MÂİDE SÛRESİ
Kur'an-ı Kerim'in beşinci suresi. Medenî surelerdendir. Yüz yirmi ayet, bin sekiz yüz dört kelime ve on bir bin dokuz yüz otuz üç harften ibarettir. Fasılâları, ra, lam, nun, ba, dal harfleridir. Hudeybiye gününden başlayarak peyderpey nazil olmuştur. Nüzül sırası Fetih suresinden sonradır (ez-Zemahşeri, el-Keşşâf, Beyrut, t.y., I, 600).
Adını yüz on ikinci ayetinde geçen "mâide" kelimesinden almıştır. Bu adı almasının özel bir sebebi yoktur. Mâide isminin ayette geçiş şekli şöyledir: "Hani, havariler: "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbinin, gökten bize bir sofra (mâide) indirmeye gücü yeter mi?" demişlerdir...!" Sure; Ukud, Munkıze ve Müba'sire adlarıyla da anılmaktadır.
Sure, İslâm itikadının yayıldığı, yok edilmesinin mümkün olmadığının bütün müşriklerce anlaşıldığı bir zamanda inmeye başlamıştır. İslâm, devlet olma yolunda her şeyini tamamlamış, siyasi, iktisadî ve askerî kurumlarının temelini kurmuştu. Hicretten sonra, siyasî tarih açısından çok kısa sayılabilecek on yıl gibi bir zaman içinde İslâm, dünya tarihinde o güne dek eşine rastlanmamış bir hızla bütün Arap yarım adasını hâkimiyeti altına almıştı.
Bu dönemde müslümanların ahlâkî, sosyal ve kültürel davranışları şekillenmiş ve onları, gayrımüslimlerden belirgin bir şekilde ayıran bir görüntü ortaya çıkmıştı. İslâmın medenî ve ceza hukuku, İslâm devleti sınırları içerisinde, yönetim tarafından uygulanıyordu. İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar tesbit edilmiş ve bunlar kısa zamanda müslümanlarca özümlenmişti. İslâm toplumunun olgunlaşmasının bu son döneminde nazil olan Mâide sûresi, her şeyiyle tamamlanmış olan dinin temel prensiblerini, helâllerini, haramlarını son şekliyle bir arada, bir demet halinde ortaya koyuyor ve dinin her şeyiyle tamamlandığını ve insanlığa din olarak İslâmın seçildiğini; Bu gün dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım. Ve din olarak size İslâmı seçtim" (3) ayetiyle bütün insanlığa ilân ediyordu. Surede itikadi tasavvur bütün çıplaklığı ile açıklığa kavuşturuluyor ve önceki surelerde ortaya konan hükümler üst üste tekrarlanarak defalarca teyit ediliyor. Bu hükümleri İslâm'ın emirleri olarak ikrar etmek imandır. Onları hayata tatbik etmek ise İslâm'dır. Sure, bu unsurların birbiriyle içiçe geçmiş, birbirinden ayrılamaz bir bütünü oluşturduğunu izah ediyor.
Allah Teâlâ, yüceliğinde ve hükümranlığında hiçbir ortağı bulunmayan yegâne ilâhtır. Her şeyi o yaratmıştır. Yaratmasında başka hiç bir kimsenin ortaklığı, müdahalesi yoktur. Yarattığı şeylerin tek malikî ve hakimi yine O'dur. Hüküm koymak sadece O'na mahsustur.
Bu gerçekler, Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında, başka bir şeyle hükmedilemeyeceği hususunu mantıkî olarak ortaya koyuyor. Her şeyin yaratıcısı, sahibi, malikî O olduğuna göre, yarattıkları için lâyık gördüğü nizamı vazetmek de O'nun hakkıdır. Mülkiyetinde bulunanlar için kanun koymasına ve onların uygulanmasını istemesine hiç kimsenin itiraz etme hakkı da yoktur. Eğer, Allah'a karşı çıkmak ve onun hükmünü beğenmemek anlamında insanlar O'nun ahkâmıyla hükmetmekten kaçınılırsa; bu, O'na karşı çıkmak, O'na isyan etmek ve O'nun ulûhiyyetini inkâr etmek manasına gelir. Allah Teâlâ bu gerçeği, kendilerine gönderilen Tevrat ile hükmetmekle emrolundukları halde, bundan yüz çeviren Yahudiler hakkında nazil olan ve böyle yapan her topluluk için geçerli olan, "...Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, yani inkar ederlerse işte onlar kafirlerin ta kendileridir. Kim, Allahın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir. Kim, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir" (44, 45, 47) ayetleri ile bütün açıklığıyla herkese ilân etmektedir.
Allah'ın hadlerini ikrâr etmek; helâl gösterdiğini helâl, haram gösterdiğini de haram saymak ve koyduğu hükümleri hayata tatbik etmek, O'nun ortaksız tek Rab olduğunu kabul etmek demektir. Ondan başkasının yasaklamasıyla bir şeyi haram ve yasak saymak veya O'nun haram ve yasak kıldığı şeyleri O'ndan başkasının serbest bırakmasıyla mubah saymak, O'nun Rûbûbiyyetini inkâr etmek ve O'ndan başkalarını Rabler edinmek demektir. Peygamber (s.a.s), henüz müslüman olmamış olan Adiy İbn Hâtem'in yanında; "Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesih'i Allah'tan başka Rabler edindiler. Halbuki onlar ancak "bir" olan ve kendisinden başka ilah olmayan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir" (et-Tevbe, 9/31) ayetini okuduğu zaman Adiy İbn Hâtem itiraz etmiş ve şöyle demişti: "Hayır. Onlar söylediğiniz gibi onlara kesinlikle ibadet etmediler". Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdiği cevab, bu konuyu bütün yönleriyle açıklığa kavuşturuyordu: "Evet... Onlar, Allah'ın helâl kıldığını onlara haram; haram kıldığını da helâl kıldılar. Böyle yapmakla onlar; uydukları bu kimselere ibadet etmiş, tapınmış oldular" (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'anil-Azim, İstanbul 1985, IV, 88). Bu izah, Allah'ın indirdiklerini inkar ederek ve onunla hükmetmekten kaçınarak kulların koyduğu kurallara göre hayatı tanzim etmenin ne demek olduğunu ortaya koyuyor: "...Halbuki onlar, ancak, bir olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı".
Bundan dolayıdır ki bütün peygamberler ve ümmetleri O'nun şeriatıyla hükmetmekle emrolunmuşlardır. Çünkü O'nun ahkâmı dindir ve O'nun indinde ondan başka da din yoktur. İman edenler O'nun indirdiği dini emirlere uymakla, onlarla hükmetmekle O'na ibadet etmiş olurlar.
Surede konular şu şekilde ele alınmaktadır: İlk önce müslümanların amelî, siyasî ve kültürel hayatları ile ilgili hükümler yer almaktadır. Sure ilk ayetlerine; "Ey iman edenler! Akitleri titizlikle yerine getirin" (1) emriyle başlıyor. Akitlerden kasıt, bu surede açıklanan ve genelde peygamber (s.a.s)'in getirdiklerinin tamamını kapsayan, ilâhi hukukun gerektirdiği her şeye tam uyulması ve hudûdullâhın gözetilmesidir. Müslüman, İslâm'ı kabul etmenin şartı olan "kelime-i tevhid"i ikrar ettiği zaman Allah'ın ona yapmakla emrettiği her şeyi yerine getirmeye söz vermiş olur. Müslümanların hangi şartlarda olursa olsun, yapmış oldukları anlaşmalara uymaları istenmektedir. Bu girişten sonra, titizlikle uyulması gereken sınırlar, hükümler gelmeye başlıyor.
İlk önce, eti yenebilecek hayvanlarla ilgili hükümler yer alıyor. Arkasından; "Şüphesiz Allah dilediği hükmü koyar" (1) uyarısıyla, O'nun koyduğu hükümlerin hiç kimse tarafından sorgulanamayacağı gerçeği bir kez daha hatırlatılıyor. Bundan sonra, surenin akışı içerisinde bir çok şer'î hüküm yer alıyor: Av ve kurbanlık hayvanlara ilişkin helâl ve haramlar, Mescid-i Haram'da ve ihramlı iken yapılması helâl ve haram olan davranışlar, nikâhı helâl olan kadınlara ait hükümler, temizlik ve abdestin alınış şekli hakkında hükümler, hüküm verirken adaletli davranmaya dair talimatlar, İslâm düzenini bozucu davranışlarda bulunma ve hırsızlık cezalarına ait hükümler, içki, kumar ve fal oklarına ait hükümler, ihram yasaklarına ait hükümler, ölüm üzere vasiyet ile alakalı hükümler, hayvanlardan Bahire*, Sâibe *, Vasile * ve Ham'a* taallûk eden hükümler (103), Tevratta bulunan ve müslümanlar içinde kanun haline getirilen kısasa dair hükümler...
Ayetlerin akışı içerisinde, helâl ve haramlara dair hükümlere uymak, onlara ait emirlere itaat etmek hususu devamlı hatırlatılıyor. Allah'ın yasakladığı şeyler dışında, insanlara helâl kılınan nimetlerden yararlanılması ve bunların hiç kimse tarafından kendi nefsine yasak kılınmaması gerektiği şeklindeki emirle müslümanlar uyarılıyor: "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri haram saymayın ve haddi aşmayın... (87). Allah'ın insanlara temiz olarak gösterdiği nimetleri kendi nefsine haram kılanlar, nefislerine zulmetmiş ve haddi aşmış olurlar.
Müslümanlar Medine'de devlet haline geldikleri için iktidarın ve elde edilen başanların onları ifsat etmesi tehlikesi vardı. Allah onları böyle büyük bir imtihan ortamında, daha evvel kitap ehlinin düştüğü duruma düşmemeleri için tekrar tekrar uyarmaktadır. Müslümanlardan Allah'ın ve Resulünün emrettiklerine tam anlamıyla uymaları, onlara karşı gelmemeleri istenmektedir: Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. Karşı gelmekten sakının" (92).
Surede işlenen diğer bir konu da, Yahudi ve Hristiyanların durumudur. Yahudiler, Allah'a vermiş oldukları söze ihanet ettikleri için lânetlenmişlerdi. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de onlar hakkında şöyle demektedir: "Şüphesiz ki Allah, İsrailoğullarından söz almıştı... Verdikleri sözü bozdukları için onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık... " (12, 13).
"Onlar, kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştirdiler. Uyarıldıkları Şeylerden pay almayı unuttular. Ey Muhammed! Pek azı müstesna, onlardan devamlı hainlik göreceksin..." (13) ayeti, onların Allah'ın kitabını tahrif ettikleri ve uymaları gereken konularda uyarıldıkları halde, bunların hepsine kulaklarını tıkamış olduklarını bize bildirmektedir. Onlar Allah'a ve Allah'ın gönderdiği nebilere ihanet etmiş, onlara zulmetmişlerdi. Allah'ın uyarılarından hiç bir zaman pay almadıkları için, onlar daima İslâma düşman olacaklar ve iyilik görseler dahi daima müslümanlara ihânet edeceklerdir. Onların şeytanlaşmış tabiatları bunu gerektirmektedir.
Hristiyanlar'ın durumu, Yahudiler'in durumundan farklı değildir. Çünkü onlarda, Allah'ın indirdiği İncil'i tahrif ettiler. Onu hevâ ve heveslerine göre yeniden yazdılar. Onların düştükleri en büyük sapıklık, Tevhid konusu idi. Onlar Allah'ın kulu ve Resulü olan Hz. İsa (a.s)'yı Allah'a ortak koştular. Böylece sapıklıkların en büyüğü olan şirke sürüklendiler. Halbuki Hz. İsa (a.s) onları, Allah'ı bir bilip, hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca O'na ibadet etmeye çağırmıştı. Onlar, "Allah Mesih'tir" ve "Allah, üç ilâhtan, biridir" diyerek Allah'a ortak koşmuşlardı. Onların durumu şu ayeti kerimelerle açıklığa kavuşturulmuştur: "Şüphesiz Allah, Meryem oğlu İsâ Mesihtir" diyenler, kafir oldular. Oysa Mesih onlara "Ey İsrailoğulları! Hem benim, hem de sizin Rabbınız olan Allah'a ibadet edin demişti. Şüphesiz ki "Allah üç ilahtan biridir" diyenler kafir olmuştur" (72-73).
Daha sonra Hz. Adem (a.s)'ın iki oğlunun kıssası anlatılarak, İsrailoğullarının Peygamberi öldürmek için kurdukları tuzaktan söz edilir. Ayrıca insan hayatının dokunulmazlığı da vurgulanmaktadır.
Surenin üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de, İslâm'ın dışındaki kimselerle dostluk kurmak meselesidir. Kur'an-ı Kerim müminleri, ahlâkî çöküntü içinde bulunan Yahûdî ve Hristiyanlarla dost ve sırdaş olmamaları için uyarmaktadır: "Ey imân edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur... "(51). Dostluk bağları, kişileri ve toplumları birbirinin hukukunu korumaya götürür. İnsanlar kimlere dost olur, yakınlık duyarlarsa, onlardan olmuş olurlar. Bu ayetle müslümanlar, böyle büyük bir tehlikeye karşı uyarılmaktadırlar. Müminlerin dostlarının kimler olduğunu Allah Teâlâ; "Sizin dostunuz sadece, Allah, O'nun peygamberi ve Allah'a boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir" (55) ayetiyle tesbit etmekte ve bize bildirmektedir. Dostluk imanın ölçüsü olarak değerlendirilir: "Eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, kafirleri dost edinmezlerdi" (81).
Önemli bir konuya dikkat çekmek gerekir:
Ayette yasaklanan dostluğun, Yahudilik ve Hristiyanlıklarının dost edinilmesi olduğu açıktır. Nitekim Yahudi veya Hristiyan bir kadınla evlenmenin caiz olduğu ayetle belirtilmiştir. Buna göre yahudi bir kadınla evlenen bir müslüman, elbette eşini sever. Ancak yahudiliğini sevmeyecektir. Bu nedenle ayette yasaklanan dostluğun, Yahudi ve Hristiyanların dinlerini dost edinmek olduğu anlaşılmalıdır.
Surenin sonunda, akidelerini düzeltmeleri için, "Hüküm günü"nde Allah Teâlâ ile Peygamberi Hz. İsâ (a.s) arasında geçecek olan konuşma yer alır. Hz. İsâ (a.s), Allah Teâlâ'ya şöyle diyecektir: "Ben onlara sadece, bana emrettiklerini söyledim. Benim ve sizin Rabbınız olan Allah'a ibadet edin dedim. Aralarında olduğum müddetçe onlara şahit idim. Sen beni semaya aldığın zaman, onları sen gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin" (117). Bu ayet, Peygamberlerine inandıklarını söyleyen Hristiyanları uyarmak için onlara hitap etmektedir. Ancak, Kur'an-ı Kerim'in genel mantığı çerçevesinde değerlendirildiğinde, peygamberleri hakkında batıl ümitler besleyen herkese hitap ettiği görülür. O gün hiç kimse sapıklığı için bir mazeret bulamayacağı gibi, inandığını söylediği peygamberlerine yapmış olduğu iftiradan da bir fayda göremeyecektir. Çünkü o gün, her yalancının yalanı yüzüne vurulacaktır.
Sure, Allah Teâlâ'nın her şeye kadir olduğu ve her şeyin sahibinin O olduğu gerçeği hatırlatılarak son buluyor: "Göklerin, yerin ve her ikisinde bulunanların mülkü Allah'a aittir" (120). O halde O'nun emrettiği her şeye uyulmalı ve yasakladığı şeylerden kaçınılmalıdır. O'na iman edip, O'na tabi olmayan hiç kimse, O'nun azabından kendini koruyamayacaktır. Çünkü O, göklerin ve yerin tek malikî ve hâkimidir.
Ömer TELLİOĞLU
BENZER SORULAR
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Kur'an'ın açıklayıcısı olduğuna dair ayetler var mıdır?
- NİSA SURESİ
- Regâib gecesi
- İTAAT
- Peygamber Efendimiz'in Kur'an'ın açıklayıcısı olduğuna dair ayetler var mıdır?
- KELİME-İ TEVHÎD
- İslam'ın sevgi, barış ve hoşgörü dini olduğuna dair örnekler verir misiniz?
- Allah'tan korkmak nasıl olmalıdır?
- NAHL SÛRESİ
- ENBİYÂ