... ve Bedir
Müslümanların geride bıraktığı mallar Mekke putperestleri tarafından yağmalanıp, paylaşılmış ve nihayet Şam pazarında satılmak üzere bin develik bir kervan halinde kuzeye, Bizans’a yollanmıştır. Kervanın yönetimi Mekke’nin önde gelenlerinden Ebu Süfyan’ın elindedir. Medine’deki Müslümanlar, olup biteni ancak kervan Şam’a vardıktan sonra öğrenebilmiştir. Ebu Süfyan götürdüğü malları satıp yerlerine güneyde, Yemen pazarlarında para edecek olanlarını yükletir ve kervan dönüş yolculuğuna başlar. Akıllı! putperestler gasp ettikleri Müslüman sermayesiyle, servetlerine servet katmanın hesabındadırlar. Fakat o sıralarda putperest akıllarının ıskaladığı bir hesap daha vardır: ALLAH’ın hesabı… Ve pek çoğu, bu ıskalayışı birkaç gün sonra canıyla ödeyecektir.
Kervanın dönüşünü haber alan Müslümanlar, aceleyle bir birlik oluşturup Medine’den ayrılır. Birlik, üç yüz on üç kişiden oluşmaktadır. Fakat Ebu Süfyan dikkatli davranır ve her zamanki güzergâhı değiştirip, sahil yoluna sapar. Bu arada kervanın tehlikede olduğu haberi de Mekke’ye ulaşır. Haber üzerine, malları, canlarının sadece yongası değil, çok daha değerlisi olan Mekkeliler hop oturup hop kalkar. Görülmemiş bir hızla ordu hazırlanır. Yaklaşık bin kişi, Müslümanların üç katı… Silah donanımı açısından ise altı-yedi katı… Öyle ki, üç yüz on üç Müslümanın toplam iki atına karşılık, Mekke ordusunda tam iki yüz at vardır.
Bu arada kervanın tehlikede olduğu haberi henüz ulaşmadan, Hz. Muhammed’in halası Atike, garip bir rüya görür. Atike, Mekke’deki gizli Müslümanlardandır ve rüyasında, korkunç kılıklı birinin devesiyle Mekke’ye girip: “Ey nankör Kureyşliler! Üç gün içinde vurulup öleceğiniz yerlere yetişin!” diye bağırdığını ve sonra da Mekke’yi çevreleyen tepelerden en yükseği olan Ebu Kubeys’ten fırlayıp kopan bir kayanın patladığını ve Mekke’deki her bir eve, o kayadan bir parçanın saplandığını görür. Atike’nin rüyası Mekke’de duyulur. Ve duyan herkesin soğuk bir ürperti hissetmesine neden olur. Ebu Cehil, insanların morallerinin bu rüyadan etkilendiğini görünce, hıncını Atike’nin kardeşi ve Hz. Muhammed’in amcası Abbas’tan alır: “Erkeklerinizin peygamberliği yetmedi, şimdi kadınlarınızda mı vahiy almaya başladı?” der. Abbas sessiz kalır. Ebu Cehil’e cevap birkaç gün sonra verilecektir. Bedir sahrasında… Müslüman kılıçlarının keskin tarafıyla…
Yola çıkmadan önce birçok Mekkeli putperest Kâbe’ye gidip, Kendisine üç yüz altmış tane ortak koştukları ALLAH’tan zafer dilerler. Bunlardan biri de başkomutan Ebu Cehil’dir. Dualarının daha etkili olması için Kâbe örtüsünün içine girer: “Ey ALLAH’ım!” der, “Kim haklıysa, onu galip getir ve haksız olanı da mağlup et, perişan kıl!” Ebu Cehil’in duası aynen kabul edilecektir. Ve bu, ancak bir putperestte rastlanacak cinsten bir akıl tutulmasıdır. O ahmak kâfir: “ALLAH’ım! Kim haklıysa onu galip getir ve haksız olanın da gözünü aç, hidayet ver!” demeyi akıl edememiştir. Bu arada Mekkelilerin eski dostu iblis de sahneye çıkar. Var gücüyle, Mekke putperestlerini Müslümanlarla savaşmaya teşvik eder, ordunun sayısını arttırmaya çalışır. “Görmüyor musunuz!” der, “Ben de geliyorum, durmayın siz de katılın!” Ve onun da birkaç gün sonra Bedir sahrasında göreceği şeyler vardır. Mekkeliler ordularına birkaç tane dansöz almayı da ihmal etmezler. Akıllarında Müslümanları yenip yok ettikten sonra çölde alem yapıp, bütün bedevi kabilelerine hava atmak vardır.
Ve Mekke ordusunun şehirden ayrıldığı sıralarda, daha önceden harekete geçmiş bulunan İslam ordusu, Hz. Muhammed tarafından istişareye davet edilir. Anlaşılmıştır ki, sahil yoluna kaçan kervanın ele geçirilmesi artık mümkün değildir. Ve işitilmiştir ki, kendilerinden kat kat kalabalık ve güçlü bir ordu Mekke’den üzerlerine doğru yola çıkmıştır. Bu, hiç hesapta olmayan, planlarda değişiklik gerektiren bir gelişmedir. İstişare meclisi Hz. Muhammed’in yaptığı kısa durum değerlendirmesiyle açılır: “Medine’den kervana niyet ederek yola çıkmıştık ama” der, Hz. Muhammed, “kervan kaçtı ve ALLAH, karşımıza hiç hesapta olmayan bir ordu çıkardı. Şimdi ne yapmayı uygun görürsünüz. Savaşalım mı, dönelim mi?” Aslında sorunun altında Medineli Müslümanlara yönelik bir ima vardır. Çünkü ikinci Akabe biatında, Hz. Muhammed’e gerektiğinde savaşacaklarına dair de söz verirlerken, kastedilen Medine’de yapılacak savunma savaşları olmuştur. Bu durum ise hukuken o sözün kapsamının dışındadır. Ve İslam ordusunun büyük çoğunluğu Medinelilerden oluşmaktadır. Bu incelik başta anlaşılmaz ve ilk cevap veren Mikdat b. Amr olur. Fakat Hz. Mikdat bir muhacirdir, yani bir Mekkeli… “Rabbinin emri neyse onu yap!” der, Mikdat “Ve bil ki biz sonuna kadar senin yanındayız. ALLAH’a yemin olsun ki biz, sana bir zamanlar yahudilerin Hz. Musa’ya söylediklerini söylemeyeceğiz. Bu gün sana, ‘biz burada oturuyoruz, sen ve Rabbin gidin, düşmanlarınızla savaşın’ demeyeceğiz. Onun yerine deriz ki, sen ve Rabbin dünyanın neresinde, hangi düşmanla savaşıyorsanız, biz de sonuna kadar beraberiz. Ey ALLAH’ın Elçisi! Seni hak din ve Kitab ile gönderen ALLAH’a yemin olsun ki, sen, bizi Birkü’l-Gımad’a (dünyanın öbür ucu anlamında bir deyim) kadar götürecek olsan da seninle birlikteyiz.” Mikdat yalnız kendine değil, bütün muhacirlere de tercüman olmuştur. Duydukları Hz. Muhammed’in yüzünü aydınlatır. Mikdat’a dua eder: “Hayra eresin!” der. Fakat bu sözleri asıl Medinelilerden duymaya ihtiyacı vardır. Ve açıkça onlara yönelir: “Ey insanlar, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” diye sorar. Ve o an bütün soluklar tutulur, başlar Medineliler adına konuşmak üzere yavaşça doğrulan Sa’d b. Muaz’dan yana döner. O anda Sa’d, sebepler açısından, yapacağı konuşma ile sadece bir savaşa ya da geri çekilmeye değil, İslam’ın ebedi kaderine de karar verecektir. Ve Sa’d konuşur. Bütün varlık alemi susar onu dinler. Sa’d konuşur, şanlı bir bayrak gibi tarihe geçer. Sa’d konuşur, melekler, yaratılmışlara adeta ‘susun ve dinleyin’ der. Ve Sa’d, duyabilenler için hala konuşmaktadır. Der ki: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Biz sana iman ettik. Seni doğruladık. Getirdiklerinin hak ve gerçek olduğuna şahit olduk. Bu yolda seni dinlemek ve itaat etmek üzere de söz verdik. Ey ALLAH’ın Elçisi! Sen ne istiyorsan onu yap! Seni hak ile gönderen ALLAH’a yemin ederim ki, bize denizi gösterip dalsan, biz de arkandan geliriz. İçimizden bir kişi bile geride kalmaz. Umulur ki ALLAH, sana bizim elimizle seni sevindirip, yüzünü ak edecek şeyler gösterecektir. Emret! Ve yürüt bizi ALLAH’ın bereketine doğru!”
Hz. Muhammed bütün ömrü boyunca bu kadar çok sevinmiş midir, bilemeyiz. Yüzü ışıl ışıldır. Ayağa kalkar, Mekkelisi, Medinelisiyle bütün ashabına, ümmetine, din kardeşlerine, can yoldaşlarına seslenir: “Haydi! Yürüyün ALLAH’ın bereketine doğru!” Ve ilave ettikleriyle de anlaşılır ki, o anda o bayrama meleklerin komutanı Hz. Cebrail de katılmış ve Ekber olan ALLAH’tan yeni bir haber getirmiştir. Ve gelen haber açığa vurulunca anlaşılır ki, oradaki bayram Arş’a da aksetmiştir. Haber, Hz. Muhammed’in diliyle duyurulur: “Size müjdeler olsun ki, ben şu anda o kâfir ordusunun vurulup, cansız düşeceği yerleri görüyor gibiyim!”
Sadece birkaç gün vardır ve Bedir aslında çoktan kazanılmıştır.
Yola koyulurlar. Üç yüz on üç kişi için sadece iki at ve yetmiş deve vardır ve ashab onlara nöbetleşe binmektedir. Kurada Hz. Muhammed’e, Hz. Ali ve Mersed b. Ebu Mersed isimli bir sahabiyle aynı deve çıkar. Diğerleri gönüllü olarak haklarından vaz geçip, devenin sürekli Hz. Muhammed’de kalmasını isterler. O bunu kabul etmez: “Siz” der, “benden daha güçlü değilsiniz ve ben de sevap kazanmaya sizden daha az muhtaç değilim!” Böyle bir cevap karşısında, Hz. Ali bile ne yapabilir ki? Deveye eşit sürelerle binilir. Ve aslında Bedir, o an kazanılır.
İslam ordusu yolda ihtiyar bir bedevi ile karşılaşır. Ondan Mekke ordusu hakkında bilgi isterler. Fakat ihtiyar kendilerinin kim olduklarını söylemedikleri takdirde Müslümanlara bilgi vermeyi reddeder. Bu ise tehlikelidir. Hz. Muhammed ihtiyar bedeviye söz verir: “Önce sen bildiklerini anlat” der, “biz de sana kim olduğumuzu söyleyelim!” Ve bedeviden, Mekke ordusuyla ilgili çok önemli istihbarat elde ederler. Sıra kendi kimliklerini açıklamaya gelmiştir. Hz. Muhammed sözünde durur ama ordusunu tehlikeye atmaz: “Bizler su insanlarıyız!” der. İhtiyar şaşırır: “Irak suyu mu (Şattü’l-Arap)?” diye sorar. İslam ordusu tekrar yola çıkmıştır bile.
Yolda Mekke’den kaçıp gelmiş baba-oğul, iki yeni Müslümanla karşılaşırlar. Hikâyeleri ilginçtir. Gizlice kaçmaya çalışırlarken, putperestler tarafından yakalanmışlar ve hangi düşünceyle bilinmez, sonra da serbest bırakılmışlardır. Yalnız Mekke putperestleri onlardan bir konuda söz almıştır: Muhammed’in ordusuna katılmayacaklar ve kendilerine karşı savaşmayacaklardır. Oysa karşılarında savaşa yürüyen Peygamberlerini ve kardeşlerini görünce: “Ey ALLAH’ın Elçisi” derler, “putperestlere verilen sözün bir değeri mi olur?! Birer kılıç verin, biz de savaşalım!” Hz. Muhammed’in cevabı, Hz. Muhammed’lik bir cevaptır: “Bizim askere ihtiyacımız yok ama ALLAH’ın yardımına ihtiyacımız çok!” Ve o günden bize kadar herkese öğretir ki, İslam davasının ahlak dışına çıkmasını gerektirecek hiçbir geçerli mazeret yoktur, olamaz. O iki kişi Medine’ye gönderilir. Oysa düşman ordusu sayıca üç kat daha kalabalıktır. Ve Bedir savaşı aslında o an kazanılır.
Bedir’e yaklaşıldığı sırada bir esir ele geçirilir. Sorgulanır. Adam, Mekke ordusunda yer alan önde gelenleri sayınca, Hz. Muhammed tebessüm eder: “Mekke, ciğer parçalarını önünüze attı!” der.
Nihayet savaşın yapılacağı yere varırlar. Gece her iki ordu, birbirinden güvenli bir mesafede konaklar. Hava alışılmadık şekilde soğuktur. Yağmur yağar. Fakat yağmur müşriklerin bulunduğu yere çok yağmış ve toprağı çamurlaştırarak, özellikle süvarilerin hareketini zorlaştırmıştır. Müslümanların olduğu bölgeye ise az yağmış ve bu sayede, kumlu yumuşak olan zeminin katılaşması sağlanarak, üzerinde hareket imkânı kolaylaşmıştır. Böylece, İslam zaferinin maddi sebepleri yavaş yavaş oluşturulmaya başlanır.
Manevi sebepler de ihmal edilmez. Sahabe ordusu, çetin geçeceği belli olan ertesi güne iyi hazırlanabilmek için geceyi uyuyarak geçirirken, aralarında hiç uyumayan biri de vardır: Hz. Muhammed. O bütün geceyi bir ağacın altında ve gözyaşı içinde namaz kılıp, dua ederek geçirir. Dinlenmekte olan ashabına bekçilik eder. Rabbinden zafer ister. Ashabını o gün sabah namazına, Hz. Muhammed kaldırır.
O gün Ramazan ayının on yedinci günüdür. Ve çok ilginçtir… O gün, Hz. Muhammed’in Hira dağında rüyasında gördüğü ilk vahyin yıl dönümüdür. İslam o gün on beş yaşını doldurmakta, on altısına basmaktadır. Ve o gün Müslümanlara, Rableri tarafından çok hoş bir doğum günü armağanı hazırlanmıştır.
Ordu sabah erkenden savaş hazırlıklarına başlar. Bölükler ayrılarak, uygun görülen yerlere yerleştirilir. Bedir kuyularının ortada ve istediği zaman düşman tarafından kontrol altına alınabilecek şekilde sahipsiz bırakıldığını gören Medineli Hubab b. Münzir, saygılı bir tavırla, Hz. Muhammed’e sorar: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Bu Rabbinin emri mi yoksa senin tedbirin mi?” Emir, eğer ALLAH’tan ise, Hubab “benim anlamadığım bir hikmeti vardır” deyip, susacaktır. Bu, İslami düşünce biçimine mükemmel bir örnektir. Hz. Muhammed: “Benim tedbirim!” der. Ve onun üzerine Hubab b. Münzir yapılanın yanlış olduğunu, doğrusunun nasıl olması gerektiğini ayrıntılı biçimde izah eder. Hz. Muhammed de hiçbir kompleks duymadan, onun söylediği değişikliği yapar. Ve Bedir savaşı aslında o an kazanılır.
Ordular karşılıklı saf düzenine girer. Hz. Muhammed Mekke ordusuna bakar ve: “Ey ALLAH’ım!” der, “İşte Kureyş! Bütün kibri ve çalımıyla geldi. Onlar Sana düşmanlık etmekte ve Senin Elçini yalanlamaktadır. ALLAH’ım! Biz Senden, onlara karşı bize söz verdiğin yardımını istiyoruz. Bu gün onları helak et!” Her iki taraf da birbirinin gözüne az gösterilir. Fakat tam savaş başlayıp saflar birbirine karışmak üzere iken, bu durum putperestler için değişecek, Müslümanlar kâfirlerin gözüne gerçekte olduklarından iki misli daha kalabalık gösterilip, moralleri sarsılacaktır.
Hz. Muhammed, elinde bir ok olduğu halde Müslüman saflarını düzenlemekte, ileri ya da geri çıkmış olan askerleri uyarmaktadır. Bunlardan biri de Medineli Sevad b. Gaziye’dir. Biraz ileri çıkmıştır. Hz. Muhammed, elindeki okla göğsüne dokunarak geri gitmesini söyler. Sevad denileni yapar ama: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Okla canımı acıttın, kısas isterim!” demeyi de ihmal etmez. İnsanların dehşetle büyüyen bakışları altında Hz. Muhammed, oku Sevad’ın eline tutuşturur: “Al kısasını!” der. Sevad’ın cevabı: “Ama o sırada benim göğsüm çıplaktı!” demek olur. Hz. Muhammed hiç ikiletmez sıyırır elbisesini, açar göğsünü. Sevad, sarılır göğsünden öper, koklar peygamberini: “Bağışla beni” der, “amacım, belki de dünyadaki son günüm olan bugünde sana sarılıp, kokunu içime çektikten sonra şehit olmaktı!” Hz. Muhammed, tebessüm eder, şefkatle bakar kendisine. Gaziye’nin oğlu Sevad, o gün şehid düşer.
Hz. Muhammed, ordusunun hemen arkasında, küçük bir tepeciğin üzerine kurulmuş komuta yerine çekilir. Savaşın başlamasına artık dakikalar kalmıştır. Ve o ellerini göğe kaldırmış, sürekli aynı duayı tekrarlamaktadır: “ALLAH’ım! Bu gün bu ordu burada yenilirse artık yeryüzünde Sana iman eden hiç kimse kalmayacak!” Bu arada yaşlar sürekli yanaklarından aşağı süzülmektedir. Kaçıncı tekrardan sonra bilinmez, yine melekler ordusunun başkomutanı Hz. Cebrail, bütün alemlerin efendisinin karşısında belirir: “Sevin Ey ALLAH’ın Elçisi!” der, “Zafer sizin!” Henüz Bedir savaşı başlamamıştır. Ve Bedir savaşı aslında o an, başlamadan kazanılmıştır.
Artık arkası kolay gelir.
iblis, gökten meleklerin saf saf inmeye başladığını görür. Ve kuvveti tabana verir. Beraberinde bulunan Mekkeliler, arkasından seslenir: “Neden kaçıyorsun, sonuna kadar bizimle değil miydin?” derler. Cevabı: “Sizler benim gördüklerimi görmüyorsunuz!” olur. Bu olay Kur’an’da da kendisine yer bulur: “Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel göstermiş ve : ‘Bugün sizi yenecek hiçbir insan (topluluğu) yoktur. Ben de kesin olarak sizin yanınızdayım!’ demişti. Fakat iki ordu birbirine görününce, iki topuğu üzerine dönüp: ‘Ben sizden uzağım. Ben sizin göremediklerinizi (melekler) görüyorum. Ben ALLAH’tan korkarım. Çünkü ALLAH’ın cezası çok çetindir.’ demişti.” (8/Enfal:48)
O dönemin savaş adetlerinden biridir. Asıl çarpışma başlamadan önce düello yapılır. Mekke ordusu, en asil ailelere mensup üç kişi çıkartır. Müslümanlardan ilk olarak üç Medineli çıkar. Mekke’nin kibirli putperestleri rakiplerini küçük görür: “Siz zavallı çiftçilersiniz” derler, “kanınızla elimizi kirletemeyiz. Muhammed’e söyleyin, bize denk rakipler göndersin!” Bunun üzerine Hz. Muhammed, biri amcası ikisi de amcaoğlu olmak üzere, en yakınlarından üç kişi çıkartır. Mekkelilerin üçü de arzu ettikleri gibi soylu! Müslüman kılıçlarının altında can verir. Müslümanlardan biri şehid olur.
Ve savaş başlar. Hz. Muhammed, yerden bir avuç kum alıp, putperestlere doğru savurur: “Yüzleri kara olsun!” der. Dua eder: “ALLAH’ım! Onların kalplerine korku doldur. Ayaklarını tutmaz kıl!” Sonra kendi ordusuna döner: “Hep birlikte hücum!” emrini verir. Müslüman ordusu çok kısa bir süre içinde üstünlük sağlar. İnisiyatifi eline alır. Savaş naraları “Ehad, Ehad”tır. Yani “ALLAH Tek”. Ehad haykırışı, Hz. Bilal’in Mekke senelerinde, kendisine yapılan dayanılmaz işkenceler karşısındaki biricik sığınağı olmuştu ve şimdi ödeşme vaktidir. Öğle olmadan çarpışmanın kaderi belli olmuş, İslam ilk zaferini kazanmıştır. Savaşın devamı boyunca Hz. Muhammed, secdede: “Ya Hayyu ya Kayyum!” der.
Ebu Cehil de öldürülenler arasındadır. Hem de “çiftçi parçası” deyip beğenmedikleri Medinelilerden iki genç tarafından… Son sözü başını kesmek üzere göğsüne oturmuş olan mücahide: “Bugün devran kimindir?” diye sormak olur. Ve aldığı cevapla Ebu Cehil, ölmeden önce ölür: “Bugün devran ALLAH ile Rasulünün’dür!” Ebu Cehil’in kendi kılıcıyla kesilmiş başını getirip, Hz. Muhammed’in ayaklarına atarlar. O: “ALLAHu Ekber!” diyerek beş kez şükür secdesine kapanır: “Hamdolsun O ALLAH’a ki, sözünü yerine getirdi, kuluna yardım etti. Düşman topluluklarını tek başına bozguna uğrattı.” Ve Ebu Cehil’in yerde, toza toprağa bulanmış olarak yatan kellesine dönerek, ekler: “Bu, bu ümmetin firavunu idi!”
Mekke senelerinde, Hz. Muhammed’in isim isim saydığı yedi kişinin tamamı da dâhil olmak üzere, Kureyş’in seçkinlerinden yirmi dört tanesinin cesetleri, sürüklenerek bir kuyuya atılır. Bunlar, bir zamanlar Ukbe b. Ebu Muayt’ın, secdedeyken Hz. Muhammed’in başına deve işkembesini geçirip, onu boğmaya kalkışmasını kahkahalarla gülerek seyretmiş olanlardır. Ve hepsi kuyuda yatarken Hz. Muhammed başlarına gelir, konuşur: “Biz, Rabbimizin bize söz verdiği zaferi bugün, bu meydanda bir gerçek olarak gördük. Şimdi siz, Rabbinizin size söz verdiği Cehennem’i bir gerçek olarak yaşıyor musunuz?” Hz. Muhammed’in kastettiği söz daha Mekke’deyken ve ayet indirilerek verilmiş ve o gün de gereği yerine getirilmiş olan sözdür: “Yakında o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaktır.” (54/Kamer:45)
Aslında o gün Kur’an’ın hiç değişmeyecek bir hükmü, bir kez daha kendisini ispatlamıştır: “O kâfirler kendilerine mühlet vermemizin, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Onlara sadece günahlarını arttırsınlar diye mühlet veriyoruz. Onlar için zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (3/Al-i İmran:178)
Bedir günü melekler için de özel bir gün olur. Önce üç bin ve sonra iki bin olmak üzere tam beş bin melekle, gökler ötesinden Müslümanlara yardım edilir. Tarihte ilk ve son kez melekler doğrudan savaşır, düşman öldürürler. Kâfirlerden ya da Müslümanlardan birçok insan onları, kır atlara binmiş süvariler olarak gökyüzünden Bedir sahrasına doğru akarken görür. Hz. Ali bunlardan biridir: “Ben henüz savaş başlamak üzereyken, Bedir kuyusundan su çekiyordum ki, benzeri görülmemiş üç rüzgâr esti. Birincisi Cebrail idi, bin melekle ALLAH’ın Elçisi’nin yanına geldi. İkincisi, Mikail idi, bin melekle onun sağına indi. Ve üçüncüsü İsrafil idi, o da bin melekle soluna indi.”
Melekler varlıklarını putperestlere de hissettirirler. Onların melekleri algılayışı, madeni kapların içine düşen ufak ve sert taşların çıkardıkları sesler gibidir. Sesler hızla gökten yere doğru yaklaşmaktadır. Ve çok kısa bir sürede şiddetlenerek, önden, arkadan, yandan, dört bir yandan putperestleri kuşatır. Aralarında daha savaş başlamadan korkudan kalp krizi geçirip ölenler olur.
Hz. Muhammed, ileride bir gün Cebrail’e: “Bedir günü meleklerden ‘ilerle Hayzum’ diyen kimdi?” diye sorar. Cebrail’in cevabı: “Ben semadakilerin hepsini tanımıyorum ki!” olur. Meleklerin belirtileri, bir ucu sırtlarına doğru atılmış olan beyaz sarıktır. Onlar tarafından öldürülen putperestlerin başı, görünüşte, kendiliğinden kopmakta, darbe indiği sırada boyunlarından bir ateş çıkmakta ve kesilen yerde de ateşle dağlanmış gibi bir iz kalmaktadır.
Sonraki çağlardan bir tefsir alimi, Al-i İmran Suresi’nde bu olayın anlatıldığı 124-126. ayetlerin tefsirini yaparken: “O meleklerden bir tanesinin bir tek tüyü bile dünyayı alt-üst etmeye yeterken, niçin ALLAH beş bin tane gönderdi?” diye soracak ve cevabı da kendi verecektir: “Müslüman kulların ALLAH katındaki değeri bilinsin ve onlara şan olsun diye!”
Savaş bittikten sonra Hz. Cebrail, atının üzerinde zırha bürünmüş ve elinde de bir mızrak olduğu halde Hz. Muhammed’in karşısına dikilir: “Ey Muhammed!” der, “Rabbin olan ALLAH bana emretti ki, sen razı oluncaya kadar yanından ayrılmayalım. Bu gün bizden razı oldun mu?” Hz. Muhammed: “Evet, razı oldum!” buyurur. Melekler ordusu, başlarında Hz. Cebrail olduğu halde Bedir sahrasını terk eder.
Bedir’in üzerinden seneler geçecek ve bir gün Hz. Muhammed vahiy dostu Hz. Cebrail ile söyleşirken Cebrail, kendisine soracaktır: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Sizin aranızda en değerli ve en üstün olanlarınız kimlerdir?” “Bedir’e katılmış olanlar!” “ALLAH’a yemin olsun ki, meleklerin arasında da öyledir!”
Bedir sahrasında daha üç gün kalınır ve sonra Medine’ye doğru yola çıkılır. Artık bütün Arabistan çölü, Müslümanların sadece haklı değil, aynı zamanda güçlü de olduğunu görmüştür.
Dönüş sırasında bir gece mola yerinde, esirlerden Hz. Muhammed’in amcası Abbas’ın, elleri bağlı olduğu için sürekli inlediği duyulur. Onun sesi Hz. Muhammed’i de uyutmaz. Durumun farkına varan sahabiler, Abbas’ın ellerini çözer ve bunun üzerine Hz. Muhammed emir verir, bütün esirlerin elleri çözülür. İslam’ın şefkatinin bir göz boyama taktiği değil, art niyetsiz bir gerçek olduğu, esirlerin hepsine yaşatarak gösterilir. Öyle ki, sahabiler hurma yemeye razı olur fakat esirlerini ekmekle besler, Medine yolunda kendileri yayan yürür, fakat yetmiş esirin hepsi de bineğe bindirilir.
Medine’de bir bayram havası vardır. Ama Hz. Muhammed, bu sevince katılamaz, birkaç gün önce kızı ve Hz. Osman’ın eşi olan Hz. Rukiyye vefat etmiştir. Bu da bir hikmettir. ALLAH, çok sevdiklerinin, bu dünyada eksiksiz bir sevinç yaşamasına razı değildir. Bu, onlar için ahirete bırakılmış bir imtiyazdır.
Mekkeli esirler fidye karşılığında serbest bırakılmaya başlanır. Parası olmayanların özgürlük bedeli ise on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmektir. Fidye ödeyecek olanlardan biri de Hz. Muhammed’in damadı Ebu’l-As’tır. Kızı Zeyneb’in kocası... Ebu’l-As, İslam’ın ilk senelerinde, Mekkeli putperestlerin Hz. Muhammed’in kızı olduğundan ötürü eşi Hz. Zeyneb’i boşaması için yaptıkları ağır baskılara göğüs germiş, her şeye rağmen Zeyneb’e sevgisini ve bağlılığını koruyup, göstermiştir. Ve şimdi ödeşme zamanıdır. Ebu’l-As’ın fidyesini Mekke’den Hz. Zeyneb gönderir. Fidye, bir gerdanlıktır. Hz. Hadice’nin gerdanlığı… Evlenirken, büyük kızı Zeyneb’in boynuna düğün hediyesi olarak onun tarafından takılmıştır. Gerdanlığı eline alınca Hz. Muhammed’in gözleri buğulanır. Hadice’yi hatırlar. Ve kim bilir Hadice’yle birlikte ona ait daha neleri… Gerdanlık elinde, fısıldadığı duyulur: “Bu, Hadice’nin idi!” Çevresinde bulunan arkadaşlarına yavaşça: “Ebu’l-As’ı da” der, “karşılıksız bıraksak!” Durumu anlayan ashab ikiletmez bile: “Ey ALLAH’ın Elçisi!” derler, “Siz nasıl emrederseniz!” Gerdanlık Ebu’l-As’la beraber Zeyneb’e iade edilir.
Ve Bedir’in haberi Mekke’ye de ulaşmıştır. Her eve ateş düşmüş gibi olur. Önceleri duyduklarına inanamazlar. Hz. Muhammed’in İslam düşmanı amcası Ebu Leheb, savaşı anlatan görgü şahidi bir köleyi: “Yalan söylüyorsun!” diyerek dövmeye kalkışır. Köle, bu arada gizlice Müslüman olmuş bulunan bir diğer amca, Hz. Abbas’a aittir. Hz. Abbas’ın eşi Ümmü Fadl durumu görünce: “Efendisi olmayan bir köleyi dövmeye utanmıyor musun!” der ve Ebu Leheb’in başına bir kalas indirir. Ümmü Fadl da Mekke’nin yeni ve gizli Müslümanlarındandır. Ebu Leheb’in kafası yarılır, mikrop kapar. Birkaç gün korkunç bir ateş ve acılar içinde kıvranır, sonra o da Bedir kuyusunda yatmakta olan yoldaşlarına katılır. Vücudundan yayılan koku nedeniyle, oğulları bile yanına yaklaşamaz. Cesedini yıkamak niyetine uzaktan biraz su serperler. Ağaç kütükleriyle ite ite Mekke’nin dışına çıkartıp, üzerini taşlarla örterler. ALLAH, Bedir’de başlattığı temizliği Mekke’de tamamlar. Hz. Muhammed’i defalarca taş yağmuruna tutup: “Ellerin kurusun!” diye beddua eden, bir taş yığınının altında kurur kalır.