"Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır." (Bakara, 2/10) Bu ayetin ifadesine göre, kalp hastalığını açıklar mısınız?
Değerli kardeşimiz,
"Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır." (Bakara, 2/10)
Bu ayet-i kerime münafıkalrın kalbindeki hastalığı anlatmaktadır.
"Münafıklardaki bu hileciliğin ve bu şuursuzluğun sebebi nedir?" denilirse, onların kalplerinde, yani ruhanî kalplerinde hiç görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık vardır. Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini bozan ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur. Fakat maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi hususlarda da kullanılır.
Sıhhat esas, hastalık ikinci derecedir. İlk yaratılışta kalp sağlamdır. Fakat bunlar kalbin sıhhatini muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa mübtela olmuşlardır. Burada "maraz" kelimesindeki tenvin, korkutmak içindir. Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın başlangıcı olan büyük bir hastalık var. İdrak ve iradenin afeti olan bir hastalık var. Bu hastalık, rivayete ve dirayete dayanan tefsirlerin ve bilhassa selef müfessirlerinin açıkladıkları üzere inançsızlık hastalığı, şek, şüphe, kuşku hastalığı, özetle şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar bütün kötü niyetlerin başıdır. Buna yakalanan kimse, hak tanımaz, Allah'dan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder.
Allah'ın "onda şüphe yoktur" buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden şüphe eder. Allah'ın halis mümin kullarından ve onların doğru olan fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe eder, hatta kendinden şüphe eder. Bilginin kıymeti kalmamıştır. Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun gözüne hak ve hakikat kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe ile doludur.
Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah, Peygamber, hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her şeyden kuşkulanır. Fakat bütün fiil ve hareketiyle yine kendisine karşı kendisini yalanlar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç şüphe etmez. "Acaba bunların aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır?" demez. Hepsine atılır, sarılır. Onun için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu, ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Müminle mümin, kâfirle kâfir görünür. Bütün bunları ne zorunlulukla yaptığını düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı bu şeylerin kendisinden başka bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu farketmez. Arada böyle hile ve düşmanlık yerine bir temelli sevgi kurmak için samimi olmaya çalışmak, kendisi için de daha kârlı olduğunu anlamaz. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler, yine iğneli beşikte gibi yaşarlar.
Şüphe ve ara bozma hastalığı böyle can sıkıcı bir şeydir. O münafıkların kalplerinde işte bu hastalık vardır. Ve her hastalık huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür. Bunlar ise bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar da ondan da kuşkulanırlar.
Bunun üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını artırmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ insanlardan, insanlar içinde Arap'tan, Arap içinde Kureyş kabilesinden, Kureyş kabilesi içinde Hâşim Oğullarından Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdimenaf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Fihr b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Mead b. Adnan isim ve nesebiyle bir peygamber göndermiş ve ona "kendisinde şüphe olmayan" bir kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyamete kadar nur saçmak için buraya, onların bulundukları yere getirmiş ve insanlar yavaş yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar, eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey istemiyorlar, kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyorlar, hak denildi mi, hatır gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlar; zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak, dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak, neler neler yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler, mücahedeler, intizamlı şekillerde muntazam vakitlerde çalışmalar, uğraşmalar, neler neler var. Aç kal, sabreyle fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara tapma, zevkine esir olma, Allah'tan başka tapılan bir şey tanıma ve ancak ondan yardım iste.
Bu olur mu? Bu hal ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkan kalır? Sadece para kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Allah'ın verdiği söz, yapacağı bu muydu? "Bu tedavi değil, bir tuzaktır." diyorlar. Artık o hastalık Allah katından bunların kalplerine basılıyor. İkinci bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar da bu yüzden Allah'a ve müminlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.
Maraz (hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından sapması ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan aksaklık durumudur ki, buna "illet=dert" de denilir. Demek ki şüphe, imansızlık, inançsızlık da insanda asıl değil ikinci derecede bir şeydir. Ve hastalığa mahsus bir durumdur.
Her çocuk doğarken iman ve itikad fıtrat (yaratılış)ıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun için Hak inancı, Allah'a inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana ilerde şüpheye düşmesi için değil, şüpheleri atması, doğru yolu bulması ve geliştirme yoluyla da imanı huy edinmesi için verilmiştir. Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı değildir. Bunu yapan, tecrübe güzergahında nefislerin sağlam yaratılışı gözetmemesi, kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi, özetle zevk duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve kendi zevkini görmek istemesidir. Bazı insanlar tecrübede bunu tamamen bulamayınca, hatalar ve isabetsizlikler vaki olduğunu görünce, kendisinin "hakkın kendisi" olmadığını takdir ve kendinden önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta aldandığını söylemeye ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile mücadele ederek hakkı görmeye ve vücut cereyanının, kendisinin değil, Hak Teâlâ'nın hükmünde bulunduğunu teslime ve kendisinin Allah için bir kulluk görevine mahkum olduğunu itiraf etmeye benlik sevdası ve irade zayıflığı engel olur da, şek ve şüpheyi esas kabul eder. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe kendisi için hem huy ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu tavsiye eder, bu yönüyle Reybiyyûn (şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar) bile bir inanışın esiridirler: Şüpheye inanmak. Bu inançta sabit bir "ben" yoktur. Çelişme yığını olan bir akıcı fikir, bir (ben) hayali, bir "ene" aşkı, bir "ene" derdi. Yani hiç gizlenmek istemiyen bir "benlik" davası, bencillik, hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.
Fen ve felsefe bakımından hak iman, hem fıtrî ve hem alıştırıcıdır. Fakat şüphe inancı yalnız alıştırıcılığa ait yoldadır. Şüphe inancının böyle alıştırıcı ve tecrübeye dayanan karakteri, bu gibilere inanç ve sağlam bilgi hakkında bir kuşku telkin eder. Kitaba, dine bağlanmaktan çekinirler, istidlâle (delil ile sonuç almaya), istintâca (delil ile sonuç çıkarmaya), akıl ve mantığa küçümseyerek bakarlar, buna karşı koymak için terbiye, tecrübe, istikrâyı (tüme varımı) benimsememek isterler. Güya bunları, şüphenin, inançsızlığın delili imiş gibi ileri sürerler. Bu vesile ile: "Hayat adamı olmalı, hayat gibi her gün değişmeli, hayatta hiç bir örnek takip etmemeli." derler. Ahlâklı bir gidişat takip eden seciyeli iman ve inanç sahiplerine genelde: "Mahdut fikirli, dar kafalı adamlar." gözüyle bakarlar.
Bilmezler ki dar görüşlüler, yalnız şimdiki hale bağlananlar ve onun önünü ve arkasını görmeyenlerdir. Bilmezler ki alıştırmanın, tecrübenin, kararlılığın gayesi de şüphe değil, tıpkı istintâc gibi şüpheden kurtulmak, bir hak inanca ermektir. Bilmezler ki, zevkin hikmeti, gelip geçici şeylerle boğulmak, hiçlere esir olmak değil, ebedî bir hakka ulaşmak, bir irfan anı edinmektir. Sağduyusunu toplayanlar için çoğuldan tekile, başlangıçtan sonuca, sonuçtan başlangıca netice çıkarmak suretiyle karar kılmak, şüpheyi silmek için aklın biri diğerine kefil olan başlangıç ve sonucun birliğini gösteren iki şahidi, birbirine bakan iki yoludur ki ikisinin ürünü, ilki ve sonu hak inançtır. Vicdanın zevki de bu iman ile hakka açılan bir anlama noktasıdır. Hakka iman yaratılışı ile doğ, bu iman ile tecrübe yolundan doğru geç, hakka iman ile öl, ona dön!
İşte İslâm'ın saadeti, işte kalpleri hastalıklı o münafıkların hile yapmak istedikleri Allah'ın nuru!..
Fakat onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın artmasıyle kalmayacak, onlar için ahirette ve hatta dünyada pek elem verici, gayet acı bir azab da vardır. Bu azab bilhassa (...) Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr İbnü Âmir, Ebu Ca'fer ve Yakub kırâetlerinde tekzibden (yükezzibûn) okunur, yalan söyler olmaları veya doğruyu yalan saymaları sebebiyledir.
Bunlar, devamlı yalan söylerler, imanları yokken "imanımız var" dedikleri gibi, eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterirler. Azaplarına sebep de özellikle budur. Çünkü yalan, önce dünyada büyük bir vicdan azabına sebeptir. Yalancılar, su üstünde bir yonga gibi çalkalanır ve her an bir iğneli beşikte yatıyor gibi yaşar.
Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık olur ve o azab git gide bir çeşit tatlılığa döner, onu -adeta- kaşındırır. Bununla beraber bu kaşınmanın tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları gibi kanatan, boğucu elemlerle karışık bir taddır.
Fakat bunun ve bu yalan alışkanlığının ahiretteki azabı büsbütün dehşet vericidir. Çünkü yalan söyleye söyleye kalp, devamlı yalancı intibalarla kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat bir evham (kuruntular) âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya, ara sıra yanar döner bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir. Artık o kalp ve onun gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve şerri seçemez olur. Kâr der, zarara koşar; iyilik der, şerre koşar; bahçeyi ateş görür kaçar, ateşi cennet sanır atılır. Derken Hakk'ın rahmeti ile arasına kalın bir sur çekilir ve fakat bu surun ara sıra açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak nuru rahmet ve saadet oradan arasıra imrenmek için görünür ve kapanır.
"Müminlerle onlar (münafıklar)ın arasına bir duvar çekilir ki, onun bir kapısı vardır; içerisi rahmet, dış tarafı ise azabtır." (Hadid, 57/13)
âyeti gereğince nihayet bir kapanır, bir daha açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı içinde sonsuzluğa kadar hasretle yanarlar, sönmek bilmez kara bir ateş ile yanarlar. Bu âyette "Allah onların hastalığını artırmıştır." buyurulduğu gibi, diğer bir âyette de
"Kalplerinde (şüphe ve nifak) hastalığı bulunanların ise, (indirilen sûre), inkârları yüzünden murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar kâfir olarak ölüp giderler." (Tevbe, 9/125)
buyurulmuştur ki, hastalık ile pisliğin ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar ilâhî kanunlardır. İman eden kazanır, etmeyen de yanar, yakılır.
* * *
Vesvese, şeytanın insanın kalbine ve aklına sokmaya çalıştığı sözlerdir. Kalb ve akıl bu tür sözlerden rahatsız olduğu için bunu kabul etmez.
Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır.
Vesvese de manevi bir hastalıktır. Vesvese insanların ibadetlerinde ihlaslı olduğunun göstergesidir. Ayrıca vesvese manevi bir hastalık olduğu için, inşallah günahların keffaretine vesile olur.
Ancak nasılki maddi hastalık istenmez, öylede manevi bir hastalık olan vesvese de istenmemelidir. Çünkü vesvese insanın ibadetlerini sağlıklı ve huşu içerisinde yapmasını engellemektedir. Maddi hastalıkların tedavisi için uğraşıldığı gibi, manevi hastalık olan vesvesenin de tedavisi için uğraşılmalıdır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Ayetlerin mecazlı şekilde indirilmesinin hikmeti nedir?
- Allah, neden münafıkların hastalıklarını artırmıştır?
- Kalbi zayıflatan şeyler hakkında hadisi var mıdır?
- Dini musibet nedir, neden olur, nasıl kurtulunur?
- Allah’a yardım etmek ne demekti?
- Allah çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk, şan, şöhret vermiş. Bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder vermiş; sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor?
- Müddessir suresi 30 ve 31. ayetleri açıklar mısınız?
- İman hakikatlerinin delillerini bilmek vaciptir, terk etmek haramdır, sözü hadis midir?
- Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu anlayamayacağımızı bildiren ayet ve hadisler var mıdır?
- Ahir ömrüme kadar takvalı olarak yaşamak istememe rağmen bunu başaramıyorum; ümitsizliğe kapıldım. Bundan nasıl kurtulabilirim?
Yorumlar
PEKİ MANEVİ HASTALIK OLAN VESVESEYİ İNSAN KENDİ KENDİNE İZALE ETMESİ MÜMKÜN MÜDÜR?
YOKSA NASIL Kİ İNSANIN BEDENİNDE BİR HASTALIK HASIL OLDUGUNDA ONU KENDİSİ İYİLEŞTİREMİYOR KENDİSİ REÇETE YAZIP GEREKLİ OLAN İLAÇLARI ALAMIYOR DOKTARA GİTMEK MUCBURİYETİNİ HİSSEDİYOR BUNUN GİBİ MANEVİ HASTALIKLARDADA TABİPLERE (ALLAH DOSTLARINA) GİTMEK GEREKİR Mİ?
peki bu hastalıktan insan nasıl kurtulabilir. ben bunu kendi içimde bulmaya gayret ediyorum. hayatımdaki kötü bildigim herşeyi çıkardım. sigara alkol bunların yerine güzel olanları koyma gayretindeyim namaza başladım çocuklugumdan sonra bu ramazan oruca... bu hastalık psikiyatride farklı sözlerle ifade eddiliyor ama gerçek şifa ancak allahtan gelecegine göre imanımı nasıl güçlendire bilir bu illeti nasıl yenebilirim. vereceginiz telkin ne olur bana
Vesvese konusunda bilgi almak için tıklayınız:
m.ors remizli ziyaretçinin sorusuna cevap:
Allah’ı sevmek ve onun razı olduğunu bilmek soyut bir durum olduğu için anlamak zordur. Bir insan ben Allah’ı seviyorum diyebilir. Fakat bu durum içimizdeki bir duyguyu anlattığından dolayı, dışımızda bunu göstermemiz gerekir.
Diğer taraftan, Allah bizden razı mı? Biz onun yanında nasıl bir kuluz? Bu sorular da aynı şekilde anlaşılması zor konulardır. Bunu anlamanın da bir yolu olmalı.
İşte hem bizim Allah’ı sevdiğimizin anlaşılması, hem de Allah’ın bizden razı olduğunu anlamanın yolunu şu ayeti kerime de Allah’ımız bildiriyor. “Ey Muhammed deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, ta ki Allah ta sizi sevsin.”
Dikkat edilirse Allah’ı sevmemizin göstergesi Hz. Peygamber Efendimize uyarak islamı yaşamaktır. Biz Peygamberimize uyarak hayatımızı yaşarsak, netice de Allah’ın da bizi sevdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela, babanızı ve annenizi sevdiğiniz nasıl anlaşılır. Onların isteklerini yapar, memnun olmadığı şeyleri de terk ederseniz, o zaman sevdiğiniz ortaya çıkmış olur. Onlar bize demeseler bile biz bundan anlarız ki onlar da bizi seviyorlardır. Tam tersi olsa dediklerinin hiç birini yapmam ama, kalbime bak onları çok seviyorum dese kime inandıra bilirsiniz.
Demek ki Allah Peygamberimizi bir model olarak yaratmış ve en güzel örnekleri onda göstermiş. Bize de, eğer beni seviyorsanız, size Peygamber gönderdiğim Hz. Muhammed’e uyunuz. O takdirde anlayın ki ben de sizi seviyorum. Sözün özü: Allah’ın bizi sevdiğinin göstergesi, bizim ne kadar Hz. Muhammed’e benzediğimizdir. Ona göre sonuca varabiliriz.
Size, bize ve tüm insanlara yol haritası kur’an ve Sünnettir. Bundan başkasını size tavsiye edemeyiz. Yani kur’anı ve sünneti rasulullahı ( a.s.m ) kendimize rehber edinmek, kendimizi onlara endekslemek ve imani bahis ve kitapları tefekkür ile okumaktır. Yani imanın ve kur’anın anlattığı ve bahsettiği kurani ve imani kitaplar bulabilseniz veya bu konuları tefekkür ve mütalaa eden şahsiyetlerle beraber olmakla onlardan istifade edebilseniz sizin hem dünyanıza hem de ahiretinize faydalı olacaktır.
Namazları vaktinde kılmak, büyük günahlara dikkat etmek ve namazın arkasındaki tesbihatı yapmak ayrıca sizi tekamül ettirecektir.
Bu konuda size bazı tavsiyelerimiz olabilir:
1- İlmihal: Ömer Nasuhi Bilmen, Mehmed Dikmen
2- Fıkıh : Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı
3- Tefsir : Elmalılı Hmafi Yazır, Mehmed Vehbi Efendi
4- Akaid ve kelam : Risale-i Nur Külliyatı
Ayrıca:
1- Çevrenizde güven ve itimat duyduğunuz bazı kimselerle istişare ederek islami çizgiyi koruyan ve sorularınıza cevap verebilecek cemaat mensuplarıyla görüşmenizi
2- Zafer, Nesil, Cihan ve Nil yayınlarında çıkan kitaplardan bazılarını seçerek okumanızı tavsiye ederiz.
Ayette geçen Nefis ve Malın Allah’a satılması ne demektir?
Nur Külliyatında, “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın almış bulunuyor” mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri yapılırken bir temsil getirilir ve temsilin bir yerine de şu mesaj yüklenir. “Hem o fabrikadaki âletler benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek.” Sözler
Bir sohbette arkadaşlarıma, toprağın ve suyun fiyatlarını sormuş ve bir cevap alamamıştım. Muzun fiyatını sorduğumda ise yüksek bir rakamla karşıma çıkmışlardı. İşte toprak ve su Allah’ın bir fabrikası olan ağaca girdiklerinde, öteden muz olarak çıkıyor ve büyük bir kıymet kazanıyorlar. Aynı şekilde, otu inek denilen bir canlı fabrikaya veriyoruz, et ve süt elde ediyoruz. Şeker pancarı, fabrikadan şeker olarak çıkarken, çiçek tozları kovanda bal oluyorlar.
İnsan, etrafını saran böyle sonsuz ibret tablolarından ders alarak nefis ve malını, Rabbinin emir tezgâhına soksa, alâ-yı illiyyin denilen o üstün makama erecek ve cennet ehli olma şerefine kavuşacak.
Nefis denilince insanın zâtını anlıyoruz, mal denilince de zâtın tasarrufuna verilen emanetleri. Bir başka ifadeyle, “nefis” insana ihsan edilen dahilî nimetleri; “mal” ise haricî nimetleri temsil etmekte. Her ikisi de insanı ya alâ-ı İlliyyîne çıkaran yahut esfel-i safiline düşüren imtihan âletleri.
Âyet-i kerimede nefisten başlandığını dikkate alarak nefsimiz üzerinde biraz duralım.
İnsan aklı, fizik ve kimyadan, ticaret ve ziraattan, kumar ve soyguna kadar her şeyde istimal edilmeye müsait. Bunların bir kısmı insanı yükseltirken, diğerleri alçaltır.
İnsan kalbi bir umman. İman ve küfürden, adalet ve zulme, tevazu ve kibre, itaat ve isyana, muhabbet ve nefrete, af ve intikama ve daha nice müspet ve menfi mânâlara açık. İnsanın alâ-yı illiyyîne yükselmesinde yahut esfel-i safilîne yuvarlanmasında en büyük pay onun.
Kalbe bağlı lâtifeler, hisler bedenin organlarından çok. Bunlar da insanı ya yücelere çıkarır yahut çukurlara düşürür. Sevgiden başlayalım. İnsan bu his ile, ya Rabbini ve Mevlâsını sever, yahut nefsini ve menfaatini. İşte birinci hâl yükseliş, ikincisi çöküştür.
Bir diğeri, “endişe duygusu.” İnsan, ya maddî ve dünyevî problemleri kendisine dert edinir, bunların endişesiyle ruhunu perişan eder. Yahut, bu dünya yolculuğunun cehennemle son bulma endişesi onu durmadan çalışmaya, gayrete ve duaya sevk eder. Birincisi, aşağıların aşağısı, ikincisi yüceler yücesidir.
Beş duyumuz da bu ölçüye vurulmalı. İnsan bunlarla sâlih amel de işleyebilir, isyan ve günah da. Birinciler, insanı en ileri makamlara, ikinciler ise en derin azaplara hazırlar. Yine Nur Külliyatında, “küfür, mahiyet-i insaniyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder” denilerek, büyük bir hakikat dersi verilir. Demek ki, insan ahsen-i takvim ile ifade buyrulan bir elmas mahiyetinde yaratılmış. Kendisini rıza çizgisinden, istikamet hattından dışarı çıkarırsa, ceza alarak aşağıların aşağısına atılıyor. Bu çöküş “kömür” olmakla sembolize edilmiş. Bilim adamlarımızın ifadelerine göre, elmasla kömürün temel taşları aynı. Sadece kristalleşme şekilleri farklı. İşte bu farklılıktan birbirine zıt iki mahiyet doğuyor. Aynı harflerle farklı kelimelerin yazılabilmesi gibi, aynı insan mahiyetinden de, birbirine zıt meyveler çıkabiliyor: Mümin -kâfir, salih-fasık, âdil-zâlim, mütevazı- mağrur gibi.
Bu misâle göre:
•Ahsen-i takvim, “en güzeli yazabilecek kıvamda, kabiliyette yaratılmış olma.”
•Alâ-yı illiyyîn, “bunu başarabilenlerin yüksek makamı.”
•Esfel-i safilîn, ise “yanlış yazanların büyük düşüş ve çöküşü.”
Allah Resulü (a.s.m.), “Dünya âhiretin tarlasıdır” buyurur. O halde insan bu dünyada, çekirdek kabilinden de olsa, “alâ-yı illiyyîn” şerefine erecektir ki, bu mazhariyet âhirette o yüce makam olarak kendini göstersin. Ve yine insan, işlediği isyanlarla, “esfele-i safilîne” lâyık olacaktır ki, bu liyakat o dehşetli azabı meyve versin.
Sözün özü: Yüksek insanlar da, alçak insanlar da bu dünyada yetişiyorlar. Ve âhirette her nefis kendi ameline uygun saadete eriyor yahut azaba düşüyor.
İmanın kemale erdirilmesine gelince:
Taklidî İman
Taklit; başkasının fikir ve düşüncelerini doğruluğunu test etmeden kabullenmek, onun hal ve hareketlerini tekrarlamak, ona benzemeye çalışmak ve bir şeyin "kalp"ını yapmak demektir. Bir insanın, bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden, anne-babasından ve çevresinden görüp işittiği şekilde inanmasına ve inandığı esasların doğruluk derecesini ve hakikatini araştırmadan onları kabul etmesine “taklîdî iman” denir.
Tahkik ise; bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak ve o hususta hakikata ulaşmak için çalışıp didinmek, cehd ve gayret göstermek demektir. İman esaslarının mahiyet ve hakikatini araştırıp soruşturduktan sonra yani tahkik sonucu ulaşılan imana da “tahkîkî iman” denir.
Taklit bütün bütün kötü değildir, peygamberler ve hak dostları gibi taklit edilmesi faydalı hatta gerekli olan şahıslar da vardır. Bu, özleri sâfi, düşünceleri duru; kafaları Hak'la halk arasında büyük gerçeğin haliçesini ören müstesna insanları taklit doğruya yönlendirici ve maddî ma'nevî huzura erdiricidir. Bu taklitte, hürriyet ve iradeyi nefy ve inkâr yoktur; bilakis hürriyet ve iradeyi müdafaa ama su-i istimale de meydan vermeme vardır. Zararlı taklit ise, akl-i selim kâle alınmadan, müspet fenlerin ortaya koyduğu neticeler düşünülmeden, insanın, yine kendisi gibi insanların düşüncelerini benimsemesi ve onların hareketlerini tekrarlamasından ibarettir. Böyle bir taklit, insanlık mânasına hakarettir ve insanı, kendi gibi aciz ve zayıf varlıklara köle yapar.
Bir insanın, herhangi bir araştırma lüzumunu duymadan, görüp duyduğu gibi, inanması ve netice itibarıyla da davranışlarını ona göre ayarlaması bir taklittir. Bu türlü davranışta muhakeme ve dolayısıyla da "ilm-i yakîn" bulunmadığından, kitlelerin akışına, hârîcî müessirlerin ağır basmalarına göre, sık sık yer ve yön değiştirmeler olabilir. Ayrıca, fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfran karşısında taklit müslümanları mukavemet edemezler. Bu bakımdan da –bilhassa günümüzde- tahkîkî imana ulaşma yollarının araştırılmasına ve bu konuda insanların uyarılmasına ihtiyaç hatta zaruret vardır.
Kaldı ki, Kur'an-ı Kerim, yer yer, duygu, düşünce ve bakışlarımıza hep yeni yeni şeyler sunmakta ve bize daima yeni ve isabetli bakış açıları kazandırmaktadır. Dahası, İlâhî beyanın takriben beşte biri insanı araştırmaya, âfakî ve enfüsî tetkîk ve tefekküre teşvik ederek “tahkîk”in önemini göstermektedir.
Tahkîkî imanı kazanma ve hakikate ulaşmanın yolları hakkında farklı farklı mütalaalar vardır. Mesela; insanı tamamen aklî bir varlık olarak gören ve havass-ı hamse (beş duyu organı) ile gelen malzemenin aklın kurallarına göre şekillendiği zaman doğru bir bilgiye ulaşılabileceğini savunan Meşşaîlere göre hakikate akılla varılır. Akılcı Meşşaiye'ye karşı çıkan Sühreverdi ve diğer İşrâkiye müntesipleri ise, hakikate akıl yoluyla değil sezgi yoluyla varılabileceğini savunurlar. Tasavvuf dilinde işrak, sezgi yoluyla bilgi edinme manasına gelir. İşrakiyyun, aklın insanı belli bir sınıra kadar götürdüğüne, onun yanlızca kavrama gücü sınırlı bir ölçü olduğuna, hakikatin aklın ötesinde kaldığına inanır ve aklın yerine sezgiyi koyarlar. İlâhi hakikatlere ulaşmanın tek yolunun sezgi olduğunu söylerler. Hakikate, Cenâb-ı Hakk'ın insanın içini açmasıyla ve içinde bir inşirah yaratmasıyla ulaşılabileceğine inanırlar. “Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâm'a açar.” (En'am, 6/125) mealindeki ayet-i kerimede de bu hususa işaret vardır. Evet, bir insanın kalbinin inşirahla dolması, Allah'tan gelen bir nur ve bir ışıkla olur.
Bu düşünce, imanın tarifiyle ve tarifte kullanılan ifadelerle de uyuşmaktadır. İman, Sa'd-ı Taftazani'nin ifadesiyle; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur." Yani iman, insanın aklını kullanması veya âfâkî–enfusî tefekkürü sonunda, Cenâb-ı Hakk'ın murâd-ı sübhânîsiyle onun içinde yaktığı bir ışıktır, bir nurdur. Demek ki, bir işrak ve bir cezb ü incizâb sözkonusu olabilir; fakat, usulu'd-din uleması, insanın âfakî–enfusî tefekkürü, araştırması, o mevzuudaki cehd u gayretini de nazara verdikten sonra, “iman Cenâb-ı Hakk'ın, murad buyurursa, kalbde hasıl edeceği bir nurdur” derler. Eserlerinde bu tarife de yer veren Bediuzzaman hazretleri “iman, Şems-i Ezeliden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kainatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve keza, iman, Şems-i Ezeliden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tuba gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.” der.
Tahkîkî İmana Giden Yollar
Tahkik meselesine gelince; sofîlere ya da işrak yolunda yürüyenlere göre hakiki iman biraz da Cenab-ı Hakk'ın zatını bilmeye bağlıdır. Deliller, Zat-ı uluhiyetin bilinmesinde tek başına yeterli değildir. İnsan, kainat kitabını elli defa hallac etse, kendisindeki hilkat eserlerini ve tevhid delillerini de görse, yine de Zat-ı uluhiyeti bilemeyebilir. Öyle bir yolla, insan ancak Zat-ı uluhiyetin varlığı konusunda bir fikir ve kanaata sahip olur. Cenab-ı Hak, o fikir ve kanaati, insanın içinde bir iz'an haline getirirse Zat-ı uluhiyet de duyulabilir. Fakat, Üstad Bediüzzaman, mutasavvıf ve mütekellimlerde gördüğü ifrat ve tefrit üzerine, Fahreddin-i Razi ile Muhyiddin İbn Arabi arasında meydana gelen bir diyalogu hatırlatarak der ki: "Evet, ilm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'ân-ı Hakîm'den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenâb-ı Hak namına istihdam eder. Her şey mir'at-ı marifet olur."
Evet, Allah'ı bilmek Zâtını bilmekten farklı şeydir. Zat-ı Ulûhiyet'in bilinmesi, insanın içindeki bir inkişafa vâbestedir. O, bazen bir hads ile bilinir ve insan entüvisyon da diyebileceğimiz çok küçük bir sezmeyle birdenbire çok büyük bir hakikate ulaşabilir. Bir karıncanın hareketinden aniden bir Zat-ı Ulûhiyet hakikatine intikâl edebilir. Hem öyle intikâl eder ki, artık iman o şahsın içine yerleşir.. yerleşir de, o kul Zat-ı uluhiyet için “Şu anda bana şah damarımdan daha yakın ama aynı zamanda bütün sistemleri de O idare ediyor.” der ve tam olarak hisseder bu dediğini.
Ancak, kanaât-i âcizânemce, herkes için geçerli olan tahkik yolu araştırma, tedkik, o mevzuda isteklilik, süreklilik, ısrar ve temâdî ile beraber ibadette derinleşme yoludur. Şart-ı âdî planında iradeyi öne çıkaranlar ve Maturîdî eğiliminde bulunanlar için bu yol Cenab-ı Hakk'ın lûtfetmesi adına daha geçerli bir sebeptir. İnsanlar araştırma mevzuunda hem ciddi, kararlı ve sürekli olurlar, hem de elde ettikleri bilgileri ibadette derinleşme hesabına kullanırlarsa bugün olmazsa yarın tahkîke ulaşabilirler. Kant da, Saf Aklın Kritiği'nde, Allah'ın nazarî akılla değil, amelî akılla bilineceğini söyler. Evet, güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez. Tecrübe ve uygulamadan yoksun, amel ve ibadetten mahrum bir insan, kütüphaneler dolusu kitap okusa da, vicdanında duyulması gerekenleri kat'iyen duyamaz; sadece delillere dayanarak kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle hiçbir zaman imana ilişen problemlerden kurtulamaz. Öyleyse, vicdan mekanizmasını işlettirmek ve ondan semere almak için insan “salih amel”e yapışmalı, çokça ibadet etmeli, ibadeti tabiatının bir yanı haline getirmelidir. İmanın, akıldan ziyade kalbe oturması ya da en az akıl kadar kalbin de işletilmesi, ibadetle cilalanması ve neticede kalb ve kafa izdivacının sağlanması şarttır. Yoksa, iman zayıf bir lehimle tutturulmuş gibi olur. O da, nâmüsait şartlar altında birden bire eriyiverir, kırılır gider. İşte, tahkike ulaşmak, belki senelerce sürecek olan bir ibadet cehd u gayretine bağlıdır. Fakat, böyle bir cehd neticesinde tahkîkî iman hedefine ulaşan bir kulun karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla çıksa da -Allah'ın izniyle- ona hiçbir zarar dokunmaz.
Burada unutulmaması gereken bir husus daha vardır: Bir Yaratıcının, halkeden bir gücün mevcudiyetine inanma başkadır, Zât-ı Ulûhiyeti “Huve” lafzının delâleti ölçüsünde “min haysü huve huve” deyip tanıma daha başkadır. Biz O'nu, Rahman, Rahîm, Ehad... gibi isimleriyle; hayat, ilim, irade... gibi sıfatlarıyla tanımaya çalışsak da, yine de O'nu tam bildiğimizi iddia edemeyiz ve “el-aczü anil idraki idrakün=İnsanın, O'nu idrak etmekten aciz olduğunu anlaması idraktir” mülahazasına sığınırız. Böyle bir idrak de yine Cenâb-ı Hakk'ın hidayetine bağlıdır.
Dolayısıyla, tahkîkîn değişik mertebe ve merhaleleri vardır. Bir mertebede siz, tekvînî emirleri okuyarak, teşrîî emirlere bakarak, âfâkı ve enfüsü tetkîk ederek size ârız olan şüphe, tereddüt ve engellerden kurtulur; gönlünüzün Allah'la buluşmasını sağlarsınız ve şöyle-böyle iman hakikatini duyma ufkuna ulaşırsınız. Dolayısıyla bir Mevcud-u Meçhul'un var olduğuna tam iman edersiniz. Fakat sizin için bir de bir Mevcudu Maruf'a ulaşma sözkonusudur. Evet, O ihata edilemez.. O'nu idrak edememe, idraktir.. O'nu bilememe, bilmedir.. işte bu mülahazalara sâdık kalmakla beraber, O'nu o delillerin ifade ettiğinin çok üstünde anlamanız, bilmeniz ve kabullenmeniz de mümkündür. Bu manada O'nu bilmeniz, tamamen O'nun sıfât-ı Sübhaniyesiyle kuşatılmanız ve bir lahza bile fasıla olmaksızın O'nun tarafından görülüp gözetildiğinize inanmanız demektir. El ve ayaklarınızı hareket ettirirken dahi O'nun huzurunda bulunduğunuz mülahazasıyla hareket ettirmeniz demektir. Bu mertebede, kendinizi zorlamanız, öyle düşünmeye ve o tür mülahazalara girmeye çalışmanız da gerekmez. Orada her şey tabiidir, zorlamadan, doğrudan doğruya öyle bir hâle girersiniz ki, O'nu daima yanınızda hissedersiniz. Hayatınızın her saniyesinde, her sâlisesinde, O'nun hakimiyetini görür, her işinizde O'nun tasarrufuna şahit olursunuz. Hatta bazen tenzîhin sıkıntılarını çekebileceğiniz bir maiyyet ufkunu bile yakalarsınız.. yakalar ve burnunuzu silme, yeme, içme.. gibi bazı beşerî ihtiyaçları kendinize yakıştıramaz; “Ben, O'na bu kadar yakınken, bendeki her şeyin O'na ait olduğunu bu kadar hissetmişken cismaniyete ait bu şeyler de ne oluyor?” der, bunlarda tenzihte zorlanırsınız. İşte bu da bir Zât-ı Ulûhiyeti bilme demektir ve bu, tahkîkin mertebe-i kusvâsıdır. Ne var ki, bu mazhariyet herkese müyesser değildir.
Allahım, bizi taklitten kurtar!.
Tahkîkî imana ulaşma vesileleri ve süresi fıtrattan fıtrata göre de değişebilir. Tahkike erme ve imanda derinleşme mevzuunda bazıları için bir ân-ı seyyale yetebilir. Bazıları içinse seneler gereklidir. Kimileri araştırma ve tetkikte gerekli olan azmi ortaya koyamamış olabilirler. Kimileri zaviyeyi yakalayamamıştır, bakış açıları yanlıştır. Kimileri de aşmaları gerekli olan bazı engelleri aşamamışlardır; mesela, hâlâ “ben” diyor ve kibirleniyorlardır. Oysa ki, bir mahiyette iki “ben” olmaz. O bütün benliğimize hâkim ise, onun “Ben” dediği yerde ikinci bir “ben” sesi olmamalı. İnsan kendisini nefyetmeli ki, isbata ulaşabilsin.. kendini “illa”nın berisinde tutmalı, “illa”nın ötesini sadece O'na bırakmalı ki hakîki tevhide ersin. O noktaya ulaşabilmek için azim, kararlılık ve temadî gereklidir; kibirden, bencillikten, kendini beğenmekten ve yaptığı işleri kendine mâl ederek şirke düşmekten sakınmak lazımdır. Evet, her şeyi Sahibine vermelisin ki, Sahib kendisini ifade etsin senin mahiyetinde. Sen bazı fiilleri kendine mâl eder, –hâşâ ve kellâ- onların gerçek Sahibini dışlarsan; eğer “düşündüm, ettim, yaptım” dersen, hakîki imana ulaşman veya iman-ı tahkîkînin semerelerini elde etmen imkansızdır. Bazen, böyle bir şirke düşsen de Allah Teala önce sana imhal imhal üstüne mehil verebilir. Bir daha kendini kontrol etmen ve gönlünü teste tabi tutman için sana süre tanınabilir. Hatandan döner, tevbe ve istiğfarla O'nun rahmet kapısına yönelirsen, bir kere daha sana kurtulma ve tahkike erme fırsatı doğar; aksi taktirde, sağlam zannettiğin iman direğinin kırılması, hayat enkazının altında kalman an meselesidir.
