MÂÛN SURESİ
Kur'an-ı Kerim'in yüz yedinci suresi. Yedi ayet, yirmi beş kelime ve yüz on beş harften ibarettir. Fasılâsı, nun ve mim harfleridir. Kûfelilerin dışındakiler altı ayet olduğu görüşündedirler. Mekkî veya Medenî olduğu hakkında değişik rivayetler vardır. Surenin tamamı münafıklardan ve riyâkârlardan söz ettiği için Medenî olduğu görüşü daha kuvvetlidir. Mekke döneminde müslümanların gösteriş için namaz kılarak nifakta bulunmaları söz konusu değildir. Çünkü Mekke döneminde müslümanlar, Allah'a ibadet ettikleri için çileli bir hayat yaşıyorlardı. Bu şartlar altında onların namaz kılarak gösterişte bulunabileceklerini düşünmenin bir anlamı yoktur. İslâm, Medine'de hâkim güç olduğu için, bir takım kimseler müslümanların arasında, cemaatle kılınan namazlara katılarak, kendilerinin de müslüman olduklarını göstermek istiyorlardı. ez-Zemahşeri, ilk üç ayetinin Mekkî, kalanının da Medenî olduğu görüşünde olup, Tekâsür sûresinden sonra nazil olduğunu nakletmektedir (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut t.y., IV, 803). Adını son ayetinde zekât vermek, yardım etmek, ihsanda bulunmak anlamlarına gelen "maûn" kelimesinden almıştır. Sûre, "Eraeyte" ve "Din" adlarıyla da anılır.
Yedi kısa ayetten meydana gelen bu sûre, küfür ve iman hususunda geçerli olan anlayışı kökünden değiştirebilecek güçte gerçekleri ele almaktadır. Bu din gösteriş ve şekil dini değildir. İbadet ve hareketlerdeki samimiyete ve feragate büyük önem veren İslâm, bu samimiyetin salih amele ve yeryüzünü imar eden bir dinamizme dönüşmesini emreder.
Ayrıca bu din, muhtevası bir birinden ayrı bölük-pörçük gerçeklerden oluşmuş bir din de değildir. İnsan onun bir kısmına uyup bir kısmını terkettiği takdirde görevini yapmış sayılmaz. Bu din mütekâmil bir nizamdır. İbadet ve mükellefiyetleri içiçedir. Ferdi ve içtimaî emirleri birbirini destekler. Hepsinin de gayesi insanları yüce bir hedefe yöneltmektir...
İnsan, diliyle müslüman olduğunu, bu dini tasdik ettiğini söyleyebilir; namaz da kılabilir; namazın dışındaki diğer hükümleri de yerine getirebilir. Bütün bunları yaptığı halde, yine de gerçek imandan ve gerçek tasdikten uzak, hem de çok uzak kalabilir. Çünkü bu gerçeklerin bazı alametleri vardır ki, onlar bu imanın varlığının delilidir. Bu alameti taşımadan insan ne kadar diliyle söylerse söylesin, ne kadar ibadet ederse etsin, gerçek imana ve gerçek tasdike eremez. Asr sûresinde de belirtildiği gibi, iman gerçeği bir kalpte yer edince o kalp o anda harekete geçer ve salih amel şeklinde de imanın varlığını gösterir. Bu hareket olmayınca onun varlığı için bir delil yok demektir. İşte bu surenin ayetleri de aynı gerçekleri dile getirmektedir. Bununla beraber iman ettim diyen her insan, şeriata göre mümindir. Böyle birisine kafir demek asla caiz değildir.
Sureyi iki kısımda ele almak mümkündür.
a) Yetimin hakkını yiyen, ona babasından kalan mirası vermeyen, ayrıca bir yetim, çaresizlik içinde ona gelince onun ihtiyacını karşılamadan onu itip kakarak kovan ve yoksulun açlığı ile ilgilenmeyen kimselerin durumu şiddetli tehdit ifade eden bir üslupla bize bildirilmektedir. Onlar İslâm'ı inkâr eden, hesap gününe inanmayan kimseler olarak takdim edilmektedir: "Gördün mü o, dini yalanlayanı" (1). Dini yalanlamak ahiret günündeki hesaba çekilmeyi ve cezayı inkâr etmek demektir. Kur'an ıstılahında "Dîn" amellerin ahiretteki karşılığı olarak kullanılır:
İşte, o Dini yalanlayan, yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyendir. (2-3)
Bu sûrenin; cimrilikleri, yoksullara, düşkünlere eziyet ve onları hor görüp itip kakmaları ile tanınan, as İbn Vâil, Velid İbn Âiz ve Ebû Süfyân hakkında nazil olduğu şeklinde muhtelif rivayetler bulunmaktadır. (el Kurtubî, el-Camiili Ahkâmi'l-Kuran, Beyrut 1967, XX, 210)
Yetimi ve düşkünü horlayarak itip kakan, ona işkence eden kimselerin durumu, Dini yalanlamaktadır. Allaha ve ahiret gününe iman eden bir kimse, Allah Teâlânın bu büyük ithamı karşısında, ürpererek, etrafındaki yetim, yoksul ve ihtiyaç sahiplerinin hukukunu hassas bir şekilde gözetecek, onların ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Bu, müminin iman etmekle girmiş olduğu ahlâkî kalıbın gerektirdiği bir hareket tarzıdır.
b) Kıldıkları namazdan gâfil olanlar ve gösteriş için namaz kılanların ahiret gününde karşılaşacakları acıklı azab vurgulanıyor: "Vay o namaz kılanların haline, ki onlar, kıldıkları namazdan habersizdirler; onlar, gösteriş yaparlar"(4, 5, 6).
Bu namaz kılıcılar, nifak içerisinde bulunan tiplerdir. Onların kıldıkları namaz, zahiri bir şekilden ibaret kalmakta, kalplerinde hiç bir manevi iz bırakmamaktadır. Kıldıkları namazlardan gâfil olanlar ibaresi; namazlarını vaktinde kılmayıp tehir eden, halkın huzurunda kıldığı halde, yalnız kalınca namazı terkeden münafıkları haber vermektedir.
Onlar görünürde namazlarını kılarak, müminlerden görünmek suretiyle bir takım dünyevî menfaatler elde etmek isterler. Onlar için namazını dosdoğru kılan, salih insanlar denmesi, hoşlarına gider. Allaha değil de, kendi nefislerine tapınmış olurlar. Bu tiplerin, inanan insanları kandırmaları mümkündür. Çünkü İslâm, zahire göre hüküm vermeyi emreder. Kalplerde olanı ise, yalnız Allah Teâlâ bilir. Namazı kılmak veya terketmek karşılığında bir şey görmeyeceklerini zannedip Allahın dinini kendilerine kalkan yapanların ne kadar büyük bir gaflet ve sapıklık içinde olduğunu Allah Teâlâ bu ayetleri ile bize haber vermektedir. Ayrıca namaz kılan herkes bu vesile ile uyarılmaktadır. Allah Teâlâ nifak içerisinde ibadet edenlerin durumunu şu ayeti kerime ile de açıklığa kavuşturmaktadır: Şüphe yok ki münafıklar güya (akıllarınca zahiren mümin görünüp kalplerinde küfrü gizlemekle) Allah (ü Teâlâ) yı aldatmak isterler. Halbuki O, (oyunlarını ve) hilelerini başlarına geçirendir. Namaza kalktıkları zaman da tembelce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allahı ancak (insanların huzurunda) birazcık anarlar" (en-Nisâ, 4/142).
İşte kalpleri nifakla dolu bu insanların en önemli özelliklerinden biri, Allah Teâlâ'nın şu sözü ile ifade edilir: "Onlar, başkasına en ufak yardımı esirgerler" (7).
Bu sure, gösteriş için inanmadan yapılan ibadetlerin Allah indinde bir değerinin olmadığını, ibadetleri ifâ ederken onların hakikatlarını yaşamanın ve yalnız Allah için yapmanın gerekliliğini tebliğ etmektedir.
Ömer TELLİOĞLU
BENZER SORULAR
- Maun Suresinde geçen: "yazıklar olsun şöyle namaz kılanlara ki, kıldıkları namazdan gafildirler (sehiv yaparlar)" ifadesine göre, namazları gafletle kılmaktansa hiç kılmamamız daha iyi olmaz mı?
- İyilikleri, her seferinde yapılan kişiye hatırlatmak, başa kakmak doğru mudur?
- MİNNET
- MÂİDE SÛRESİ
- İSLÂM
- Nasıl olsa Allah affeder diye, namaz kılmamak olur mu?
- MÜHTEDİ
- BAŞA KAKMAK
- "Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde …" (Bakara, 2/256) Bu ayeti nasıl anlamalıyız?
- Hz. Ali, "Namazı gücünüz yettiği kadar kılınız, Allah namaz için hiç kimseye azap etmeyecektir." (Musannef, 3/78) demiş midir?