sonra zikredilmesi çok mânâlıdır. Sanki bu sıralamayla, Nur isminin en büyük tecellisinin, ‘kalpleri hidayetle aydınlatmak’ olduğu ders verilir.

Cenâb-ı Hak, kullarına istikamet yolunu göstermek üzere peygamberler (aleyhimüsselam) gönderir. Böylece onları hidayete kavuşturur; bütün sapık anlayışlardan ve bâtıl inançlardan kurtarır.

“Onları, emrimiz ile, insanları doğru yola götüren önderler yaptık.” (Enbiya Sûresi, 21/73)

Bu ismin, sadece insanlarda değil, bütün eşyada tecelli ettiğini şu âyet-i kerîmeden öğreniyoruz:

“Rabbimiz, her şeye bir fıtrat verip, (o yaratılışın gereğini yerine getirmeyi) o şeye hidayet edendir (öğretendir).”
( Tâ-Hâ, 20/50)

Nöbetçi arıların kovandaki bütün arıları tanımasından, işçi arıların petek yapmalarına, uzak beldelerde yumurtadan çıkıp ana vatanlarına şaşırmadan dönen balıklara, hastalanan bir hayvanın kendi derdine deva olacak bitkileri bulup yemesine kadar uzanan sayısız hadiseler bu hakikati isbat ederler.

Nur Külliyatı'nda bu âyet-i kerîme tefsir edilirken şöyle buyrulur:

“Zahirî ve bâtınî duygular, âfâkî ve haricî deliller, enfüsî ve dâhilî bürhanlar, peygamberlerin irsaliyle, kitabların inzali gibi vasıtalar itibariyle de hidayetin mânâsı taaddüd eder.”

“En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.” (İşârât-ül İ’caz)

Demek oluyor ki, her bir duygu insan için ayrı bir hidayettir, ayrı bir hakikati gösterir, yeni bir âleme kapı açar.

Göz, ‘şekil ve renkler âlemini;’ kulak, ‘sesler âlemini’ gösteren birer hidayet vesilesidir. Akıl, hafıza, hayal gibi batınî duygular da insan için birer hidayet vesilesidirler...

Peygamber göndermek ve kitap indirmek suretiyle insanlara hak ve hakikati bildirmek, hidayetin en ileri mânâsıdır.

Bu vesileyle yanlış yorumlanan bir hakikate, kısaca temas etmek isterim:
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’ın, hidayeti dilediğine vereceğini” bildiren âyet-i kerîmenin (Şûra, 42/52) doğru anlaşılabilmesi için bu konudaki bütün âyetlerin birlikte mütalaa edilmesi gerekiyor.

Bu âyet-i kerîmelerden üçünün mealleri şöyle:

“Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan, 76/3)

“Ona hayır ve şerri, her iki yolu da gösterdik.” (Beled, 90/10)

Onlar öyle kimselerdir ki, hidayet karşılığında dalâleti (sapıklığı) satın almışlardır.” (Bakara, 2/16)

Bu âyet-i kerîmelerde kulun, dalâlete kendi iradesiyle müşteri olduğu çok açık şekilde ders veriliyor. Aynı gerçeği ders veren üç âyet:

“Allah zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Bakara, 2/258)

“Allah kâfirler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Bakara, 2/264)

“Allah fâsıklar topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Tevbe, 9/24)

‘Zalim, kâfir ve fâsık’ olmayı tercih eden insandır. Ve Allah, hidayete zıt bir yola giren bu insanları, tövbe edip dönmedikleri taktirde, hidayete erdirmeyeceğini haber vermiştir.

Allah’ın dilediğini hidayet yoluna sokması, dilediğini de sapıklık içinde bırakması, İslâm’ın tevhid akidesiyle de yakından ilgilidir. Elbette Allah, dilediğini yapar ve O’nun iradesine karşı koyacak bir başka irade düşünülemez. Şu var ki, Alîm ve Hakîm olan Allah’ın bu dilemesi de mutlaka ilim ve hikmete dayanır. Bu nokta gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu mânâyı ders veren başka bir âyet-i kerîme de şudur:

“Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi O bilir.”
(Kasas, 28/56)

87 EL-HALÎM
“Cezalandırmaya gücü yettiği halde, hemen ceza vermeyen.”

“Kullarının isyanlarına karşı, hemen öfkeye kapılmayan.”

“Şüphesiz Allah, Ğafur’dur, Halîm’dir.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/155)

Hikmet dünyası olan bu âlemde, eşyayı yaratmakta acele etmeyen, mahlukatı safha safha yaratan Allah, bu imtihan dünyasında küfür ve isyanlara da hemen ceza vermez. Kudreti yettiği halde, bu cezayı tehir eder. Kullara böylece tövbe kapısını açar ve onlara pişmanlık fırsatı verir.

Bu isimden kulun alacağı ders, işlediği günahlardan tövbe etmesi, Halîm ismi gereği, cezasının tehir edilmesini bir fırsat bilip, Allah Resûlünün(a.s.m.) tavsiyelerine uyarak, o günahlara kefaret olmak üzere güzel ameller işlemesidir. Bir de, Allah’ın Halîm ve Ğafur olduğunu hatırlatarak onu isyana teşvik eden nefsine, Alîm, Rakîb, Hasîb ve Muntakim isimlerini hatırlatması ve böylece o nefsi yanlış yola girmekten men etmesidir.

88 Kur'an'da, Evvel ve Ahir, Zâhir ve Bâtın isimleri niçin birlikte kullanılmıştır?

Evvel ismi Allah’ın ezeli olduğunu, varlığı için bir başlangıç düşünülemeyeceğini, Âhir ismi ise Allah’ın zatı ve sıfatlarıyla baki olduğunu, yok olmaktan, fani olmaktan münezzeh oluğunu ifade eder. Zâhir ismi, Allah’ın varlığının şu âlemin varlığından daha açık ve seçik olduğunu, Bâtın ismi de Onun kutsi mahiyetini anlamaktan âciz olduğumuzu ders verir.

Elmalılı Hamdi Efendi, şu veciz ifadesiyle bu gerçeği çok güzel dile getirir:

“O her şeyden sezilen Zâhir, hiçbir şeyle bilinmez Bâtın’dır.” (Hak Dini Kur’an Dili)

Bu âlemde yaratılan her varlığın bir evveli vardır. Zira, her mahlûk hâdistir, yâni sonradan ihdas edilmiş, yaratılmıştır. Ve yine her varlığın bir âhiri vardır. Zira her mahlûk fânidir. Öyle ise, bütün evvel ve âhir âlemlerini birden nazara aldığımızda, şu âlemin bu iki ismin tecellileriyle âdeta kaynaştığını görürüz.

Zâhir ve Bâtın isimleri de öyle. Nur Külliyatı'ndan Asa-yı Musa’da bu dört ismin tecellileri harika bir şekilde izah edilir. Bütün çekirdeklerin Evvel ismine, bütün meyvelerin Âhir ismine, bitkilerin elbise hükmündeki bedenlerinin Zâhir ismine, birer fabrika mahiyetindeki iç âlemlerinin ise Bâtın ismine âyine oldukları ders verilir. Bu güzel misali yaygınlaştırabilir ve tefekkürümüzü genişletebiliriz. O zaman görürüz ki, mahlûkatta bu dört isim birlikte tecelli ediyorlar.

Her insan güneş sisteminin bâtınında, yer küresinin zâhirinde, dedesinden âhir, torunundan evveldir. Kâinat da bizim gibi. O da Nur-ı Muhammed (asm)’in âhirinde, arşın bâtınında, ahiretin evvelindedir.

Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın olan Allah, bâtınlarda nice varlıkları bâtınlarıyla birlikte yaratıyor ve daha sonra onları zâhire çıkarıyor. Hepimizi nutfe denilen bir evvel üzerinde inşâ etti. Bu ameliye annemizin batınında icrâ edildi. Ve bizim batınımızda kalp, ciğer, damar, sinir gibi nice organlar ve sistemler yerleştirdi. Sonunda o bâtından bu dünyanın zâhirine çıkardı. O anda kendimizi kâinatın bâtınında bulduk.

Bu dört ismin harika bir tecellisi de ruhumuzda mevcut. Ruh evveldir; zira o var iken beden yoktu. Âhirdir; beden çürüyüp gitse de o varlığını devam ettirir. Zâhirdir; onun varlığı bedenin varlığından daha açıktır; bedendeki her faaliyet onun varlığından haber verir. Bâtındır, akıl onun mahiyetini bilmekten aciz kalır...

89 EŞ-ŞEHÎD
“Bilinenin ve bilinmeyenin şahidi.”

“Her mekân ve zamanda hâzır ve nâzır.”

"De ki: “Benimle aranızda Şehîd (şahid) olarak Allah yeter; şüphesiz O, Habîr’dir, Basîr’dir.” (İsrâ Sûresi, 17/96)

Şehîd, kelime mânâsıyla, ‘en ileri derecede şahit,’ ‘en büyük şahit’ mânâsına gelir. Elbette Allah’ın şahitliği mahlukatın şahitliğine benzemez. Çünkü kullar, başkası tarafından yapılan bir işe, dışardan nazar eder ve böylece o hadisenin şahidi olurlar. Allah ise o hadisenin bütün safhalarını bizzat yaratandır.

Hayır ve şerrin Allah’tan olduğu, imanın bir rüknüdür. Yani, bir iş, hayır olsun, şer olsun onu ancak Allah yaratır. Zira, O’ndan başka yaratıcı yoktur.

Güzel bir cümleyi dudaklardan döken O olduğu gibi, kötü sözü de ağızda yaratan yine O’dur. Kişi hayra ve şerre sadece istek gösterir, bunlardan birisine meyleder ve iradesini o yönde kullanır. Bunun ötesinde, her şeyi yaratan Allah’tır.

Ve Allah, hayır olsun şer olsun, gizli olsun açık olsun her şeyin Şehîd’i, en büyük şahididir.
İmam Gazâlî Hazretleri, Şehîd ismine Alîm mânâsı verdikten sonra şu açıklamada bulunur:

“Allah Alîm’dir. Bu bilme keyfiyeti, gaybî ve batınî şeylere izafe edildiğinde Allah Habîr’dir. Zahirî şeylere izafe edildiğinde ise Allah Şehîd’dir.”

Bu ismin mü’minin ruhunda derin tesirleri vardır. Her şeyin Şehîd’i olan Allah’a iman eden insan, hiçbir şeyin O’ndan gizli kalamayacağının şuuru içinde, daima güzel işler yapmaya, doğru söylemeye, takva dairesinde yaşamaya çalışır.

Öte yandan, insan, kâinatı hikmet ve ibret nazarıyla temaşa etmekle ilâhî sıfatların ve isimlerin tecellilerine şahit olur. Mahlukatın bir emir altında ve hikmetle hareket ettiklerini görür. Böylece, nefsini emir dinlemeye alıştırır. Kalbini ve aklını gereksiz ve zararlı şeylerden uzak tutmaya çalışır.

90 EL-HASÎB
“Kulların yaptıklarını muhasebeye tâbi tutan.”

“Amellerin karşılığını verme hususunda kâfi olan.”

“Onlar (peygamberler) Allah’ın gönderdiklerini tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmayanlardır. Hasîb olarak Allah yeter.”( Ahzâb33/, 39)

Bu ism-i şerif ‘Alîm, Habîr ve Hafîz’ isimleriyle yakından ilgilidir. İnsanı yaratan Allah, elbette onun her şeyini, her fikrini, her inancını, her niyetini yakînen bilir. Allah’ın bildiği, haberdar olduğu ve hıfzettiği bu gibi hal ve hareketlerden, insanın cüz’î iradesine bırakılan ve hakkında emir ve yasak bulunanlar, ahirette Hasîb isminin tecellisiyle, muhasebeye konu olacaklar ve insan, bütün bunlardan hesaba çekilecektir.

Hesap sormak, ‘bilmekten, haberdar olmaktan ve hıfzetmekten’ farklıdır. Bundan dolayı, Hasîb ismi, Alîm, Habîr ve Hafîz isimlerinden ayrıdır ve müstakil bir isimdir.
Nur Külliyatından bir ikaz cümlesi:

“İnsan bu keramete, bu şerefe nâil olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesabları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir.” (Mesnevî-i Nuriye)

Hasîb isminin bir başka mânâsı da kâfi gelen, yeten’ şeklindedir.

“Hasbiyallahu lâ ilâhe illa hu,” yani “Allah bana yeter, O’ndan başka ilâh yoktur.” (Tövbe, 9/129) âyet-i kerîmesi, Hasîb isminin insan kalbindeki kâmil tecellisini bize haber vermektedir. “Allah bana yeter” cümlesi bir hükümdür, “O’ndan başka ilâh yoktur” cümlesi ise bu hükmün delilidir.

Bütün mü’minler, ‘Hasbünallah’ yani ‘Allah bize yeter’ derler. Çünkü O’nu, her şeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, aczden müberra, kusurdan mukaddes, nakstan mualla bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl” (Nur Külliyatı'ndan, Sözler) olarak tanırlar ve böylece iman ederler.

Kulun bu isimden alacağı ders, ölümle birlikte hesap döneminin başlayacağını, kabir âleminde sorguya çekileceğini, kıyamet ve haşir safhalarından sonra her amelinden en ince teferruatına kadar hesap vereceğini bilmesi ve ömrünü ona göre tanzim etmesidir. Bu kısa dünya dönemine aldanmaması, ana rahminde olduğu gibi kabir âleminde ve daha sonrasında kimseden bir yardım görmeyip, ancak Allah’a sığınacağını bilerek, bu dünya hayatında da “Allah bana kâfidir” deyip, teslim ve tevekkül dairesinde yaşamaya çalışmasıdır.

91 Allah'ın "Mürid" ismi var mıdır, anlamı nedir?

Mürid: "İrade eden, bir şeyi yapmayı dileyen" anlamına gelir. Mürid ismi Allah'ın irade sıfatından gelmektedir.

İrade: Evrenin her tarafında yer alan farklı şekillerdeki farklı varlıklar, bu farklılığın arka planında tercih edici bir irade fiilinin bulunduğunu; bu irade fiili ise, bu işi irade eden bir yaratıcının olduğunu; bu iradeye sahip olan Allah’ın irade sıfatına sahip bulunduğunu; irade sıfatı ise, sahibinin Mürid ismine ve unvanına sahip olduğunu; bu isim ve sıfat ise, Mürid / İrade eden Allah’ın bir iradenin şuunatı arasında yer aldığını göstermektedir...

92 "Altı Esma" diye bir şey varmış, bunlar hangi isimlerdir?

Hadis kaynaklarında böyle bir bilgiye ulaşamadık. Ancak, rivayete göre, Hz. Ali (ra), Allah’ın isimlerinden altı ismi bir nevi ism-i azam olarak görmüş ve hararetle tavsiye etmiştir. İmam Gazalî de bunları değişik ayetlerle birlikte okumasını ön görmüştür. Bunlar “cünnetu’l-esma = isimlerin zırhı” adıyla "Mecmuatu’l-Ahzab" (Şazelî kısmı, s. 471) kitabında yer almaktadır.

Aynı isimleri “Sekine” adıyla sürekli bir vird olarak kullanan ve talebelerine tavsiye eden Bediüzzman Said Nursi de bu duayı "Hizbü'l-Hakaik" (Büyük Cevşen) adlı dua kitabına almıştır. Ayrıca, bu altı ismi, "Lem'alar" adlı eserinin Otuzuncu Lem'a'sında altı nükte halinde çok geniş bir şekilde açıklamıştır.

Bu isimler şunlardır:

Ferd: Allah’ın bir olduğunu ifade eder.

Hay: Allah’ın ezelî ve ebedî bir hayata sahip olduğunu gösterir.

Kayyum:  Bütün varlıkları ayakta tutanın Allah olduğunu belirtir.

Hakem: Allah’ın her şeyi hikmetle yapan, her şeye hükümran olduğuna bildirir.

Adl:  Allah’ın sonsuz adaletinden haber verir.

Kuddüs: Allah’ın her türlü noksanlıklardan beri / uzak olduğunu ifade eder.

Bu isimlerin nasıl birer ism-i azam olduğu ve kâinatla olan ilişkilerinin boyutunu öğrenmek için bu eseri okumakta fayda görüyoruz.

93 Allah'ın el-Vasi ismi hakkında bilgi verir misiniz?

Bu düşünce, ehlisünnet âlimlerinin icmaına aykırı, aklen muhal, dinen saçma sayılan bir kuruntudur.

Evet, bu konuda Allah’ın iki ismi vardır.

Biri: Musi’dir ki, “genişleten” anlamındadır.

“Biz göğü büyük bir kudretle/çok sağlam bina ettik, onu genişleten de biziz.” (Zariyat, 51/47)

mealindeki ayette bu isim geçmektedir.

Diğeri: Vasi’dir ki, Allah’ın geniş gücünü, geniş mülkünü, geniş kudretini ifade eder.

Kur’an-ı Kerim'de dokuz defa geçen bu ismin yedi tanesinin “Allah Vasidir, Alîmdir” şeklinde gelmek suretiyle Allah’ın sonsuz ilminin genişliğine işaret edildiği gibi, bir kere “Vasian Hakîma” şeklinde gelmek suretiyle Allah’ın hikmetinin genişliğine, şümulüne ve sonsuzluğuna işaret edilmiştir. Bir defa da “İnne Rabbeke Vasiu’l-mağfireti = Senin Rabbin, mağfireti / bağışlaması bol-geniş olandır.” şeklinde kullanılmış ve genişliğin -haşa- Allah’ın zat-ı Akdesine değil, onun sıfatlarına ait bir özellik olduğuna işaret edilmiştir.

Kur’an’daki bu kullanım şekillerine baktığımızda, “Vasi” vasfının, Allah’ın ilmi, hikmeti ve bağışlamasına ait bir özellik olduğunu, bu kullanım şekillerinin birer örnek olarak, “Vasi” sıfatının Allah’ın zat-ı Akdesini değil, onun sıfatlarını niteleyen bir vasıf olduğunu görmekteyiz.

Genişleme, arizî/sonradan olan bir vasıftır. Ezelî olan bir zata arizî sıfatlar, durumlar arız olamaz.

Genişlik, mahluk olanların bir vasfıdır. “Allah’a benzer hiçbir şey yoktur.” mealindeki ayete baktığımızda, “genişlik” vasfını Allah’ın zatına yakıştırmanın açık bir hata olduğunu görüyoruz.

İlave bilgi için tıklayınız:

EL-VÂSİ'

94 ESMAÜ'L-HÜSNA / Esma-i Hüsna

ESMAÜ'L-HÜSNA / Esma-i Hüsna: Cenâb-ı Allah'ın güzel isimleri.

Yasadığımız dünya, felekler, yıldızlar, Ay ve Güneş birer âlemdir. Bütün bu âlemler bir ahenk içindedirler. Bu, Allah'ın rab sıfatının bir tecellisidir. Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup, varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da rab sıfatının gereğidir.

Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardâki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep rubûbiyet sıfatının yansımasındandır. Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve oluşma rab sıfatının bir tecellisidir. Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur.

Allah'ın gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde gecen birçok güzel ismi vardır. Aslında bu isimleri iki grupta ele almak mümkündür:

a) Hak Teâlâ'nın zatına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi ondan başka bir varlık hakkında kullanılmamıştır. Kullanılması caiz değildir. Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve çoğulu da yoktur. Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz.

b) Allah Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir. Ayet ve hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pek çok güzel isminden bahsedilir. Bunlardan her biri O'nun sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir. Rahman, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs. gibi. Bu isimler bir başka dile tercüme edilebilir. Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak söylenebilir. Müminin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır. Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ en güzel isimler ile isimlendirmiştir (el-A 'râf, 7/180; el-İsrâ, 17/1 10; Tâhâ, 20/7; el-Haşr, 59/24). Doksan dokuz adet olan bu isimlerin başında "Allah" gelir. Diğer isimlerin hiçbiri anlam ve içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz. Bu nedenle, İslâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe İllâllah" der; "Lâ ilâhe illarahman" demez. Namaza başlarken, "Allahü Ekber"der; "Rahman Ekber" diyemez. Allah Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir. Kur'an-ı Kerîm'de;

"Allah'ın güzel isimleri vardır. O hâlde Allah'a o güzel isimlerle dua edin." (A'râf, 7/180);

"De ki: İster Allah deyip dua edin, ister Rahman deyip dua edin; hangisi ile dua ederseniz edin, onun güzel isimleri vardır.'' (İsrâ, 1 7/110) buyurulmuştur

Peygamber Efendimiz (asm) de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider. Şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever." (Buhârî, Daavât, 68).

Allah Teâlâ'nın isimleri doksan dokuz isimden ibaret değildir. O'nun ayet ve hadislerde geçen başka isimleri de vardır. Yalnız Tirmizî ve İbn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksan dokuz isim teker teker sayılmıştır. Bu isimler şunlardır:

1) ALLAH: Tüm isim ve sıfatlan kendinde toplayan yüce Allah'ın zatının, başka hiçbir varlığa verilemeyen ismidir.

2) RABB: Terbiye eden, yaratan, besleyen, mâlik, en mükemmel, sahip tutan ve idare eden anlamlarına gelir. Rabb ismi, yüce Allah'ın umûmî isimlerindendir. Âlemlerin devamını sağlayan yüce Allah, onların Rabbi'dir. Allah'ın her türlü eksiklikten münezzeh olan rubûbiyeti ve O'nun neticesi olan terbiyesi, besleyip büyütmesi olmasaydı, kainatta ne varlıktan, ne de tekâmül'den hiçbir eser bulunmazdı. Eğer bir kemâlimiz, bir terbiyemiz, ölçülü bir şekilde doğmamız, büyümemiz, yaşamamız ve ölmemiz varsa, bunlarda yüce Allah'ın Rab sıfatının yansımasını görmemek mümkün değildir. Bu âlemde görülen ve bilinen her şeyde yüce Allah'ın sıfatlarının belirtisi vardır.

3) RAHMAN: Allah'ın pek merhametli, çok rahmet sahibi olması anlamlarına gelen bir sıfat ismidir. Sıfat ismi olmakla beraber, bu ismin Allah'tan başkasına verilmesi uygun görülmez. "Çok rahmet sahibi, gayet merhametli ve sonsuz rahmeti bulunan" diye tefsir edilip açıklanabilirse de, yalnız yüce Allah'ın özel bir ismi olduğundan dolayı tam anlamıyla tercüme edilemez. Dilimizde onun tam karşılığı olan bir kelime yoktur. "Esirgeyici" olarak tercüme edilmesi de doğru değildir. Dolayısıyla bu anlam Rahman isminin tercümesi olamaz. "Acıyan" diye tercüme edilmesi de onun tam anlamını vermekten uzaktır. Çünkü kuru bir acıma merhamet değildir. Bilindiği gibi, merhamet acıyı giderip yerine sevinç ve iyiliği getirmektir. Bu itibarla merhametli sözcüğünden anladığımız anlamı, diğerlerinden anlayamayız.

Rahman, "pek merhametli" şeklinde eksik olarak tefsir edilebilirse de tercüme edilemez. Yüce Allah'ın rahmeti, sadece bir iyilik duygusundan ibâret değildir. O'nun rahmeti, insanlara iyilik dilemesi ve sayılamayacak kadar nimetler vermesidir. O hâlde "Rahman" ismini böylece bilmek ve anlamak gerekir. Her gün karşılaştığımız ve içinde bulunduğumuz nimetler, aslında bize Rahman'ın en güzel açıklamasıdır.

4) RAHÎM: "Çok merhamet edici' anlamında bir isimdir. Allah'ın sıfat ismi olmayıp, Allah'tan başka varlıklara da verilebilen bir isimdir. Bu iki sıfat "rahmet" mastarından türemiş olmakla beraber, aralarında ifade ettikleri anlam bakımından farklar vardır. Rahman ve Rahîm arasındaki bu farklar şöylece belirtmek mümkündür:

     a) Rahman sıfatı; daha ziyâde ezelle; Rahîm sıfatı ise daha çok ebedle ilgilidir. Bu nedenle hadislerde yüce Allah'ın hakkında "Dünyanın Rahman'ı ahiretin Rahîm'i" ifadelerinin kullanıldığını görüyoruz. Rahman sıfatı bütün insanları; Rahîm sıfatı ise yalnız müminleri kapsar.

     b) Rahman sıfatı; hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın varlıkları yaratmak, meydana getirmek, onların çalışıp çalışmadıklarına bakmadan sayısız nimetlerle nimetlendirmek anlamına gelirken; Rahîm sıfatı Allah'ın emirleri doğrultusunda çalışanlara, çalıştıklarının karşılığını vermek anlamına gelmektedir.

     c) Rahman sıfatı; ümitsizliğe, karamsarlığa imkan bırakmayan kesin bir ümit ve ezelî bir yardım ifade eder. Rahîm sıfatı ise, yaptığımız işlerimizin Allah tarafından mükâfatlandırılacağını ifade etmektedir. Bu nedenle Rahman sıfatının ifade ettiği manada mü'min ve kâfir eşit tutulup ayırım yapılmamış; Rahîm sıfatının belirttiği manada ise, mü'min ve kâfir açık bir farkla ayrılmışlardır.

5) el-MELİK: Yüce Allah Melik'tir. Yani mülk sahibi, bütün eşyanın ve yaratılanların tek mâlikidir. Bütün varlıklar üzerinde emretme, istediği gibi tasarruf etme, hiçbir şarta bağlı olmaksızın sahip olma O'na mahsustur. Yarattıklarına emretme, sakındırma, cezalandırma, istediğini zelil, dilediğini de aziz etme kudretine sahip olan yalnız yüce Allah'tır. O yarattığı mülkünde ve orada olanların hepsinde yegane hükümdardır. Sonsuz kudretiyle onları idaresi altında tutan Allah'tır...

6) el-KUDDÛS: Her türlü hata, gaflet ve acizlikten uzak, eksiklikten beri, mutlak kemâl sahibi anlamında. Allah, sonradan olma ve hiçbir tasvir kayıtlarına sığmayan, hakkında hiçbir eksiklik düşünülemeyen en mukaddes olan en yüce varlıktır (Haşr, 59/23; Cum'a, 62/1).

7) es-SELÂM: Allah, her türlü eminliğin, salimliğin aslı olup, ayıptan kusurdan ve her çeşit eksikliklerden uzak olan yüce yaratıcı anlamındadır. Allah, yok olmaktan ve hatıra gelen her türlü eksikliklerden uzaktır. Buna göre dünyadan ve ahiretten emin olmak isteyenleri ve kurtuluşa ermek dileğinde bulunanları, kurtuluşa erdirecek olan da yalnız Allah'tır (Haşr, 59/23).

8) el-MÜMİN: Allah'ın, iman ve güven veren, her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran anlamında bir ismidir. Allah, korku içinde olanlara emniyet ve güven verendir. Bu bakımdan her türlü korkudan emin olmak için Allah'a iltica edilmeli, O'na sığınılmalıdır.

9) el-MÜHEYMİN: Allah'ın, görüp gözeten, her şeye şahit olan, her şeyi koruması altına alan, onları muhâfaza edip saklayan olduğu anlamına gelir.

10) el-AZİZ: Allah'ın, hiçbir yönden mağlup edilemeyen, her işinde mutlak gâlip gelen, son derece izzetli ve yüce olduğu manasına gelir. Hiçbir yönden benzeri olmayan dilediğini yapan ve buna güç yetiren, yüce varlığını ve kudretini hiçbir gücün mağlup edemediği tek yaratıcı Allah'tır.

11) el-CEBBAR: Allah'ın, yarattığı tüm varlıklarının ihtiyaçlarını karşılayan, her konuda çok güçlü ve kudretli olduğu anlamındadır. Ayrıca Allah'ın yarattıklarının tümünü kendi iradesine mecbur eden, dilediğini de zorla yaptırmaya gücü yeten, kesin hükmüne karşı gelinemeyen yaratıcı olduğu anlamına da gelir.

Yüce Allah'ın "Cebbâr" sıfatı sebebiyle insanların, işlerine kendi iradeleri ve serbestlikleri olmadığı sanılmamalıdır. Çünkü Allah, bildirdiği emir ve yasaklarına uyup uymama konusunda insanları kendi iradelerinde serbest bırakmıştır. Şüphesiz insanların, Allah tarafından akıllı ve iradeli yaratılmalarının bir anlamı vardır. Allah, insanı O'nun hükümlerini tanıyıp bilmesi için akıllı, kendi irade ve istekleri ile O'nun emrine uymaları ve gösterdiği bu yolda yürümeleri için de serbest iradeli yaratmıştır.

Ancak Allah'ın, insanlara işlerinde serbestlik tanımış olması, onların bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur olduğu anlamına gelmez. Örneğin Allah'ın emirlerini dinlemeyip O'na karşı gelen asiler, günahkârlar cezaya yanaşmak istemeseler de vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur olacaklardır. Allah'ın mutlak iradesi ve kudreti altına girmeyen hiçbir varlık düşünülemez.

"Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez ona teslim olmuştur ve ona döndürülüp götürüleceklerdir." (Âl-i İmrân, 3/83).

12) el-MÜTEKEBBİR: Allah'ın, her hususta çok büyük ve azamet sahibi ulu bir yaratıcı olduğu anlamındadır. Büyüklük onun hakkıdır. Yaratılmışların hiçbirinin böyle bir hakkı yoktur. Allah, zatında sıfatlarında ve işlerinde, mutlak manada büyüklüğün tek sahibidir. Hiçbir insan için bu manada bir büyüklükten söz edilemez. Kendilerini büyük sanan nicelerinin, Allah'ın sonsuz kudreti ve büyüklüğü karşısında ne kadar küçüldükleri, inkârı imkânsız olan bir gerçektir. Büyüklük sevdasına kapılanların yok olmalarına, bazen küçücük bir olay hattâ çok küçük bir yaratık, bir mikrop bile yetmiştir. Bu gerçek karşısında insanlar hangi büyüklükten söz edebilirler?..

13) el-HÂLİK: Allah'ın, yaratıcı olduğunu belirten bir sıfattır. Yaratmak ise bir şeyi var etmek, hiç benzeri olmayan bir şeyi meydana getirmek demektir. Bu manada Allah'tan başka hiçbir yaratıcı yoktur. Her şeyi yaratan O'dur. İnsanların ortaya koydukları şeyler yaratma değildir; var olanlardan yeni bir şey elde etmektir. Allah, yaratandır; onun dışındaki tüm varlıklar ise yaratılmıştır.

14) el-BÂRÎ: Allah'ın, yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizâm üzere yaratması, olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getirmesi manasındadır. Şüphesiz varlıkları seçip, düzenleyip olgunlaştırarak her birini ayrı bir özellikte yaratan Allah'tır.

15) el-MUSAVVİR: Allah'ın, yaratmış olduğu varlıkların şekil ve durumlarını takdir edip, dilediği şekilde meydana getirmesi, şekillendirmesi anlamına gelir.

16) el-GAFFÂR: Kullarının günâhlarını affeden ve çok bağışlayan yüce varlık anlamına gelir. Günâh işlemek insanların özelliği olduğu gibi, onların günâhlarını örtmek ve bağışlamak da yüce Allah'ın ayrılmaz sıfatlarındandır.

17) el-KAHHÂR: Allah'ın, ziyadesi ile kahredici, yok edici yüce bir varlık olduğu manasına gelir. Sonsuz kudretinin karşısında hiçbir kimsenin gücü ve kudreti olamaz. Ama serbest iradeleriyle O'nun karşısına çıkma cüretini gösterenlere de lâyık oldukları cezaları tam olarak verecektir. Allah'ın kayıtsız üstünlüğüne sınır koyacak hiçbir varlık yoktur.

18) el-VEHHÂB: Allah'ın, çok hibe eden, çok fazla bağışlayan olduğu anlamına gelir. Hak sahibi olmadıkları hâlde yarattıklarına çok çok verendir.

19) er-REZZÂK: Allah'ın, bütün yaratıkların rızıklarını veren olduğunu ifade eder. Her canlı için gerekli gıdayı bahşedip yaratan ve bol bol veren Allah'tır.

20) el-FETTAH: Kulların, her türlü güçlük ve sıkıntılarını açan ve kolaylaştıran manasına gelir. Faydalı ilimlere karşı insanların kalbini açarak, onların işlerini kolaylaştıran, bütün zorluklarını ortadan kaldıran yüce Allah'tır. Her işinde üstün gelen O'dur.

21) el-ÂLİM: Allah'ın, çok bilen, bilgisi ezelî ve ebedî olan, her şeyi her yönüyle bilen tek yaratıcı olduğu manasını ifade eder.

22) el-KÂBID: Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık olduğu anlamına gelir.

23) el-BÂSIT: Allah'ın, her hayrı veren, lütuf ve rahmetini kullarına yayan yüce yaratıcı olduğunu ifade eder. Allah, insanlara rızık, neşe, rahatlık ve bolluk vererek onlara lütuf ve rahmetiyle muâmele etmektedir.

24) el-HÂFID: Allah'ın, emirlerini dinlemeyen, başkalarını beğenmeyen, büyüklenip hak ve hukuk tanımaz zorbaları rezil, perişan eden anlamına gelen bir ismidir.

25) er-RÂFİ: Kaldıran, yükselten ve yüksek olan anlamlarına gelir. Gönülleri iman ve irfan ışığıyla parlatan, yüksek gerçeklerden haberdar eden yüce Allah'tır. Her yönüyle yüce ve yüksek olan O'dur.

26) el-MU'İZZ: İzzet ve ikrâm edici, şeref sahibi anlamına gelir. Yalancılığa, samimiyetsizliğe itibar etmez.

27) el-MÜZİLL: Yüce Allah'ın, lâyık olanları zillete düşüren, zelil kılan, onları hor ve hakir eden anlamına gelen bir sıfat isimdir.

28) es-SEMI': İşiten, işitme kuvvetine sahip olan ve işitme gücünü verendir. O, hiçbir şartla ve kayda bağlı olmaksızın işitir.

29) el-BASÎR: Her şeyi her yönüyle eksiksiz gören, yaratıklarına da görme duyusunu veren anlamını taşır.

30) el-HAKEM: Hüküm koyan, emir veren, varlıklar hakkında hükmünü tamamen icra eden anlamına gelir.

31) el-ADL: Allah'ın herkese hakkını veren, koyduğu âdil hükümleriyle zulme razı olmayan, zulmü ve zâlimi sevmeyen anlamına gelen sıfatının ismidir. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır (A'raf, 7/85; Yûnus, 10/109; Yûsuf, 12/80).

32) el-LATÎF: En ince işlerin bile bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri de yapan, seçilmez yollardan da kullarına çeşitli faydalar ulaştırandır (En'âm, 6/103).

33) el-HABÎR: Her şeyden haberdar olan, her şeyin iç yüzünden ve gizli tarafından her yönüyle haber sahibi bulunan.

34) el-HALİM: Acele etmeyen, günahkârların cezasını vermeye güç yetirdiği hâlde bunu acele yapmayıp, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.

35) el-AZİM: Çok yüce ve çok büyük olan; sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlük de yalnız O'ndadır.

36) el-GAFÛR: Mağfiret eden, yargılayan, suçları bağışlayan, affeden, insanların beğenilmeyen taraflarını gizleyendir.

37) eş-ŞEKÛR: Çok şükre lâyık olan, kendi rızası için şükredilen, şükür olarak yapılan iyi işlerin daha fazlasıyla karşılığını veren, insanlara nimetlerini artırarak şükür muamelesi yapandır.

38) el-ALİYY: Yüksek, büyük ve yüce olan; kudrette, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstün olandır. Her şey onun hükmü ve emri altındâdır.

39) el-KEBİR: Büyük, yüce anlamında olup, Allah'ın kâinatı ve ondâkileri hüküm ve kudretiyle idâre eden, her şeyi hükmü altına alan sıfatının ismidir.

40) el-HAFIZ: Muhafaza eden, koruyup saklayan.  Yapılan işleri bütün ayrıntılarıyla saklayıp, her şeyi belli vaktinde afet ve belâlardan koruyandır.

41) el-MUKÎT: Her şeyi lâyıkıyla bilip gözeten ve her şeye kudreti yeten. Amelleri zayi etmeyip koruyan. Rızıkları yaratıcıdır.

42) el-HASÎB: Herkesin yaptıklarını takdir eden, yapılanları bütün ayrıntılarıyla bilip her insanı hesaba çekerek yaptığının karşılığını verendir (Ahzâb, 33/39).

43) el-CELÎL: Büyüklük ve ululuğu pek yüce olandır. Sıfat ve isimleriyle her türlü büyüklük kendine ait olandır.

44) el-KERÎM: Cömert, kerem sahibi; muktedir iken affeden, cömertlik duygusunu veren, va'dini yerine getirendir.

45) er-RAKÎB: Görüp gözeten, murâkebe eden, bütün varlıklar üzerine gözcü olup bütün işlerini kontrol altına alandır (Nisâ, 4/1).

46) el-MUCÎB: İcâbet eden, isteyene karşılık veren, teklifleri bilen ve O'na yalvaranların isteklerine icâbet eden ve karşılık verendir (Bakara, 2/186).

47) el-VASİ': Bağışlaması bol ve rahmeti çok olandır. Yarattıklarına maddi ve manevi genişlik verendir (Bakara, 2/247).

48) el-HAKIM: Her şeyi inceliğiyle bilen, bu bilgisine göre emir ve yasakları vâzeden, buyrukları ve bütün işleri yerli yerinde olandır.

49) el-VEDÛD: Çok şefkatli, muhabbetli, salih kullarını çok seven ve onlarca çok sevilen, onları rahmet ve rızasına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya yegane lâyık olandır. Sevgi ve dostluk hissini yaratandır (Hud, 11/90).

50) el-MECÎD: Şan, şeref, büyüklük ve kudretinden dolayı yüce olan ve güzel işlerinden dolayı da sevilip övülendir. Şeref, ancak kendi emir ve yasaklarına uymakla elde edilebilir (Hud, 11/73).

51) el-BAİS: Sebepleri yaratan ve ölüleri diriltendir. İhtiyaçlarıa göre insanlara peygamberler gönderendir.

52) eş-ŞEHÎD: Her şeye şahit olan, her şeyi hakkıyla gören, bilen ve muamelesini de buna göre yapandır.

53) el-HAKK: Varlığı hiç değişmeyen, hiç yok olmayan ve gerçek olandır (Hacc, 22/6).

54) el-VEKİL: Hayatını, O'na tevekkül ederek düzenleyen ve böylece ona sığınanların işlerinde kendilerine yardım edendir. İdaresinde hiçbir kayda ve şarta bağlı olmayandır.

55) el-KAVÎ: Kudretli, güçlü ve sınırsız kuvvet sahibi olandır. Her şey onun kudret ve kuvveti karşısında güçsüzdür; ona boyun eğmek zorundadır.

56) el-METİN: Metânetli, kuvveti çok şiddetli olup hiçbir iş ona zor değildir.

57) el-VELÎ: Emir sahibi ve iyi insanların yani müminlerin dostu (velisi) olup onlara yardım ederek işlerini yönetendir.

58) el-HAMÎD: Çok övülen, övgüyle değer sıfatlarıyla hamd edilendir. Bütün varlığın diliyle övülmeye lâyık ve her an hamd edilen tek yüce varlıktır.

59) el-MUHSÎÎ: Allah, çokça veren, sonsuz düşünülse bile her şeyin sayısını her yönüyle bilendir.

60) el-MÜBDÎ: Hiç yoktan ortaya koyan, vareden, yaratandır. Ondan başka yaratıcı yoktur.

61) el-MU'ÎD: Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratandır. Ondan başka yaratıcı olamaz.

62) el-MUHYÎ: Dirilten, canlandıran ve hayat verendir. Onun öldürdüğüne kimse hayat veremez (Fussilet, 41/39)

63) el-MÜMÎT: Öldüren, ölümü her canlıya takdir edip bunu uygulayandır.

64) el-HAYY: Diri, canlı hiç ölmeyen, hayatı ezeli ve ebedi olandır.

65) el-KAYYÛM: Baki ve ebedi olan; her şeyin onun kudret ve iradesiyle varlığını sürdürebildiği tek varlıktır (Bakara, 2/250; Âl-i İmrân, 3/1).

66) el-VÂCİD: Var olan ve her şeyi vareden, icad eyleyen; varlığı kendinden olan; dilediğini istediği anda var edip yaratandır. O'na karşı hiçbir şey kendini gizleyemez.

67) el-VAHİD: Tek, bir olmak, Allah ikincisi olmayan tek birdir. Zatında, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde asla ortağı, dengi ve benzeri bulunmayandır.

68) es-SAMED: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm yaratıkların ihtiyacını gideren ve her türlü istekte doğrudan kendisine başvurulandır.

69) el-KADÎR: Kudret sahibi, tükenmez kudreti olan, istediğini dilediği gibi yapmaya muktedir olandır. Her türlü güç ve kuvvet de O'ndandır (Bakara, 2/20).

70) el-MUKTEDİR: Gücü her şeye yeten, her şeyi dilediği duruma getiren, kuvvet sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf edendir.

71) el-MUKADDİM: Her şeyden önce olan, dilediğini öne alan; dilediğine maddi ve manevi nimetler verip yükselten, öne geçiren, ilerlemelerini sağlayandır.

72) el-MUAHHİR: Her şeyden sonra yine var olan; emir ve yasaklarına uymayanları zelil edip arkaya bırakan, istediğini geri koyandır. Sonunda yine sadece O var (olarak) kalacaktır.

73) el-EVVEL: Her şeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının öncesi olmayandır.

74) el-AHİR: Her şey son bulunca o, var olarak kalacaktır. Varlığının sonu yoktur.

75) ez-ZÂHİR: Görünen, varlığında hiç şüphe olmayan, varlığı her şeyden aşikâr olandır. Her yaratık yaratanının görülen bir şâhididir.

76) el-BATIN: Gizli, cisim olarak görülmeyen, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak bilinendir. (Hayal, duygu, akıl ve düşüncenin de görülmeyip eserle varlıklarının kesin olarak bilinmesi gibi).

77) el-VALÎ: İdare eden, bu büyük kâinatı ve onda her an olup bitenleri idare edip yönetendir. İdare etme yeteneği O'nundur.

78- el-MUTE'AL: Yüksek ve yüce varlık... Bilinenlerin ve bilinmeyenlerin en üstün olanı... Akım yaratılmışlarda mümkün gördüğü her şeyden çok yüce olandır.

79) el-BİRR: İyilik ve güzellik, bağışta bulunma, kullarına yardımcı olma anlamlarında Yüce Allah'ın bir sıfat ismidir. İyiliği ve ihsânı çoktur. İyilik ve ihsan gibi hisler de sadece ondadır (Tûr, 52/28).

80) et-TEVVÂB: Tövbeleri çok kabul eden, tövbe kapısını açık tutarak tövbe etme imkânı verendir. Samimi olarak günahlardan dönüp tövbe edenleri bağışlayandır.

81) el-MÜNTEKİM: İntikam alan, günahkârları, adaletiyle yargılayarak lâyık oldukları cezaya çarptıran demektir.

82) el-AFÜV: Merhametli, daima affeden, günâhlardan dilediğini affedip suçları bağışlayandır.

83) er-RAÛF: Çok merhamet eden, insanları yükümlü tutmada pek müsâmahalı ve yumuşak davranandır.

84) MALİKÜ'L-MÜLK: Her şeyin tek sahibi, her ne varsa onundur. Her şey üzerinde mutlak tasarruf yetkisi sadece ona aittir. O hâlde ondan başkasına kulluk edilmez.

85) ZÜLCELÂL-İ VE'L-İKRÂM: Celâl ve ululuk sahibidir. İkrâm ve ihsân edicidir. Hürmet ve saygıya yegane lâyık ve tüm büyüklüklere sahip olandır.

86) el-MUKSİT: Doğru hareket eden, bütün işlerini birbirine uygun ve yerli yerinde yapandır.

87) el-CÂMİ: Derleyen, toplayan, her şeyi kudreti içinde bulundurup dilediğini istediği anda ve istediği yerde toplayandır.

88) GANÎ: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hakkında noksanlık ve ihtiyaçtan sözedilemeyendir.

89) el-MACİD: Kerem ve müsâmahası sınırsız olandır. İnsanlara iyilikle muamele edip onları himâye etme lütfunda bulunan, her türlü sıkıntılarını giderendir.

90) el-MÂNİ': Her şey onun emir ve korumasına bağlıdır. Onun emri olmadıkça hiçbir şey olamaz. İstemediği şeyin, yani takdir etmediğinin olmasına imkân yoktur.

91) en-NÛR: Alemleri, bütün kâinâtı nurlandıran, aydınlatan; istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur, aydınlık ihsan edendir.

92) el-HADÎ: Hidâyet eden, doğru yolu gösteren; hidayet yaratan; istediğini iyi işlerde başarıya ulaştıran, kullarına doğru yolu gösterendir.

93) el-BEDÎ: Eşi ve benzeri olmayan, bir şeyi en mükemmel yapan, yaratan, eşsiz ve görülmemiş şeyleri varedendir. Varlıklar âleminde O'nun eşi ve benzeri yoktur. Hayret verici âlemleri yoktan var eden, icad eden odur.

94) el-BÂKÎ: Sürekli var olan ve var olacak olandır. Sonu olmayandır. Allah'ın varlığının sonu yoktur.

95) el-VARİS: Tüm varlıkların gerçek sahibi, varisidir. Servetlerin geçici sahipleri yok olduktan sonra da varlığı devam eden ve o servetlerin sahibi olandır.

96) er-REŞÎD: Doğru yolu gösteren. İnsanları, peygamberlerin getirdiği ve tebliğ ettiği kitaplar vasıtasıyla doğru yola iletendir. Allah, bütün işleri ezeli takdirine göre yönetip, dosdoğru bir düzen içinde sonuca ulaştırandır.

97) es-SABÛR: Çok sabırlı, hiçbir şeyde acele etmeyen; kendine isyan edenleri cezalandırmada acele etmeyip, onlara süre verendir.

98) ed-DAR: Elem ve zarar verici şeyleri hikmetinin gereği olarak yaratandır. Yüce Allah, zarar veren şeyleri yaratmıştır. Fakat onlardan zarar görmemizi değil, aksine maddi-manevi bütün zararlardan sakınarak korunmamızı emretmiştir.

99) en-NAFİ: Hayır ve fayda verici şeyleri yaratandır. Bütün olaylar sebepleriyle meydana geliyorsa da, sebepler yoku var edemez. Onlar ancak insanların elinde birer vesîle ve Hakk'tan isteme vâsıtası olmak üzere yaratılmışlardır.

Allah'ın zâtı, bir, güzel isimleri (esmâü'l-hüsnâ / esmâ-i hüsnâ) ise çoktur. Allah'ın doksan dokuz ismi hadis-i şeriflerde de bildirilmiştir. İbn Kesir, tefsirinde, Buhâri ve Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.)'den naklettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (asm)'den şöyle buyurduğu rivâyet ediliyor:

"Yüce Allah'ın bir eksiğiyle yüz ismi vardır (yani doksan dokuz). Kim onları sayarsa cennete girer. O tektir, tek 'i sever."

(Osman ÇETİN)

95 EL-MÜTEÂLÎ
“Şanına lâyık olmayan vasıflardan uzak.”

“Aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan çok yüce.”

“...O yüce Allah, Melîk ve Hak olandır. O’nun vahyi sana gelip tamamlanmadan önce, Kur’ân’ı (okumada) acele etme ve de ki: ‘Rabbim, ilmimi arttır.’ ”
( Tâhâ Sûresi, 20/114 )

Müteâlî, Aliyy mânâsındadır. Bu isim Aliyy ismine göre mübalağa ifade eder. Yani, Müteâlî, çok Aliyy, mübalağa derecesinde Aliyy demektir.

96 Allah her yerde hazır ve nazır olduğu hâlde, Ona rücu, yani Allah'a dönme ne demektir?

"Rücu" kelimesinin sözlük anlamı, geri dönmedir. Rücu ile ilgili âyet-i kerimeler, “Sonunda bize döndürüleceksiniz.” Yahut, “Sonra da döndürülüp, Ona götürüleceksiniz,” şeklinde biter. Her işini, Allah’ın kendisine verdiği kuvvet ve kudretle ve diğer imkânlarla gören insanoğlunun, Rabbinin tasarrufu dışına çıktığı bir tek an dahi düşünülemeyeceğine göre, rücuyu nasıl anlayacağız?

Üzerinde en fazla durulan mana, kendisine cüz’i irade verilmekle bu dünyada bir imtihana tabi tutulan insanların, ahirette ömürlerinin hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkmaları şeklindedir.

Ezel aleminde ruhlarımıza bir hitap gelmişti; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye... Bu soruya; “Evet, sen bizim Rabbimizsin.” şeklinde karşılık vermiştik. 

Dünya imtihanına atılınca sebepler âlemiyle karşı karşıya kaldık. Her güneş doğduğunda ortalık aydınlandı, her bahar geldiğinde çiçekler açtı. Buğdayımızı, sebzemizi hep topraktan; meyvemizi, daima ağaçtan aldık. Bu hâl insanların bir kısmına gaflet verirken, diğer kısmını şükre sevk etti.

İmtihan âlemi kapandıktan, kabir safhası geçilerek mahşere çıkıldıktan sonra; bu iki gurup insan da Rablerine döndürülecekler. Yine O’nun huzurunda toplanacaklar. İşte bu içtima, bu toplanma bir rücudur. Bu rücu, irademiz dışında olacaktır. “Döndürülmek” tabiri bize bu dersi verir.

Bize rücu ile ilgili ders veren bir başka âyet-i kerime ise:

“Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki; ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek. Sonra sizleri yine diriltecek. Sonra da döndürülüp O’na götürüleceksiniz.” (Bakara, 2/28) ayetidir.

İnsan ölü iken, yâni maddesi ölü elementler âlemindeyken diriltilerek insan hâline getiriliyor. Sonra yine ölüyor ve beden tekrar aslına rücu ediyor, tümüyle element oluyor. Bu safhayı yeniden diriltilme ve mahşere çıkma takip ediyor. İşte iki ölüm, iki diriliş ve iki ayrı rücu: Biri ölümden ölüme... Diğeri, hayattan hayata…

Rücu ile ilgili bir diğer âyet-i kerime:

“Biz Allah içiniz ve muhakkak Ona rücu edeceğiz.”(Bakara, 2/156)

İtaat edenler de isyan edenler de öte âlemde yine O’nun huzurunda toplanacak ve O’na rücu edecekler. O’nun kulu olarak yaşayan ve bu imtihan âlemini iman ile terk eden bir kulun, ahirette Rabbine rücuu bir bayramdır. Allah’ın mülkünde O’nu tanımadan ve emirlerine uymadan yaşayan insanlar da Rablerine küfür ve isyan üzere rücu edeceklerdir. O hâlde, rücu denilince, gözümüzde mahşer canlanmalı... Her iki tabloyu da hayalen olsun, nefsimizin önüne koymalıyız. Tâ ki rıza çizgisinden ayrılmasın, dünyanın geçici lezzetlerine kapılmasın ve haramlardan uzak kalsın.

“O gün emir yalnız Allah ındır.” (İnfitar, 82/19)

âyetinden ders alsın. O günü beklemeden, bugünden O’nun emri altına girsin, hükmüne razı olsun. Peygamber Efendimiz (asm.)'in “Ölmeden evvel ölünüz.” emrine böylece uysun ve Rabbinin gösterdiği istikamet yoluna dünyada rücu etsin. Ta ki, ahiretteki rücuu saadetle sonuçlansın.

Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah, biz kullarını mekâna yerleştirmiş ve zamana taksim etmiş. Öyle ise insan, hangi mekânda ölürse ölsün, mekândan münezzeh olan Rabbine rücu eder. Keza, hangi zamanda can verirse versin, zamandan münezzeh olan Rabbine kavuşur...

97 Allah Teala'nın isimlerinin müzekker (erkek) olarak kullanılmasının sebebi nedir? Yani daha çok erkeklere isim olarak veriliyor...

Allah (cc) ve isimleri hakkında erkeklik ve dişilik söz konusu değildir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'de bu isimlere isnad ettirilen fiiller genellikle tezkîr biçiminde kullanılmıştır. Zaten fiiller ya dişi, ya da erkek için kullanılır. Bu ikisi dışında bir üçüncü kullanma şekli yok­tur. Erkeklik ve dişilik sıfatlarını taşımıyan eşyaya daha çok erkek­lik ifade edilen fiiller isnad edilir. Bu, o eşyanın erkek olduğu için değil kullanma yöntemi bulunduğu içindir.

İşte bu kurala göre Allah (cc) isim ve sıfatlarından herhangi birine bir fiil isnad edilince müzekker fiillerden seçilir. Kur'ân'da bilhassa hep bu ölçüde kullanılmıştır.

O halde namazda kıraati yerine getirirken isnad eden fiili mü­zekker biçiminde değil, müennesle ilgili olarak teleffuz ederse na­maz bozulur mu?

Fıkıhçılar bu konuda farklı hüküm getirmişlerdir: Muhammed bin Ali bin Muhammed El-Edîb'e göre namaz bozulur. Çünkü "lem yelid velem yuled" dahil her yerde fiil müzekker getirilmiştir. Şeyh Ebûbekir Muhammed bin Fadl'e göre namaz bozulmaz. Sahih olan da budur.

Buna bir örnek verelim :

"Hel yenzurune illa en yetiyehumullahu fi zulelin"deki "yetîyehüm"ü "te'tiyehüm" şeklinde okumak bu cümledendir.

El-Fevaid kitabında deniliyor ki:

«Namazda kıraatte fahiş hata yaptıktan sonra dönüp onu doğru okuyan kimsenin namazı bozul­maz. İ'rablarda da hatâ yapıp sonra bunu düzeltenin de namazı caiz­dir.»

98 EL-HAKEM
“Hükmeden, hakkı yerine getiren.”
“Hükümlerinde zulüm bulunmayan.”
“(De ki:) Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı tafsilatlı olarak indirmiştir.” (En’âm, 6/114)

Bu ism-i şerif yâd edilirken, hayalimiz bizi mahşer meydanına götürür. O dehşetli meydana çıkış, ilâhî bir hükümle olduğu gibi, orada belli bir süre beklenmesi de yine ilâhî irade ve hüküm iledir.

Bu hükmün icra edilmesiyle, dünya tarlasının bütün mahsulleri bir araya toplanır. İlâhî hâkimiyet karşısında herkesin aciz ve zelil kaldığı, olanca ağırlığıyla hissettirilir.

Bunu takiben mizan kurulur ve “hükmün ancak Allah’a ait olduğu” bütün haşmet ve azametiyle herkese gösterilir.

Daha sonra, yine Allah’ın hükmüyle, bir kısım insanlar doğrudan cennete giderler. Bir kısmı, günahları kadar yanmak üzere cehenneme gönderilirler. Bir başka gurubun ise ebedî olarak cehennemde kalmalarına hükmedilir.

Elbette ki, bu ismin tecellisi sadece ahirete mahsus değildir. Bu dünyada da bütün varlıklar bu ismin tecellisine mazhardırlar. İnsanı misal alarak konuşalım: İnsanoğlunun dünyaya gelişi gibi ölümü de ilâhî hüküm iledir. Organlarının yerleri, şekilleri, büyüklükleri, vazifeleri hep ilâhî hüküm ile tahakkuk etmiştir.

Diğer bütün varlıklar da Allah’ın tadtir ettiği özelliklere sahip olur ve O’nun hükmü altında vazife görürler.