Bazıları senelerce oldukları yerde mübtediyâne kalırlar. Belki çok okurlar, çok kitap karıştırırlar; âleme de ders verirler, kendileri anlamış gibi başka insanların huzurunda ahkam keserler. Ne var ki, kendileri bir ömür boyu kat'iyen Allah'ı bilememişlerdir. Sadece, bir yaratıcının varlığına taklîdî olarak inanmışlardır. Oysa, ehl-i sünnet imamlarından bazıları göreneğe dayalı imanın makbul olmadığı kanaatindedirler. Öyleyse, herkes kendi düşünce ve inanç sistemini, tıpkı bir çorabı söküyor gibi söküp, yeniden örgülemelidir.. “Ben şunu böyle kabullenmiştim ama işin hakikati nedir acaba?” deyip inandığı esasları kalb ve kafa süzgecinden geçirerek kendine mal etmelidir. Üstad Hazretlerinin şeytanla mülakatında yaptığı şekilde, “Bunu şöyle farz edelim.. şuna şöyle yok diyelim.. eğer şöyle dersen...” gibi değişik ihtimallerin hepsi üzerinde kendi tahkîk, tedkik ve araştırmalarına göre düşünce ve inanç sistemini yeni baştan inşa ve tahkim etmelidir.
Biz bu telakkiyi ve üsûlu'd-din imamlarının bu mevzuudaki mülahazalarını nazar-ı itibara almasak ve “Allah'ın rahmeti geniştir, o rahmetten taklitçiler bile istifade edebilirler” desek bile asıl matlub olan tahkike ulaşmaktır. Hazreti Üstad da eserlerinde hep tahkik yolunu göstermiştir. O, tahkik adına ortaya koyduğu eserleriyle, sergilediği tahkik yörüngeli tavırlarıyla, dile getirdiği tahkîk desenli nasihatlarıyla milletin hakikî imana ulaşması için üzerine düşen vazifeyi tam eda etmiştir. O yapması gerekli olan hizmeti yapmıştır ama tahkîkin sonucunu hâsıl etmeye onun gücü yetmez. Bu konuda, sizin Allah'a, Hazreti Kur'an'a ve Peygamber Efendimize teveccühünüz ve günümüzde Kur'an'ı Kerim'in tercümanı olmaları itibarıyla, iman hakikatlerini anlatan eserlere itimadınız lazımdır.
Hasılı, her insan kendi inanç, düşünce, anlayış ve iman dünyasını yeniden bizzat kendisi inşâ etmelidir ki imanıyla ayakta durabilisin. Yoksa, bir insan, başkaları tarafından kendisine empoze edilmiş bir inanç sistemiyle, yani taklidî imanla yerinde çok sağlam duramayabilir. Nitekim, taklîdin hüküm fermâ olduğu bir dönemde, akide adına ortaya atılan bir kısım şüpheler karşısında sarsılmadık insan kalmamış, Hazreti Üstad'ın lâhikalarda dediği gibi, kırk kişiden otuzsekizi sarsılmıştı. Öyleyse, insanın çok sağlam kulplara tutunması, Urvet-ül-Vüskâ'ya sıkı sıkıya yapışması lazımdır ki o sapasağlam kulp da tahkîkî imandır. Aksi taktirde –Allah korusun- insan her an sarsılıp düşmekle karşı karşıyadır.
Bununla beraber, en az tahkik kadar, belki ondan da önemli bir şey daha vardır; o da, Allah'a çok itimat etmek, O'na çok güvenmek ve her an O'na sığınmaktır. Siz bana sorsanız ve deseniz ki, “Biz sabah–akşam bin defa “Allah'ım, Sensiz edemeyiz; elimizden tut, bizi yanlız bırakma! diyoruz. Bu kadarı yeterli midir?” Ben de derim ki, “Bin defa daha deseniz daha iyi olur.” Çünkü, o kadarına bizim ihtiyacımız var. Sakın, hiç kimse hâl-i hazırdaki durumuna güvenmesin, şu anki konumuna itimat etmesin. Maalesef, çoğumuz bir yalan üzerinde duruyoruz. Ma'siyetler karşısındaki zaaflarımız bu yalanların emareleridir. Cismaniyete ait bir kısım boşluklarımız durduğumuz yerin çatırdadığının işaretleridir. Dünya karşısında mümince bir duruş sergileyemiyorsak, beklentisiz olamıyor ve “Bir kuruş gelmese de olur, evim-barkım olmasa da olur” diyecek babayiğitliği ortaya koyamıyorsak yıkılma temayülleri gösteriyoruz demektir. Bu zaaf ve boşlukların hepsinden bizi avlayabilirler. Şeytan avlayabilir, şeytanın insî ve cinnî avanesi avlayabilir, nefs-i emmare avlayabilir. Evet, Allah tutmazsa ayakta duramayız. O'ndan diliyor ve dileniyoruz: Bizi taklitten ve mukallitlikten kurtarsın; tahkîke ve hakiki mü'min olmaya ulaştırsın.