HZ. EBÛ BEKİR`İN UBEY BİN HALEF İLE BAHSE GİRMESİ

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, peygamber olarak gönderildiği sırada Doğu Roma ile İran, dünyanın en büyük devleti idiler. Bi'setin 5'inci, yâni Milâdi 613 senelerinde bu iki komşu ve rakip devlet, birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında Hüsrev II, Rum İmparatorluğunda ise Herakliüs bulunuyordu.

İran orduları, Rum kuvvetlerini denize dökünceye kadar takip etmiş, Suriye'deki bütün mukaddes şehirleri ele geçirmiş, Mîladî 614 senesinde bütün Filistin'i ve Kudüs-ü Şerifi istila etmişti. Bu istilâ esnasında bütün kiliseler yıkılmış, bütün dinî binalar tahrip ve telvis edilmişti. İranlılara katılan yirmi altı bin kadar Yahudi, altmış binden fazla Hıristiyan kılıçtan geçirmişti. İran Kisra'sının sarayı (30.000) ölünün kafatasıyla donatılmıştı!..

Bu istilâ tufanı burada da durmamıştı. Mısır'ı da basmış, Mîladın 616 senesinde İranlılar bir taraftan Nil vadisini işgal ederek İskenderiye'ye ulaşmışlar, diğer taraftan bütün Anadolu'yu istilâ ederek İstanbul'un Boğaziçi sahillerine kadar gelmişler. Doğu Roma İmparatorluğunun başşehri olan Kostantiniye (İstanbul) şehri karşısında görünmüşlerdi. Böylece Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu'yu saltanatları altına almışlardı.

Hülasa; çarpışma 616 senesinde Doğu Roma İmparatorluğu'nun tar ü mâr edilmesi ve bir daha kımıldamayacak şekilde yere serilmesiyle son bulmuştu.

Rumlar, Ehl-i kitaptı, Hristiyan idiler. İranlılar ise kitapsız, âhirete inanmaz, ateşperest idiler.

Romalıların bu mağlubiyet haberi Mekke'ye ulaşınca müşrikler sevinmişler, şımarmışlar, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi. Müşrikler bu hâdiseyi vesile yaparak Müslümanları rahatsız etmeye ve,

"Siz ve Hristiyanlar Ehl-i kitapsınız. Biz ve İranlılar ise ümmiyiz. İranlı kardeşlerimiz, sizin Rum kardeşlerinize galebe çaldı. Biz de, sizinle muharebeye girişirsek, sizi mağlup ederiz." 

diyerek şamataya başladılar.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bir mu'cizesi olmak üzere Cenâb-ı Hak, Rûm Sûresini indirip mü'minlerin üzüntüsünü giderdi:

"Elif lâm mim. Rumlar, size yakın bir mevkide mağlûp düştüler. Fakat bu mağlûbiyetlerinden sonra, birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Evvelce de sonra da hüküm Allah'ındır. O gün mü'minler Allah'ın yardımıyla sevineceklerdir. O dilediğine yardım eder. Onun kudreti her şeye galiptir, O çok bağışlayıcıdır. Bu Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez; lâkin insanların çoğu bunu bilmez." (Rum, 30/1-6)

Bu âyetler nâzil olduğu zaman, Rum imparatorluğu öylesine perişan olmuştu ki, dahilî isyanlarla devlet inhilale uğramış, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış, İmparator Herakliüs, İstanbul'u terk ederek Kartaca'ya kaçmayı bile kurmuştu. İranlıların galip kumandanları zaferin verdiği sarhoşluk ile şu sulhu teklif etmişlerdi: İmparator, İranlılar tarafından istenen her şeyi verecektir! Bu cümleden olarak bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın teslim edecektir.

Rum İmparatorluğu da bütün bu ağır ve zillet taşır şartları kabul etmiş, bu esaslar üzerinde anlaşmayı imzalayarak murahhaslar göndermişlerdi. Bu murahhaslar İranlıların yanına vardığı zaman İran Kisrası Hüsrev, 

"Bu yetmez! Bizzat İmparator Herakliüs karşıma zincirler içinde gelerek ilâhına bedel, ateş ve güneşe tapmalıdır." 

diyecek kadar mağrurane ifadede bulunmuştu.

Böylesine büyük bir hezimetten sonra, Romalıların bir kaç sene zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine katiyetle hükmetmek şöyle dursun, ihtimal vermek bile akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.

İşte böyle bir hengamede Cenâb-ı Hak, yukarıdaki âyet-i kerimelerle Resulüne Rumların kısa bir zaman sonra galip geleceklerini mu'cizane haber veriyordu.

Hz. Ebû Bekir ve Übey bin Halef

Hz. Ebû Bekir, bu âyetleri Resul-i Kibriya Efendimizden (a.s.m.) dinler dinlemez onları, Mekke'nin bir tarafında yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen müşriklere,

"Rumlar, birkaç sene sonra İranlılara muhakkak galebe çalacaklar." dedi.

Müşrikler şaşırdılar. Bahsettiğimiz gibi büyük bir hezimete uğramış, âdetâ yerle bir olmuş bir imparatorluk bir daha nasıl canlanacak ve İranlılara galebe çalacaktı! Bu durumu havsalalarına sığdıramadıklarından içlerinden Übey bin Halef,

"Yalan söylüyorsun," dedi. "Haydi, aramızda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim."

Hz. Ebu Bekir kabul etti. On deve üzerinde bahse girip üç sene müddet tayin ettiler. Hz. Ebû Bekir gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Kibriyâ,

"Âyetteki "bid"den (yani bir kaç seneden) maksat, üçten dokuza kadar olan seneler demektir. Develerin sayısını artır. Müddeti de uzat."

buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir çıktı. Übey'e rast geldi. Übey,

"Galiba pişman oldun." dedi.

Hz. Ebû Bekir,

"Hayır" dedi. "Gel seninle bahsi arttıralım. Müddeti de uzatalım. Haydi, dokuz seneye kadar yüz deve yapalım."

Übey de,

"Haydi yapalım." diyerek kabul etti. *

Hz. Ebû Bekir, Mekke'den ayrılacağı sıralarda, Übey bin Halef yakasına yapıştı ve

"Sen, Mekke'den ayrılırsan, bahisde kazanacağım develeri ödemeyeceğinden endişe ediyorum. Bana bir kefil göster." dedi.

Hz. Ebû Bekir de oğlu Abdurrahman'ı kefil gösterdi. Übey bin Halef de Uhud Harbine çıkmak istediği zaman Abdurrahman, gidip onun yakasına yapıştı ve

"Vallahi, bana bir kefil göstermedikçe, seni bırakmam." dedi.

Übey bin Halef de kefil gösterdikten sonra Uhud Harbi için yola çıktı. Übey bin Halef, Uhud Harbinde Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kılıcından aldığı bir yaradan öldü.

Mağlubiyetlerinden 9 yıl sonra, Rumlar, birdenbire canlanarak hiç beklenmedik ve umulmadık bir saldırışla İranlıları dehşetli bir bozguna uğrattılar. Buna da Müslümanlar çok sevindiler, müşrikler ise son derece üzüldüler.

Hz. Ebû Bekir, 100 deveyi Übey bin Halef'in kefilinden ve mirasçılarından alıp Peygamber Efendimize getirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,

"Onları sadaka olarak dağıt." buyurdu.

Kur'ân-ı Azimüşşânın istikbâlden haber veren ve Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bir mu'cizesi sayılan bu haberin ortaya çıkması üzerine, Mekkeli müşriklerden bazıları Müslüman oldular.1

Dipnotlar:

* O zaman kumarı yasaklayan ilahi emir henüz gelmemişti.

1. Tirmizi, Sünen, XII. 67-68; Taberi, Tarih, II. 141-142; Hamdi Yazır, Hak Dini, V. 3795-3800.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun