"Türkçe Kur`an" ve "Türkçe İbadet" Talebi Gibi Yanlışlara Sürükleyen Sebepler
1400 seneden beri koskoca İslâm Dünyası Hz. Peygamber (a.s.m)`dan aldığı, uyguladığı ve alıştığı Kur`an`ı Arabça aslıyla okuduğu, Arabça aslıyla namaz kıldığı halde birilerine ne oluyor ki, gerçeklere, akla, mantığa, fıkha, dinin ve tevhidin esaslarına taban tabana zıt "Türkçe Kur`an" gibi iddialarında ısrar ediyorlar.
1. Şer`i hükümleri (maksadları) anlamanın vasıtası olan Arabçayı bilmemek. Bilindiği gibi Kur`an Arap dili üzere nazil olmuştur. Bu ilahi kitap ancak nazil olduğu dil vasıtasıyla anlaşılabilir. Onun için de bu dilin lafızlarına, mefhumlarına ve üslûbuna vâkıf olmak gerekir.
Arapçanın elbette kendine göre özellikleri vardır; binaenaleyh bu lisan başka lisanların kavram ve özellikleri yoluyla tam anlaşılamaz. O halde İslâm dininin usul ve furûu hakkında söz söylemek isteyen kimsenin Arabçayı hakkıyla bilmesi gereklidir. Şayet bu mertebeye çıkamamış ise bu mertebeye çıkanların anladıkları mânâları taklid etmekle yetinmelidir. Nitekim İmam Şafii (v.204/820) de "er-Risale"sinde aynı görüşü beyan etmiştir.
2. Şeriatın maksatlarını bilmemek. Şüphe yok ki, İslam Dini Resûlullah (a.s.m)`ın vefatına kadar kemâle ermiştir. Bu kemâl, dînin küllî kâidelerine aittir. Çünkü cüz`iyyat, yani furu-i fıkhı alakadar eden tek tek hadiseler bitmez. Binaenaleyh zuhur eden bir cüz`i, eğer hayatta vâki olan, ihtiyaç duyulan bir şeyse külliyata irca edilerek hallolunur, değilse bid`attır, atılır.
"Onlar halâ Kur`an`ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah`tan başkası tarafından gönderilmiş olsaydı elbet içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulunurdu." ( Nisa suresi, 82.) meâlini verdiğimiz âyet-i kerime Kur`an`da lafız ve mânâ bakımından ihtilaf ve tezad bulunmadığını gösterir. Hadis de Kur`an`ı tefsir ettiğine göre aynıdır.
İşte fikir ayrılıklarının bir kısmı bu iki noktayı anlamamaktan doğmuştur. Ehl-i bid`at ya kendilerince İslâm`ı ikmâle kalkışmışlar, yahut da güya tenakuzlarını gidermeye çalışmışlardır.
3. Dini konularda aklı hakim kılmak. Malum olduğu üzere bilginin konusunu teşkil eden şeyler (ma`lumat) üçe ayrılır: a. Şüpheye mahal kalmadan bilinen şeyler: İnsanın kendi varlığını bilmesi gibi. b. Asla bilinemiyecek şeyler: Muğayyebat gibi. c. Bilinmesi de bilinmemesi de mümkün olan şeyler: Nazariyyat gibi.
İnsanların düşünce ve muhakeme kabiliyetleri farklı olduğundan nazarî konularda umumiyetle ittifak hasıl olmaz. Halbuki aranan hakikat tektir. O halde onun bilinmesi için delile ihtiyaç vardır. Demek ki, akıl, dinî konularda müstakil bir bilgi vasıtası olamaz. Akıl mutlak hâkim değildir. O, âdi (tabiata ait) mevzuları tecrübe etmiştir. Onun ötesindeki hadiseler ise: Ahiret, cennet, cehennem halleri pekala değişik olabilir. Binaenaleyh tabiat kanunlarına aykırı bir haber bulununca hemen inkara kalkışmamalıdır.
4. Bazı insanların dini mevzularda şahsi görüş ve arzularına uymaları. Bu sebeple ehl-i bid`ate "ehl-i heva" denilmiştir. Böyleleri umumiyetle İslâm muhitlerinin dışından aldıkları kültür, görüş ve meyillerini hakim kılarlar, sonra şer`i deliller bu açıdan bakarlar. Bu sebeple de -felsefede olduğu gibi- birbirinden farklı ve "sırat-ı müstakim"den ayrı görüşler ortaya koyarlar. Devlet adamları nezdinde istediklerine ulaşmak için onların etrafında yaltaklananlar, riyaset ve iktidar elde etmek için halkın arzularına göre fetva verenler de bu guruba dahildir.
5. Taklid. Câhil halkın gördüklerine, işittiklerine ve alıştıklarına uyması, yanlış ve gerçeğe aykırı da olsa ondan ayrılmak istememeleri.