Aracılık yapmak günah mı?

Tarih: 17.07.2023 - 06:38 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Siyasetçi, bürokrat, yüksek düzey yöneticiler, bunların yakınları ve hatırlı kişiler ile halk arasındaki ilişkinin, şahısların menfaatine göre değil de milletin ve devletin menfaatine uygun olarak oluşup işlemesi elzemdir. Aracılık yapılacaksa, bu temel kurala göre yapılmalıdır!

Böyle mi oluyor?

Sorunun cevabına, “dünya hayatına ait işlerde torpil manasını ve hükmünü ihtiva eden bir ayet” meali ile başlayalım:

“Kim güzel bir şefaatte bulunursa, ondan kendisi için bir nasip olur; kim de kötü bir işe aracılık ederse onun da buna denk bir payı olur. Allah her şeyi koruyup hakkını vermektedir.” (Nisâ, 4/85)

Türkçe’de şefaat daha ziyade ahiretteki aracılık ve özellikle de Hz. Peygamber (asm) Efendimizin, hem bütün insanlara (hesaba çekilmenin, yargılanmanın bir an önce başlaması, bekleme sıkıntısının son bulması için) hem de ümmetinin günahkÂrlarına (günahlarının bağışlanması için) Allah nezdinde yapacağı aracılık manasında kullanılır.

Kuran’da ve Arapça’da ise şefaatin buna ek olarak daha geniş bir manası vardır: İki kişi arasında görülecek bir iş, elde edilecek bir fayda veya önlenecek bir zarar konusunda üçüncü bir şahsın devreye girmesi, aracı olması, hatırını ve gücünü kullanarak sonuç elde etmeye teşebbüs etmesidir…

Hemen her zaman toplum içinde aracılık faaliyeti sürdürülmüş ve aracılar bulunmuştur. Özellikle hukuk, adalet, ehliyet ve emanet duygusu ve şuurunun ve bunlara dayalı uygulamaların ikinci plana atıldığı; güçlü, hatırlı, yakın olanların -haklı veya haksız olarak- işi bitirdiği dönemlerde, bu manada toplum ahlakının zaafa uğradığı zamanlarda şefaat (adam bulma, torpil kullanma) yaygın, normal, hatta zaruri hÂle gelmiştir.

Bu ayet hem tarihî hem de evrensel olarak şefaat konusunda bir kural getirmektedir:

Şefaat kötü, çirkin ve yasak değildir; ancak meşru, hukuka ve ahlaka uygun olmalı, başkası aleyhine haksızlık doğurmayacak iyi bir sonucun hasıl olması için yardım manası ve amacı taşımalıdır. Böyle olan şefaatin ecri vardır. Hasıl olan iyilik ve ecirden şefaat sahibi (buna aracılık eden, hatırını ve imkânını kullanan) kimseler de nasip alırlar.

Haksız bir talebin, kötü sonucun gerçekleşmesi için yapılan aracılık da yapana sorumluluk getirir; haksıza, zalime, kötülük edene verilen cezanın benzeri bir ceza ona da verilir.

Bir işin çözümü elinde, yetkisinde olan şahıslara baskı yapması ve hatırını kullanarak ricada bulunması için bunu yapabilecek kişiler devamlı başvuru mercii oluyorlar. Başvuranlar namazında orucunda insanlar olsalar da torpil kullanarak elde edecekleri sonucun meşru, kendi hakları olup olmadığına aldırmıyorlar. Ortada bir menfaat var; bu, bir kimsenin belli bir işe alınması da olabilir, bir ihalenin kazanılması da olabilir; bu ve benzeri konularda aracılık isteyenler liyakat ve hakkaniyetle hiç ilgilenmiyorlar.

Kendilerine “O kişi o makama ehil değil, sırada ehil olanlar var ve bekliyorlar, atanma onların hakkı, o ihale, şartları kim taşıyorsa ona verilmelidir, sizin istediğiniz ‘şartları taşımayan, ihaleyi alması kamunun yararına olmayan’ bir menfaat talebi…” dendiğinde, daha önce sevgi, saygı, hasret cümleleri döktürenler birden kararıyor ve değişmeyen “argümanını” heyecanla dile getiriyorlar: Ama herkes yapıyor, biz de sizi şey belledik geldik, gerekirse biz de size bir “iyilik” yaparız…

İşi yapacak olana nispetle üst veya güçlü durumda olanların tavrı ise baskıdan ibarettir; “Ya yaparsın ya da biz sana yapacağımızı biliriz.” noktasına kadar baskı haddini aşarak ilerler.

Halk arasında “Devletten görev, ilgili mercilerden ihale vb. alabilmek, devlet dairelerinde ve yerel yönetimlerde meşru işini yürütebilmek ve hakkını alabilmek için ya torpil veya rüşvetten başka çare yok.” sözü dolaşıyor ve bu kanaatin büyük ölçüde benimsendiği anlaşılıyor.

Bu tespit doğru ise başımıza kıyametin kopması (işlerin çığırından çıkması, bozulması, halkın zarar görmesi, ülkenin huzur, adalet ve güç kaybetmesi) kaçınılmaz demektir. Nitekim Efendimiz (asm), “İşler ve görevler ehil (layık, hak eden) kimselere verilmediğinde kıyameti bekle.” buyurmuştur. (Buhari, İlim 2, Rikak 35)

İnsan olanda ahlak ve/veya din olması aranır. Ahlakı ve imanı veya yalnızca ahlakı olan insanların ehil olmadıkları, hak etmedikleri işleri ve görevleri talep etmemeleri gerekir; çünkü bu talep zulümdür, haksızlıktır, başkalarının haklarını gasbetmektir, kul hakkına girmektir, düzenin bozulmasına sebep olmaktır… ki bütün bunlar dine ve ahlaka aykırıdır.

Eğer toplum yapısı ve örgütlenmesi müsait, devlet de adalet ve hakkaniyet devleti olsaydı, her bir ferdin liyakat ve ehliyet durumu bilinecek, kimse iş ve görev talep etmeyecek, her işe ve göreve en layık olan getirilecekti. İslam da bunu istemektedir.

Mesela İmam (devlet başkanı) mı seçilecek vücutça ve ruhça en sağlıklı, en güzel ahlaklı, en bilgili ve tecrübeye göre devlet yönetmeye en muktedir kişi aranır, bulununca görev ona verilir, ehliyetini kaybedince de görev ondan alınır. Bir yerde cemaatle namaz kılınacaksa topluluk içindeki en âlim, güzel Kuran okuyan, güzel ahlak sahibi, sesi müsait kişi seçilir ve imam olur…

Ama böyle bir yapı ve örgütlenmenin bulunmadığı zaman ve mekânlarda kendini ehil gören insanların vasıflarını doğru olarak açıklamak şartıyla göreve talip olmaları zarureten caiz görülmüştür. Bu talep de şu hususu içermelidir:

“Eğer ehliyet bakımından benden daha uygun olanı varsa ben talebimden vazgeçiyorum.”

Aracılara gelelim:

Haksız bir işin gerçekleşmesi, bir menfaatin elde edilmesi için aracılık eden ve maddi-manevi baskı uygulayanlar şunu bilmelidirler ki, kul hakkı yiyenleri, devleti / kamuyu zarara sokanları namaz, oruç, hac… kurtaramaz. Bu ibadetlerin kefaret olacağı günahlar, kul hakkı ve büyük günahlar değildir.

Allah Teala dini; iman, ibadet, ahlak, bütünüyle hayat düzeninde kılavuz olsun diye göndermiştir.

“Bir mümin erkek veya bir mümin kadının, Allah ve Resulü bir emir ve hüküm verdiklerinde artık işlerinde bundan başkasını seçme hakları olamaz. Allah’ın ve Resulü’nün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.” (Ahzâb, 33/36)

Aracı ancak sağlam bilgiye dayalı olarak bir göreve ehil olduğunu düşündüğü kimseyi tayin makamlarına bildirir. “Bunu mutlaka yapın, hatırım için yapın, yapmazsanız bozulurum veya üzülürüm.” demez, diyemez; “bundan daha ehil olanı varsa elbette o tercih edilmelidir” der, demek mecburiyetindedir.

Bir göreve daha ehil olan birisi var iken, mutlak veya göreceli olarak ehil olmayana aracılık eden kimse, hem ehil olan kulun hakkını yemiş, hem de hizmet alan topluluğa kötülük etmiş, zulmetmiş olur. Daha ehil olanın varlığını bilmiyorsa, bu ihtimali düşünerek hareket etmesi gerekir; yani mutlaka bu olsun demez, “daha ehliyetlisi yoksa olsun” der.

Tayin eden ve seçen makamlar ve şahıslar da din ve ahlakın emri olarak bu ölçülere göre hareket etmekle yükümlüdürler.

Çare, topyekün bir ahlak ve dindarlaşma seferberliğidir. Toplumda adaletsiz ve ahlaksız olanlara karşı topyekün olumsuz tavırdır.

Bu tavır onları temel insan haklarından mahrum bırakmak değildir, itibar bakımından herkesi hak ettiği yerde tutmaktır. Aksine davranış zulümdür, kötülüğe prim vermektir, hadisteki ifade ile kıyamettir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 100+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun