KADI, KADILIK

Kadâ; insanlar arasında hükmetmek, hükme bağlamak, yerine getirmek, ifa etmek, ödemek, kaza etmek, ölçüp biçip yapmak, insanlar arasındaki hasımlaşmaları ayırmak, anlaşmazlıkları gidermek anlamında bir İslâm hukuku terimi. Kadı aynı kökten ism-i fail olup, hâkim demektir. Mecelle'nin kadıyı tarifi, anlam olarak şöyledir: "Hâkim, insanlar arasında vuku bulan dava ve hasımlaşmayı, meşrû hükümlere uygun olarak çözümlemek üzere devlet başkanı tarafından nasb ve tayin edilen kimsedir" (Mecelle, mad., 1785).

Kazanın meşrûluğu Kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "O zaman biz, Dâvud'a şöyle vahyetmiştik: Ey Dâvud, şüphesiz ki Biz seni yeryüzünde halife kıldık; insanlar arasında hak ile hükmet, sakın keyfe tabi olma; yoksa seni Allah'ın yolunda saptırır" (Sâd, 38/26). "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların hevâ ve heveslerine uyma" (el-Mâide, 5/49)."Onların aralarında hükmedersen adaletle hükmet. Şüphesiz Allah, adaletli davrananları sever" (el-Mâide, 5/42). "Şüphesiz, Allah'ın gösterdiği şekilde, insanlar arasında hükmetmen için Kur'an'ı, sana hak olarak indirdik" (en-Nisâ, 4/105).

Amr b. el-Âs'tan (ö. 61/680) rivayete göre, Resulullah (s.a.s)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Hâkim ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki sevap vardır. İctihadla hükmedip yanılırsa, onun için bir sevap vardır" (Buhârî, İ'tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ahmet b. Hanbel, III, 187). Hz. Peygamber, insanları mahkeme ederek hükümler vermiş, Hz. Ali (ö. 40/660) ve Hz. Muaz'ı (ö. 18/639) kazâ için görevli olarak Yemen'e göndermiştir. İlk dört halîfe de insanlar arasında hüküm vermişlerdir. Hz. Ömer (ö. 23/643), Ebû Musa el-Eş'ârî'yi (ö. 44/664), Basra'ya, Abdullah b. Mes'ud'u (ö. 32/652) Kûfe'ye kadı olarak göndermiştir (Şâfiî, el-Umm, VII, 273; Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizi, el-Ahkâm, 3; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l İslâmî ve Edilletûh, Dimaşk 1986, VI, 480, 481).

Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıkların mahkeme yoluyla çözümünün meşrûluğu hususunda İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir.

Hâkimlik görevi farz-ı kifayedir. Yöneticilerin, insanlar arasındaki davalara bakmak için ne bilgileri ve ne de zamanları yeterli olmamaya başlaması üzerine, kazâ işlerinin özel görevlilere verilmesi gerekmiştir. Kazâ görevi, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamaktır. Bazı hukukçular bunun dinî emirlerden bir emir ve müslümanların maslahatlarından bir maslahat olduğunu, insanların ihtiyacı nedeniyle buna yardımcı olmak gerektiğini söylemişlerdir (el-Meydânî, el-Lübâb, Kahire ts, IV, 77).

İslâm hukukuna göre, hâkimlik mesleği; görme, duyma ve konuşma organlarının sağlamlığı yanında, hukuk formasyonu ve bir takım ahlâkî özellikleri de gerekli kılan önemli bir meslektir. Mezhep imamları hâkimin İslâm, büluğ, akıl, hürriyet, görme, işitme ve konuşma organlarının sağlamlığı vasıflarını taşıması gerektiğinde görüş birliği halindedir. Ancak adâlet, cinsiyet ve ictihad şartlarında görüş ayrılığı vardır(bk. Mecelle mad. 1792-1794). Görüş ayrılığı bulunan nitelikler üzerinde kısaca duralım:

a) Adalet: Şafiî, Mâlikî ve Hanbelilere göre hâkimin adâlet sıfatına sahip olması gerekir. Bu; doğru sözlü, emaneti gözeten, haramlardan kaçınan, günahlardan sakınan, rıza ve öfke hâlinde itidalli davranabilen kimsenin vasfıdır (el-Kâsânî, Bedâyîu's Sanayi', IV, 3; İbn Rüşd, Bidâyetü'l Müctehid, II, 449; İbn Kudâme, el-Muğnî, IX, 39; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Mısır 1909, s. 53, 54). Fâsık kimseye ve güvenilemediği için şahitliği kabul olunmayana hâkimlik görevi de verilemez. Ayette şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, eğer fâsık (yoldan çıkmış) bir kimse size bir haber getirirse, onun doğruluk derecesini araştırın. Sonra bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz" (el-Hucurât, 49/6). Bir kimsenin şahitliği kabul edilmeyince, hakimliğe nasbı öncelikle kabul edilmez.

Hanefilere göre, adâlet vasfı kadılık için şart değildir. Fâsık, kadılığa tayin edilirse, ihtiyaç nedeniyle geçerli olur. Ancak şâhitlikte olduğu gibi böylesinin tayin edilmemesi daha uygundur. Aksi halde, kazâ organlarının işlerinde meydana gelebilecek eksiklikler nedeniyle tayin eden uhrevı bakımdan sorumlu olur (eş-Zühaylî, a.g.e, VI, 482).

b) Cinsiyet (erkek olmak): Hâkim tayininde aranan başka bir vasıf da cinsiyettir. Erkekler her türlü velayeti yüklenmeye elverişli sayılmıştır. Kadınlar ise bu konuda eksik haklara sahiptir. Bu nedenle erkekler her türlü toplum işlerini yürütebilirken kadınların istihdamında bazı kısıtlamalar getirilmiştir (el-Mâverdî, a.g.e, s. 53). Hanefiler dışındaki hukukçulara göre, hâkimlik için erkek olmak şarttır. Kadın kazâ görevine getirilemez. Bu görüşte olanlar Kur'an ve hadisten bazı deliller getirirler. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Allah'ın kimini kimine üstün kılması ve erkeklerin mallarından harcamaları nedeniyle, erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler" (en-Nisâ, 4/34). İran şahı (Kisra) vefat ettiği zaman, yerine kızının kraliçe seçildiği haber verilince, Allah'ın Rasulu; "işlerini kadına tevdi eden bir toplum payidar olamaz" buyurmuştur (Nesâî, Âdâbü'l-Kudât, 8; Beyhakî, Edebül-Kâdî, 23; es-şevkânî, Neylü'l İvtâr, 8/263).

Hanefîlere göre, kadınlar hukuk davaları için hâkim tayin edilebilir. Çünkü onların muâmelât konularında şâhitlikleri geçerlidir. Ancak had, kısas gibi ceza davalarında ise şahitlikleri yeterli olmadığı gibi hâkimlikleri de geçerli olmaz. Çünkü kazâ ehliyeti şahitlik ehliyetini gerekli kılar.

İbn Cerîr et-Taberî'ye (ö. 310/922) göre, kadın ehil olunca her konuda fetva verebildiği gibi, hâkimlik görevini de mutlak olarak üstlenebilir (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, Kahire 1958, III, 1445, 1446; el-Mâverdî, a.g.e. s. 53; ez-Zühaylî, a.g.e. VI, 482, 483).

Uygulamada, Sahabe devrinde kadın hâkim tayin edildiğine rastlamamaktayız. Ancak Hz. Peygamber'in Semra binti Nüheyk el-Esedî isimli bir kadını Medine'de muhtesip olarak görevlendirdiği, Hz. Ömer zamanındada bu görevinin devam ettiği nakledilir. Semra (r. anhâ)'nın, çarşı ve pazarlarda zabıta görevi ifa ederken, Sahabe arasındaki bazı ticarî problemleri çözdüğü de ihtimal dahilindedir (İbn Abdilberr, el-İstiâb, Haydarâbad 1318, s. 761; Fahreddin Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, Ankara 1979, s. 98). Muhammed Hamidullah yine hisbe teşkilâtında görev yapan Şifâ binti Abdillah için şöyle der: "Bu hanım Sahabenin en azından ticarî ihtilafları üzerinde muhakeme yetkisini kullanması gerekmiştir" (M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, trc. S. Tuğ-S. Mutlu, İstanbul 1969, II, 95).

c) İctihad: Şafîi, Maliki, Hanbelîlere ve Kudurî gibi bazı Hanefilere göre, hâkimin ictihad yapacak hukuk formasyonuna sahip olması gerekir. Şer'î hükümleri bilmeyen cahil bir kimse ile taklitçi, hâkim olarak görevlendirilemez. Çünkü böyle bir kimse fetvâ vermeye ehil olmayınca, kazâ işine de öncelikle ehil sayılmaz. Bu görüşte olanların dayandığı deliller şunlardır: Kur'an'da şöyle buyurulur: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" (el-Mâide, 5/49); "İnsanlar arasında Allah'ın gösterdiği şekilde hükmetmen için..." (en-Nisâ, 4/ 105). Bu ayetlerde başkalarını taklitle hükmetmekten söz edilmez. Başka bir ayet Sünneti de hüküm kaynağı kapsamına alır. "Aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman, onun hükmünü, Allah'a ve Peygamber'e havale edin" (en-Nisâ, 4/59). Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadılar üç sınıftır. Birisi cennette, diğer ikisi ateştedir. Cennetle olanı, hakkı bilip onunla hüküm verendir. Hakkı bilip, hükümde haksızlık yapanla, insanlar arasında bilgisizce hüküm veren ise ateştedir" (Ebû Dâvud, Akdiye, 2; İbn Mâce, Ahkâm, 3; es-şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 263 vd.; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, lV, 65; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 195) Kazâ işini üzerine alan fakat hukuk bilgisi olmayan kimsenin bilgisizlikle hüküm vereceği açıktır.

Ashab-ı Kirâm içinde fıkhı iyi bilenler vardı. Bunlar kadı olarak tayin ediliyordu. Bu devir kadılarından Hz. Ali için; "O, kazâ işlerini en iyi bilen ve yürüten hâkimdir" (İbn Sa'd, Tabakât, II/2, s. 202; İbn Abdilberr, İstiâb, Haydarabad 1318, s. 474; el-Askalânî, el-İsâbe, Bağdad 1328 baskısı kenarından, III, s. 41); Muaz b. Cebel için; "Helâl ve haram konularını iyi bilen kimsedir" (İbn Sa'd, a.g.e, 11/2, s. 107) denilmiştir. Yine Hz. Ömer devrinde Kûfe kadılığına tayin edilen ve Emevî hükümdarı Abdülmelik'in iktidara gelişine kadar altmış yıl görevde kalan Şurayh, kazâ işini ve muhakeme usulünü en iyi bilen bir kimse olarak kabul edilir (İbn Abdilberr a.g.e. s. 602). Bu devirde temayüz eden hâkimler, hukuk formasyonunu bizzat Hz. Peygamber'den ve Hz. Ömer'den almışlardır. Hz. Muhammed'in Muaz b. Cebel'e tavsiyeleri gibi (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Tirmizî, el-Ahkâm, 3). Hz. Ömer de Şurayh'a gerek tayin sırasında ve gerekse görevi devam ederken direktiflerde bulunmuştur. Kadı Şurayh'a yazılmış muhâkeme usulüyle ilgili bazı direktifler hukuk ve tarih kitaplarında Söyle kaydedilir:

"Eğer sana bir dava gelirse, Allah'ın kitabında bulduğun ile hükmet. Hiç bir şey seni Allah'ın kitabından başka bir şey ile hüküm vermeye sevketmesin. Eğer bir mesele hakkında Allah'ın kitabında bir hüküm bulamazsan, Peygamber'in sünnetine ve uygulamasına bak ve onunla hükmet. Sana Kitap ve Sünnette hükmü bulunmayan davalar gelirse, âlimlerin üzerinde görüş birliği ettiği icmâya bak, onunla hüküm ver. Eğer aradığını icmâda da bulamazsan ya hemen re'yinle (ictihad) hükmet veya biraz daha düşün. Acele etmeksizin düşünerek vereceğin hüküm, senin için daha hayırlı olur kanaatindeyim, Vesselâm" (ibn Kayyım, İ'lâm, Mısır (ty.) I, 51, 70, 71; İbn Kesîr, el-Bidâye, Kahire 1932, IX, 24; es-Serahsî, el-Mebsût, .XVI, 66).

Buna göre, Sahabe devrinde hukuk bilgileri fazla olanlar hâkimliğe tayin ediliyordu. Bunlar tayin sırasında bir sınava da tabi tutuluyorlardı (el-Mâverdî, a.g.e., s. 55). Sonraki devir hukukçuları hâkim adayının Kur'an, Sünnet, icmâ ve Kıyası bilmesini şart koşarlar. Özellikle Kur'an'ın; nâsih ve mensûhunu, muhkem ve müteşabihini; Sünnetin, mütevâtir, âhâd ve meşhur kısımlarını; kavlî, fiilî ve takrirî Sünneti, vürûd ve nakil sebeplerini bilmesini gerekli görürler. İcmâ, kıyas, istinbat ve ictihad metodlarını da bilmesi gerekir ki, bu derece hukuk bilgisi olana "müctehid" denir (el-Mâverdî, a.g.e., s. 54).

İmam Şafiî hâkimin mutlak müctehid olmasını şart koşarken, Mâlikîlerin sağlam görüşüne göre, bir müctehidin yanında taklidle hüküm verebilen kimse de hâkim tayin edilebilir.

Hanefilere göre, hâkimin müctehid olması şart değildir. Bilgisiz bir kimsenin, başka bilgin bir müctehidin görüş ve re'yiyle hükmetmek üzere tayini câizdir. Ancak hakimlikte ictihad vasfı tercih ve öncelikle atama sebebidir (el-Mâverdî, a.g.e., s. 54). Kısaca kazâda, müctehid olmayanın taklidle hüküm vermesi câizdir. Çünkü kazâdan maksat, husûmetleri ayırmak, hakkı hak sahibine ulaştırmaktır. Bu da taklidle gerçekleşebilir (el-Kâsânî, a.g.e, VII, 3; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, V, 453 vd. 485;ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 449; es-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 290).

Ancak Şafiiler, yukarıdaki şartları taşıyan hâkim bulunmadığı zaman fâsık, taklitçi kimsenin hâkimliğinin de zaruret nedeniyle geçerli olacağını söylerler. Hâkim adayları arasında eşitlik halinde, ilim, dindarlık, takvâ, adâlet, iffet ve güçlü olma vasıfları tercih sebebidir. Hadiste şöyle buyurulur: "Bir kimse müslümanların bir işi için arama yetkisine sahip olup da, o loplumda bu ise daha ehil, Allah'ın kitabını ve Rasûlünün sünnetini daha iyi bilenlerin bulunduğunu bildiği halde, daha az: ehil birisini tayin ederse, Allah'a, Rasûlüne ve İslâm toplumuna ihânet ermiş olur." (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 62).

İslâm'ın ilk devirlerinde teşri, icra ve kazâ fonksiyonları Hz. Peygamber'in elinde toplanmıştı. Ancak sınırlar genişleyip, müslümanların sayısı artınca Hz. Muaz, Hz. Ali ve Ma'kıl b. Yesar gibi bazı sahabeleri hâkim olarak görevlendirdi. Hz. Ebû Bekr de Hz. Ömer'i Medine'ye hâkim tayin etmişti. Hz. Ömer ve bu konuda değişik bir yol izledi. Vilâyet kadılarını bizzat tayin ederken, daha aşağı mevkideki hâkimlerin tayin edilmesi için vâlilere yetki verdi. O, Basra vâli-kadısı Ebû Musa el-Eş'arî, Şuraylı ve Ka'b b. Sur'u kendisi tayin ederken; Mısır valisi Amr b. el-As'a, oraya kadı tayin etmesi için yetki verdi. Şam'da vali olarak görev yapan Ebû Ubeyde b. el-Cerrah ve Muaz b. Cebel'e de aynı yetkileri tanıdı (el-Mâverdî a.g.e, s. 55; Taberî, II, 617, III, 170; İbn Sa'd, Tabakât, VI, 9; İbn Abdilberr, a.g.e. s.602; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 197; aynı müellif Vesâik, no: 326).

Başlangıçta kadılar, insanlar arasındaki davalara bakmak için mescidlerde otururlardı. Fakat sonraları görevin önemi ve yüklenilen sorumluluğun büyüklüğü, davaların özel binalarda ihtişamlı ve heybetli bir tarzda görülmesini gerektirmiştir. Emevîler devrinde hâkimler istisnaî olarak halîfelerce tayin edilir, bu konuda valiler geniş yetkilere sahip bulunurdu. Kadıların halîfe ve valilerce tayini hususu Abbasîlerde Kadı'l-kudât ve Endülüs Emevilerinde Kadı'l-Cemâa teşkilatları kuruluncaya kadar bu şekilde devam etti. İlk Kadı'l-Kudat (kadıların kadısı veya baş kadı) Ebû Yusuf'tur (Hatibu'l-Bağdâdî, Târîhu'l-Bâğdâd, Beyrut, ts, XIV, s. 242). Bu makam, kazâ fonksiyonunu ifa edecek hâkimlerin tayin, terfi ve azillerini yapıyordu. Endülüs'te aynı fonksiyonu Kadı'l Cemâa ifa ediyordu (Taberî, Tarih, IV, 131; İbn Kesir, el-Bidâye, VIIl, 29, 32; ibn Esîr, el-Kâmil, III, 210, IV, 363; F. Atar, a.g.e, s. 104, 105).

el-Mâverdî ve Ebû Ya'lâ el-Ferrâ gibi hukukçular kadı tayininde özel durumları da dikkate almışlardır. Bunlara göre, devlet bir bölge veya beldeye kadı tayin etmezse, o bölge veya belde halkı, kendi aralarındaki ihtilafları çözmek üzere kadı tayin etme yetkisine sahiptirler (el-Mâverdî, a.g.e. s. 63; el-Ferrâ, el-Ahkâmü's-Sultaniyye, Mısır 1938, s. 57).

Bir beldede tek hâkim adayı varsa onun tayin isteğinde bulunması veya yapılan tayin teklifini kabul etmesi gerekir. Kabul etmezse, diğer farz-ı ayrılan ihmal etmiş gibi asi olur. İcra organı onu kabule zorlayabilir. Birden çok aday varsa, kabul veya reddetmek câiz olur. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, burada teklifi reddetmek daha iyi sayılmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber'in, kadılığı deruhte edenin bıçaksız kesilmiş bir koyun gibi sıkıntılarla karşı karşıya olduğunu ifade eden hadisi delil getirilir (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 259 vd.; ez-Zeylaî, a.g.e, IV, 64). Bu yüzden, Abdullah İbn Ömer ve Ebû Hanîfe gibi bazı büyük hukukçular hâkimlik teklifini kabulden kaçınmışlardır. İbn Ömer ve Ebu Hanîfe'nin kadılık görevini kabul etmeyişlerinin esas sebebi; iktidarın siyasî baskıları yüzünden kazâ görevini bağımsız bir şekilde yerine getiremeyeceklerini ve insanlar arasında hükmederken verdikleri kararların eşit şekilde tatbik edilmeyeceğini bilmeleridir. Kazâ görevini kabulden kaçınmayı ifade eden hadislerde kötü kadılar kastedilmiş olmalıdır. Çünkü bu mesleğe teşvik eden, bu görevin büyük ecir kazandıran üstün bir amel olduğunu ifade eden hadisler de vardır (bk, Buhârî, İ'tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ahmed b. Hanbel, III, 187). Bazı hukukçular kazâ işini kabulün daha faziletli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber ve ilk dört halîfe kazâ işini yürütmüşlerdir. Bizim için onlarda bir örnek vardır. Çünkü kazâ fonksiyonu Allah'ın rızası gözetildiği zaman hâlis bir ibadet olur. Hadiste şöyle buyurulur: "Adaletle hükmeden yöneticinin bir günü altmış yıl (nâfile) ibadetten üstündür" (ez-Zeylâî, Nasbu'r-Râye, IV, 67).

Kadıların temel görevi kazâ olmakla birlikte İslâm ülkelerinde bazı yer ve zamanlarda onlara mâlî, idârî, askerî, dinî eğitim ve öğretim işleri de tevdi edilmiştir. el-Mâverdî, el-Ferra ve Nûveyrî gibi hukukçular kadıya on çeşit görevin verilebildiğinden söz etmişlerdir (el-Mâverdî, a.g.e. s. 57, 58; el-Ferra, a.g.e. s. 49, 50). Bu görevler şunlardır:

a) Davalara bakmak, bunları karşılıklı rızaya dayanan sulh yoluyla veya devlet gücüyle infaz edilecek hükümle çözümlemek.

b) Zâlim ve zorbaların gasp, saldırı vb. mal, can ve ırza yönelik tecavüzlerini engellemek; haksızlığa uğrayana yardım ederek, her hak sahibine hakkını vermek.

c) Had cezalarını uygulamak ve Allah haklarını ayakta tutmak.

d) Öldürme ve yaralama davalarına bakmak.

e) Yetimlerin, akıl hastalarının, küçüklerin, mahcur ve sefihlerin mal ve haklarını korumak.

f) Vakıflara nezaret etmek.

g) Vasiyetleri yerine getirmek.

h) Velî bulunmadığı veya bulunup da velâyet yetkisini kötüye kullandığı zaman kızları denkleriyle evlendirmek.

i) Şehrin güvenlik ve belediye işleriyle meşgul olmak.

j) Söz ve fiille emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker görevi yapmak (ez-Zühaylî, a.g.e. V, s. 487, 488).

Kadıların görev yeri ve yapacağı işlerin kapsamı kararnamelerinde belirlenir. Dört halîfe devrinde bazı hâkimler mâliye (beytü'l-mâl) yani defterdarlık görevini de üstlenmişlerdi. Abdullah b. Mes'ûd'un Kûfe'deki görevi gibi (Beyhakî, Edebu'l-Kadı, l; İbn Abdilberr, a.g.e, s. 373, 436)... Emevîler devrinde Mısır'da Abdullah b. Hüreyre kazâ işleri yanında maliye işlerini de yürütüyordu (Suyûtî, Hüsn, II, s. 97). Aynı devirde bazı kadılar vakıf ve yetim mallarını koruyucu tedbirler de alıyorlardı. Abbasîlerde buna asker; görevin eklendiği de görülür (Kindî, el-Kudât, Mısır, (nşr. R Gotteheil) Paris 1908, s. 15, 28, 40, 47; İbn Haldun, Mukaddime, trc. Z. K. (Ugan, İstanbul 1968, I, s. 565).

İslâm hukukuna göre, kadı, kendisi için sü-i zanna yani kötü düşünmeye yol açacak durumdaki yakınlarının ve menfaat ilişkisi olan kimselerin davalarına bakamaz. Annesi, babası, çocukları ve karısı bunlar arasında sayılabilir. Nitekim, bir kimsenin bu derece yakınları lehine yapacağı şahitlik de geçerli olmaz. Kadılar mahkemede davacı ve davalı arasında eşit davranmak ve taraflar arasında ayırım yapıldığı kanaatini uyandırmamak zorundadırlar. Kadı, korku, öfke, açlık ve susuzluk hallerinde karar vermekten sakınmalıdır. Çünkü bu psikolojik etkenler karşısında yanlış hüküm verebilir.

Kadı, prensip olarak kendisini tayin eden yöneticinin mezhep hükümlerini uygular. Ancak kazâ fonksiyonu yer, zaman ve bazı konuların istisnası ile sınırlamayı kabul edebilen bir müessese olduğu için, devlet başkanının tayin ettiği kadılara, kendi mezhebine uygun olmasa bile, muayyen bir imamın (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî) mezhebi ile hükmetmeyi emretmesi mümkündür. Böyle bir şartın kazâ yetkisi üzerindeki etkisine dair, fıkıh kaynaklarında ayrıntılı bilgi vardır.

Mezheplerin ortaya çıkıp yerleşmesinden önce kadılar, müctehid hukukçular arasından seçilir; Kitap, Sünnet ve icmaya göre bunlarda bir çözüm bulamazlarsa reyleriyle hüküm vermeleri kendilerinden istenirdi. Hz. Ömer'in, Ebû Musa el-Eş'arî ve Şurayh'a yazdığı mektuplarda bu uygulamanın izlerini görmek mümkündür. Abbasilerde Ebû Yûsuf'tan (ö. 182/798) itibaren Hanefî mezhebi kazâda ayrılık kazanmış, Selçuklular da devletin bünyesine uygunluğu ve toplumun ihtiyaçlarına daha iyi cevap vermesi yüzünden aynı mezhebi tercih etmişlerdir. Vezir Nizamü'l Mülk'ün Şâfiî bilginlere karşı müsamahalı davranması, Selçuklu sınırları içinde bu mezhebin de yaşamasına yardımcı olmuştur. Doğuda Gazneli Mahmud, Batıda Selahaddin Eyyubî (Mısır) de Şâfiî mezhebi için aynı imkânı sağlamıştır (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, X, 31, 209; İbn es-Sübkî, Tabakâtü'ş-Şâfiiyyeti'l-Kübrâ, Mısır 1964, III, 393 vd.; eş-Şa'rânî, el-Mîzan I, Mısır 1318 s. 32; i. Kafesoğlu, "Selçuklular" maddesi, İA; H. Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul 1975 s. 124 125).

Hamdi DÖNDÜREN

Osmanlılar Döneminde Kadılık

Osmanlılar kendilerinden önceki İslâm devletlerinin geleneklerine uyarak kadı tayininde çok titiz davrandılar. Zira İslâm'a göre adaletle hükmetmek bu dinin en önemli prensiplerinden biridir. Bu bakımdan Osmanlılar herhangi bir kimseyi değil her yönü ile tanınmış âlim ve güvenilir kimseleri bu makama getiriyorlardı.

Osmanlılarda kadı nasbı ilk defa Osman Gazi tarafından kayınpederi Şeyh Edebali'nin damadı ve talebesi Dursun Fakih ile başlar. Devletin istiklâl ve hükümranlığına bir işaret olan ilk Cuma hutbesini de bu zat okumuştu (Ali Emirî "Meşihat-ı İslamiye Tarihçesi" İlmiye Salnamesi, İstanbul 1334. s. 315-316).

Osmanlı devlet teşkilâtında kadı'nın adlî görevi yanında idârî, ilmî, beledî ve hatta askerî görevi de vardır. Çünkü Osmanlı şehir idaresinde beledî ve mülkî idare fonksiyonları birbirinden kesin çizgilerle ayrılmamıştır. Kadı şehrin yargı mercii olduğu kadar âsayişin âmiri vakıfların denetleyicisi beledî hizmet ve zâbıta görevlerinin de âmiridir. Bütün bu vazifeleri yerine getirirken bazı yardımcıları bulunmaktadır. Böylece onun yükü kısmen de olsa hafifletilmiş oluyordu.

Osmanlı toplumunda önemli yeri bulunan kadılar biri Anadolu diğeri de Rumeli olmak üzere iki kadıaskerliğe bağlıydılar.

Osmanlı ülkesinde kadı olabilmek için medresenin yüksek derecelerinden mezun olmak gerekiyordu. Bunun aksini düşünmek mümkün değildi. Tahsilsiz sadrazam olunabilirdi ama İslâm hukuku öğrenimi görmemiş tahsilsiz bir kimse en küçük bir kazaya bile kadı olamazdı.

Osmanlı kadısı sancak ve kazalara tayin edilirdi. Hiyerarşide sancak kadıları daha üstün idiler. Kadı ilk olarak kazaya tayin edilerek yevmiye 20 akça ile vazifeye başlardı. Bir kadı terfîden son basamağa geldiğinde yevmiyesi 150 akçaya yükselmiş olup "eşrefi kudat" adı ile anıları zümreden sayılırdı. Kaza kadılarının görev süresi bir yerde 20 ay mevleviyetlerde de bir seneyi geçemezdi (Tevkiî Abdurrahman Paşa, "Osmanlı Kanunnâmeleri", Millî Tetebbular Mecmuası, 1331 I 541). Bu müddeti dolduran kadı görevi bitmiş sayılarak yerine sırada olan bir başkası atanırdı. Kadıların bu kadar kısa bir sürede yer değiştirmesi muhtemelen terfî imkânlarının tıkanmaması ve halk ile adalete şüphe düşürecek kadar ileri gidebilecek bir yakınlık göstermemeleri içindir. Kaza kadılığından yükselen kadı sancak kadısı olur ve mevleviyet pâyesi alırdı. Mevleviyetler kadıların günlük olarak aldıkları yevmiye gözönünde bulundurularak 300 ve 500 akçalık olmak üzere iki kısına ayrılırdı.

Osmanlı devlet teşkilâtında hâkim sıfatıyla dâvâları hal ve karara bağlayan kadıdır. Kadı'nın hükmü olmadan hiç bir kimse ceza tertip ve infazında bulunamaz (Robert Anhegger, Halil İnalcık, Kanunnâme-i Sultanî ber Mucebî Örf-i Osmanî, Ankara 1956. s. 17). Bu Osmanlı adlî sisteminin temel prensiplerinden biridir.

Osmanlı toplumunda kadı yegane şahsiyet olarak özelliğini korurken hükümlerine dışarıdan herhangi bir şekilde müdahalede bulunulması söz konusu değildir. Zira görevi onun başkasının tesiri altında kalmasına müsaade etmez. Eğer böyle bir durum (etki altında kalma) söz konusu ise veya istenmeyen bir olaya karışmış ise o zaman vazifesinden azledilerek çeşitli cezalara çarptırılırdı. Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan ve Ağustos 1798 tarihini taşıyan bir belge Filibe Kadısı'nın bu sebeple Hanya'ya sürgün olarak gönderildiğini belirtir.

İslâm ve Osmanlı adlı teşkilatının ne denli adil olduğunu adalet kurumunun devrine göre mükemmel şekilde işleyip herhangi bir etki altında kalmadığının yabancı bir müellif şöyle anlatır:

"İslâm adaleti ibadetten üstün tutmuştur. Kadıyı azletmek yetkisi yalnız hükümdara aittir. Kadıyı kendi adına halka adalet dağıtmak üzere padişah tâyin eder. Bir kadı'nın kişisel hayatında bir leke varsa, faziletli değilse, hiç bir kuvvet onu yerinde tutamaz Bir kadı yalnız padişahı değil, hüküm vererek Peygamberi de temsil ettiğini asla unutamaz" (d'Ohsson (VI, 173-178)'den naklen Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1978, X, 271). Gerçekten, Osmanlı kadısı hükümlerinde tamamen serbest ve vicdanına göre hareket ederdi. Padişahlar bile onların tarafsızlığına gölge düşürecek bir davranışta bulunamazlardı. Her gün cemaatla namaza devam edemeyen Sultan Yıldırım Bâyezid'in, bir davada şahidliğini kabul etmeyen Bursa Kadısı Molla Fenarî, Allah hukukuna riayet edemeyen kimsenin, kul hakkının gözetilmesi gereken yerlerde de dikkatsiz davranabileceğini düşünmesi, onun böyle bir harekette bulunmasına sebep olmuştur (Taşköprülüzâde İsameddin Ahmed Efendi, eş-Şekaiku'n-Numaniyye Beyrut 1975, s 19)

Osmanlı adlî teşkilâtı içinde diğer önemli bir konu da mahkeme esnasında kadıların yanında bir jürinin bulunmasıdır Mutlaka aleni cereyan eden mahkemelerde kadıların yanında "Şuhudu'l-hal" veya "Udulu'l müslimîn' denilen bir bilirkişi heyeti vardır Bunlar, mahkemelerin cereyan tarzını, dâvanın hakkaniyete göre görüldüğünü tesbit ederler Her hükmün altında bunlardan beş veya altı kişinin ve imzaları bulunur Ayrıca "ve gayrihim" gibi bir ifade bulunur ki bu, yukarıda adı geçen jüridekilerin sayısının daha fazla olduğunu gösterir. Bunlar, dâvacıların şahidleri değildirler. Günümüzde bazı ülkelerde uygulanan bu sistem, Osmanlılar döneminde başarılı bir şekilde uygulanıyordu (Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimai Tarihi, İstanbul 1974, I, 404-406)

İstanbul, Edirne gibi büyük şehirler kadılıklarının müderris rütbesine haiz yüksek zatlara tevcihi mutad olup, bunlar diğer kadılar gibi azlolunmazlar, uzun süre memurluklarında kalırlardı. Taşra kadılarının da halk nazarında mümtaz mevkileri vardı 1000 (1591-1592) tarihinden itibaren, kazada fiilî hizmet aranmadığından genellikle kadılıklar nâibler marifetiyle idare edilmeye başlanmış ve örfî süre bir yıl olarak tayin edilmiştir. Şurây-ı Devlet ve Divân-ı Ahkâm-ı Adliyenin teşkiline dair 1868 tarihli hatt-ı hümâyûn ile kuvvetler ayrılığı (tefrîk-ı kuvâ) prensibi kabul edilince, kadıların bağımsızlığı bir kat daha kuvvet bulmuştur Tanzimat Fermanı'ndan kısa bir süre öncesine kadar hukuk, ceza, ticaret ve diğer bütün davalara kadı huzurunda bakılır, bir Osmanlı ile yabancı arasındaki davalar da, tercüman bulundurulmak suretiyle yine şer'iyye mahkemelerinde görülürdü.

24 Cemâziyelâhir 1305 H. Tarihli "Tezkire-i Sâmiye", kadıların fiilî yetkilerini azaltarak, ekseri davalar için şer'iyye mahkemeleri yerine nizamiye mahkemelerini ikame eyledi. Kadıların yetkilerini sınırlayan bu padişahlık tezkiresinde şöyle denir: "Şer'an fasıl ve halli gereken davalardan talâk, nikâh, nafaka, hıdâne, hürriyet, kölelik, kısas, diyet, erş, gurre, hukûmetü'l-adl, kasâme, gâib, mefkud, vasiyet ve miras davaları şer'î mahkemelerde; ticaret, ceza, tazminat ve sözleşmelerden doğan davalar nizamiye mahkemesinde görülür. Bunların dışında kalan davalara ise, taraflar razı oldukları takdirde şer'iye mahkemesinde; aksi halde nizamiye mahkemesinde bakılacaktır".

Şeyhu'l-İslâm Ürgüplü Hayri Efendi Şer'iyye Mahkemelerinde önemli ıslahat yapmıştır. 7 Ramazan 1332 (30 Temmuz 1914) tarihinde yayınlanan, kadılara ait kanunda; "Bir kimsenin kadı olabilmesi için 25 yaşını bitirmiş olması, kanuni özür dışında âdî cürümlerden dolayı, bir haftadan çok hapis cezası ile mahkûm olmamış bulunması, Mecelle'nin 1792 ve 1793. maddelerinde belirlenen vasıfları taşıması ve Medresetü'l-Kudât (hâkim yetiştiren bir fakülte)den mezun bulunması" şart olarak belirlenmiştir.

26 Zilkâde 1332 (16 Ekim 1914) tarihinde yayınlanan şer'iye ve nizamiye mahkemelerinin görev alanlarının ayrılmasına dair olan nizamnamede yeni bir görev bölümü yapılmıştır.

18 Cemaziyülevvel 1335 (12 Mart 1917) tarihli kanunla kazaskerlik, muhallefât ve evkaf mahkemeleri de dahil olduğu halde, bütün şer'î mahkemeler ve ona bağlı olan daireler Adliye Nezaretine devredilmiş, 4 Ramazan 1342 (8 Nisan 1924) tarih ve 469 nolu şer'i mahkemelerin ilgasına dair kanunla adı geçen mahkemelerin bütün görevleri asliye mahkemelerine tevdi olunmuş ve bu tarihten sonra Türkiye'de kadılık ünvanına son verilmiştir (Ebu'l-Ulâ Mardini, "Kadı", maddesi, İA. VI, 45).

Ziya KAZICI

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun