Daveti kabul etmeyeni dövebilir miyim?

Tarih: 09.02.2025 - 08:59 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Hayır, Müslümanlığı kabul etmeyen kişiyi dövmek helal değildir, hatta ona eziyet etmenin Hz. Peygamber (asm) Efendimize eziyet etmek gibi olduğunu ve bu aziyeti yapana Peygamberimizin hasım olacağını asla unutmayalım. (bk. Acluni, Keşfu'l-Hafa, 2/218)

Ayrıca, Müslüman olmayan kişiye iyilik yapmak gerekirse zekat vermek de helaldir.

Gönüllere Nasıl Girilir?

Sevgili Peygamberimiz (asm) Hz. Ali’ye, şu mealde bir müjde / talamat veriyor:

“Senin sayende bir kimsenin hidayete kavuşması, senin hakkında, dünyanın en değerli mal ve nimetlerinden daha hayırlıdır.” (Buhari, Fedailu'l-Ashab 9)

Hidayet doğru yolu bulmaktır, Müslüman olmaktır. Son Peygamber (asm) bütün insanları İslam’a davet ediyor. Bu daveti doğru ve etkili bir şekilde duyanlar onu kabul etmekle yükümlüdürler; etmezlerse ne olacak ve hidayete nasıl vesile olacağız?

Etmezlerse dövmek, sövmek, öldürmek, temel insan haklarından mahrum etmek, yurtsuz yuvasız, aç susuz bırakmak… yok.

Elbette daveti kabul edenlerle etmeyenler arasında bazı hukuki ve sosyal ilişki farkları var; ama dediğimiz gibi zorlama yok, haklardan mahrum bırakmak yok.

Peki, Hidayete Nasıl Vesile Olacağız?

Bize bunu bir cümle ile açıkla deseler şöyle deriz:

“Güzel Müslümanlar olup insanlara böyle davranmakla.”

Güzel Müslüman, İslam’a göre güzel olanı yapmaya gayret eden, kötü olandan uzak kalan Müslümandır.

Tecrübemiz göstermiştir ki, hidayete erenlerin çoğu ya Kuran okuyarak veya güzel bir Müslümanı tanıyarak, onun ahlak ve davranışına hayran olarak Müslüman oluyorlar.

İslam ülkesi dışında böyle Müslüman olup bir vesile ile bir İslam ülkesine gelenler ise büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor, “Bu insanlar Müslüman değil mi, peki şunu şunu niçin yapmıyorlar, şundan şundan niçin uzak durmuyorlar?” diye çırpınıp duruyorlar.

Hidayete vesile olmanın, vesile olan ve muhatabının durumları bakımından pek çok şekli ve yolu vardır.

Burada numune olarak, Kuran’da yer alan ve Peygamberimizin (asm) uyguladığı “maddi yardım ile gönüllere girme (telîfu’l-kulûb)” örneğini vereceğiz.

Zengin hatta gayrimüslim oldukları halde kendilerine zekat verilen guruplardan biri de “müllefe-i kulûb”dur (kalbleri kazanılmak istenenler: el-muellefetü kulûbuhum).

Zekatın sarf yerlerini gösteren ayette zikredilen bu sınıfın içinde, Hz. Peygamber (asm) zamanındaki tatbikata göre şu kimseler yer almıştır:

a) Kendisinin veya kavim ve kabilesinin bu sayede Müslüman olacağı umulan kimseler; mesela Mekke fethinde Hz. Peygamber (asm) Safvan b. Ümeyye’ye gıyabında eman vermiş, dört aylık mühlet tanımış, sonra Safvan, Müslümanlarla beraber Huneyn Gazvesi’ne katılmış, kendisine bir sürü kıymetli deve verilmiş, nihayet Safvan iyi bir Müslüman olmuştur.

b) Kötülüklerini önlemek için, dilinden ve elinden zarar gelecek kimseler.

c) İslâm’a yeni giren ve mali yardım ile İslâm’da sebat etmeleri temin edilecek kimseler; çünkü bu gibi fert ve topluluklar eski imkân ve muhitlerini kaybedecekleri için sıkıntıya düşüp yardıma, desteklenmeye ihtiyaç duyabilirler.

d) Henüz Müslüman olmamış benzerlerini İslam’a çekmek için, itibar sahibi, lider durumunda olan sağlam Müslümanlar; Adiy b. Hâtem, el-Zibirkan b. Bedr gibi.

e) Yeni Müslüman olan ve henüz İslâm’a tam intibak edememiş bulunan, kâfir iken lider, başkan, itibarlı kişi durumunda olan Müslümanlar.

f) Sınır başlarında yaşayan Müslümanlar ile zekâttan imtina edenleri itaate getirmek için kendilerinden istifade edilecek Müslümanlar. (Nevevî, el-Mecmû›, 6/196-198)

Hanefîlere ve bazı Şafiî ve Malikî fakihlere göre Hz. Peygamber’den (asm) sonra müellefe-i kuluba zekat verilemez; bunlar, bu tatbikatın Hz. Ebû Bekr’in hilafetinde Hz. Ömer’in müdahalesiyle sona erdiğini ve sahabenin bu tasarrufa itiraz etmemeleriyle icma meydana geldiğini ve İslâm’ın güçlenmesi ile buna ihtiyaç da kalmadığını ileri sürmüşlerdir (Kasani, Bedâyi, 2/45)

Buna karşı Hanbelîler ve diğer bazı fakihler bu hükmü ortadan kaldıran bir delilin bulunmadığını, mezkûr tasarrufun, ülü’l-emrin takdîrine bağlı bir uygulama tasarrufu olduğunu, ilgili şahıslara ve zamana ait bulunduğunu, devleti idare edenler gerekli gördüğünde başka yer ve zamanlarda müessesenin işletilmesine engel teşkil etmeyeceğini, İslam’ın zaman zaman buna ihtiyacı olabileceğini haklı olarak iddia etmişlerdir. (Ebû Ubeyd, Emvâl, s. 607; İbn Kudâme, Muğnî, 3/666).

Günümüzde bu fasıldan, milletlerarası münasebetlerde, Müslümanların lehine hareket etmesini temin maksadıyla, bazı gayrimüslim ülkelere, İslam’ın yayılmasını temin maksadıyla; bazı heyet, cemiyet ve topluluklara, İslam’ı müdafaa etmeleri için, bazı kalem ve söz sahiplerine, İslam’a karşı olan cereyan ve faaliyetler karşısında güçlü olabilmeleri, kendilerini koruyabilmeleri için, bilhassa yeni Müslüman olmuş, fert ve toplumlara harcama yapılabileceği yerinde olarak ifade edilebilir. (Kardâvî, Fıkhu’z-zekat, s. 609)

Din farkı gözetmeden iyilik ve yardım, hidayetin en önemli vesilesidir, desek pek abartmış olmayız.

Manevi yardımın en önemlisi ise sözdür. Ne demiş Hz. Mevlânâ:

"Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş!
Dünle beraber gitti cancağzım,
Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım...
Hangi eskiyi bırakacak, hangi yeniyi söyleyeceğiz?"

Bu yakıcı soru ile biz de yanalım...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun