Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, ... (Secde, 32/13) ayetini nasıl anlamak gerekir?

Tarih: 16.03.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

"Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım, diye benden kesin söz  çıkmıştır." (Secde, 32/13)
- Bu ayeti nasıl anlamak gerekir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İlgili ayetin meali:

“Dileseydik elbette herkesin doğru yolda yürümesini sağlardık. Fakat şu sözüm mutlaka gerçekleşecek: 'Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım!' ” (Secde, 32/13)

Bu âyetin öncesi ve sonrasıyla, âhiret sahnelerinden biri canlı bir biçimde tasvir edilip, güçlü bir uyarı yapılmaktadır: Dünya hayatının var ediliş hikmeti olan sınavın süresi sona erdikten sonra, iman etmenin ve pişmanlık sergilemenin hiçbir değeri olmayacaktır. Bu sebeple herkes ecel gelip çatmadan aklını başına toplamalı ve Allah'ın ezelî ilmindeki gerçekle yüz yüze gelmeden kendisine tanınan fırsatı değerlendirmelidir.

Yüce Allah dileseydi, elbette herkesin dünya hayatında doğru yolu izlemesini sağlayabilirdi. Fakat O bu hayatı şuurlu varlıklar için bir imtihan alanı kılarak anlamlandırmayı murad etmiş, yükümlü tuttuğu varlıklara da bunu bildirmiştir. Bu sebeple Allah Teâlâ'nın cehennemi hem insanlardan hem de cinlerden bir kısmı ile dolduracağını haber vermesi, onları peşinen mahkûm etme değil, aksine kendilerine tanınan fırsatı hatırlatma anlamı taşımaktadır. Nitekim devamında 14, âyette, “yaptıklarınızdan dolayı ebediyet azabını tadın” mealindeki ifade, günahkârlara verilen cezanın gerekçeye bağlandığı, bu cezanın mutlaka kendi yaptıklarına karşılık olduğu belirtilmektedir. Ayrıca birçok âyet ve hadiste, kişinin işlemediği bir günahtan ötürü ceza görmeyeceği, hatta şartlarına uygun bir tövbe ve benzeri vesilelerle günahlarının bağışlanacağı, buna karşılık yaptığı her iyiliğin de karşılığını göreceği bildirilmiştir.

Cenâb-i Hak dileseydi insanları da nefis denilen ve kötülüğü çokça telkîn edip insanı o istikamete iten âmilden uzak tutar, melek tabiatlı kılar ve her haliyle Hakk'a itaat eden bir varlık düzeyine getirebilirdi. Veya meleklerin devamlı ilhamıyla, kendi kudretinin o yönde tecellisiyle insan ruhunu çok üstün duruma getirir, nefsin kötü arzularını tamamen tesirsiz kılarak bir bakıma insanı melekleştirebilirdi.

Evet, Allah dileseydi, bütün insanlar için tek bir yol belirlerdi ve o da doğru yol olurdu. Nitekim yüce Allah fıtratlarında gizli bulunan içgüdü, ilham ile yollarını bulan yaratıklar için tek bir yol belirlemiştir. Böcekler, kuşlar ve hayvanlar, hayatları boyunca tek bir yol izlerler. Melekler gibi bazı yaratıklar da itaatten başka bir şey bilmezler. Ne var ki, yüce Allah'ın iradesi, insan denen bu yaratığın özel bir tabiata sahip olmasını, hem doğru yolu hem de sapıklığı seçebilme yeteneğine sahip olmasını, isterse hidayeti seçmesini, isterse ona yanaşmamasını dilemiştir. Yüce Allah varlık bütününün projesine yerleştirdiği amaç ve bir hikmet doğrultusunda fıtrata bahşettiği bu özel tabiat sayesinde, insanın evrende üstlendiği rolü yerine getirmesini öngörmüştür. Bu yüzden yüce Allah, cehennemi sapıklığı seçen ve cehenneme götüren yolu izleyen cin ve insanlarla doldurmayı, değişmez bir hüküm olarak belirlemiştir.

Öyleyse neden böyle yaratmadı, yaratmış olsaydı neler olurdu, ne gibi sakıncalar doğardı?

Bilindiği gibi ilâhî kudret kemal derecesindedir; yani sınırı ve sonu yoktur. O bakımdan dilediğini yapmaya muktedirdir. O'nun için zorluk, sıkıntı, engel gibi söz ve kavramlar söz konusu değildir. Noksan sıfatlardan pak ve yücedir. Ancak insan denilen canlıyı “ahsen-i takvim” üzere yaratmayı irâde ederken, eşyayı onun için, onu da Rabbini bilip ibâdet etmesi için var kılmış ve ne melek, ne de hayvan türünden olmayıp ikisi arasında ona bir özellik vererek hem dünya, hem de âhiret hayatını yaşamasını dilemiştir. Gerçek bu olunca, bu iki hayat birbirini tamamlamakta ve biri diğeriyle hikmet ve amacının ne olduğunu yansıtmaktadır.

Dünya hayatı bütünüyle hareket, mücadele, didinme, çalışma ve ihtiyaçları karşılama dönemidir. Bunların sağlanması için insanda nefis ve ona bağlı istek, arzu, ihtiras ve emel gibi duygular meydana getirilmiştir. Ancak bu duyguları meşru sınırda tutabilmemiz için de kitap indirilmiş ve peygamber gönderilmiştir.

İnsan melek gibi yaratılsaydı, mevcut düzene lüzum kalmaz; aslında dünyaya getirilmesine hem gerek kalmaz, hem de ilâhî hikmete uygun düşmezdi.

İşte bu ve benzeri sebep ve hikmetlerden dolayı Cenâb-ı Hak insanı melek veya melek gibi yaratmamış; ancak onu hem hayvanî, hem de melekî sıfatlarla teçhiz edip plândaki yerine oturtmuş; sonra da iyiliklerin ve kötülüklerin yollarını bildirerek, fayda ve zararlarını açıklayarak onu serbest bırakmıştır. O bakımdan insanı, şu dünya hayatında yapacağı her şeyden sorumlu tutmuş ve ikinci hayatta ciddi bir hesaba tabi' tutulacağını haber vermiştir.

Ayette geçen, hak söz konusuna gelince:

Allah'tan sadır olan hak söz, ezelî ilmiyle, mevcut imkân ve ortamlar düzeyinde insanların nasıl bir ömür süreceklerini, akıl ve idrâklerini hakikate çevirip çevirmeyeceklerini, eşyada ilâhî damgayı görüp görmeyeceklerini, ilâhî sanatın izlerini tesbit edip etmeyeceklerini; hakkı bırakıp bâtılın peşine takılıp takılmayacaklarını: nefislerine mağlup olup akıllarını nefislerinin emrine verip vermeyeceklerini; peygamberin irşat ve tebliğinden yararlanıp yararlanmayacaklarını tesbit etmesine bağlı bir hükümdür. Onun ilmi yanılmayacağına göre, ona bağlı hükmü de değişmeyecektir.

İşte cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağına yemin etmesinin anlamı budur. Yoksa Cenâb-ı Hak, sorumlu ve mükellef tutulan bu iki ayrı varlığı hiçbir amellerini ve iradî temayüllerini dikkate almadan cehennemlik kılmış değildir. Zira o takdirde teklîf anlamsız, ibâdet hikmetsiz; iyilik ve kötülük aldatmaca olurdu. Cenâb-ı Hakk'ı böyle bir düzen kurmaktan tenzih ederiz.

Âyetin açık anlatımından, cinlerin de insanlar gibi ilâhî tekliflerle yükümlü tutuldukları anlaşılıyor. O bakımdan Hz. Muhammed (a.s.m.) Efendimiz için “Resûlü's-sakaleyn” denilmiştir ki, bu onun insanlarla cinlerin, dünya ile âhiretin peygamberi olduğunu ifade eder.

Nitekim Zâriyat Sûresi 56. âyetle Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Ben, cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım.”

Şu halde Secde 13. âyetten çıkarılması gereken sonuç şu olmaktadır: Cennet ve cehennem sembolik bir anlatımın öğelerinden ibaret sanılmamalı, vahiy yoluyla âhiret hayatına dair verilen bilgiler sorumluluk bilincini sürekli biçimde zinde tutmayı sağlayan birer gerçeklik olarak algılanmalıdır. (bk. Taberî, Razi, Şevkânî, İbn Âşûr, Diyanet, Celal Yıldırım, ilgili ayetin tefsiri)

İlave bilgiler için tıklayınız:

"Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. ..." (Yunus, 10/99) Müslümanlar neden dini yaymaya çalışıyor?  

Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? ...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun