İlk Üniversite

Charles Seignebos: “Şarklılarla temas ile batılılar medenîleştiler. Bu
medenîleşmenin meydana gelişi tamamen malûm değilse de, biz Avrupalıların Müslümanlara
borçlu olduğumuz şeylerin hesabı çok uzundur
” der. Haksız da değildir.
Çünkü İslâm Medeniyeti, modern büyük müesseselerden en azından, ikisinin temelinde
yatmaktadır. Biri hastane, diğeri rasathanedir. Bir diğeri ve üçüncüsünü de ona
borçlu olmamız kuvvetle muhtemeldir ki, o da üniversitedir.



Aşağıdaki satırlarda, İngiltere’nin Leeds Üniversitesi’nde hocalık yapan M.R.Y.
EBRIED (Sâmîler’le ilgili araştırmacı) ile M.J.L. YOUNG’un (Arablar’la ilgili
araştırmacı) bu husustaki beyanlarını bulacaksınız.



ORTAÇAĞ, modern dünyaya üç mühim müessese miras bıraktı: Hastahane, Rasathane
ve Üniversite. Çoktandır biliyoruz ki, bunlardan ikisi İslâm Medeniyeti’nden intikal
etmiştir. Birçok astronomik âletler, Yunanlılar tarafından icat edilmiş de olsa,
Rasathane Müslüman halifelerin, bir başka deyişle İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in
(S.A.V.) takipçilerinin himayesinde dâimi bir müessese halini almıştır. Bize kadar
ulaşan vesikalara nazaran, yeryüzünde ilk dâimî Rasathane, Halife Me’mûn, (Milâdî
813-832) tarafından, devlet merkezi olan Bağdat’ta 830 yıllarında kurulmuştur.
Müslümanların tıbba en mühim hizmetleri, pek çok hastahaneleri kurmaları ve bunların
bakımını yürütmeleri olmuştur. Onlar hastahaneyi, bir müessese olarak icat etmemiş
olsalar bile, hastahanelerin teşkilâtlanma, mâlî imkânlarını sağlama ve bakımları
konularında pek çok yeni gayret ve itinâ getirmişlerdir. Bu konulardaki fikirlerinden
pek çoğu, bugünkü hastahanelerde, hâlâ gözle görülecek şekilde, te’sirlerini devam
ettirmektedir.

Aynı şekilde Ortaçağ’ın üçüncü müessesesi olan Üniversitenin de varlığını büyük
ölçüde İslâm Medeniyeti’ne borçlu olduğu, dolaylı şekilde ispat edilebilir.



Üniversitelerde asırlarca okutulan tıbbî, felsefî ders kitaplarının müellifleri
arasında Avicenne (İbn-i Sinâ), Averroés (İbn-i Rüşd), Albategnius (Mehmed İbn-i
Câbir, İbn-i Sinân el-Harrânî), Avempace (İbn-i Bâcce), Avenzoar (Ebû Mervan Abdül’-Melik
bin Ebi’l-Alâ), Albucasis (Ebû Kaasım Hallâf İbn-i Abbâs) ve Alpetraglus (Ebû
İshâk el-Batrûcî) gibi İslâm müellifleri baş köşeyi şereflendirirler.







İslâm ve Hıristiyan dünyası arasındaki büyük husûmete rağmen, Avrupa üniversitelerinin
bu ders kitaplarından istifâde etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Fakat gitgide
artan pek çok deliller, bizzat üniversitenin menşeini Ortaçağ İslâm Dünyası’nda
aramamız gerektiğini ifâde etmektedir.

Avrupa’da ilk üniversiteler kurulduğu zaman, en büyük İslâmî ilim ve irfân merkezleri,
bir asrı çoktan aşan bir müddetten beri faaliyet göstermekte idi. Fas’taki Karaviyyîn
Camii-Medresesi 859’da kuruldu. Kurtuba Medresesi onuncu asrın bidâyetinde,
Kahire’deki el-Ezher Camii-Medresesi 972’de, yine aynı şehirde Dâru’l-Hikmet,
onbirinci asırda kurulmuş oldular.



İlk yüksek tahsil merkezleri Avrupa’da çok daha sonraları ortaya çıktılar. Bologne,
Paris, Montpelliler üniversiteleri onikinci asırdan daha evvel kesin olarak
mevcut değildiler. Bu üniversiteler Hıristiyan Avrupa’da zuhûr ettikleri vakit,
İslâmî benzerleri ile aralarında pek çok ortak vasıflar vardı. Talebeler, çoklukla,
“milletler” hâlinde düzenlenmişlerdir. Yâni, ikametgâhları itibâriyle geldikleri
memleketlere göre gruplar teşkil ediyorlardı. Kahire’de el-Ezher Üniversitesi’nde
Faslı, Yukarı Mısırlı, Iraklı.. talebeler için müstakil yurtlar vardı... Paris
Üniversitesi`nde talebe cemaati İngiltereli, Hollandalı ve diğer milletlerden
talebeler ihtivâ ediyordu. Talebelerin bu coğrafî esasa göre tanzimi Lincoln,
Worcester ve Hereford Kollejleri’nde olduğu üzere Oxford’un bazı kollejlerinde
de te’sir bırakmıştır.



Bir diğer benzerlik noktası, kendini, üniversite hocalarının hususî bir kıyafet
taşımalarında gösterir: Resmî merasimlerde ve derslerde giyilen hususî cübbeler
gibi. Hıristiyan Avrupa’da giyilmekte olana benzeyen geniş cübbeleri giyme âdeti,
İslâm’ın ilim ve irfân merkezlerinde çok eskiden beri mevcuttu.



Hıristiyan Avrupa’nın ilk irfân müesseselerinde kullanılmakta olan tâbirler
de İslâmî tabirlerle bir benzerlik arzetmektedir. Üniversiteyi ifâde etmek üzere
kullanılan ilk tâbir -“Studium Generale ” tâbiridir- ki, bu Arapça’daki “Dersleri
tâkip için umûmî meclis” mânâsına gelen ve Arapça akademik bir tâbir olan “Meclis-i
Âmm” tâbirinin bir tercümesine benziyor.



Diğer bir müşterek nokta: Geniş bir şekilde her tarafa yayılmış olan talebelere
ücretsiz eğitim sunma âdetidir. Kezâ, İslâm memleketlerinde bir diyârdan diğerine
giden seyyâh talebe geleneği, Hıristiyan memleketlerinde kendini tahsil hayatının
bir vasfı olarak ortaya koymadan çok önce, meşhur olmuştu. Müslüman talebeler,
bir mes’ele üzerinde, herşeyi bir hocanın bileceğini kabûl etmiyorlardı. Bu
sebeple, bir tahsil merkezinden diğerine seyâhat, bu talebelerin tahsil hayatında
yer etmişti. Bu devamlı seyâhatler, İslâmî terbiyenin en bâriz vasıflarından
biri olan İcâzet”in, yani “tedris müsaadesi”nin menşeinde yer alır. İcâzet,
bir hoca tarafından belli bir eğitim programının sonunda talebeye verilen diploma
idi ki, bu, talebeye tahsil ettiği mevzularda ders verme hakkını tanıyordu.
Bu müsaade daha dokuzuncu asırda mevcuttu. Daha geniş bilgi elde etmek gayesiyle
bir akademik merkezden diğerine seyâhat eden talebeler için, bu “tedris etme
müsaadeleri ” bir nev’i pasaport ve hususî mevzularda bir nev’i selâhiyet vesikası
mahiyetini taşıyordu.



Burada enteresan bir hususu kaydetmeden geçemeyeceğiz: Bugün üniversite ile
ilgili ilmî bir seviyeyi ifâde için kullanılan lisans (licence) tâbiri, “tedris
müsaadesi” mânâsına gelen Lâtince’deki “Licentia docenti” tâbirinden gelir ki,
bu tâbir, bidâyetten beri, Hıristiyan üniversitelerde, talebelere verilen diplomalara
denilirdi.



Ortaçağ İslâm üniversitelerinde profesörler, tedris ettikleri şeylerde, ilk
Hıristiyan üniversitelerindekilerden daha hürdüler. Binâenaleyh, Avrupa’da diploma
verilmesi hakkı rektöre has iken Müslümanlarda her hocanın “tedris müsaadesi”
verme hakkına sahip olması, bizi hayrete düşürmemelidir. Bu farktan sarf-ı nazar
edecek olsak, “İcâzet” ve “licentia docenti” üniversite hayatında birbirinin
aynı olan iki vasıta idi.



İslâm Üniversitesi tatbikatı ile Hıristiyan dünyasının üniversite tatbikatı
arasında bu benzerlik, İspanya’da birbiri ile temâsa imkân veren müesseselerin
oynamış olduğu rolle izah edilir. Müslüman İspanya, Ortaçağ’ın en büyük akademik
merkezlerinden biriydi. Tuleytula’nın Hıristiyanlar tarafından zabtından (1085)
sonra, bu memleket, İslâm irfân meyvelerinin Hıristiyan Avrupa’ya geçtiği ana
yol oldu. Tuleytula’da Râhip Raymond (ölümü: M. 1251) Arapça eserleri Lâtince’ye
tercüme etmek ve böylece bunları Hıristiyan ilim âleminin istifadesine arz etmek
için hususî bir mektep açtı.



Müslümanların felsefî, ilmî ve tıbbî eserlerinin teşkil ettiği hazineler, Hıristiyan
profesör ve talebelerin istifâdeleri için Lâtince’ye tercüme edildiler. Şu halde
Hıristiyan talebelerin, üniversitelerin teşkilâtlanmasıyla ilgili fikirleri,
bu kitaplar vasıtasıyla İspanya’dan götürmüş olmaları kesindir.

(Le Monde’dan Tercüme)

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun