"İnsanlara akıl seviyelerine, istidat ve durumlarına göre hitap edin." hadisinden hareketle, muhatabın seviyesine göre konuşmanın ölçüsü nedir?

Tarih: 04.04.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Muhatabın seviyesini gözeterek konuşmak İlâhî bir ahlâktır. Cenâb-ı Hak her milletin ilim ve ihata seviyesine, problemlerinin keyfiyetine ve ihtiyaçlarının türüne göre teferruatta özel emirler vermiş, hususî kanunlar vaz’etmiş ve her dönemde tenezzülât-ı kelâmiyesini farklı şekilde, değişik bir tecelli buuduyla ortaya koymuştur. 

Bu açıdan, Kur’an beşerin akıl, istîdat ve kapasitesine uygun olarak gönderilmiş umumi bir muallim ve herkes için bir mürşittir. Malumdur ki, mürşidin nazarında az, çoğa tâbidir; o, genel irşadını azınlıkta kalanlara tahsis etmez. Bununla beraber, onun avamı gözeterek yaptığı konuşmalardan havas da kendi hissesini alır. Aksine, mürşit, sadece iyi eğitilmiş kimseleri hedef alarak hitap etse, halkın ekseriyeti o üst seviyedeki konuşmaları anlayamadığından dolayı hakikatleri öğrenmekten mahrum kalır.

Kur’an-ı Kerim, meseleleri zihne yaklaştırmak ve anlaşılır kılmak için pek çok misale yer vermektedir. Mesela; haşir gerçeğini anlatırken herkesin kavrayabileceği bir misale dikkatleri çekmektedir: Tohum toprağın bağrına atılmakta, orada önce çürümekte ve akabinde yeni bir hayata başlamaktadır. Zamanla ağaç haline gelmekte, dal budak salıp semalara ser çekmektedir. Yapraklarla süslenip, meyvelerle donatılmaktadır. Daha sonra da bütün zinetini döküp kupkuru bir kemik gibi olmaktadır. Fakat yeni bir baharda tekrar süslenip kendisini mahlukatın nazarlarına arz etmektedir. Bazı hayvanlar ve haşerat sonbahardan itibaren kış uykusuna girip, ölüm gibi bir hale maruz kalmakta, ama ikinci bir baharda yeniden canlanmaktadır. Bütün varlıklarda cereyan eden bu kanundan insanın müstesna tutulmasına ihtimal verilebilir mi? Onun da bir baharı, bir kışı ve ikinci bir baharı vardır. Zira o da bir tohumdan meydana gelmekte, bir ağaç gibi olgunlaşmakta; fikir, sır, hafî gibi meyveler vermekte ve daha sonra da bir tohum gibi yeniden toprağa düşmektedir. Mevsimi geldiği ve Sûr’a üflendiğinde o da kendi “ba’sü ba’delmevt / ölümden sonra dirilme”ye erecektir. İşte, Kelam-ı ilahî meseleleri zihne yakınlaştırmak için bu türlü misallerle doludur.

Diğer taraftan, Kur’an’ın aynı anda ve aynı ifadelerle farklı seviyelere hitap ettiği de bir gerçektir. Zira o, insanı bütün farklı tezahürleriyle yaratan ve inşa eden Allah’ın kelâmıdır. İmam Gazalî’nin İhyâ’sında işaret ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim’in sarîh ve zâhirî manalarını havas gibi avam da anlayabilir; bâtınî ve gizli manalar ise müdakkik ve mütefekkir ilim erbabına mahsustur. Kur’an’ın “İlimde kök salıp, derinleşenler...” (Âl-i İmran, 3/7) diye tavsif ettiği Kur’an deryasının dalgıçları, o ummana dalıp inci mercan çıkarırlar. Ne var ki, herkes o hikmet denizine dalmaya güç yetiremez, her fert ondaki cevherleri görüp takdir edemez. 

Allah Rasûlü'nün (asm) devrindeki bir bedevî Kur’an’ı dinleyince hem kalbiyle hem de aklıyla doyuyordu. Aynı dönemde yaşayan ve şiirleri Kâbe’nin duvarlarına asılan büyük şairler de aynı şekilde Kur’an’dan istifade edebiliyorlardı. Lebid ve Hansâ gibi o devrin en güçlü şairleri de Kur’an’ın muhataplarıydı ve Kelam-ı ilahî hem akılları hem de kalpleri açısından onları da tatmin ediyordu. Sonraki asırlarda İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd, Farabî, İmam Gazalî, Fahreddin Râzî, Ebu Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Malik... gibi daha nice muhteşem dimağlar da hep Allah’ın Kitabına muhatap olmuşlar ve O’nun rahle-i tedrisinde yetişmişlerdi. 

Demek ki, Kur’an, sıradan bir insana hayat üflediği aynı anda ve aynı şekilde, büyük bir âlimin aklına, ruhuna, kalbine ve latife-i rabbaniyesine de can olmaktaydı. Çünkü, İlahî Kelam, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği ve istifade edebileceği bir tecellî dalga boyunda indirilmişti.

Kur’an-ı Kerim’in beşerle konuşması böyle bir tenezzül çerçevesinde gerçekleştiği gibi, onun müstesna tebliğcisi, mürşidler mürşidi olan Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselamın irşad ve tebliğleri de hep bu üslûba bağlı cereyan etmiştir.

Bu itibarla, hakiki bir mürşit ya da olgun bir rehber, ilim ve marifet ufku itibarıyla ne kadar aşkın olsa da, telkin, tebliğ ve temsilinde, muhataplarının idrak seviyelerini mutlaka gözetmeli; insanların duygu, düşünce ve hissiyatlarını nazar-ı itibara alarak yazmalı ve konuşmalıdır. Halkın efkârını bulandırabilecek, yanlış anlamalara ve kafa karışıklıklarına sebebiyet verecek ifadelerden her zaman uzak durmaya çalışmalı ve sözlerinin çoğunluğun istifadesine açık olması için gayret göstermelidir.

Bazen muhatabın durumu, bizim, onun seviyesine inmemizi gerektirir. Bu takdirde mürşit ve mübelliğ, konuşacaklarını onun seviyesine inerek yapmalıdır. 

Muhatabın seviyesine inerek konuşma İlâhî bir ahlâktır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise bizleri Allah ahlâkıyla ahlâklanmaya çağırır. Kur'ân, baştan sona kadar beşer aklına tenezzül etmiş, İlâhî bir kelâmdır. Eğer Kur'ân beşerin akıl, istîdat ve kapasitesine uygun inmemiş olsaydı, bizim hâlimiz nice olurdu?.. 

Evet, eğer Cenâb-ı Hakk Kur'ân'ında, Tur'un bir yanında Hz. Musa (as)'a konuştuğu kelam ile konuşsaydı, onu dinlemeye güç yetiremeyecektik. Ve yine Kur'ân sadece büyük deha ve kariha sahiplerinin anlayacakları bir üslûpla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksan dokuzu Kur'ân'dan hiç istifade edemeyecekti. Halbuki mesele hiç de öyle değil; Cenâb-ı Hakk azameti ve rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara alıyor ve onlarla öyle konuşuyor. O'nun kelâmı Kur'ân'dan ibaret değildir. Kim bilir Cenâb-ı Hakk'ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır, ama biz bunları bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki; O, sırr-ı ehadiyetle hep insanların idrâk ve anlayış seviyesine göre hitap etmiştir. 

Günümüzdeki gençlik, dînî terim ve tabirlere yabancı bulunmaktadır. Onlara, yine onların anlayabilecekleri bir dille konuşmak gerekir. Bunu, çocukların anlayışına uygun konuşmamızla misallendirebiliriz. Nasıl ki elinden tutup gezdirmeye çıkardığımız üç yaşındaki çocuğun yürüyüşüne uyarız, onun konuşmasıyla konuşur, onun gibi güler ve onun gibi davranırız; öyle de, irşâd ve tebliğde de muhatapların anlayışının nazara alınması şarttır. Çocuklara karşı yapılan debdebeli konuşmalar, sadece onları güldürecek ve fakat malûmat dağarcıklarına hiçbir şey ilave etmeyecektir. 

Neslimize İslâm'ı anlatırken Bergson, Paskal, Eflâtun ve Descartes'in felsefe yüklü tarzlarına değil; Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşâd ve tebliğ tekniğine ihtiyaç vardır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, hep beşerin anlayış seviyesine uygun konuşuyordu. Hitap yelpazesini, herkesi içine alacak kadar geniş tutuyordu ve yerinde çocukla çocuk, gençle genç, ihtiyarla da ihtiyar oluyordu. İşte bu sistem ve bu İlahî ahlâk, nebilerin sistemi ve nebilerin ahlâkıdır. Nebiler Sultanı, kendisine isnat edilen bir sözünde:

إنّا معاشرَ الأنبياء أُمرْنا أن نُكلّم الناسَ على قَدر عُقُولهم

“Biz peygamberler topluluğu, daima insanların seviyelerine inmek ve onların anlayabilecekleri şekilde konuşmakla emrolunduk." (Zebidî, İthaf'u Sade, 2/65)

Diğer bir beyanında da:

 أَنـزلُوا النَّاسَ مَنَازِلَهُمْ

“İnsanlara akılları nisbetinde konuşun.” (Ebû Davud, Edeb, 20; Münâvî, Feyzü'l-Kadir, 3/75)

buyurmakla, bizlere tebliğ ve irşâdda vazgeçilmez bir kaideyi fısıldamaktadır. 

Tebliğ insanı, muhatabının durumunu yakından takip etmeli ve onun hatalarına karşı anlayışlı davranmalıdır.

a) Muhatabın Tanınması

İrşâd ve tebliğde bulunan kimseler, muhataplarının durumlarını çok iyi bilmeli ve onları kaçırıcı, nefret ettirici tutum ve davranışlardan fevkalâde sakınmalıdırlar. Bir kere tebliğcinin sunduğu şeyler hep kudsî mefhumlardır. Allah'ı, Resûlü'nü (asm), Kitabı'nı ve âhiret gününü insanlara sevdirmek durumunda olan bir insan, her hâlde vazifesinin ne olduğunu bilmeli ve davranışlarını da ona göre ayarlamalıdır. Çünkü muhatabın -Allah korusun- ona karşı duyacağı bir rahatsızlık, sevdirmekle sorumlu olduğu şeylerden nefret edilmesine sebebiyet verebilir. Böyle bir sebebiyet verme hasaretin en büyüğüdür. Böyle bir sebebiyet verme, bizim şahsî durumumuzdan kaynaklanıyorsa, bunun sorumluluğunu da ötede biz çekeriz. 

Bakın, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), fertleri suçluluk psikozuna sokmamak için tebliğlerini nasıl yapıyordu? Evet O, ne kafiri ne de mücrimi, suçlu bir adammış gibi karşısına almıyor, söylediği sözleri hep umuma hitap ediyor gibi söylüyordu. Cemaati içinde, teferruata dair bir kusur gördüğü zaman, hemen minbere çıkıyor ve umûmî irşatta bulunuyordu. Şimdi de bunlardan bir-iki misal sunmaya çalışalım: 

Bir sahabi, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunduğu yere yakın bir mekanda duâ ediyordu. Ellerini semaya doğru iyice kaldırmış ve sesini de olanca gücüyle yükseltmişti. Bu durum, duâ edebine aykırıydı. Ama Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizzat onu karşısına alıp konuşmak yerine, oradakilerin hepsine hitaben şöyle buyurmuştu:

“Ey insanlar! Siz sağır ve kör birisine duâ etmiyorsunuz. Kendinize acıyın ve duâda i'tidalden ayrılmayın. Size her şeyden daha yakın ve duâlara icabet eden bir Zat'a duâ ediyorsunuz ki, O sizin duâlarınızı (her hâlükarda) işitir ve icabet eder." (Buhari, Mağazi, 38; Müslim, Zikir, 44,45; Müsned, 4/403)

Bir keresinde de halk, imam olan bir zatın namazı çok uzattığı şikayetiyle O'nun huzuruna gelmişti. Bunlar arasında, “Ya Resûlallah! Neredeyse cemaati terk edecektik.”diyenler oldu. İmam olan zat belliydi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem)'nün canı çok sıkılmıştı. Fakat buna rağmen onu bizzat huzuruna alıp doğrudan ikaz etmemiş; mescitte, herkese hitaben umûmî bir irşâdda bulunmuş ve şöyle buyurmuştu:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ مِنْكُمْ مُنَفِّرِينَ فَأَيُّكُمْ مَا صَلَّى بِالنَّاسِ فَلْيُوجِزْ فَإِنَّ فِيهِمُ الْكَبِيرَ وَالضَّعِيفَ وَذَا الْحَاجَةِ

“Ey insanlar! Ne oluyor sizlere ki, insanları nefret ettiriyorsunuz. Sizden kim imam olursa namazı hafif kıldırsın. Çünkü onların içinde ihtiyar, zayıf ve ihtiyaç sahibi olanlar vardır.” (Buhari, Ahkâm, 13; Müslim, Salat, 182)

İşte Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hatalar karşısındaki tavrı ve davranışı bu idi. Çünkü O, insanların kurtuluşa ermesini istiyor ve her meseleyi onlara en kolay ve en yapılır şekliyle takdim ediyordu.

 أَيُّهَا النَّاسُ قُولُوا لا إِلَهَ إِلاّ الله تُفْلِحُوا

“Ey insanlar! 'Lâ ilahe İllallah' deyin ve felaha erin.” (Müsned, 3/492; 4/63) diyordu. Zaten O'nun bi'setinin gayesi de buydu. 

Evet, irşâd ve tebliğde, şahısları suçluluk ruh hâletiyle ele alıp onlara bir şeyler anlatmaya çalışmak, kat'iyen yanlıştır. Söylenecekler topluma ve umuma söylenmelidir. Güneş şualarından herkes kendi istidadına göre istifade ettiği gibi, bu hayat saçan sözlerden de herkes kendi istidat ve kabiliyetine göre istifade edebilir. Aksi hâlde açılan rahnelerin kapatılması çok zordur. 

b) Münazaradan Sakınmalı

Zaruretler, muhatapla ikili konuşmayı gerektiriyorsa, bu durumda meselenin münazara zeminine çekilmemesine çok dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan, haktan ziyade enaniyet ve benliklerdir. Dolayısıyla öyle bir zemin, hak adına şeytana teslim edilmiş olmaktan farklı değildir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli ikna edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsn-ü kabul de görmeyecektir. Meseleye psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira, biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup edecek fikir ve düşüncelerle kendimizi techiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir delille mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır döngüye girecektir ki, günlerce konuşulsa dahi hiçbir neticeye ulaşılamayacaktır. 

Gerçi Saadet Asrında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir iki defa münazara zeminine çekilmiş, muhatabını iknaya çalışmıştır. (Tirmizi, Daavat, 69; Müsned, 4/444) Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, münazaraya talebin tamamen karşı taraftan gelmiş olmasıdır. Böyle bir durumda elbette Efendimiz (asm)'in suskunluğu söz konusu olamazdı. Çünkü O'nu dinleyenlerin kuvve-i maneviyeleri sarsılabilirdi. Bununla beraber Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) münazara gayesi ile gelen bu insanlardan ekserisi, yine ikna değil ilzam olmuştur. İlzam ise, muhatabımızın hidayete ermesi demek değildir. 

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), senelerce bir kısım Benî İsrâil ulemasıyla karşı karşıya gelmesine rağmen, içlerinden böyle zeminlerde hidayete eren olmamıştır. Halbuki O, arşın bütün ilhamları, çağlayanlar hâlinde kalbine akıp akıp gelen ve kainat kendisi için yaratılmış olan bir Peygamberdi (asm). Etekleri mucizelerle doluydu. Daha doğrusu O, her zaman harikalarla muhât bulunuyordu. Ne var ki, şöyle veya böyle başvurulan münazara zeminlerinde bulunanlar, bir türlü hidayet arşına çekilemiyor ve mesele sadece ilzam zeminine takılıp kalıyordu. Abdullah b. Selâm (r.a) da bir Yahudiydi. Fakat, hakikati kabul etmek üzere Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelmişti. İçinden: “Eğer Tevrat'ta şemâili zikredilen zat bu ise, hemen ona îman edeceğim.” diye geçiriyordu. Durum böyle olunca da o daha Efendimiz'i (asm) görür görmez, O'nun sîmasında yalan olamayacağını anlamış ve îman etmişti. (Tirmizi, Kıyâme, 42; İbn-i Mâce, İkâme, 174)

Ayrıca, münazara zemininde yapılan tebliğde, Cenâb-ı Hakk'ın rızası da her zaman düşünülemeyebilir. Çünkü hem tebliğ eden, hem de kendisine tebliğ edilen zat, böyle bir zeminde daima kendi benlik ve enaniyetleriyle gerilimde olurlar. Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğunun düşünülmediği bir zeminden de, -orada konuşulanlar ne olursa olsun- Cenâb-ı Hakk razı değildir. Hidayet bütün bütün Allah'ın elinde olduğundan, rızasının olmadığı bir yerde hidayetinin de olmayacağı muhakkaktır. 

c) Benlikten Sıyrılmalı

Benlik ve enaniyet, hem tebliğ eden hem de muhatap açısından hem hidayeti hem de onun bereketini engelleyici bir faktördür. Onun için mürşit ve mübelliğ, bu zararlı duygudan sıyrılıp, söyleyeceklerini mahviyet içinde söylemelidir. Onun bu mahviyetidir ki, muhatabını da bir bakıma peşin fikirlilikten ve inattan kurtarmış olur. Aslında hiç kimsenin benlik ve enaniyete hakkı ve salâhiyeti yoktur. Zira, nice defalar görülmüştür ki, tebliğ edici akıl, mantık, belâgat ve fesahatin her çeşidini kullanarak söylediği sözlerinde ve dilinde beyan ırmakları çağlattığı anlarda hiç kimseye hiçbir şekilde tesir edemezken; kabz cenderesinde ezildiği ve iki kelimeyi bir araya getirip konuşamadığı demlerde muazzam denebilecek çapta tesirli olmuş ve Cenâb-ı Hak onu, bir kısım insanların hidayetine vesile kılmıştır. 

d) Muhatabın Düşünce Yapısının Çok İyi Bilinmesi

Mürşit ve mübelliğler, muhataplarının düşünce ve fikir yapılarına da çok dikkat etmelidirler. Meseleyi daha husûsî bir dairede ele alacak olursak: Bugün İslâm'a hizmet noktasında farklı anlayış ve yaklaşımların bulunduğu bir vakıadır. Böyle bir vak'ayı tasvip etmek ayrı, varlığını kabul etmek ise tamamen ayrıdır. Var olan bir şeyi kabul etmeyip, görmezlikten gelmenin getireceği hiçbir çözüm yoktur. Öyle ise mürşit ve mübelliğler, çevrelerinde kendilerini dinleme durumunda olan insanların, herhangi bir meşrebe mensubiyetin olabileceğini her an hatırda tutmalı ve konuşmalarını böyle bir hatırlamanın ikaz sinyalleri altında yapmalıdırlar. Ve, tabiî herhangi bir topluluğu küçük düşürücü, kınayıcı ve daha da korkuncu gıybet edici konuşmalar içine kat'iyen girmemelidirler. 

Her anlayış ve yaklaşım, kendi mesleğinin doğru ve güzel olduğunu kabul etmekle beraber, diğerlerine de hakk-ı hayat tanımayı ve müsamahalı olmayı bir ahlâk hâline getirmelidir. Aksi davranışlardan Cenâb-ı Hakk razı değildir ve o, râzı olmadığı davranışlar içine girenlerin irşat ve tebliğinden yümün ve bereketi kesiverir. Evet, her mürşit, imana ve Kur'an'a hizmet eden herkese saygılı olmasını bilmeli ve muhataplarının irfanına riayet etmelidir. Söyledikleri sözler, herkes tarafından kabul görebilecek sözler olmalıdır. Zira Allah (celle celâluhu), Allah diyenlere karşı kötü muamele edenleri, mü'minleri tenkit edip eleştirenleri, sadece kelime-i tevhit ile dahi olsa kendisiyle münasebet kurmuş olanlarla alâkayı kesenleri sevmez ve onlardan râzı olmaz. 

Zaten Allah (celle celâluhu) ile münasebeti olan hemen herkesle irtibata geçmek, bir bakıma her insanın, Cenâb-ı Hakk'la kendi münasebetinin de derecesini gösterir. Muhataplarımızla olan ilişkilerimizin, onların Cenâb-ı Hakk'la olan münasebetleri nisbetine göre ayarlanması da çok önemlidir. Mürşit ve mübelliğler bu ölçüye herkesten daha çok dikkat etmeli; etmeli ve insanları kendi meşreplerine değil de doğrudan doğruya İslâm'a davet etmelidirler. Millet fertlerini birleştirecek ve onları tek vücut hale getirecek en önemli faktör de işte bu şuurun gelişmesi olsa gerek. 

Muhatabı anlamak bir bakıma onun içtimâî seviyesini, kültür yapısını bilmek ve kavramakla mümkündür. Bu durum, tebliğin tekniği açısından da çok önemlidir. Evet tebliğ ve irşâd bir vazifedir; onun tekniğini bilmek ise ayrı bir vazifedir. Mesela karşınıza topla tüfekle gelen düşmana, elinizdeki bir odun parçasıyla mukabelede bulunmaya kalkarsanız, belki bir iş yapmış sayılırsınız ama, tekniğine riayet etmediğinizden dolayı, falso ve fiyaskoya sebebiyet vermiş olursunuz. Hele böyle bir çıkışın neticesi top yekûn Müslümanlara zarar veriyorsa!.. 

Tebliğin tekniğini bilme, asla vazgeçemeyeceğimiz şartlardan biri ve belki de en birincisidir. Tebliğin lüzumuna inandığımız kadar, onun teknik bir iş olduğunu da kabullenmek zorundayız. Söylediğimiz sözler, muhatabın kültür seviyesinin çok altında veya üstünde ise, yaptığımız iş tekniğine uygun değildir ve faydalı da olmayabilir. Tamamen ateist olan veya küfür içinde bocalayan bir insana, işin başında anlatılması gereken mesele, herhalde "teheccüt namazının faziletleri" değildir. Ona, îmanî esasların anlatılması, hem de onun kafa yapısına uygun anlatılması gerekir. Günümüzde inkâr, fen ve ilim cihetinden geldiği için üslûp da ilmî olmalıdır. Ama gel gör ki, yanlış teşhis ve yanlış tedavi usûlleriyle zavallı inkârzedelere karşı ne yanlışlıklar ne yanlışlıklar yapılmakta!.. Evet, günümüz neslinin kalbi tamir edileceğine, sırtındaki ceketiyle, ayağındaki pantolonuyla ve gönlünden evvel görünüşüyle uğraşılması onu ürkütmüş ve kaçırmıştır. Tebliğ tekniğindeki böyle bir hata, insanların ebedî hayatlarını kaybetmeler ini netice vermesi bakımından üzerinde ısrarla durulması gereken bir meseledir. 

Evet, karşınızdaki insan ilimden, fenden bahsederken siz ona, Mızraklı İlmihâl okuyamazsınız. -Haşa, bu, Mızraklı İlmihâl'i küçümseme değil; yapılan şeyin yerinde olmadığını anlatmak içindir- Ve yine karşınızdaki insan âhireti inkâr edip dururken, siz ona evliya menkıbeleriyle yaklaşamazsınız. İnsan sadece his ve duygudan ibaret bir varlık değildir ki, bu anlattıklarınızla ona tesir edebilesiniz. O, his ve duygularının yanında aynı zamanda bir mantık da taşımaktadır... ve onun mantık açısından da ikna olması oldukça mühimdir. Sadeddin Taftazâni îmanı anlatırken: “Sen delilleriyle anlatacaksın, Cenâb-ı Hak da onun gönlünde îman nurunu yakacak. İşte îman budur.” der. Zaten böyle îmandır ki, kişiyi salih amel işlemeye ve dînî hayatı bir bütün olarak yaşamaya sevkedecektir. Hisleriyle dinin içine atılıvermiş bir insanın, yine hislerinin değişik şekilde galebe çaldığı bir devrede dinden çıkması her zaman ihtimal dahilindedir. 

Kur'ân-ı Kerim, yüzlerce âyetiyle fen ve tekniğe ait meselelere işaret ediyor. Kur'ân bir fizik veya kimya kitabı değildir. Ancak umûmî irşâd için bu ilim dallarına da ihtiyaç olduğundan, Kur'ân yaptığı işâretlerle kendi müntesiplerini bu ilimlere teşvik eder. Astronomi ilmine az da olsa vakıf olmayan, biyolojiyi sathî de olsa okumamış olan bir insanın, Kur'ân âyetlerinin birçoğunu istenen ölçüde anlaması mümkün değildir. Çünkü nice âyetler var ki, onların anlaşılabilmesi biraz da bu ilimlerin bilinmesine bağlıdır. Burada çeşitli ilim dallarını sayıp sözü uzatmadan sadece şunu hatırlatıp geçelim: Günümüzün mürşit ve mübelliğleri ansiklopedik dahi olsa, asrımızın ilim ve tekniğini takip etmek zorundadırlar. Yoksa onların irşâdı, umumî ve herkesi içine alan bir irşâd olmaktan çıkar, hususî bir konuşma olur. 

e) Devrin Kültürünü Bilme

Bugün, genç-ihtiyar herkesin hâli yürekler acısı, ama günümüz insanının bu acınacak hâli, biraz da irşâd adına ortaya çıkanların zavallılığından kaynaklanmaktadır. Zira devrinin kültürünü, anlayışını, üslûbunu bilemeyenlerin, o devir insanına birşey anlatmaları mümkün değildir. 

Akla gelmesin ki, öğrenilmesi gerekli olan bunca şeyi bilmeden başkalarına birşeyler anlatmak zararlı oluyorsa, acaba o zaman bizden “emir bi'l-maruf / iyiliği anlatma” vazifesi düşüyor mu? 

Hayır, aslâ ve kat'a!. Eğer, nesli irşâd etmek adına yıldızlara seyahat şart olsaydı ve irşatla alâkalı anlatılacakları oradan getirmek icab etseydi, gidip getirme ve muhtaçlara takdim etme farzlar üstü bir farz olurdu. Zira, neslimizi fizik ile vurdular, kimya ile dize getirdiler, astronomi ile yıldızları başına döktüler. Öyle ise bu durum karşısında sen de eli kolu bağlı kalmamalısın. Evet, aynı malzemeleri kullanarak neslinin elinden tutup kaldırman, onun maddî-manevî yaralarını sarman ve onu yeniden yükseltmen sana bir borçtur. Yükseltmelisin ki, bir daha düşmesin, sürçmesin ve ayaklar altında kalıp ezilmesin. Kâinatta her hâdise, her nesne bir dil ve bir daldır. Allah'a (celle celâluhu) îman edenler bu dili bilmeli ve bu dallara sımsıkı tutunmalıdırlar. Aksi takdirde, tekvinî âyetleri anlamak mümkün olamaz. Tekvinî âyetleri anlamayan fert ve milletler ise, mezellet içinde kalmaya mahkûmdurlar. Halbuki Kur'ân-ı Kerim de kendi âyetleri içinde işte bu tekvinî âyetleri ele alıp şerh etmektedir. Bunlara kulaklarını tıkayan insan, her gün baştan sona Kur'ân'ı okusa da, gerçek mânâsıyla O'nu okumuş sayılamaz. Kur'ân, bütünüyle âyetleri tedebbür ve tefekkür edilsin diye gönderilmiştir. Ona sahip çıktığını söyleyen herkes de bunu böylece bilmelidir. 

Evet, anlattığımız hakikatler ne kadar mübarek ve mukaddes olursa olsun, günümüzün idrak, anlayış ve üslubuyla yapılmayan bir telkinin müessiriyeti şüphelidir. Zira akıl, muhakeme ve düşünce süzgecinden geçirilmesi mümkün olmayan, esrar perdeleriyle örtülü esrarengiz birtakım mevzular anlatıyor gibi dini, Kur'ân'ı takdim etmek, sadece neslin kafasını bulandırmaya yarar ve kâfirin de küfrünü artırır.

Sahabe efendilerimiz, devirlerine ait kültür seviyesinin çok üstündeydiler. Muhataplarına din ve diyanete ait meseleleri, o devrin kültür seviyesine uygun anlatabiliyorlardı. Onlardan sonra gelen bir kısım büyükler de böyleydiler. Meselâ asrının müceddidi sayılan İmam Gazâlî'nin anlattıkları karşısında o günün insanı hayretler içinde kalıyordu. Asırlar boyu da bu hayret ve hayranlık devam etti. Gibb gibi, Renan gibi batılıların onun hakkındaki düşünceleri calib-i dikkattır: “Biz, Gazâlî kadar devrinin kültürüne hakim ikinci bir insan görmedik.” İmam Rabbânîler, Mevlânâ Halid-i Bağdadîler ve onlar gibi kendi asırlarının başında kar çiçekleri gibi açan bütün büyüklerin hemen hepsi de asırlarını aşan ilim ve kültür ile mücehhez idiler ve kendi devirlerinin önünde yürüyorlardı. Dini sunuşları da, seviyelerinin sesi-soluğu şeklinde oluyordu. Onun için de söyledikleri şeyler gönüllerde makes buluyor ve genel teveccühle destekleniyordu. 

f) Mürşit Esnek Olmalı

Ayrıca mürşit, esnekliğini koruyabilmelidir. Zira o, bazen uçurumların dibine inecek, bazen de tâ minarelerin başına çıkacaktır. Çünkü, muhatapları arasında her iki noktada bulunan insanlar vardır. Bu da onun kültür yelpazesinin çok geniş olmasını iktiza eder ve böyle olamayanlar mürşit değildir; aksine onlar, irşâd yolunu kapayan bir kısım tâlihsizlerdir. Milletin önünden çekilmeli, onlar yol açmalı ve gölge etmemelidirler ki; hakikî mürşitler gelip şu perişan ve derbeder nesle el uzatabilsin. 

Bir büyük insan, bir dertli ve muzdarip ruh şöyle der ve inler: “Bir gencin îmansızlığı karşısında, inanan insanın kalbinin, vücudunun zerreleri adedince parçalara ayrılması gerekir...” İşte muzdarip kalb budur. Neslin îmansız oluşu karşısında aynı ızdırabı duymayan insanların ise, irşâd ve tebliğe aslâ liyakatleri yoktur. 

g) Devrinin Perspektifinden Bakmalı 

Günümüzün mürşit ve mübelliği, anlatacağı meseleleri, yaşadığı devrin perspektifinden bakarak anlatmalıdır. O, evvelâ muhataplarının ruh yapılarına vakıf olmalı; ama aynı zamanda onun beynini bir matkap gibi delen veya beynine zehirli bir zıpkın gibi saplanmış bulunan problemleri de bilmeli ve söylediklerini bu anlayış içinde söylemelidir; söylemelidir ki düşünceleri hüsn-ü kabul görsün ve muhatabının hem kalbinde hem de mantığında makes 

Kur'ân: اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ “Seni yaratan Rabbi'nin adıyla oku!” (Alâk, 96/1) diyerek daha ilk âyetinde, âyât-ı tekviniye, hilkat ve yaratılış gibi hususlara dikkat çekmiştir. Bütün feylesoflar; Epikür'den, Demokrit'e, ondan Sokrat'a, ondan Eflatun'a ve ondan tâ Efendimiz (asm) devrinde yaşayanlara kadar hemen hepsi, hilkat mevzuuyla meşgûl olmuş ve onu incelemeye çalışmışlardır. Demek ki, o gün herkesin az çok ilk yaratılışla alâkalı bir malumatı vardı. Onlar da insanın bir damla sudan meydana geldiğini ve ceninin anne karnında çeşitli safhalar geçirdiğini biliyorlardı. 

Fakat Kur'ân-ı Kerim meseleyi çok daha geniş bir perspektiften ele aldı ve insanlara: 

 قُلْ سِيرُوا فِي الأرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ  “De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da hilkat nasıl başlamış bir bakın?” (Ankebût sûresi, 29/20)

diyordu; diyordu zira şimdiye kadar kimse, beşerî ilim ve beşerî düşüncelerle hilkatin nasıl başladığını izah edememişti ve bundan sonra da edemeyecekti. Evet, Allah'a (celle celâluhu) isnat edilmeden hilkati izah etmek mümkün değildir. 

Halbuki Kur'ân-ı Kerim, herkesin izahtan aciz kaldığı bu müşkil ve müthiş meseleyi izah etmekle işe başlıyor. Ve bu arada tekvinî âyetlere de dikkatleri çekmiş oluyordu. O tekvinî âyetler ki, kudret ve irade tarafından kainatın boynuna takılmış müzeyyen bir gerdanlık, temâşâmıza sunulmuş bir meşher ve kıraatimize arz edilmiş bir kitaptır. İşte bizler, bu kitap, o meşher ve bu gerdanlığı tetkik edip değerlendirme durumundayız ve hâdiseleri anlamada onun haricine de çıkmamız mümkün değildir. 

Yurt dışında ve yurt içinde nice mütedeyyin ve dindar insanların çocukları var ki, bunlar tamamen dinsiz ve ilhad içindeler. Ve yine nice dinsiz ve mülhidlerin çocukları da var ki, bunlar da aksine dini bütün insanlar. Hatta bunlardan bazıları aile fertlerinin baskı ve zulmünden kaçıp daha müsait zemin ve şartlarda dinî hayatlarını yaşamak istemektedirler.

Dindar aile kendi evladına, onun ruh ve kafa yapısına uygun şekilde İslâmiyet'i anlatmamış ve anlatamamıştır. Bu çocuk, tabiî olarak dindar bir atmosferde yetiştiğinden dolayı da, ihtiyaç duyduğu ve aydınlatılma beklediği meseleleri başkalarından soramamaktadır. Ailesinden aldığı dinî kültür ise, onu ancak belli bir noktaya kadar getirebilmiştir. Ruh ve kafasında boşluklar kalan bu çocuğun veya bu gencin, kafasına takılan bir tereddüt veya bir şüphe, onun kaymasına ve dinden çıkmasına sebep olmuştur. 

Buna karşılık dinsiz bir ailedeki çocuk, içinden çıkamadığı problemlerini başkalarına sorma ihtiyacı duyar. Bir de, dışarıdan herhangi bir kimse buna el uzatıp da problemlerini halledebilirse, çocuk İslâmiyet'i sevecek ve benimseyecektir. Çünkü ona İslâmiyet, günün şartlarına göre öğretilmiştir. Halbuki dindar ailede yetişen evvelki çocuğun dindarlığı, taklitten öteye geçmemiştir. Ve belli bir noktadan sonra da ondaki taklîdî îman işe yaramaz hâle gelmiştir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

hadra beyza

cevabınız için çok teşekkür ederim.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun