ŞAKK-I KAMER MU`CİZESİ

Kureyşli müşrikler, Resûl-i Ekrem Efendimizin davasını tasdik eden birçok mu'cizeye şâhid oldukları halde, yine de inad ve inkârlarından vazgeçip ona sadakat ellerini uzatmıyorlardı. Gördükleri her mu'cizeye bir kulp takarak nazarlarda küçük ve basit bir hâdiseymiş gibi göstermek isteyerek, hem kendilerini hem de halkı aldatma yoluna gidiyorlardı. Zaman zaman da akıllarınca Resûl-i Ekremi güç durumda bırakmak niyetiyle kendilerince meydana gelmesini mümkün görmedikleri isteklerde bulunuyorlardı. "Eğer, gerçekten Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen, şunu şunu yap, şunu şunu göster de, görelim." diyorlardı.

Bu isteklerde bulunurken maksatları imân etmek değildi. Bilakis Kâinatın Efendisini güç durumda bırakmaktı. Fakat, Cenab-ı Hak, müşriklere karşı sevgili Resûlünü hiçbir zaman güç durumda bırakmıyor ve hiç bir zaman muâvenet ve muhafazasını üzerinden eksik etmiyordu.

Yine bir gün Kureyş'in ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Velid bin Muğire gibilerin de içinde bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber Efendimize gelerek,

"Eğer sen, gerçekten söylediğin gibi Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen bize Ay'ı ikiye ayır. Öyle ki, yarısı Ebû Kubeys Dağı, diğer yansı Kuaykıan Dağı üzerinde görülsün." dediler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz,

"Şayet bunu yaparsam, îmân eder misiniz?" diye sordu.

Onlar,

"Evet, îmân ederiz." dediler.

Dâvâsında haklı ve doğru olduğunu göstermek için mu'cizeyi istemek Peygamberin vazifesidir. İstenilen mu'cizeyi yaratan ise Cenâb-ı Hakk'tır.

Ay'ın bedir haliydi, yani en güzel göründüğü 14. gecesiydi. Kâinatın Efendisi, Allah'ın emir ve iradesi dâiresinde hareket eden Ay'a şehâdet parmağıyla işâret etti. Bu işaret-i Nebevî kâfi geldi ve ay ikiye ayrıldı. Öyle ki yarısı müşriklerin istedikleri gibi Ebû Kubeys Dağı üzerinde, diğer yarısı ise Kuaykıan Dağı üstünde iki parça halinde göründü.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, orada bulunan halka,

"Şahid olunuz! Şahid olunuz!"1 diye seslendi.

Bu apaçık mu'cize karşısında da müşrikler, inad ve inkârlarından vazgeçmediler. Üstelik,

"Bu da Ebû Kebşe'nin oğlunun bir sihridir."2

diyerek asılsız bir te'vilde bulunarak, kendi kendilerini aldatma ve teselli etme yoluna saptılar. Gözleri önünde cereyan eden hâdiseyi elbette inkâr edemezlerdi. İnkâr edemedikleri için de, çıkar yol olarak "sihirdir" demek zorunda kalıyorlardı!

Etraftan Gelenlerin Aynı Hâdiseyi Haber Vermeleri

Sırf Resûl-i Ekrem Efendimizin davasına tasdik etmemek için bu apaçık mu'cizeye "sihirdir" diyen müşrikler, aralarında şöyle konuşmaktan da edemediler:

"Şayet Muhammed büyü yaptı ise, bu büyüsü bütün yeryüzünü kaplayamaz ya! Etraftan gelecek olan yolculara soralım, bakalım onlar da gördüklerimizi görmüşler mi?"3

Etraftan gelen yolculara sordular. Onlar da aynısını gördüklerini itiraf ettiler. Bütün bunlara rağmen, ruhen ve kalben tefessüh etmiş, şirkle gönüllerini kirletmiş müşrikler, "iman ederiz" va'dinde bulundukları halde inanmadılar, ebedî saâdetin kaynağına koşmadılar. Üstelik arkasından da şöyle dediler:

"Yetim-i Ebû Talib'in sihri semâya da tesir etti!"4

Müşriklerin, Peygamber Efendimizin bu parlak mu'cizesini inkâr etmeleri üzerine, Cenab-ı Hak, inzal buyurduğu âyet-i kerimelerde hâdisenin vuku bulduğunu bildirip, onlarınsa imansızlıkta, yalanda diretip durduklarını beyân etti:

"Kıyâmet yaklaştı, ay yarıldı. Onlar bir mu'cize görseler yüz çevirir ve 'Bu kuvvetli bir sihirdir.' derler. Peygamberi yalanlayıp kendi heveslerine uydular. Fakat takdir edilen her şey bir gayeye ulaşacaktır." 5

Dipnotlar:

1. Müslim, 8/132; Tirmizî, 5/397; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 1/447.
2. İbni Kesîr, Tefsir: 4/262.
3. Tirmizî, 5/398; Kâdı İyaz, Şifâ: 1/238; İbni Kesîr, Tefsir: 4/262.
4. Kâdı İyaz, Şifâ: 1/238.
5. Kamer Sûresi, 1-3.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun