Tevbe suresinin son iki ayetinin Kur'an-ı Kerim'e sonradan eklendiği söyleniyor. Neye dayanarak böyle bir şey söylüyorlar?

Tarih: 13.02.2012 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kur'an-ı Kerim nazil olduğu gibi günümüze kadar gelmiş ve hiç değişmemiştir. Kur'an-ı Kerim'de her hangi bir ayet eksik olmadığı gibi her hangi bir söz de katılmamıştır.

Allah bir ayetinde, Kur'an'la ilgili olarak,

"Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok çelişkiler bulacaklardı." (Nisa, 4/82) buyurmaktadır.

Kur’ân-i Kerim’den herhangi bir âyeti inkâr eden kimsenin küfrü üzerinde ittifak edilmistir.

Bilindiği gibi kelimeler manalara, edebî sanatlara zarf olurlar. Esas olan manadır, sanattır. Hepimiz Türkçe bildiğimiz halde kendi öz dilimizle yazılmış bir edebî şaheserin benzerini niçin yazamıyoruz. Demek ki, hüner kelimelerde değil onu çok iyi kullanan ediplerin ilminde, sanatındadır. Arapçanın Kur’an hakikatlerinin ifadesinde müstesna bir özelliği vardır. Özelikle kalp ve his alemine ait kelimeler onda çok zengindir.

Bununla birlikte hiçbir Arap edibi de Kur'ana misil getirememiştir. Zira, Kur’an'da Arapçanın çok ötesinde bir kutsiyet vardır. Taklit edilemeyen, işte o kutsiyettir. Bu ise, Kur’an'ın Allah kelamı olmasında saklıdır. Belağat ilminin dahileri bu manayı çok iyi kavramışlar, bundan da öte tatmışlar, zevk etmişlerdir. Biz ise aynı manayı Allah’ın bir diğer kitabı olan Kâinat kitabından misaller getirmekle bir derece anlayabiliyoruz.

Elementler birer harf kabul edilirse, bu elementlerden insanlar bir takım eserler yaparlar. Allah ise aynı elementlerden insan yapar, hayvan yapar, ağaç yapar. İşte burada elementler ötesi bir ilahi sanat, bir ilahi kudret ve irade söz konusudur. İşte taklit edilemeyen de budur.

Tevbe suresinin son iki ayeti ve açıklaması:

128. Andolsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir, üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir.

129. Eğer aldırmazlarsa onlara de ki: Bana Allah yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben O'na dayanmaktayım ve O, o büyük Arş'ın Rabbidir.

Yemin olsun ki, size hakikaten bir resul geldi öyle bir resul ki sizden biri, kendi içinizden, kendi cinsinizden, melek değil, beşer cinsinden, aslı ve nesebi belli, Arabî ve Kureyşî, Harem ehlinden, sizin sıkılmanız ona ağır gelir, gücüne gider. Yani, azap görmeniz şöyle dursun, bir takım zahmete, sıkıntıya uğramanız bile onu üzer, son derece rahatsız eder. Yahut sizi sıkan, zorunuza giden şeyler beşeriyet icabı onu da üzer, onun dayanma gücü ve metin görünüşü, sıkıntılara göğüs germesi, üzülmediğinden değil, peygamber oluşundandır. Bu tefsirlere göre, cümlenin tamamı bir sıfat cümlesidir. Fakat İbnü Kuşeyrî'nin tercihine göre, "azîz" bir sıfat, "aleyhi mâ anittum" da ayrı bir sıfattır.

Buna işaret olmak üzere bazı mushaflarda "azîz" kelimesinin üzerine bir "cîm" secavendi konmuştur ki, bunda daha başka bir anlam vardır. Yani, bir resuldür ki, azîzdir; büyük izzeti vardır. Sizi sıkıntıya sokan şeyler onun aleyhine olur, ona ağır gelir. O yüksek izzet sahibi peygamber, kendi cinsinin evlatlarının zor durumda kalmasına razı olmaz. Sizin cinsinizden olması ve izzet sahibi bulunması sebebiyle bütün dertlerinizi ve kederlerinizi yüreğinde duyar, acınızı hisseder. Üzerinize düşkündür, size karşı pek hırslıdır.

"(Ey Muhammed) sen onların yola gelmelerini ne kadar istesen de..." (Nahl, 16/37)

âyetinde de işaret buyurulduğu üzere hidayet ve iyiliğinize, faydanıza, hayrınıza hırslıdır. Üzerinize toz kondurmak istemediği gibi, sizi mutluluğun zirvesine eriştirmek, selamete çıkarmak, cennete ve rıdvana kavuşturmak için bütün hırsıyla ve var gücüyle uğraşır. Üstelik onun merhameti yalnızca Kureyş'e, Arab'a, şu veya bu kavme değil, hangi kavimden olursa olsun bütün müminleredir ki, o raûftur. Re'feti çok fazladır, yani gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti vardır. Rahîmdir. Fıtraten, doğuştan, yaratılıştan, Allah tarafından pek ziyade merhametlidir. Günahkârlara bile acır.

İşte bütün bunlardan dolayı ey insanlar, Kur'ân'da söz konusu olan mükellefiyetler, özellikle bu Berâetün Sûresi'nde yer almış olan tövbe, cihad vesaire hakkındaki emirler, yasaklar, ikazlar ve itaplar, ağırınıza gitmemeli, gönlünüzü incitmemelidir. Bütün bunlar küfür ve nifakın zararlarına ve uğursuzluklarına karşı genellikle müminlere gayet büyük bir sevgi ve şefkatin tecellileridir. Onun için hiç vakit geçirmeden bunlara iman edip, gereğince amel etmelisiniz.

Görülüyor ki, burada Resulullah (asm)'a Allah'ın güzel isimlerinden raif ve rauf ve rahîm isimleri verilmiştir. Hasen ibn'l-Fadl demiştir ki Allah Teâlâ, hiçbir peygambere, güzel isimlerinden iki isim birden vermedi, ancak bizim peygamberimiz hakkında "raûf ve rahîm" buyurdu. Kendi zat-ı sübhanisi hakkında da

"Muhakkak ki, Allah insanlara raûf ve rahîmdir." (Bakara, 2/143; Hac, 22/65)

buyurdu. Gerçekten de Resulü'ne (asm) bu isimleri vermesi ve onu böyle vasıflandırması, onun hakkında büyük ikram ve tekrîm demektir. Bundan da anlaşılır ki, Allah'ın güzel isimlerinin hepsi "Allah, Rahmân ve Rab" gibi sırf Allah'a mahsus olan isimlerden değildir. Resulullah (asm)'ın kendisi, ilâhî ahlâk ile mütahallik olduğundan dolayı müminlere raûf ve rahîmdir. Getirdiği din de bütün yönleriyle, müminler için ayniyle nimet ve rahmettir.

"Buna rağmen yine de yüz çevirirlerse (ya Muhammed) sen de onlara deki: Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur, ancak O'na dayandım ve O, azîm (yani azametli) Arş'ın Rabbi'dir. Bütün kâinatı kuşatmış olan, en büyük hükümranlığın, en yüce saltanatın sahibi ve rabbidir."

İşbu son iki âyetin Kur'ân'dan en son nazil olan âyet olduğu hakkında bir rivayet vardır: Hz. Übeyy b. Kâ'b (r.a.)den "Kur'ân'ın Allah'a ahdi en yakın olanı, yani en son nazil olanı (...)'den itibaren iki âyettir." diye rivayet bulunmaktadır. (Suyuti, ed-Dürrü'l-mensur, 4/331) Bununla beraber Bakara Sûresi'ndeki 281. âyetin bundan da sonra nazil olduğuna ilişkin rivayet daha çok tercihe şayandır.

Yine rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber (asm)'in vefatından sonra Mushaf cemolunduğu zaman bu âyeti, Zeyd b. Sabit tarafından çok araştırılmış, ancak zü'ş-şehâdeteyn yani, iki şahit hükmünde olan Huzeyme b. Sabit nezdinde bulunmuştu. (Buhari, Tefsiru sureti 9/20) Yani âyet, ashabdan birçoklarının ezberinde olmasına rağmen yazılısı ancak Huzeyme'nin yanında bulunmuştu. Çünkü Kur'ân, yalnızca hafızların ezberinden değil, ondan başka Hz. Peygamber (asm) zamanında yazılmış ve en son arzada karşılaştırılmış sayfaların da bir araya getirilmesi ve bu belgelerin de dikkate alınması ile bir mushafta toplanmıştı. Yazmakla görevlendirilen Zeyd b. Sabit, bu iki âyeti, bir yerde yazılı olarak bulmadan yazamıyordu.

Bundan dolayı kendi ifadesine göre; "Berâetün Sûresi'nin sonundaki bu iki âyeti bulamayıp araştırmaya başlamış ve ancak Huzeyme'nin yanında yazılı olarak bulmuş ve böylece ezberden bilinen bu iki âyetin kesin yazılı belgesi de elde edilmiş oldu.

Ebu Davud'un Süneninde rivayet olunduğuna göre; Ebu'd-Derdâ Hazretleri demiştir ki, "Her kim sabah ve akşam yedi kere 'Hasbiyallahu la ilahe illa hu aleyhi tevekkeltü ve huve Rabbül arşıl azim.' derse, Allah Teâlâ, o kulun önemsediği şeylere kifâyet eder." (Suyuti, ed-Dürrü'l-mensur, 4/334)

(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, ilgili ayetlerin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim'in yazılması, toplanması ve kitap haline getirilmesi hakkında detaylı bilgi verir misiniz?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun