Mezhepler Dosyası - İkinci Bölüm
1. Soru: Mezhepler nereden çıktı?
2. Soru: Peygamber Efendimiz (asm) zamanında mezhep var mıydı?
3. Soru: Bu zamanda ictihad yapılabilir mi?
4. Soru: Niçin bu asırdaki bazı kişiler Sahabelere ve müctehidlere karşı üstünlük iddia ediyor?
5. Soru: En büyük bir evliya, niçin en küçük bir sahabenin derecesine yetişemiyor?
7. Soru: Başka bir mezhebi taklit etmek caiz midir?
8. Soru: Peygamberimiz (asm) hangi mezheptendi?
Bu bölümde, mezhepler hakkında merak edilen bazı soruların cevaplarını bulacaksınız.
1. Soru: Mezhepler nereden çıktı?
“Mezhepler nereden çıktı?” sorusu, “Doktorluk nereden çıktı? Mühendislik nereden çıktı? Ya da terzilik nereden çıktı?” gibi bir sorudur. Zira mezhep imamlığı, diğer meslekler gibi bir meslektir. Diğer meslekler ve o mesleklerin mensupları nereden ve niçin çıkmışsa, mezhepler ve mezhep imamlığı da aynı yerden ve aynı sebepten çıkmıştır.
Doktorluk mesleği çıktı, çünkü herkes hastalığın sebeplerine ve tedavi yollarına vakıf olamaz. Bu yüzden, doktorluk mesleğine yabancı olan bir hasta, hastalığının tedavisi için, bu mesleğin inceliklerine vakıf olan birisine danışmak zorundadır. İşte bu kişi de doktordur. Demek doktorluk mesleğinin çıkış sebebi: İnsanların, hastalığın sebeplerini ve tedavi yöntemlerini keşifteki acizliğidir.
Mühendislik mesleği çıktı, çünkü herkes bina yapımı ile ilgili hesapları yapamaz ve projeleri çizemez. Bu yüzden bir bilene danışmak zorundadır. Bu kişi de mühendistir. Demek bu mesleğin çıkış sebebi de; kişilerin, mühendislik ilmindeki bilgisizliği ve herkesin birer mühendis olamayışıdır.
Terzilik ve diğer mesleklerin çıkış sebebi de aynıdır: Kişilerin, o mesleğin inceliklerine vakıf olamaması…
İşte mezhep imamlığı da böyle bir meslektir. Bu mesleğin çıkış sebebi ise; insanların, Kur’an ve sünnetten hüküm çıkaramamaları ve hükmü olmayan meseleleri, hükmü olanlara benzeterek kıyas yapamamalarıdır.
Bizler, nasıl ki bilmediğimiz dini konuları, bilen hocalara soruyoruz. Hocalar da kitaplardan okuyup öğrendikleri fetvaları bizlere naklediyorlar. Aynı bunun gibi, Peygamber Efendimiz (asm)’den sonra, Müslümanların büyük bir çoğunluğu Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarma gücünde olmadıkları için, meselelerinin izahlarını, ictihad kuvvetinde olan âlimlere soruyor ve cevaplarını onlardan öğreniyorlardı. Bu âlimler, âdeta bir peygamber vazifesini icra ederek, Kur’an ve sünnetin hükümlerini, bilmeyenlere öğretiyorlardı. Herhalde,
“Âlimler, peygamberlerin varisleridir.”
hadisi, bu vazifeye işaret etmektedir.
Bu asırda yaşamış birçok müctehid imam mevcuttur. Ancak bu müctehidlerin fetvaları, bir sonraki nesillere taşınamamış, hikmet-i ilahinin sevkiyle sadece dört mezhebin imamları ve onların talebeleri ümmetçe kabul görmüş ve verdikleri fetvalar, çıkardıkları deliller, yaptıkları kıyaslar son derece sağlam bir şekilde kaydedilerek, tevatür kuvvetiyle bizlere kadar ulaşmıştır.
Demek, mezheplerin çıkış sebebi: İnsanların, Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarma gücünde olmaması ve meselenin hallini bu güçte olan müctehid âlimlere sormasıdır.
2. Soru: Peygamber Efendimiz (asm) zamanında mezhep var mıydı?
Peygamber Efendimiz (asm) zamanında mezhep yoktu, çünkü mezhebe ihtiyaç yoktu. Sahabeler, bilmediği meseleleri bizzat Peygamberimiz (asm)’e danışır ve ondan öğrendiği gibi yapardı. Yani, bir asır sonra dünyaya gelecek olan mezhep imamlarının vazifesini, kendi asrında bizzat Peygamber Efendimiz (asm) icra etmiştir.
Mezhepler, Peygamberimiz (asm)’in vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Soru sormak için Peygamberimizi (asm) bulamayan Müslümanlar, Efendimiz (asm)’in sünnetini ve Kur’an’ı çok iyi bilen müctehid âlimlere sorularını sormuşlar, bu âlimler de Kur’an ve sünnetten çıkardıkları cevapları ümmete ders vermişlerdir. Bu âlimlerin verdiği fetvalar da insanlar tarafından kabul görmüş ve neticede ümmet-i Muhammed, Kur’an ve sünnetin fıkhî yönünü anlamada onları kendilerine rehber yapmıştır. Bir kısım nasipsizler müstesna…
Demek, Peygamberimiz (asm) zamanında mezhep yoktu, çünkü ihtiyaç yoktu. Herkes bizzat Peygamberimiz (asm)’in uygulamasını görerek taklit ediyor ve bilmediğini bizzat sorarak öğreniyordu. Mezhepler, Peygamberimiz (asm)’den sonra çıkmış ve Efendimiz (asm)’in uygulamalarını ümmete ders vermiştir.
3. Soru: Bu zamanda ictihad yapılabilir mi?
Bediüzzaman Hazretleri bu soruya:
“İctihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mani vardır…”
diyerek cevap vermiş ve bu altı maniyi, “İctihad Risalesi” ismindeki eserinde izah etmiştir. Bizler, sorumuzun cevabını bulmak için bu altı maniyi mütalaa edeceğiz. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için de, Osmanlıca bilmeyenler için eseri sadeleştirip, biraz da şerh edeceğiz.
Bediüzzaman Hazretlerinin beyan ettiği içtihad yapma konusundaki altı mani şöyledir:
“Birinci mani: Alemin durumu, ictihada müsait değildir.”
“Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa (boğulmaya) vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin (yabancı adetlerin) istilası anında ve bid'aların (dinin aslında olmadığı halde dine sokulmaya çalışılan şeylerin) kesreti (çokluğu) vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, ictihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten (İslam’ın kalesinde) yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin (tahrip edicilerin) girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet'e cinayettir.” (Said Nursi)
Bediüzzaman Hazretlerinin beyan ettiği birinci maniyi şöyle izah edebiliriz:
Kışın, fırtınaların şiddetli olduğu bir hengâmda dar delikler dahi kapatılır ki, fırtınanın zararından muhafaza olunabilsin. Böyle bir durumda yeni kapılar açmak, fırtınanın yapacağı tahribatı kolaylaştıracak ve zararını çoğaltacaktır.
Aynen bunun gibi, bu âlem de manevi kışını yaşamaktadır. Efendimiz (asm)’in gelmesiyle başlayan Asr-ı saadet baharı, yerini ahir zaman kışına bırakmış; bahar mevsiminin güzelliği kaybolup, şiddetli manevi fırtınalar ortaya çıkmıştır. Ateizm, materyalizm, kominizim ve Darwinizm gibi onlarca belki yüzlerce farklı izimler, felsefi akımlar ve batıl ideolojiler, âdeta birer kasırga ve manevi fırtına olarak, iman ve İslam kalesini kuşatmaya ve bu kaleye sığınmış ehl-i imana zarar vermeye çalışmaktadır. Hatta bu batıl ideolojilerden bir kısmı, devlet eliyle insanlara zorla kabul ettirilmiş ve o batıl fikirleri ta okul kitaplarına kadar girmiştir.
O halde, onların ehl-i imana ilişmesini önlemek için, İslam kalesinin bütün deliklerini kapamak ve onların saldırdığı yerlerde yığınak yapmak gerekirken; hiçbir fayda ve ihtiyaç olmadığı halde ictihad namıyla yeni yeni kapılar açmak ve ehl-i küfür ve dalaletin, İslam kalesine düşman saldırısını kolaylaştırmak, İslamiyet’e karşı bir cinayet değil de, nedir?
Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlara delikler açmak, boğulmaya vesiledir. Böyle bir zamanda yapılması gereken iş, bütün delikleri tıkamak olmalıdır. Aynen bunun gibi, her yerde işlenen günahlar, sefahatler, bidatlar ve haramlar âdeta sel olmuş, ehl-i imanı boğmaya ve onu manen öldürmeye çalışmaktadır. Eski kavimlerin helakine sebep olan günahların tamamı, neredeyse bir mekânda ve bir gecede işlenmektedir. Günahlar âdeta mıknatıs gibi insanları kendine çekmekte, iradeler ellerinden alınmış gibi kişiler o günahlara koşmaktadır. İşte böyle bir zamanda bu manevi selden kurtulmanın yolu: İslam kalesinin bütün deliklerini kapamak ile mümkündür. Açılacak yeni delikler, ehl-i imanın boğulmasına sebep olacaktır. Ve maalesef, ictihad namıyla bu delikleri açmaya çalışanlar, ilk önce kendilerini boğmuş ve daha sonra da kendilerini takip edenleri aynı kötü akıbete uğratmıştır. Bizler, bu eserin nezahetine hürmeten bu isimleri burada zikretmiyoruz. Zaten ehlince bu kişiler malumdur.
O halde, bu zamanda yapılacak en ehemmiyetli iş: Küfür ve dalalet gibi fırtınaların tahribatından, sefahat ve bidat gibi sellerin zararından ehl-i imanı kurtarmak için, delik açmak yerine, fırtınanın ve selin geliş yollarına barikatlar kurmaktır. Madem tehlike iman hakikatlerinin inkârı yönünden gelmektedir, o halde kuvveti buraya verip, delinmesi mümkün olmayan duvarlarda, fıkhî yeni ictihadlar ile delikler açılmamalıdır.
“İkinci mani: Müslümanların yeni ictihadlara değil, dinin farzlarını ders almaya ihtiyaçları vardır.”
“Dinin zaruriyatı ki (iman ve amel edilmesi zaruri olan dini esaslar), ictihad onlara giremez. Çünkü kati ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut (azık) ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler (sarsılmaktadırlar). Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lazım gelirken, İslamiyet'in nazariyat (teoriler) kısmında ve Selefin (Sahabe ve ondan sonraki asır alimlerinin) ictihadat-ı sâfiyane ve hâlisanesiyle (safi ve halis ictihadlarıyla), bütün zamanların hâcâtına (ihtiyaçlarına) dar gelmeyen efkârları (fikirleri) olduğu halde, onları bırakıp, heveskârane (nefsin arzularını tatmin edercesine) yeni ictihadlar yapmak, bid'akârane (bidat çıkartırcasına) bir hıyanettir.” (Said Nursi)
Bediüzzaman Hazretlerinin beyan ettiği ikinci maniyi şöyle izah edebiliriz:
Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler, dinin zaruriyatından, yani eda edilmesi gereken farzlarındandır. Bu gibi ibadetler hakkında açık nas -Kur’an ayetleri ve mütevatir hadisler- bulunduğundan dolayı, bu ibadetlere ictihad girememektedir. Zira daha önce öğrendiğimiz gibi, ictihad sadece hakkında açık hüküm olmayan meselelerde yapılabiliyordu.
Hem dinin bu zaruriyat kısmı, bu dünyada insanın kalbine ve ruhuna bir gıda, kabirde nur ve ziya; ahiret yolculuğunda bir azık ve sırat köprüsünde ise bir binek ve buraktır.
Hal böyle iken, dinin bu farzları ve emirleri, maalesef bu zamanda terke uğramış ve sarsılmaktadır. İnsanların ekserisi namazını terk etmiş, zekâtını vermemekte, haccına gitmemektedir. Hatta ne acıdır ki, on iki ayın sultanı olan ramazan geldiğinde bile, lokantalar ağzına kadar açık ve içi Müslümanlarla dolu olmaktadır. Müslüman olduğunu iddia eden bu kişiler, ramazanda aleni bir şekilde oruç yemekte ve bundan hayâ bile etmemektedirler.
Farzların terke uğradığı bu asırda, haramlar ise aleni bir şekilde, pervasızca işlenmektedir. Her köşede bir meyhane, bir kumarhane ve bir sefahat yuvası, ehl-i imanı isyana davet etmekte ve maalesef bu davetine de icabet görmektedir.
Asrımızın bu halini uzun uzadıya anlatmaya herhalde ihtiyaç yoktur. Zira her şey gözler önünde ve son derece açıktır. İşte böyle bir zamanda, bütün himmeti ve gayreti, dinin bu farz-ı ayın kısmının ikamesine ve ihyasına sarf etmek lazım gelirken, İslamiyet’in nazariyat kısmıyla meşgul olmak; bir insanın, bir ömürde bir defa bile karşılaşmayacağı meselelerde, mezhep imamlarına muhalefet ederek ictihad yapmaya çalışmak, İslam’a karşı bir hıyanet değil de nedir?
Acaba namaz kılmayan insanları, namaza teşvik etmek ve onlara namazın ehemmiyetini ders vermek yerine, onları, “Ayda namaz nasıl kılınır? Kıble nasıl tayin edilir?” gibi meselelerle meşgul etmek, dine bir hizmet midir? Kaldı ki, ayda namaz nasıl kılınacağı ve kıblenin nasıl bulunacağı hususunda da Selef âlimlerinin fetvaları mevcuttur. Bu fetvalar, sorunun cevabını merak edenlere yeterken, dünyada namaz kılmayan insanların, aydaki namazlarıyla uğraşmak ve onları böyle nazariyat ile meşgul etmek hizmet midir?
Ya da, üzerinde elbisesi olduğu halde namazını kılmayan insanlara, “Çıplak kalan bir insan nasıl namaz kılar?” diyerek bahisler açmak ve bu konuda yeni ictihadlar yapmak hizmet midir? Ve bu çalışmanın kime, ne faydası vardır? İnsanın ömründe, bir defa bile başına gelmeyecek konuları, sözde çözüme ulaştırmaya çalışmak, nasıl bir hizmet anlayışıdır? Hem yine kaldı ki, böyle bir hâl başına gelenin nasıl namaz kılacağı da fıkıh kitaplarında mevcuttur.
Ya da, üzerine farz olduğu halde hacca gitmeyen insanlara, “Hacda, ihramlı iken bir sinek öldürür ya da bir otu koparırsanız cezası şöyle şöyledir…” diye dersler yapmak, dine hizmet midir? Kaldı ki, ihram yasakları ve bu yasakların çiğnenmesi halindeki cezalar bütün fıkıh kitaplarında mevcuttur. İhtiyacı olan, bu kitaplara bakarak meselesini halledebilir. Acaba böyle nazari bir meseleyle zihinleri meşgul etmenin ve cevapları Selef âlimleri tarafından verildiği halde yeni yeni ictihadlar yapmaya çalışmanın ne faydası vardır?
Ya da oruç tutmayan insanlara, “Ağza yanlışlıkla bir sinek kaçsa oruç bozulur mu?” sorusunun cevabını öğretmeye çalışmak, ne kadar önemlidir? Acaba şimdiye kadar oruç tutan kaç kişinin ağzına sinek kaçmıştır ki, oruç tutmayan insanlara bu dersi yapmanın bir önemi olsun? Onlara yapılması gereken ders, terk ettiği orucun önemi ve ehemmiyeti değil midir? Hem bu gibi meselelerde, dört mezhebin müctehid âlimlerinin ictihadları da mevcuttur. Ayrıca onlar bu ictihadları hem safidir, hem halistir, hem de bütün zamanlara kâfidir.
Misalleri çoğaltabiliriz. Sözün özü şu: İctihad hevesiyle ortaya çıkanlar, yaptıkları hizmete bir baksınlar! İnsanların imanı çalınmakta ve imanın zafiyeti yüzünden farzlar terk edilmekte iken, hangi menfaatli hizmeti yapmışlardır? Kuvveti ve ilmi olanların, bütün gayretlerini ve himmetlerini, imanın inkişafında ve dinin zaruri kısmının ikame ve ihyasında kullanması gerekirken, maalesef bu zamandaki mezhepsizler, tabiri caizse, ayda namaz ile uğraşmaktadırlar.
Acaba, Müslümanların neye ihtiyacı olduğunu göremeyecek kadar kör olan bu kişilerin yaptığı ictihad ne kadar doğru olabilir? Eğer keskin bir görüşleri ve kıvrak zekâları olsaydı, ilk önce Müslümanların içine düştükleri bu dehşetli durumun farkına varır ve bu yönde bir hizmeti sürdürürlerdi. Ama amaçları, üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olunca, hem sapmışlar hem saptırmışlar, hem de menfaatsiz işlerle ömürlerini tüketmişlerdir.
“Üçüncü mani: Bir kimsenin, mutlak müctehid seviyesine ulaşmasına zaman imkan vermemektedir.”
“Daha önce dediğimiz gibi; hakikatin mahiyeti bir olmakla beraber, efradın zımnında tahakkuk ve tecelli tarzı farklı farklıdır. Mesela, ilkokulda da matematik okunur, ama oradan mühendis çıkmaz. Çiçekte sümbül verir, ama ağaç gibi değil. Bir damla da güneşi gösterir, ama deniz gibi gösteremez. Sinek te uçar, ama kartal gibi değil…”
“Bu asır, dini ilimlerin tahsilinde, Asr-ı Saadete kıyasla ilkokul gibidir. Evet, bu asırda da dini ilimler tahsil edilir, ama o asırdaki müctehidler gibi âlimler bu asırda çıkmaz. İlkokulda matematik okunmasına rağmen, mühendisin çıkmadığı gibi…”
“Yine bu asır, Asr-ı Saadete kıyasla bir çiçektir. Dini ilimler sahasında sünbül verir, ama Asr-ı Saadet ağacı gibi olamaz. Çünkü o asır, Nur-u Muhammed (asm) toprağından bizzat besleniyordu.”
“Hem bu asır, Asr-ı Saadet denizine kıyasla bir damladır. Bir damla, denize kıyasla güneşi ne kadar gösterebilirse, bu asır da, o asra kıyasla o kadar ilim güneşine ayna olabilir.
“Bu asrın âlimleri, başta dört mezhep imamı olarak o asrın âlimlerine kıyasla, sineğin kartala mukayesesi gibidir. Evet, bunlar da uçar, ama o asrın kartalları gibi değil…”
Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikatin sebebini uzunca beyan etmiştir. Bizler, bu beyanı naklediyoruz:
“Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre, birer meta (eşya ve mal) mergub (rağbet edilen) oluyor. Vakit be-vakit (zaman zaman) birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde (sergisinde), içtimaiyat-ı insaniye (sosyal hayat) ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer meta (eşya) mergub (rağbet edilen) olup revaç buluyor. Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celboluyor, nazarlar (bakışlar) ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib (cezbedilmiş) oluyor. Meselâ: Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin (dünya hayatının) temini ve felsefenin revaçları gibi... Ve Selef-i sâlihîn (asr-ı saadet ve sonraki iki asır âlimleri) asrında ve o zaman çarşısında en mergub (rağbet edilen) meta, Hâlık-ı Semâvat ve Arz'ın (göğün ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın) marziyatlarını (razı olduğu şeyleri) ve bizden arzularını, kelâmından (Kur’an’dan) istinbat etmek (çıkarmak) ve nur-u nübüvvet (peygamberlik nuru) ve Kur'an ile kapatılmayacak derecede açılan ahiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi (ebedi saadeti) kazandırmak vesâilini (vesilelerini) elde etmek idi.”
“İşte o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını (razı olduğu şeyleri) anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin (sosyal hayatın) sohbetleri, muhavereleri (konuşmaları), vukuatları, ahvalleri (hâlleri) ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı (kabiliyeti) bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval (hâller) ve vukuat ve muhaverattan (konuşmalardan) taallüm ediyordu (ilim öğreniyordu). Güya her bir şey, ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat (kabiliyet) ihzarını (hazırlığını) telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtri ders tenvir ediyordu (nurlanıyordu) ki; yakın idi ki, kesbsiz (çalışmadan) içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte şu tarzda fıtri bir ders alan bir müstaid (kabiliyeti olan), içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı (kabiliyeti), "nûrun alâ nur" (nur üstüne nur) sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müctehid olurdu.”
“Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tâbiiyenin (pozitivist felsefesinin) tasallutuyla (musallat olmasıyla), şerait-i hayat-ı dünyeviyenin (dünya hayatı şartlarının) ağırlaşmasıyla, efkâr (fikirler) ve kulûb (kalpler) dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir (bölünmüştür). Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur'an'ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden (tartışan) Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan'ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş (müctehidlik makamına ulaşmış) ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü Süfyan'ın ibtida-i tahsil-i fıtrisi (tabi olan ilk tahsili) sinn-i temyiz (beş altı yaşlarında) zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı (kabiliyeti) müheyya olur (ictihada hazır olur), nurlanır, her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun nazîri (zekâ cihetiyle, ona bu asırda benzeyen kişi), şu zamanda -çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede (dünya hayatında) sersem olmuş, istidadı (yeteneği) içtihaddan uzaklaşmış- elbette fünun-u hâzırada (günümüzün müsbet ilimleriyye) tevaggulü (uğraşması) derecesinde istidadı (yeteneği) içtihad-ı şer'î (Kur’an’dan ve sünnetten hüküm çıkarma) kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede (dünyevi ilimlerde) tefennünü (mahareti) derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, "Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?" diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.”
Bediüzzaman Hazretlerinin bu beyanını, lisanına yabancı olanlar için kısaca şöyle izah edebiliriz:
Asr-ı Saadet ve sonraki asır ile bu asır arasında çok büyük farklar vardır. Bu farklar sebebiyle, bu asırda yaşayan birisi, İmam Azam kadar zeki de olsa, İmam Azam’ın ictihaddaki yeteneğine ulaşması mümkün değildir. Hatta İmam Azam, on senede müctehid makamına çıkmışsa, bu kişinin aynı makama çıkması için yüz seneye ihtiyacı vardır.
Bu asır ile o asrı karşılaştırdığımızda, bunun sebebi anlaşılacaktır. Bu asrın özelliği ve revaç bulan metaı şunlardır:
1. Siyaset,
2. Başta rızık olmak üzere dünya hayatının temini,
3. Felsefi akımların revaç bulması,
4. Tabiatperestlik gibi inkâr fikirleri…
Asr-ı Saadette ise şunlar revaçtaydı ve bütün dikkatler bu noktalardaydı:
1. Allah Teâlâ nelerden razıdır?
2. Bizden arzuları nelerdir?
3. Bize karşı emir ve buyrukları nedir?
4. Kendimizi O’na nasıl sevdiririz?
5. Ebedi saadeti kazandıracak vesileler nelerdir?
6. Falan ayetin manası nasıldır ve bundaki murad-ı İlahi nedir?
7. Peygamberimiz (asm) falan hadisiyle ne demek istemiş ve neyi murad etmiştir?
8. Kur’an ve hadisleri anlamada aşırı bir gayret ve ciddi bir himmet…
İşte o asır çarşısında bu mallar revaçta olduğu için, bütün sohbetler ve konuşmalar bu noktalarda olurdu. Bu sebeple, ictihad yapmaya yeteneği olan birisi, her şeyden ve her konuşmadan, tabi bir ders alırdı. Her şey ona bir muallim hükmüne geçerdi. Âdeta onun kabiliyeti kibrit gibi olur, bir çakmakla yanardı.
Ama bu asır, değil kabiliyeti yakacak özellikte olması, kabiliyetleri köreltecek özellikleri içinde barındırmaktadır. Bu asrın insanının aklı siyasete dalmış, zihni felsefede boğulmuş, kalbi dünya hayatıyla sersem olmuş ve ictihad kabiliyetinden uzaklaşmıştır. Bu sebeple, “Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye de hakkı yoktur ve yetişemez.
Mesela, muhtemelen İmam Azam Hazretleri daha bebekken, bulunduğu odada devamlı Kur’an okunur ve odanın bir köşesinde ayet ve hadislerin manasıyla ilgili sohbetler yapılırdı. Bu asırda dünyaya gelmiş, İmam Azam kadar zeki olan birisinin başında ise Kur’an’a bedel, ninni okunmakta, odasının bir köşesinde siyaset sohbetleri, diğer köşesinde rızık telaşı ve dünya hayatının temini sohbetleri ve bir diğer köşesinde de felsefi konular konuşulmaktadır. İşte İmam Azam ile bu asırdaki İmam Azam zekâsındaki kişi, böyle iki farklı mecliste büyümekte, birisi her vakit Kur’ana müteallik meseleleri işitirken, diğeri dünyevi ve siyasi konuşmalara şahitlik yapmaktadır. Bu sebeple de birisinin ictihad etme yeteneği gelişirken ve on senede müctehidlik makamına ulaşırken, diğerinin ictihad yeteneği körleşmekte ve yüz senede bile müctehidlik makamına ulaşamamaktadır. Bunun sebebi, İmam Azam’a herkes ve her şey bir muallim olurken, bu asırdaki emsaline herkes ve her şey bir muallim değil, ictihad kabiliyetini körelten bir sebep olmuştur. O asrın bereketiyle İmam Azam ve emsallerinde ictihad yapmak fıtri bir hal alırken, bu asırdaki emsallerinde bu fıtrilik kaybolmuştur. Bu meseleyi şu misalle anlayabiliriz:
Yüzmek, balık için fıtri bir iştir. Bir balık doğar doğmaz yüzmeye başlar. Yüzmek, insan için ise fıtri bir iş değildir. İnsan yüzmeyi çabalamak ile öğrenir ve çalıştıkça ilerler. Ama ne kadar da iyi yüzse, bir balık ile yüzme yarışına giremez. Çünkü yüzme, balığın fıtri bir amelidir. Aynen bunun gibi, ictihadı bir denize benzetirsek, Selef-i salihin âlimleri o denizin balığı hükmündedir ve fıtri bir şekilde o denizde yüzerler, yani ictihad yaparlar. Bu asrın insanı ise, ictihad denizinde bir balık değil, bir insandır. Ne kadar da ilim tahsil etse ve alim olsa, ictihad denizindeki balık hükmündeki Selef-i salihin müctehidleriyle yarışamaz ve onlara yetişemez. Belki bu kişi, bu asırdaki diğer insanlardan daha iyi yüzebilir, yani daha çok şey anlar ve daha iyi yorumlar; fakat insanın yüzme konusunda balıkla yarışamayacağı gibi -çünkü yüzmek, balığın fıtri bir fiilidir- o da, ictihad konusunda, İmam Azam ve emsalleriyle yarışamaz.
Ya da ictihadı havaya benzetirsek, İmam Azam ve emsalleri, bu havanın kuşudur. Bir kuş için uçmak nasıl fıtri bir amel ise, bu zatlar için de ictihad yapmak, kuşun uçması gibi fıtri bir ameldir. Bu asrın insanı ise kuşa değil, Hezarfen Ahmet Çelebi’ye benzer. Evet, o da kanat takarak uçar, ama kuşlar gibi uçamaz. Eğer, “Ben de kuşum!..” dese, ne kadar divanelik ettiğini divaneler dahi anlar.
Dördüncü mani: Şu zamandaki ictihad meraklıları, dinin farzlarını dahi eda etmekten uzaktır.
“Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nema (büyüme) için tevessü (gelişme) meyli bulunur. O meyl-i tevessü (gelişme meyli) ise, -çünkü dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür (kemale ulaşmaktır). Fakat eğer hariçte (dışarıdan) tevsi (gelişme) için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsi (geliştirme) değildir. Öyle de, İslamiyetin dairesine Selef-i sâlihîn (Asr-ı saadet ve sonraki iki asır alimleri) gibi takva-yı kâmile (kamil manada Allah’tan korkmak ve günahlardan sakınmak) kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin (farzların) imtisâli tarikiyle (itaati yoluyla) dâhil olanlarda meyl-üt tevessü (geliştirme meyli) ve irade-i içtihad (ictihad arzusu) bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı (farzları) terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi (dünya hayatını) hayat-ı uhreviyeye (ahiret hayatına) tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde (içiçe) olanlardan olan o meyl-üt tevsi (geliştirme meyli) ve irade-i içtihad (ictihad arzusu), vücud-u İslamiyeyi tahrip ve boynundaki şer'î (şeriat) zincirini çıkarmağa vesiledir.”
Bediüzzaman Hazretlerinin beyan buyurduğu bu maniyi şöyle izah edebiliriz:
Bir cisimde, büyüme ve gelişme için bir meyil bulunur. Mesela, tohumda, çiçek olabilmek için; çekirdekte, ağaç olabilmek için; yumurtada, bir kuş olabilmek için ya da anne karnındaki döllenmiş bir yumurtada, büyüyüp bir insan olabilmek için bir meyil ve arzu vardır. Bu meyle, “gelişme meyli” denilir.
Bu meyil, eğer içeriden olursa, o cismin kemal bulmasını ve mükemmelliğe ulaşmasını sağlar. İçeriden olan bu meyil sayesindedir ki, bir tohumdan gül çıkmakta, bir incir çekirdeğinden kocaman bir incir ağacı yaratılmakta; bir yumurtadan tavus kuşu gibi rengârenk bir kuş çıkıp, bir damla su, insan gibi bir kudret mucizesine dönüşmektedir. Demek, meylin içeriden ve dahilden olan kısmı güzeldir ve kemal bulmaya sebeptir.
Bir de meylin hariçten ve dışarıdan olan kısmı vardır. Yani hariçten bir sebep, cismin gelişmesi için el uzatır. Bu ise, cismin gelişimine değil, tahribine ve helakine sebeptir. Mesela, ağacı büyütmek için dışarıdan müdahale edip dallarını çekseniz, dalların kırılmasına sebeptir. Ya da bir bebeği büyütmek için elinden, kolundan tutup çekseniz, çocuğun azalarının kırılmasına, belki de ölümüne sebebiyet verirsiniz. Hatta günümüzde, tıbbın ilerlemesiyle, genlere dışarıdan müdahaleler yapılıp, farklı hayvan ya da bitki geliştirilmeye çalışılmakta ve bütün bu deneyler, garip ve tuhaf varlıkların ortaya çıkmasıyla son bulmaktadır. Asli tabiatından, harici bir müdahale ile uzaklaştırılmış canlılardan, nasıl varlıkların dünyaya geldiği hepimizce malumdur.
Aynen bunun gibi, İslamiyet dairesi içindeki Selef-i salihin kısmında bulunan geliştirme meyli ve ictihad arzusu güzeldir ve mükemmelliktir. Zira onlar tam bir takvaya sahip oldukları ve dinin en küçük emirlerine dahi tam itaat ile boyun eğdiklerinden dolayı, onlardaki ictihad arzusu, eşyadaki dâhilî meyle benzer. İçtihadlarıyla İslam ağacı gelişir ve gölgesinde daha çok insanı barındırır.
Asrımızdaki ictihad meraklılarının yaptığı ictihadlar ise, eşyadaki harici meyle benzer. Bunlar, dinin farzlarını ve emirlerini terk ettiklerinden; dünya hayatını, ahirete tercih ettiklerinden ve felsefe ile çok meşgul olduklarından dolayı dairenin dışında kalıyorlar. Bu sebeple de yaptıkları müdahaleler, yani ictihadlar fayda yerine zarar veriyor. Onların ictihadları İslamiyeti tahriptir ve bu kişilerin yaptıkları, boyunlarındaki İslam zincirini çıkarmaya vesiledir.
Zaten İmam Azam ve emsallerinin hayatları ile günümüzdeki ictihad heveslilerinin hayatları kıyas edildiğinde, aradaki fark güneş gibi gözükecektir. İmam Azam’ın kırk sene yatsı namazının abdestiyle sabah namazını kıldığı nakledilmektedir. Haram lokma yeme korkusu sebebiyle yedi sene koyun eti yemediği, soranlara; “Bir koyun kaybolmuştu. O koyunun haksız olarak kesilip satılmasından ve o koyunun etini bilmeden satın alarak yemekten korktum. Bir koyunun ortalama ömrü yedi sene olduğu için de yedi sene koyun eti yemedim.” dediği rivayet edilmiştir. Acaba bu zamandaki ictihad heveslilerinde, bu takvanın yüzde birini görebilir misiniz? Bırakın onların kaybolan bir koyundan dolayı yedi sene koyun etini yemeği terk etmelerini, içinde domuz eti ya da alkol şüphesi olan onlarca yiyeceği sofralarında bulabilirsiniz. Elbette, böyle takva dairesinden uzak insanların yaptığı ictihadlar, İslam’a dışarından bir müdahaledir, İslamiyet’in tahribine ve boyunlarındaki İslam zincirini çıkarmaya bir vesiledir.
Beşinci mani: Şu zamanın ictihadı semavi değil, dünyevidir.
“Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını (ictihadlarını) arziye (dünyevi) yapar, semavilikten çıkarıyor. Hâlbuki şeriat semaviyedir (semaya aittir, yani vahiyle gelmiştir) ve içtihadat-ı şer’îye (şeriata ait ictihadlar) dahi, onun (şeriatın) ahkâm-ı mestûresini (gizli hükümlerini) izhar ettiğinden semâviyedirler.”
Bediüzzaman Hazretlerinin burada bahsettiği nükteyi şöyle izah edebiliriz:
Şeriat ve İslam’ın hükümleri semavidir; yani insan eseri olmayıp, vahiyle gelmiştir. Peygamberimiz (asm) başta olmak üzere, hiçbir beşerin müdahalesi yoktur. Bu hakikate Kur’an’da şöyle işaret edilir:
“O (Kur’an), âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. O (Hz. Muhammed), bize isnaden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarını keser atardık.” (Hakka, 69/43-46)
Şeriat ve İslam’ın hükümleri semavi olduğu gibi, şeriatın gizli hükümlerini ortaya çıkaran ictihad da semavidir ve semavi olmalıdır. Yani ictihad yapan müctehid, Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını ortaya çıkarmaya azmetmeli ve o konudaki murad-ı ilahiyyenin ne olduğunu anlamaya çalışarak, Allah’ın rızasının nerede olduğunu bulmaya çalışmalıdır. Yoksa nefsinin rahatını ve hevasının tatminini sağlayacak hükümleri çıkarmaya çalışmak, nefisperestlik olup, ictihad değildir.
İctihadın özü ve amacı; açıkça hükmü bildirilmemiş ve gizlenmiş meselelerde, Cenab-ı Hakk’ın muradını, emir ve yasağının ne olduğunu anlamaya çalışmakla, rıza-yı İlahiyyenin talebidir. Bu yüzden İslam dini semavi olduğu gibi, ictihad da semavidir.
Hâlbuki şu zamanda yapılan ictihadlar üç noktada semavi değil, dünyevidir. Yani, ictihadda Cenab-ı Hakk’ın rızası ve muradı değil, nefsin rahatı esas yapılmaktadır. Amaç daha güzelini bulmak değil, daha kolayını bulmaktır. Hedef Allah’ın o meseledeki muradını ortaya çıkarmak değil, nefsin hevasını tatmin etmektir.
İctihadı semavilikten çıkarıp, dünyevi yapan bu üç noktayı Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah etmektedir:
“Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti (asıl sebebi) ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebeptir; îcaba (vacip olmasına), icada medar (sebep) değildir. İllet ise, vücuduna (varlığına) medardır.”
Burada anlatılmak istenen ince nükte şudur: İslam’ın her hükmünün bir hikmet, bir de illet ciheti vardır. Hikmet ciheti, o emrin ve hükmün faydası ve menfaatidir. Mesela içkinin haram edilmesindeki hikmet: Aklı baştan alması, insanın maddi vücuduna zarar vermesi, israfa sebebi olması,.. gibi şeylerdir. Ancak, içkinin haram edilmesinin illeti, yani hakiki sebebi bunlar değildir. Buradaki illet, Cenab-ı Hakk’ın içkiyi haram kılmasıdır. İçki, zarar verdiği için haram değil, Allah “haram” dediği için haramdır. Bir şeyde haramlığın ve helalliğin illeti, yani sebebi, Cenab-ı Hakk’ın öyle murad etmesi ve öylece emretmesidir. Hikmet ise, o emirdeki menfaatler ve faydalardır.
Yine mesela domuz eti haramdır. Haram oluşunun sebebi, Allah’ın haram demesi ve haramlığı cihetine hükmetmesidir. Hikmeti hakkında ise onlarca şey söylenebilir. Eğer, hikmeti cihetinde söylenecek hiçbir söz olmasaydı, hatta eti faydalı da olsaydı, bu onu helal yapmazdı. Çünkü hükümler, hikmetlere göre değil, illete göre şekil alır. İllet ise, Cenab-ı Hakk’ın muradıdır ve hükmetmesidir.
Yine bu meseleyi şu misalle daha iyi kavrayabiliriz: Seferde namaz kısaltılır. Dört rekâtlık bir farz namaz, iki rekât kılınır. Bu ruhsatın illeti, yani sebebi, Allah’ın seferde namazın kısaltılacağına hükmetmesidir. Hikmeti ise, seferdeki meşakkattir ve zahmettir. Şimdi, eğer sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa namaz yine kısaltılır. Çünkü illet, yani namazın kısaltılmasının hakiki sebebi olan sefer vardır. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kısaltılmasına illet olamaz ve zahmetten dolayı namaz kısaltılamaz.
Demek bir hükümde asıl olan illettir, yani Cenab-ı Hakk’ın emretmesidir. Hikmet, asla hükmün sebebi olamaz. Sadece hükümdeki menfaatlerin ve faydaların anlaşılabilmesi için bu cihete bakılır.
İşte bu asırda, bu hakikatin aksine olarak, menfaat ve hikmet, illet yerine konulup ona göre hükmediliyor. Allah’ın muradını bir kenara bırakıp, hikmet ve menfaatlere göre hüküm veriliyor. Nefse faydası olan helal kabul edilip, nefsin hoşuna gitmeyene haram deniliyor. Elbette böyle bir ictihad dünyevidir, semavi değildir. Bu yüzden de kıymeti yoktur.
“İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye (dünya saadetine) bakıyor ve ahkâmları (hükümleri) ona tevcih ediyor. Hâlbuki şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye (ahiret saadetine) bakar, ikinci derecede -ahirete vesile olmak dolayısıyla- dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanidir. Öyle ise, şeriat namına içtihad edemez.”
Bediüzzaman Hazretleri, bu noktada şu cihete bakmıştır:
İslam ve şeriatın birinci hedefi ahiret saadetidir ve ilk önce ona bakar. Dünya saadetine, ikinci derecede ve ahiret saadetine vesile olması sebebiyle bakar. Şu zamanın insanında ise, ahiret saadeti ikinci derecededir. Bu asrın insanı evvela dünya saadetine bakar ve hükümleri, bu saadetin teminine göre çıkartır. Bu yüzden de şu zamanın fikri ve nazarı, şeriatın ve İslam’ın ruhuna yabanidir. Öyle ise şeriat namına ictihad yapamaz.
Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani, "Zaruret, haramı helal derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî (umumi) değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helal etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû-i ihtiyarıyla (iradesine kötüye kullanmakla), gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuş ise, haramı helal edemez, ruhsatlı ahkâmlara (hükümlere) medar (sebep) olamaz, özür teşkil edemez…”
Bediüzzaman Hazretleri, bu maniyi eserinde uzunca izah etmiştir. O uzun kısmı, eserin aslına havale ediyor ve meseleyi şöylece izah ediyoruz:
“Zaruretler, haramı helal yapar.” bir kaidedir. Mesela içki haramdır; fakat susuzluktan ölmek ile karşı karşıya kalındığında, içkiyi içmek helal olur.
Hem mesela, domuz eti de haramdır; ama bir kişi açlıktan ölmek ile karşı karşıya kalsa, domuz etinden ölmeyecek kadar yiyebilir. O anda domuz etini yemek ona helal olur. Hatta böyle bir durumda yemeyip açlıktan ölürse, bir haram işlemiş olur ve bundan mesuldür.
Hem yine, kesildiğinde yenmesi helal olan hayvanlardan, kendiliğinden ölenler leş hükmünde olup, bunların yenmesi haramdır. Ancak bir insan, açlıktan ölmek ile karşı karşıya kalsa, ölmeyecek kadar bu leşten yiyebilir, hatta yemesi ona farzdır.
Ancak zaruret, kişinin su-i ihtiyarıyla meydana gelmişse, yani iradesini şerde kullanarak o zarureti meydana getirmişse; bu, zaruret kabul edilmez. Mesela, bir adam, iradesini şerde kullanarak içki içse ve sarhoş olup hanımını boşasa, bu boşaması geçerlidir. Ya da bir cinayet işlese, bundan dolayı ceza görür. Çünkü içkiyi iradesiyle içmiştir, neticesinden de mesuldür. Eğer içki içmeyip, tedavi maksadıyla bir ilaç içse ve bu ilaç onu sarhoş yapıp, sarhoş halde karısını boşasa ya da cinayet işlese, bu halde özür sahibidir. Boşamak vaki olmaz ve cinayetten dolayı kısas edilmez.
Bu iki farklı hükmün sebebi şudur: Birinci durumda, iradesiyle içki içmiş ve ihtiyarıyla sarhoş olmuştur. Bu halde yaptığı bütün tasarruflardan kendisi mesuldür. Tasarrufu bilerek yapması, ya da bilmeden yapması arasında bir fark yoktur. Ama ikinci halde, iradesini tedavi yolunda kullanmış ve ihtiyarıyla sarhoş olmamıştır. Belki ilacın etkisiyle sarhoş olmuştur ki, bu durumda iradesinin haricinde sarhoş olduğu için tasarrufları geçersizdir ve yaptıklarından mesul değildir.
Hem yine mesela, bir içki müptelası, zaruret derecesinde içkiye müptela olsa ve içmeden duramasa, diyemez ki, “Bu bana zarurettir ve bana helaldir.” Çünkü bu duruma kendi iradesini şerde kullanarak düşmüştür.
O halde özetlersek: Eğer zaruret, haram yolla olmamışsa, haramı helal eder. Eğer haram yolla olmuş ve iradeyi kötüye kullanmakla vukua gelmişse, haramı asla helal etmez.
İşte şu zamanda, zaruret derecesine geçen ve insanları müptela eden çok şeyler vardır ki, iradeyi kötüye kullanmaktan, gayrimeşru meyillerden ve haram muamelelerden meydana geldiklerinden, ruhsatlı hükümlere sebep olup, haramı helâl edemezler. Hâlbuki şu zamanın ictihad heveslileri, gayrimeşru meyillerden gelen zaruretleri, şeriatın hükümlerine sebep yaptıklarından, ictihadları dünyevidir, heveslerine göredir, felsefîdir; asla semavî olamaz.
Altıncı mani: Bu asırdan, Asr-ı saadet kitabı okunamaz.
“Selef-i sâlihînin müçtehidîn-i izâmı (büyük müctehidleri), asr-ı nur ve asr-ı hakikat (hakikat ve nur asrı) olan asr-ı sahabeye (sahabe asrına) yakın olduklarından, safi bir nur alıp, halis bir ictihad edebilirlerdi. Şu zamanın ehl-i ictihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh (açık) bir harfini de zor ile görebilirler.”
Bediüzzaman Hazretlerinin, ictihada altıncı mani olarak gösterdiği bu nüktenin kısaca izahı şöyledir:
İctihadın birinci menbaı Kur’an, ikinci menbaı ise sünnet ve hadislerdir. Başta dört mezhep imamı ve onların talebeleri, sahabe asrına yakın olduklarından dolayı, o nur ve hakikat asrından safi bir nur alıp, halis ve doğru bir ictihad yapabilirler ve ictihadın iki membaından İslamî hükümlerin abıhayatını çıkarabilirler ve çıkarmışlardır. Hâlbuki bu asrın ictihad heveslileriyle, o nur ve hakikat asrının arasında o kadar uzak bir mesafe vardır ki, bu uzak mesafeden hakikat kitabını okumak, neredeyse mümkün değildir. Bu asrın ehli, değil o kitabı okumayı, o kitabın en büyük harflerini bile zar zor görebilirler.
Hem bu asrın insanı, eğer ictihad yapmaya kalksa, sahabeyle görüşemeyeceklerine göre, yine başta dört mezhep imamı olarak, diğerlerinin derlediği hadis kitaplarını kaynak yapmak zorundadırlar. Yani her halükarda yol, yine o büyüklerin rahle-i tedrisinden geçmektedir.
4. Soru: Niçin bu asırdaki bazı kişiler Sahabelere ve müctehidlere karşı üstünlük iddia ediyor?
A- Gerçekten mezheplerin ihtilafı tam bir hikmetmiş ve bu konu son derece açıkmış. Ama anlattıkların bilinmeyince ihtilaf sebeb-i kusur zannediliyor. Kıssadan hisse olarak şunu da anladım ki: Bu zamanda her Müslüman’a ilim lazım. Gördüm ki, ilim sayesinde müşküller kolayca hallediliyor. Şimdi cevabını merak ettiğim başka bir soru soracağım. Niçin bu asırdaki bazı kişiler Sahabelere ve müctehidlere karşı üstünlük iddia ediyor? Sahabelere ve müctehid âlimlere karşı bu üstünlük davası nereden çıkıyor? Ve kim çıkarıyor?
B- Sahabeye karşı üstünlük davasını ve müctehid âlimlere karşı denklik iddiasını ileri sürenler 4 gruptur:
Bunlardan birinci grup, Sahabeye karşı üstünlük davasını ve müctehid âlimlere karşı denklik iddiasını ileri sürenler son derece gururlu, takva dairesinden çıkmış, sefahate dalmış ve farzları dahi yerine getiremeyen insanlardır. Bu kişiler mezhepsizliklerini o büyük müctehid âlimlere denklik davası altında neşrediyorlar, dinsizliklerini de Sahabeye karşı üstünlük davası altında icra ediyorlar.
Bu mezhepsizlerin müctehid âlimlere karşı olan üstünlük iddiasının sebebi şudur: Bu mezhepsizler haram dairesine girmiş, hevasına tabi olmuş ve sefahatte tiryaki olmuştur ki, sefahatten kurtulamıyor ve sefahate mâni olan farzları eda edemiyorlar. Kendilerine bir bahane bulmak için de şöyle diyorlar: “Şu mesele ictihaddır. Bu meselede mezhepler birbirine muhalif gidiyor. O hâlde bu hükme uymak gereksizdir. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata yapabilirler. Öyle ise biz de onlar gibi ictihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tabi olmaya ne mecburiyetimiz var?”
İşte bu bedbahtlar şeytanın bu desisesi ile başlarını mezhebin zincirinden çıkarıyorlar. Demek mezhepleri inkâr etmenin temel sebebi İslamî hükümlerin ağır gelmesi sebebiyle nefislerine uygun bir İslam’ı ortaya çıkarmak arzusudur. İçinde beş vakit namaz, zekât, kurban ve tesettür gibi emirler olmayan; sefahatin ve nefsi arzularının helal olduğu bir dini…
Bunların davalarının ne kadar çürük olduğunu mezhep imamlarının mertebeleri başlığında işlediğimizden burada tekrara lüzum görmüyoruz.
Ancak iş bununla bitmiyor. Çünkü mezhep imamlarının omzunda olan yalnız dinin nazariyat kısmıdır, farzlar ve haramlar değildir. Hâlbuki mezhepsizler dinin farzlarını dahi terk etmek ve değiştirmek istiyorlar. Eğer “Onlardan daha iyiyiz.” deseler işleri tamam olmuyor. Çünkü müctehid farza değil, nazariyata ve kati olmayan teferruata karışabilir ve burada ictihad yapabilir. Hâlbuki bu mezhepsizler namazı dahi zar zor kılmakta hatta bir kısmı beş vakit namazı bir iki vakte indirmektedirler. Kadın olanları ise tesettür ve miras taksimi gibi emirleri inkâr edip İslam’ın farzlarına karşı gelmektedirler. O hâlde bunların meselesi müctehidleri inkâr etmekle tamam olmuyor. Zira bunlar dinin farzlarını dahi değiştirmek ve İslam’ın farzlarına ve erkânlarına karşı gelmek istediklerinden dolayı İslamî hükümlerin nakilcileri, direkleri ve hadislerin râvileri olan Sahabelere ilişiyorlar ve onlar tarafından nakledilen hadisleri inkâr etmeye yelteniyorlar.
A- Sübhanallah, ben de hep merak ederdim bu zamanda yaşayan biri kendisinden binlerce yıl önce yaşayan sahabeden ne ister ne diye ona ilişir diye! Demek bunların derdi farklıymış. Kur’an’ı kendi hevalarına göre anlatmak için hadisleri inkâr etmek istiyorlar. Hadisi inkâr içinde bu hadislerin râvileri ve taşıyıcıları olan Sahabeye ilişiyor ve onları kötü göstermeye çalışıyorlar. Çok tehlikeli bir hastalık!
B- O hâlde mezhepsizlik ile tamamlanan basamakları şöyle maddeleyebiliriz:
1 - Sefahate dalıyor ve kendini haramlardan kurtaramıyor. Sefahate mâni olan farzları da eda edemiyor.
2 - İstiyor ki, işlediği haramlar helal olsun ve eda edemediği farzlar olmasın.
3 - Bu arzunun sevkiyle müctehid imamlara ilişiyor ve: “Ben de onlar gibi ictihad yapabilirim, onlar da benim gibi insandır.” diyerek nefsinin arzusu doğrultusunda ictihad yapıyor. Bununla kendisini rahatlatıyor.
4 - Ama bakıyor ki, iş müctehidleri inkâr etmekle olmuyor. Çünkü onlar sadece dinin nazariyat kısmında Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarmışlar. Dinin farzlarında ictihad yapılmamış ve yapılamıyor. Hâlbuki bu kişi dinin farzlarını da eda etmekten uzaktır. Bu sefer gözünü bir üste dikiyor ve dinî hükümlerin taşıyıcıları, direkleri ve hadislerin râvileri olan Sahabelere ilişiyor. Onları -hâşâ- yalancılıkla itham edip hadisleri inkâr ediyor.
5 - Ancak iş bununla da bitmiyor. Çünkü farzlar hakkında çok açık Kur’an ayetleri mevcuttur. İşte bu sefer de gözünü Kur’an’a dikiyor. Ayetlerini dilediği gibi tevil ediyor. Nefsinin arzularına göre hükümler çıkarıyor. Ve sonunda şefkati dahi hakketmeyen zavallı bir mezhepsiz oluyor.
Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar belki hakiki insanlar ve hakiki insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri dahi Sahabenin küçüklerine karşı denklik davasını kazanamadıklarında bütün ehli hak ve hakikat ittifak etmiştir. Gözünü güneşe kapayan sadece kendisine gece yapar!
A- Evet, çok haklısın. Kur’an’da övgüyle bahsedilen Sahabe Efendilerimiz hakkında böyle konuşmak gerçekten büyük bir nasipsizlik. Peki 2. grup kimdir?
B- Sahabeye ve müctehid âlimlere karşı üstünlük iddia edenlerden 2. grup, kendini âlim zanneden zavallılardır. Bunlar bir parça ilim tahsil etmişler ve bu ilim de onlarda benlik ve kibre sebep olmuştur. Kendi büyüklüklerini nazara vermek için Sahabe ve müctehidlerin küçüklüğünü ispat etmeye çalışırlar. Bunların hâli Güneş’e karşı meydan okuyan mumun hâli gibidir. Güneş’i kıskanan mum, ışığının sözde büyüklüğünü ispat etmek için Güneş’e ilişir ve der ki: Ey ahali! Onunki de ışık mı? Siz benim ışığıma bakın. Işığım onun ışığından daha büyüktür, gelin benim ışığımda aydınlanın.
Mum bu sözleriyle Güneş’i bilmeyenleri aldatır. Bu aldananlar Güneş’i görmediklerinden mumu Güneş bilirler.
Aynen bunun gibi, bu zamanın bir kısım mezhepsizleri de mum ışığı hükmündeki ilimleriyle müctehidlerin güneş hükmündeki ilimlerine meydan okuyorlar. Diyorlar ki: Biz onlardan daha iyi biliriz. Onlardan daha âlimiz. Onlara değil, bize tabi olun.
Ezberinde 500 hadis bile olmayan bu kişilerin 500.000 hadisi senetleriyle birlikte ezberleyen müctehidlere meydan okumasına şaşalım mı gülelim mi, biz de şaşırdık!
A- Hayretler içerisindeyim şu an. Demek asıl ilim kişinin bir şeyler bilmesi değil, evvela haddini bilmesi. Bunların Sahabe ve müctehidleri küçük görmesi kendi büyüklüklerini nazara vermek için ha. Çok acı bir durum. Peki 3. grup kimdir?
B- Sahabeye ve müctehid âlimlere karşı üstünlük iddia edenlerden 3. grup, Ehli Sünnet dışındaki batıl mezheplerin mensuplarıdır. Bunların Sahabe ve müctehidlere ilişme sebepleri ise şudur: Bunlar bakarlar ki, kendi itikatlarıyla Sahabenin itikadı ve ameli farklıdır. Sahabeden nakledilen hadisler ve bu hadislerden müctehidlerin çıkardığı hükümler onların inancına tamamen zıttır. Bunlar kendi batıl itikatlarını terk edeceklerine Sahabeye ve müctehidlere ilişerek onlara karşı büyüklük iddiasında bulunurlar ve derler ki: “Onlar da bizim gibi insan. Bu hadisleri nakleden şu şu Sahabeler şöyle şöyledir. Onların sözüne güvenilmez. Bu hadisler uydurmadır. Hem müctehidler de yanılmış ve yanlış ictihadlar yapmışlardır. İşin doğrusu budur.”
İşte bu 3. grup, kendi batıl itikatlarını kabul ettirmek için Sahabeye ve müchehidlere ilişerek onları ve sözlerini çürütmeye çalışırlar. Kendi batıl fikirlerini satmak için hak söz sahibi Sahabelere ilişirler, müctehidleri küçümserler.
A- Evet, bence en tehlikelisi bunlar. Çünkü kendilerini İslamî bir yaşayış altında ve hak üzerinde gibi gösteriyorlar. Bu hâl ile insanların ilgi ve teveccühlerini kazanıyorlar, daha sonra da batıl itikatlarını hak suretinde göstermeye çalışıyorlar. İlim olmazsa bu insanlara kanmak ve onların peşinden gitmek ne kadar kolay. İlim, ilim, ilim diyorum!
B- Makamın buraya gelmesi sebebiyle bunları da uyarır ve deriz ki: Ey bedbahtlar! Siz nasıl olur da Allah’ın Resulünün Sahabesine ilişir ve onları küçümsersiniz! Hiç Allah’ın Resulünün Sahabesi hakkındaki hadis-i şeriflerini işitmediniz mi? Yarın mahşer günü o güzide Sahabeler yakanıza yapıştıkları zaman hâliniz nice olacak! Bundan hiç korkmuyor musunuz? Gelin, vakit varken bu yaptığınız hıyanetten vazgeçin ve tövbe edin!
A- Peki Sahabeye ve müctehid âlimlere karşı üstünlük iddiasında bulunan 4. grup kimdir?
B- Sahabeye ve müctehid âlimlere karşı üstünlük iddia edenlerden 4. grup, İbrahim suresinin 3. ayet-i kerimesinde anlatılan gruptur. Bu ayet-i kerime şöyle der: “Onlar o kimselerdir ki, dünya hayatını ahirete tercih ederler, (insanları) Allah’ın yolundan çevirirler ve onun eğrilmesini isterler. İşte bunlar çok büyük bir sapıklık içindedirler.”
İşte bu 4. grup İslam karşıtı mihraklar tarafından tutulmuş insanlardır. Tek vazifeleri Müslümanların arasında fitne yaymak ve Müslümanların itikadını bozmaktır. Bu vazifeye mukabil de kendilerini tutan odaklardan dünya menfaati sağlarlar. Bunlar dinlerini dünya için satarlar. Elbette Rabb’imiz bunlardan da hesap soracak ve aldıkları altın ve gümüşleri eriterek bunların vücutlarını cehennem ateşinde dağlayacaktır.
A- Dinini dünyaya satmak diye buna diyorlar herhâlde. Kişinin imandan nasibi olmayınca böyle oluyor demek ki.
B- Cenab-ı Hakk seni, beni ve Ümmet-i Muhammed’i bu 4 grubun fitnesinden muhafaza etsin!
A- Aaamin! Allah senden razı olsun! Bana çok şey öğrettin ve hidayetime vesile oldun.
5. Soru: En büyük bir evliya, niçin en küçük bir sahabenin derecesine yetişemiyor?
Peygamberlerden sonra, insanların en faziletlisinin sahabeler olduğu hususunda Ehl-i sünnet ve’l-cemaât alimlerinin ittifakı vardır. O sahabeler ki, Fetih suresinin sonunda Cenab-ı Hakk’ın övgüsüne mazhar olmuşlar; Tevrat, İncil ve Kur’an’ın medih ve senasına nail olmuşlardır. Bu övgülere mazhar olan sahabelere küllî fazilet noktasında yetişilemez. Ancak, cüz’i bazı faziletlerde onlara yetişmek ve geçmek mümkündür. Bu meselenin izahını bir sonraki soruya bırakarak, bu bahiste, sahabelere makamca yetişilememesinin üç sebebini izah edeceğiz. Bu bölümdeki beyanımız, Said Nursi Hazretlerinin “Sözler” adlı eserinin Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyl’inden istifade edilerek hazırlanmıştır:
Birinci sebep: Peygamberimizin (asm) sohbeti öyle bir iksirdir ki, bir dakika ona mazhar olmak ile alınan feyiz ve hakikat nuru, tasavvufta senelerce çalışarak alınan feyizden ve nurdan daha büyüktür. Yani, Efendimizin (asm) bir dakika sohbetinde bulunan bir zat, yıllarca seyr-ü sülûk ile ancak kazanılabilen bir makama ve mertebeye bir anda ulaşır. Bu, Allah Teâlâ’nın Peygamberimize (asm) bahşettiği bir ihsandır.
Bunun sebebi şudur: Efendimizin (asm) sohbetinde bir insibağ ve in’ikas; yani boyalanma ve yansıma vardır ki, bunun tesiri hiçbir sohbette, seyr-ü sülûkte ve başka hiçbir şeyde yoktur. Bu peygamberî boyalanma ve yansıma ile eğer Efendimize (asm) tabi olmuşsa, en yüksek bir mertebeye çıkabilir. Bu hakikati, bu zamanda anlamak oldukça kolaydır. Zira “bluetooth teknolojisi” ile cep telefonları arasındaki bilgi alışverişi, mezkûr hakikate ışık tutmaktadır. Evet, nasıl ki bluetooth teknolojisi ile boş bir telefon, dolu bir telefondan bütün bilgileri alabiliyor ve bir anda doluyor. Aynen bunun gibi, -tabiri caizse- manevi bir bluetooth ile, Peygamberimiz (asm)’in kemali ve fazileti, sohbeti vasıtasıyla karşısındaki sahabeye geçmekte ve bir anda o sahabe, en büyük evliyaların ulaşamayacağı makamlara ulaşmaktadır. Hem yine bu sırdandır ki, bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kalp katılığına sahip iken, gelip bir saat Efendimiz (asm)’in sohbetine müşerref olur, daha sonra karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkati kazanırdı. Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün Peygamberimiz (asm)’in sohbetine mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere gider ve o medeni kavimlere muallim ve rehber olurdu. Yani normal şartlarda yıllarca okunarak tahsil edilebilecek bir ilmi, Peygamberimiz (asm)’in bir günlük sohbetiyle tahsil eder ve kavmine dönerek onlara muallimlik ederdi.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir:
Sahabeden olmayan Celalettin-i Suyuti gibi bir kısım zatlar, uyanık iken Peygamberimiz (asm) ile birçok defa görüşmüştür. Yani Peygamberimiz (asm) vefatından sonra, bu zatlara, onlar uyanıkken temessül etmiş ve onlarla sohbet etmiştir. Yine birçok kişi rüyasında Peygamberimizi (asm) görme şerefine nail olmuştur. Eğer sadece Peygamberimizi (asm) görmek ile en yüksek makamlar kazanılıyorsa, Efendimiz (asm)’in kendilerine temessül ettiği evliyalar veya rüyasında Peygamberimizi (asm) görenler niçin bu makamlara ulaşamamaktadır?
Bu sorunun cevabı şudur:
Peygamberimiz (asm)’in vefatından sonra, nübüvveti (peygamberliği) velayete dönmüştür. Bu sebeple, Efendimiz (asm)’in kendilerine temessül etmesiyle, O’nun sohbetine mazhar olan veliler, ya da rüyasında Peygamberimizi (asm) gören zatlar sahabeye yetişemezler. Çünkü sahabelerin sohbeti, Efendimiz (asm)’in peygamberlik nuruyladır; yani Efendimiz (asm) onlarla nebi olarak sohbet etmiştir. Evliyaların, Peygamberimiz (asm)’in vefatından sonra O’nu görmeleri ise, Efendimiz (asm)’in peygamberliği ile değil, velâyeti nuruyla bir sohbettir. Yani Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın onlara misafir olması ve onlarla konuşması velâyet-i Ahmediye (asm) cihetindedir; nübüvvet itibariyle değildir. Peygamberlik makamı, velilik makamından ne derece yüksek ise, o iki sohbet arasında da o derece fark vardır. Velayet-i Ahmediye’nin sohbetine mazhar olanlar, Nübüvvet-i Ahmediye’nin sohbetine mazhar olanların makamına asla yetişemezler.
Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı, sultana tabi olmak ile öyle bir makama çıkar ki, bir şah o makama çıkamaz. Aynen bunun gibi, gönüllerin sultanı olan Peygamberimize (asm) tabi olan sahabeler de, onu görmek ve sohbetinde bulunmak ile öyle bir makama çıkmışlar ki, büyük bir veli o makama çıkamıyor ve onlara yetişemiyor.
İkinci sebep: Sahabelere yetişilememesinin bir sebebi de Asr-ı Saadetin bereketidir. Şöyle ki: Cehalet devri karanlığının hâkim olduğu bir asırda, birden İslamiyet güneşi doğmuş ve Asr-ı Cehalet yerini, Asr-ı Nura ve Asr-ı Saadete bırakmıştır. Vahyin ışığındaki bu büyük inkılâp ile hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve batıl da bütün çirkinliğiyle ortaya çıkmış ve maddeten hissedilmiştir. Bu asırda, şer ve hayır arasında öyle bir ayrılık, yalan ve doğruluk ortasında öyle bir mesafe açılmıştır ki; araları, küfür ve iman kadar, belki cennet ve cehennem kadar uzaklaşmıştı.
İşte böyle bir zamanda, fıtraten yüksek hisler sahibi, güzel ahlâka meftun; izzet ve güzelliğe meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, yalan ve şerre ellerini uzatmamış; doğruluğun, hayrın ve hakkın mümessili ve numunesi olan Habibullah'ın (asm) a'lâ-yı illiyyîndeki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle o tarafa doğru koşmuşlardır. Zaten o tarafa koşmaları, onların fıtratlarının ve seciyelerinin bir gereğidir.
Asr-ı saadetin bu özelliğini şöyle izah edebiliriz:
Nasıl ki zaman oluyor; medeniyet çarşısında ve sosyal hayatın dükkânında, bazı şeylerin verdiği müthiş neticelerden ve çirkin eserlerden, öldürücü zehir gibi herkes bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçıyor. Bazı şeylerin ve manevî metaların verdikleri güzel neticeler ve kıymetli eserler ise, faydalı bir ilaç ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine çekiyor. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almağa çalışır. Öyle de, Asr-ı saadet çarşısında, yalan, şer ve küfür gibi maddeler, ebedi sıkıntı ve azap gibi neticeleri verdiğinden, yüksek ahlak ve kemale meftun olan sahabelerin zehirden kaçar gibi onlardan kaçmaları ve nefret etmeleri delil dahi istemez. Bununla birlikte, ebedi saadeti netice veren ve nuranî meyveler yetiştiren doğruluğa, hakka ve imana, en faydalı bir ilaç, en kıymetli bir elmas gibi bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve latifeleriyle müşteri ve âşık olmaları zarurîdir.
Hâlbuki o asırdan sonra, git gide sıdk ve yalan ortasındaki mesafe azala azala, ta omuz omuza geldi. Bir dükkânda, ikisi beraber satılmağa başladı ve ahlak bozuldu. Siyasî propagandalar yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladı.
Acaba böyle kirlenmiş bir zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adalet, sıdk, ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine ve takvalarına yetişebilsin veya onları geçebilsin.
Üçüncü sebep: Zikir ve ibadetten alınan nur ve feyiz cihetiyle sahabelere yetişilemez. Bu meseleyi, Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah eder:
“Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi harika zatlar sahabelere yetişemiyorlar?”
“Sonra namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى dediğimde, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilemediğine bir irşattır.”
“Evet, Kur’an-ı Hakim’in nuruyla ve vahyin bereketiyle hasıl olan o büyük inkılap içinde, zıtlar birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün çeşitleriyle, karanlığıyla ve teferruatıyla; hayır ve kemâlât da bütün nurlarıyla ve neticeleriyle karşı karşıya geldiği bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün manasının tabakalarını turfanda ve taze bir surette ifade ediyordu. Ayrıca insanların bütün hisleri, manevi latifeleri; hatta vehim, hayal ve sır gibi duyguları, o büyük inkılâpta uyanık ve heyecana gelmiş bir vaziyette, o zikir ve tesbihteki çeşitli manaları kendi zevklerine göre alıyor ve emiyordu.”
“İşte şu hikmete binaen, bütün hissiyatları uyanık ve latifeleri hüşyar olan sahabeler, imanî nurları içinde barındıran mübarek kelimeleri ve zikir sözlerini dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün latifeleriyle hisselerini alırlardı.”
“Hâlbuki o infilâk ve inkılaptan sonra, gitgide duygu ve latifler uykuya daldı; hisler o hakikatler noktasında gaflete düştü; o mübarek kelimeler, meyveler gibi gitgide, alışkanlık perdesiyle letafetini ve tazeliğini kaybetti. Artık ancak kuvvetli ve tefekkürî bir ameliyatla evvelki hal his edilebilir.”
“İşte bu sırdandır ki, zikir ve ibadet yoluyla, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hatta kırk senede başkası ancak yetişebilir.”
Dördüncü sebep: Amellerin fazileti ve o amel mukabilinde sevap kazanmak cihetiyle sahabelere yetişilemez. Mesela, nasıl ki bir asker -bazı şartlar dâhilinde- mühim ve tehlikeli bir mevkide bir saat nöbet tutsa, bir sene ibadet etmiş kadar sevap kazanabilir. Eğer bir kurşunu yese, o dakikada şehit olarak öyle bir makam kazanır ki, bir veli kırk senede, riyazet ve ibadetle o makamı ancak kazanabilir. Hem bir hastanın, hastalığına sabretmek ve şükretmek şartıyla -hastalığının şiddetine göre- bazen bir dakikası, bir gün ibadet hükmüne geçer. Hatta bazı hastalıklar neticesinde ölüm ile ahiret şehidi derecesine yükselir.
Aynen bunun gibi, sahabelerin Allah yolundaki gayretleri, hizmetleri, fedakârlıkları ve hak namına bütün dünyaya harp ilan etmeleri o kadar yüksektir ki; bir dakikasına, başkaları bir senede yetişemez. Hatta denilebilir ki, sahabelerin bütün ömür dakikaları, şehit olan neferin dakikası gibidir; bütün saatleri, tehlikeli bir mevkide nöbet tutan fedakâr bir askerin nöbeti gibidir ki, amel az; ücreti çok ve kıymeti yüksektir.
Ayrıca sahabeler, İslamiyet’in tesisinde ve Kur’an’ın neşrinde saff-ı evveli teşkil ediyorlar. Yani İslam ve iman, onların eliyle ve onların gayretiyle, onlardan sonraki asırlara ulaşmıştır. İlk el, onlardır. Bu sebeple, bütün ümmetin hasenatından onlara bir hisse çıkar. Zira Kur’an’da,
“Kim güzel bir işe aracı olursa, o işten onun bir nasibi vardır…” (Nisa, 4/85)
buyrulmuştur. Efendimiz (asm) ise bu hakikate,
“Bir işe sebep olan, onu yapan gibidir”
hadisiyle işaret etmiştir. Bu mealde, pek çok ayet ve hadis-i şerif mevcuttur. Madem sahabeler, İslam’ın saff-ı evveli ve ilk elidir ve madem İslam ve iman onların gayret ve hizmetleriyle bizlere kadar ulaşmıştır; elbette ümmetin herbir ferdinin ibadetinden onların bir hissesi vardır. Bu mesele şuna benzer: Bir cami yaptıran, içinde namaz kılan kişilerin kazandığı sevaptan hissedar olur. Ya da, ilim öğreten bir hoca, öğrencisi o ilim ile amel ettikçe veya o ilmi başkasına öğrettikçe, o öğrencinin sevabına ortak olur. Ya da, bir kitap yazan, o kitabı okuyanlar adedinde sevaplar kazanır. Yani, “Bir işe sebep olan, onu işleyen gibidir.” O halde, ümmetin hiçbir ferdi sahabelere sevap cihetiyle yetişemez; zira bizlerin yaptığı ameller, amel defterlerimize kaydedilirken, aynı anda -gayreti derecesinde- sahabelerin de amel defterlerine kaydedilmektedir. Dolayısıyla bir kişi, bir sahabeden fazla da ibadet etse, ona yetişemez; çünkü yaptığı ibadetin sevabı, kendi amel defterine yazılırken, aynı anda o sahabenin de amel defterine kaydedilmektedir.
Ayrıca her mümin, kıldığı namazda َللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ “Ey Allahım! Efendimiz Muhammed’e (asm) ve âline ve sahabelerine salat eyle.” demekle, sahabe-i kiram hazretlerine dua ediyor, namazda onları zikrediyor ve onların mertebesinin yükselmesini Cenab-ı Hakk’tan niyaz ediyor. Elbette, böyle on dört asır boyunca, her gün beş vakit namazda, yüz binlerce müminin duasına mazhar olan bir kâfile-i nuraniyeye yetişmek mümkün değildir ve yetişilemez.
Hem nasıl ki, bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir suret alır; büyük bir daldan daha büyük olur. Aynen bunun gibi, sahabeler, İslamiyet ağacının köklerinden ve esaslarından oldukları için, İslamiyet ağacın dallarında büyük bir suret alır, büyük bir daldan daha büyük olur. Az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, ancak hakikî bir sahabe olmak lâzım gelir.
Hatta Peygamberimiz (asm) ile beraber olmak ve onunla cihada katılmak, öyle bir şeref ve öyle bir makamdır ki, melekler dahi bu şereften ve makamdan nasiplerini almışlardır. Şöyle ki:
Rifaa İbnu Rafi’ ez-Züraki Hazretleri şöyle naklediyor: Cebrail (as), Efendimize (asm) gelerek şöyle dedi:
- İçinizdeki Bedir Ehlini ne addediyorsunuz?
Efendimiz (asm):
- Müslümanların en faziletlileridir, buyurdu.
Bunun üzerine Cebrail (as):
- Biz de, Bedir’e katılan melekleri en faziletlilerimiz biliyoruz, dedi.
Acaba, Bedir savaşına katılan melekler dahi, Bedir’e iştirak etmeleri sebebiyle böyle büyük bir şerefe nail olup, diğer meleklere faziletçe üstün gelirse, hiç mümkün müdür ki, Bedir Ehline, Uhud Ashabına ve diğer sahabelere yetişilsin ve onlar geçilsin!..
Beşinci sebep: İctihad yapmada ve Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarmada; yani Cenab-ı Hakk'ın emir ve yasaklarını kelamından anlamak hususunda sahabelere yetişilemez. Bu bahsi daha önce izah ettiğimizden, bu makamda sadece kısa bir işaret ile iktifa ediyoruz:
O zamandaki o büyük inkılâp, Allah’ın razı olduğu şeyleri ve ilahî hükümleri anlamak üzerine dönüyordu. Bundan başka hiçbir şey, akılları ve kalpleri meşgul etmiyordu. Bütün zihinler, Kur’an ve sünnetin hükümlerini anlamaya müteveccih idi. Bütün kalpler, "Rabbimizin bizden istediği nedir!" diye merak ederdi. Zamanın durumu, bu hali ders verecek ve hissettirecek bir tarzda cereyan ediyordu. Bütün konuşmalar ve sohbetler, bu manalar üzerine vuku buluyordu. Her şey, her hal; bütün muhavereler, konuşmalar, sohbetler ve hikâyeler, bu manaları ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; her şey onlara bir muallim oluyor ve bu sayede ictihad kabiliyetleri kendiliğinden kemale ulaşıp, fikirleri nurlanıyordu. Âdeta içtihad ve hüküm çıkarmadaki yetenekleri, kibrit gibi olup, bir çakmakla yanıyordu.
Bu asırda ise, bir sahabenin bir günde veya bir ayda kazandığı ictihad mertebesini, o sahabenin zekâ derecesinde ve kabiliyetinde olan başka bir adam, on senede, belki yüz senede kazanamaz. Çünkü şimdi ebedi saadete bedel, dünya saadeti medar-ı nazardır. Beşerin dikkati, başka maksatlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içindeki geçim derdi ruhu sersem ediyor. Felsefî akımlar ve maddecilik akla körlük veriyor. Ve bunlar neticesinde, beşerin toplum hayatı, o şahsın zihnine ve kabiliyetine, ictihad hususunda bir kuvvet vermediği gibi, dağınıklık veriyor ve şaşırtıyor; ona muallim değil, zihnini körelten bir unsur oluyor. Bu sebeple de, sahabenin on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.
Altıncı sebep: Sahabelerin kurbiyet-i ilâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilemez.
Son derece ince olan bu meselenin izahına geçmeden önce, “akrebiyet” ve “kurbiyet” kelimelerinin manalarını öğrenmemiz gerekiyor.
Akrebiyet: Cenab-ı Hakk’ın insana olan yakınlığıdır.
Kurbiyet ise: Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmaktır.
Mesela, güneş bize çok yakındır. Işığı ile başımızı okşar ve göz bebeğimizde parlar. Biz ise güneşe çok uzağız. Aramızda 150.000.000 km. mesafe var. Şimdi, güneşin yakınlığını kazanmak iki cihetle olur:
Birincisi: Akrebiyettir. Yani, güneşin bize yakınlığı cihetiyle ona yakın olmaktır.
İkincisi: Kurbiyettir. Yani, güneşin bize olan uzaklığı sebebiyle bizim ona yaklaşmamızdır. Bu cihetten güneşe yakın olabilmek için, çok mertebeleri aşmak ve semada çok uzun bir seyahat yapmak gerekir ki, güneşe yakınlık kazanılabilsin.
Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hakk’ın da bize karşı iki ciheti vardır: Birinci cihetle Cenab-ı Hak bize yakındır, hem de her şeyden daha fazla yakındır. İsim ve sıfatlarının tecellisi ile bizleri ihata etmiştir. İkinci cihetle ise, biz O’ndan nihayetsiz uzağız.
Allah’ın yakınlığını kazanmak ise iki suretle olur:
Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır; yani Allah’ın bize yakınlığı cihetiyledir.
İkincisi: Kurbiyet cihetiyledir; yani bizim uzaklığımız noktasında, mertebeleri geçerek bir derece yakınlığa müşerref olmaktır.
Peygamberimiz (asm)’in hakiki varisleri olan sahabeler, Efendimiz (asm)’in sohbetine mazhar olmak cihetiyle birinci surete mazhardırlar. Onların Cenab-ı Hakk’a olan yakınlığı, akrebiyet cihetiyle; yani, Allah Teâlâ’nın yakınlığına mazhar olmak cihetiyledir. Diğer velilerin yakınlığı ise kurbiyet cihetiyle olup, mertebeleri katederek, bir derece ilahî yakınlığa mazhar olmaktır ki, genellikle velayetin seyr ü sülûkü ve nefsî ve afakî tefekkürler ile cereyan ediyor.
Sahabelerin mazhar olduğu birinci suret vehbidir; yani Allah vergisidir. Çalışarak ele geçen bir şey değildir. Rahmanî bir cezbedir ve mahbubiyet makamıdır. Burada yol kısadır, fakat çok yüksek ve metindir; çok halistir ve gölgesizdir.
Evliyaların yolu olan ikinci yol ise, vehbi değil, kesbidir. Yani çalışarak ve zahmet çekerek ele geçer. Uzundur ve gölgelidir. Acayip harikaları, keramet ve keşifleri çok ise de, kıymetçe evvelkisine yetişemez.
Bu iki yolun farkını şu misalle anlayabiliriz:
Mesela, dünkü güne, bugün yetişmek için iki yol vardır:
Birincisi: Zamanın cereyanına tabi olmayarak, kudsi bir kuvvet ile zamanın üstüne çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir.
İkincisi: Bir sene ileri gidip, dönüp dolaşıp düne gelmektir; fakat yine dünü elde tutamaz, onu bırakıp gider.
Aynen bunun gibi, zahirden hakikate geçmek de iki suretledir:
Birisi: Doğrudan doğruya hakikatin cezbesine kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikatin kendisine ulaşmaktır. İşte bu yol sahabelerin yoludur.
İkincisi: Çok mertebelerden seyrü sülûk suretiyle geçmektir. Bu yol ise velilerin yolu olup, birinci yola kıyasla mertebesi çok düşüktür.
Bu ince hakikatin daha geniş izahını, ilgili kitaplara havale ediyor ve bu uzun meseleyi burada kısa kesiyoruz.
Daha önce de ifade ve ispat ettiğimiz gibi, peygamberlerden sonra, insanların en faziletlilerinin sahabeler olduğu hususunda Ehl-i sünnet ve’l-cemaat âlimlerinin icmaı ve ittifakı vardır. Hadislerde zikredilen ve sahabeyi geçeceği belirtilen şahıslar, sadece cüzi bazı faziletlerde sahabeyi geçebilmek, küllî faziletlerde ise sahabeye yetişememektedirler. Bu hususu âlimler şu kaideyle izah etmişlerdir:
“Cüz’i bir fazilette ve hususî bir kemalde, mercûh, râcihe tereccüh edebilir.”
Bu kaidenin izahı şudur:
Tereccüh: Üstün gelmek, demektir.
Râcih: Kıymet ve faziletçe üstün olan, demektir.
Mercûh ise: Kıymet ve faziletçe daha aşağıda olan, demektir.
Başka bir ifadeyle, râcih: birinci olan; mercûh ise: ikinci olan, demektir.
Ancak bazı cüzi faziletlerde ve hususi kemallerde, mercûh, râcihi geçebilmekte; yani ikinci olan, birinciden üstün olabilmektedir. Şu iki misalle konuyu biraz daha açalım:
1. Misal: Olimpiyatlara katılan sporcular birçok branşlarda yarışmakta ve bu branşların toplamında aldıkları puanlara göre dereceye girmektedirler. Yani, birinci olmak için bütün branşlarda rakiplerini geçmeleri gerekmemekte, toplam puanlarının üstte olması yetmektedir. Dolayısıyla, bazen ikinci olan bir sporcu, bir veya daha fazla branşta, birinci olan sporcuyu geçmiş olabilir; ama puanların toplamında ondan geride kalmaktadır. İşte bu durum, mercûhun (ikinci olanın), bazı branşlarda râcihe (birinci olana) üstün gelmesi demektir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu üstünlük sadece belli branşlarda olup, genelde ve toplamda değildir.
Aynen bunun gibi, bidatların istilası zamanında yaşayan bir kısım takva sahibi zatlar da sahabeleri bazı cüz’i faziletlerde geçebilir. Mesela aradaki yarışın, takva, zühd, hizmet, İslam için fedakârlık, cesaret, infak, ibadet gibi birçok sıfatta yapıldığını düşünelim. Bunlar gibi daha birçok sıfatta, herkes sahip olduğu dereceye göre bir puan alsın. İşte bu durumda, sahabelerin toplamda aldığı puana, peygamberlerden başkası yetişemez. Sadece bazı şahıslar, bazı faziletlerde sahabeyi geçebilirler. Mesela, sahabeden daha fazla infak etmiş ya da takvası daha çok olabilir. İşte bu durum, mercûhun, râcihe; yani, ikinci olanın, birinci olana üstün gelmesidir. Ama bu üstün geliş, sadece bazı sıfatlarda ve cüzi hallerde olup, genel toplamda bir üstünlük değildir.
İşte hadis-i şeriflerde, sahabelere yetişeceği ve onları geçeceği bildirilen zatlar ile kastedilen mana, sadece bazı cüzi faziletlerde ve hususi kemallerde onlara yetişebileceğinin beyanıdır. Yoksa küllî faziletlerde sahabeler –peygamberlerden sonra- en üstedir ve kimse onlara yetişemez.
2.Misal: Bir tarih öğretmeninin, öğrencisine Kosova savaşıyla ilgili bir tez hazırlamasını emrettiğini farz edelim. Öğrenci çalışır, uğraşır ve kaynakları inceleyerek tezini hazırlar. Bu tezinde, öğretmeninin hiç bilmediği bilgileri nakleder.
Genel bakışta, tarih bilgisi konusunda öğretmen râcih, öğrenci ise mercûhdur. Yani tarihi bilmekte, öğretmen birinci, öğrenci ise ikincidir. Ama Kosova savaşını bilmede, öğrenci, öğretmenini geçmiş; yani, mercûh, râcihe üstün gelmiş ve ikinci olan, bu konuda birinci olmuştur.
Aynen bunun gibi, sahabeler de bütün kemal sıfatlarda, evliyaların öğretmeni ve onların hocası hükmündedir. Öğrenciler hükmünde olan veliler, sadece bazı cüzi faziletlerde sahabeleri geçebilmekte; genel toplamda ise, hocaları hükmündeki sahabelere yetişememektedirler.
İşte hadis-i şeriflerle bildirilen üstünlük budur: Mercûhun, bazı faziletlerde ve hususi kemallerde râcihe üstün gelmesi…
7. Soru: Başka bir mezhebi taklit etmek caiz midir?
Taklit: Bir mesele hakkında, bir müctehidin -delilini bilmeden- ictihadına göre amel etmektir. Bir kimse, büluğ çağına girdiğinde dört mezhepten birisini taklit etmek hususunda serbesttir. Sonra istediği zaman da, muvakkaten veya sürekli olarak başka bir mezhebe geçebilir. Ancak genelde, kişi hangi beldede dünyaya gelmişse, beldesinde hakim olan mezhebi taklit etmekte ve bu mezhebe göre hayatını şekillendirmektedir.
Taklidin beş şartı vardır; bunlar şunlardır:
1. Bir meselede bir mezhebi taklit edebilmek için, o meselede, o mezhebin bütün şart ve vaciplerini bilmek gerekir. Mesela, Hanefi olan birisi, abdest hususunda Şafi mezhebini taklit edecekse, abdestin şart ve vaciplerini Şafi mezhebine göre bilmesi ve onlara riayet etmesi gerekmektedir.
2. Taklit etmek, taklit konusunun vukuundan sonra olmamalıdır. Mesela, eli kanadığı için abdesti bozulan bir Hanefi, elinin kanadığını unutarak namazını kılsa ve namazdan sonra elinin kanadığını ve abdestinin bozulduğunu hatırlasa, “Nasıl olsa Şafi mezhebinde kan abdesti bozmaz, namazım tamamdır.” diyemez. Ama eğer, elinin kanadığını namazdan sonra fark etse, bu durumda Şafi mezhebini takliden namazını iade etmez.
Bu iki hüküm arasındaki farkın sebebi şudur: Birinci vaziyetinde, elinin kanadığını ve abdestinin bozulduğunu namazdan önce biliyor ve sonra bunu unutarak abdest almadan namazını kılıyor. Burada kusur kendisine aittir. Abdestinin bozulduğuna vakıf olduğunda abdest alabilecek iken bunu tehir etmiş ve abdestsiz olduğunu unutmuştur. Kusurunun cezası olarak da namazını iade eder. Ama ikinci halde kusuru yoktur; zira namazdan önce elinin kanadığına vakıf değildir ki, tekrar abdest alma ihtiyacını hissetsin. İşte kusuru olmadığı için de, namazdan sonra Şafi mezhebinin hükmüyle amel etmesi caiz görülmüştür.
Demek bir kimse, bir ibadeti tamamladıktan sonra, kendi mezhebine göre bu ibadetin olmadığının farkına varsa, bakılır; eğer kendi kusuru ve unutkanlığı sebebi ile ibadeti bozulmuşsa, bu ameli iade eder, başka bir mezhebi taklit edemez. Eğer kusuru olmayarak iradesi dışında bozulmuş ve bozulduğunun farkına ibadeti tamamladıktan sonra varmışsa ve amel bu haliyle başka mezhebe göre sahih ise, bu ameli iade etmez.
3. Keyfi olarak ve kolayına geldiği için değil, meşru bir sebepten dolayı taklit etmesi gerekir. Yoksa sadece kolayına geleni seçmek ve mezheplerin kolay hükümlerini cem etmek, caiz olmayıp; şer’an yasaktır.
4. İmam Azam ve İmam Şafi gibi bir müctehid-i mutlakı; ya da İmam Yusuf ve İmam Muhammed gibi bir müctehid-i fi’l-mezhebi; ya da İmam Nevevi ve İmam Serahsi gibi bir müctehid-i fi’l-mesâili taklit etmelidir. Bu makamlarda olmayanı taklit etmek caiz değildir. Bu mertebeler daha önce, “Fıkıh alimlerinin dereceleri” bahsinde izah edildiğinden, burada tekrara lüzum görmüyoruz.
5. Telfik etmemek, yani mezheplerin zıt hükümlerini bir meselede toplayarak amel etmemesi gerekir. Mesela, Hanefi mezhebinde; akıllı olup büluğa eren bir kadının nikâhı için velisinin izni ve rızası şart değildir. Diğer mezheplerde ise bu şarttır. Maliki mezhebinde de, nikâh akti esnasında şahitlerin hazır bulunması şart değildir. Akitten sonra ilan etmek yeterlidir. Ama diğer mezheplerde şahitlerin hazır bulunması şarttır. Yine Şafi mezhebinde, mehri dile getirmek şart olmayıp, Maliki mezhebinden şarttır.
Şimdi bir kimse, nikâh hususunda bu üç mezhebi birleştirip telfik etse; yani, Hanefi mezhebine göre velinin izni olmaksızın, Maliki mezhebine göre şahitsiz ve Şafi mezhebine göre de mehirsiz olarak nikâh kıysa, bu nikâh geçerli değildir. Çünkü böyle bir nikâh, ne Hanefi’ye, ne Şafi’ye ve ne de Maliki’ye göre sahih değildir.
Eğer taklit, takva cihetiyle olursa bu caizdir. Mesela, abdestte niyet etmek Hanefilere göre vacip değil, diğer üç mezhebe göre ise vaciptir. Hanefi birisi, diğer üç mezhebe muhalefet etmemek için abdeste niyet ile başlarsa, bu güzeldir. Veya Hanefi mezhebine göre kadına dokunanın abdesti bozulmaz, Şafi mezhebine göre ise bozulur. Bir Hanefi, Şafi mezhebine de riayet etmek için kadına dokunduğunda abdestini tazelerse, bu güzeldir ve takvadır.
Netice olarak şöyle diyebiliriz: Bir mezhepten diğerine geçiş, kişinin muhtaç olduğu bir meselede, o mezhebi taklit etmek suretiyle olursa, bunda beis yoktur ve caizdir. Hac ve ümre yapan Şafilerin, abdestte Hanefileri taklit etmesi gibi. Çünkü tavaf ve say vazifelerinin abdestli yapılması gerekir. Şafi mezhebinde ise kadına dokunmak ile abdest bozulur. O kalabalıkta, farkında olmadan kadına dokunmak mümkün, hatta kaçınılmazdır. Her dokunuşta abdest almanın zahmetinden dolayı, Şafiler bu ibadeti yaparken Hanefileri taklit edebilirler.
Eğer taklit etmek, mezheplerin kolay taraflarını araştırmak ve ihtiyaç yokken, sırf kendi nefsinin tatmini için işine gelenleri yapmak şeklinde olursa, bu caiz değildir. Çünkü bu bizi, kabul edilmeyen “telfike” ve “mürekkep icma” ile caiz olmayan sonuçlara götürür.
Müctehid âlimler, doktorlara benzemektedir. Nasıl ki hasta olduğumuzda bir doktora gidiyor, onun tedavisini uyguluyor ve aynı anda iki üç farklı doktorun tedavisini uygulamak mümkün olmuyorsa; maddi ve manevi hastalıklarımızın ilaçlarını, Kur’an ve sünnet eczanesinden bizlere sunan müctehid imamları da taklit ederken, birini kendimize rehber yapmalı ve ihtiyaç yokken başka bir müctehidin kapısını çalmamalıyız.
8. Soru: Peygamberimiz (asm) hangi mezheptendi?
Bu soru, mezhepsizlerin ve dinsizlerin, Müslümanları köşeye sıkıştırmak maksadı ile sordukları bir sorudur. Zira bu soruya muhatap olan, “Peygamberimizin mezhebi yoktu.” dese, bu sefer soru sahibi, “O zaman bu mezhepler nereden çıktı?” diyecek; yok eğer, “Peygamberimiz Hanefi idi, ya da Şafi idi,..” dese, bu sefer de bir mezhebi Peygamberimiz (asm)’e isnad ederek hata etmiş olacak. Eğer cevap vermeyip sükût etse, bu sefer de soru sahibine mağlup olmuş ve onun haklılığını tasdik etmiş olacak. Yani her halükarda zarar edecek…
O halde yapılması gereken; ince bir cevap ile soru sahibini ikna etmek ve mezheplerin hak olduğunu ona kabul ettirmektir. Bizler bu makamda, bu soruya muhatap olanları teneffüs ettirecek bir cevabı verecek; cevabımızda da misal dürbününü kullanacağız.
1. Misal: Bir su kaynağını ve bu kaynağın oluşturduğu bir havuzu farz ediyoruz. Havuzun suyu dört farklı kanala dökülüyor olsun. Kaynaktan akan suyun da dört rengi var; mavi, kırmızı, sarı ve yeşil… Bu dört renk, havuzda karışık bir şekilde dururken, kanallara doğru yöneldiğinde, her kanala bir renk giriyor. Suyun mavi rengi bir kanala, kırmızı rengi bir kanala, sarı rengi bir kanala ve yeşil rengi bir kanala…
Şimdi, kanalların diğer ucunda duran ve bu dört kanaldaki dört farklı rengi gören kişi soruyor: “Bu havuzun rengi nedir?”
Şimdi siz, “sarı” deseniz, havuz sarı değil; “kırmızı” deseniz, havuz kırmızı da değil; “yeşil” deseniz, yeşil de değil; “mavi” deseniz, mavi de değil. Eğer, “Bu sular bu havuzdan gelmiyor.” deseniz, bu da doğru değil; yok eğer sussanız, bu da soru sahibini sevindirecek.
O halde ona şu cevabı vermek gerekir ki, hem doğrudur, hem de hakikattir: Su kaynağı ve havuz, bu renklerin hiçbiri değildir. Belki bu kaynak ve havuz öyle bir renktedir ki, bütün bu renkleri içinde barındırıyor ve bütün bu renkler ona aittir. Her kanal, kendi kabiliyeti nisbetinde, havuzun bir rengini gösteriyor.
Aynen bunun gibi, Peygamberimiz (asm) de ilahî bir kaynak ve vahyin havuzudur. Bu havuzun abıhayatı hükmünde olan şer’î hükümler ise, kanallar hükmünde olan mezhepler ile bize ulaşmaktadır. Her mezhep, bu havuzun -tabiri caizse- bir rengini bizlere ulaştırmakta ve o abıhayatı içmemize vesile olmaktadır. Demek Efendimiz (asm) ne Hanefidir, ne Şafidir, ne Malikidir ve ne de Hanbeli… Efendimiz (asm), bütün bu mezheplerin hükümlerini, şeriatında cem etmiş bir havz-ı ilahidir ve bir menba-ı hakikattir.
2. Misal: Bir ağaç hayal ediyoruz ki, bu ağacın dört dalı ve her dalında da farklı bir meyve var. Bir dalında elma, bir dalında üzüm, bir dalında hurma ve bir dalında da çilek...
Bu muhteşem ağaca bir akılsız bakıyor ve diyor ki: “Bu ağaç ne ağacıdır?”
Eğer “elma ağacıdır” deseniz, bu sefer daldaki üzümleri inkâr edecek; eğer “üzüm ağacıdır” deseniz, bu sefer de hurmaları inkâr edecek; yok eğer “hurma ağacıdır” deseniz, bu seferde diğer meyveleri inkâr edecek…
Ona verilecek cevap şudur: Bu ağaç öğle bir ağaçtır ki, yetiştirdiği hiçbir meyvenin adı ile anılamaz. Belki bu ağaç, bütün bu meyveleri bünyesinde barındıran bir mucize-i kudrettir.
Aynen bunun gibi, Peygamberimiz (asm) de -tabiri caizse- böyle ilâhi bir ağaçtır. Bu ağacın dört dalı, dört mezheptir. Her dalında nübüvvetin farklı meyveleri vardır. Peygamberimiz (asm) ne Şafidir, ne Maliki, ne Hanefi, ne de Hanbelî… Peygamberimiz (asm), bütün bu mezhepleri çekirdeğinde ve gövdesinde barındıran bir şecere-i rahmettir.
3. Misal: Güneşin yedi renginin aksini gören bir akılsız sorar: “Güneş mavi midir? Kırmızı mıdır? Yeşil midir? Ve keza…”
Şimdi “mavi” desek, güneş mavi değil; “kırmızı” desek, güneş kırmızı da değil; “turuncu” desek, güneş turuncu da değil, ya da başka bir rengi söylesek, güneş o renkte de değil…
O halde doğrusu şudur: Güneş, bütün bu renkleri içinde barındıran bir cism-i Rabbani’dir ki, bu yedi renk onun madeninden çıkar.
Aynen bunun gibi, Peygamber Efendimiz (asm) dahi böyle parlak bir güneştir. Dört mezhep, bu güneşin birer rengidir. Bu ilahî güneş, bu renklerin hiçbiri ile isimlendirilemez. Ancak denilir ki, bu dört renk, yani dört mezhep, bu güneşten süzülmüş ve güneşin bir cihetini gösteren akislerdir. Bu güneş, bu renklerin hepsine sahiptir. O’nun adı ne Hanefi, ne Maliki, ne Şafi, nede Hanbelidir. O’nun adı, Şems-i Hakikat-i Muhammedi (asm)’dir.
Diğer bölümleri okumak için tıklayınız.
BENZER SORULAR
- Nübüvvetten önce ve sonra Peygamberimiz maişetini nasıl temin ediyordu?
- Hz. Muhammed'in yaşamadığı iddiasına ne dersiniz?
- Bütün peygamberler, Peygamber Efendimiz'den haberdar mıydılar?
- Muhammed neredeydi? Bekke, Kudüs mü?
- İblisin Allah'tan aldığı rahmet nedir?
- Allah ve Resulüne itaat edin denmesi, Hz. Muhammed'in kendi nefsi çıkarları olabilir mi?
- TEBÜK GAZÂSI
- HUDEYBİYE ANTLAŞMASI
- Sünnet Nedir?
- "Müşteri kızıştırmayınız. Bir kimse kardeşinin satışı üzerine satış yapmasın... Hiçbir kadına, kız kardeşinin çanağındaki nimetin kendi kabına konması için, onun boşanmasını istemesi helâl olmaz." hadisi ne demektir?