İbadetlerini aksatan çocuğa baskı uygulanır mı?

Tarih: 27.12.2019 - 11:09 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Çocuğa dini eğitimi vermek, anne ve babanın görevidir. Bu görevini aksatan anne ve babalar çocuklarının işlediği hatalardan mesul olur. Ancak çocuğa gerekli dini ve ahlaki eğitim verilmişse, çocuk kendi işlediği günahlardan sorumludur. Anne ve babanın mesuliyeti kalkar.

İyiyi ve kötüyü ayırt edecek yaşa gelmiş çocuklara baskı kurmak etkili bir yöntem değildir. Yeri geldikçe tatlı sözlerle nasihat etmeli ve ibadetin önemini anlatan eserler okutmaya çalışmalıyız.

Çocuğun etkilendiği önemli etkenlerden birisi de çevredir. Bu bakımdan çocukların dini sohbetlere katılması ve ibadetlerine dikkat eden insanlarla arkadaşlık kurması, onları ibadete meyletmesine vesile olacaktır.

Çocuğunuza şu yazıyı okumanızı tavsiye ederiz:

Yaklaşık on beş sene önce, bir arkadaşımızı ziyarete gidiyorduk. Arkadaşlarımızla birlikte otobüsümüzde yol alırken sabah namazının vakti girmişti. Açıkçası, yolun ne kadar süreceğini, sabah namazına yetişip yetişmeyeceğimizi bilmiyordum. Her yolculukta yaşadığım “namaz sancısı” öylesine kaplamıştı ki her yanımı, uyuyamıyordum. Bu güzergâhta ilk defa seyahat ettiğimden, nerede mola verileceğini ve gideceğimiz yere ne zaman varılacağını bilmiyordum. Tecrübeli arkadaşlarımdan birine yaklaştım:

“Namazı ne zaman kılacağız? Ben buraları bilmiyorum, namazı kılacağımız yere geldiğimizde bana haber ver.” dedim. Uykulu gözlerle cevap verdi:

“Tamam kılarız, merak etme.” Sonra da gözlerini kapayıp uyumaya devam etti. Hem de namazını kılan, çok dindar bir arkadaşımızdı o.

“Merak etme” dedi, ama merak etmemem mümkün mü? Ne zaman uyanacak, nasıl uyanacak, belli değil. Hani dese ki, “Seni uyku tutmuyorsa, beni şu saatte uyandır ki hazırlık yapalım.” Tamam. Ama yok. Dakikalar birbirini kovalıyor, sabırsızlık içerisinde sayıyorum saniyeleri. Güneş ışığı doğmak için saniyede üç yüz bin kilometre hızla koşuyor. Etrafta hiçbir çaba yok. Keşke, güzergâhın nasıl olduğunu bilip abdestli olsaydım, hiç değilse arabada kılardım. Şimdi bu da mümkün değil. Çaresiz, bir diğer arkadaşımıza yöneldim:

“Namaz geçmek üzere. Ben şoföre namaz için ricada bulunacağım. Durmazsa ineceğim.” dedim. Kaşlarını çattı, alaycı bir ifadeyle:

“Ya sen aklını mı kaçırdın?” dedi.

Şaşırdım, üzüldüm, kırıldım. Namazlarını kıldığını bildiğim bir kimseydi o. Gerçekten ben aklımı mı kaçırmıştım? Otobüste mışıl mışıl uyuyup, uslu uslu, ses çıkarmadan, Rabbimi düşünmeden oturmalı mıydım? Kendimi sorguladım. Sabah namazını bu kadar düşünmekte haksız mıydım? Cevabını, merhum babamdan dinlediğim şu hatırada bulabilirsiniz:

Babam, 1950’lerde Emirdağ’da, dayısına misafir oluyor. Onların iş yeri, büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin kaldığı evin tam karşısında. Geceyi dayısıgilde geçiren babam, sabahleyin bir ağlama sesiyle uyanıyor. Şöyle anlatıyor babam:

“Baktım ki, dayımın oğlu hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Kocaman delikanlı, ama çocuk gibi gözyaşı döküyor. Bu durum karşısında, başına kötü bir olay geldiğini veya acı bir haber aldığını sanıyor.

“Hayrola Ceylan, neyin var, niçin ağlıyorsun?” diye soruyor. Aldığı cevap ilginç:

“Sabah namazına kalkamadık. Baksana, Güneş doğmuş. Onun için ağlıyorum.”

İşte ikinci bir örnek:

Olay, Mehmed Paksu Hocanın dedesinin başından geçiyor. Dedesi tarlaya ekin biçmeye gidiyor. Tabiî, uzun yaz günlerinde geç saatlere kadar çalışıyor. Yorgun ve bitkin bir şekilde uyuyor. Sabah kalktığında bir de ne görsün? Güneş doğmuş ve sabah namazı kaçmış. Namazı kaçırdığına o kadar üzülmüş ki, hıçkırıklara boğulmuş. Beyaz sakalını kırmızı toprağa sürerek, ağlıyor ve sürekli şöyle diyormuş:

“Ben ne yaptım, ben ne yaptım da sabah namazını kaçırdım?”

O kadar ağlamış ki, beyaz sakalı, toprağa sürmekten dolayı kırmızılaşmış. Evet, namaz için ağlanır, namaz için akıl kaçırılır, ona can ve canan feda edilir. Ama şimdi bu gerçek tam anlaşılmıyor. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, sabah namazını düşünmek “delilik”, kalkamayınca ağlamak “gariplik” olabiliyor!

Gerçekten sabah namazını kaçırınca üzülmemiz gerekmez mi?

“İmandan sonra en büyük ve en mühim mesele olan namaz”ın bir vakti geçirilince hiçbir şey olmamış gibi normal mi karşılamalıyız?

Bir vakit namazı kaçırmak sıradan bir hadise mi?

Sabaha kadar dünya kupası maçlarını izlemek mantıklı, ama sabah namazını düşünmek gereksiz mi?

Oysa, uykusundan uyanamadığı için üniversite imtihanını kaçıran bir genç, üzüntüsünden, kahrından, yeri göğü yıkabiliyor. Peki, Peygamberimizin (a.s.m.), iki ayrı hadiste, “Dünya ve içindekilerden hayırlıdır.” dediği sabah namazının sünneti ve farzı, bir maç kadar önemli değil mi? Dünya ve içindeki tüm hazinelerden daha değerli olan sabah namazı, bir üniversite imtihanı kadar ehemmiyet taşımıyor mu? Namaz için ağlamak, üzülmek gerekmiyor mu?

Büyük velîlerden Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün sabah namazına uyanamaz. Sabah olduğunda o kadar üzülür, o kadar ağlar, nefsini suçlayıp yüreği yanarak öylesine bir istiğfar eder ki, bu yüzden sabah namazının sevabından daha fazla ecir kazanır. Bunu gören şeytan ertesi gün o zatı erkenden sabah namazına uyarır. Çünkü, mü’minler sevap kazandıklarında şeytan kahrolur. Madem ki, o zatın namaz kılamaması Allah’a daha çok yalvarmasına sebep olmuştur; şeytana düşen onun ikinci kez gözyaşı döküp yalvarmasını engellemektir.

Acaba bu zamanda, sabah namazını kaçırdığında ağlayan, pişman olan, tövbe ve istiğfar eden, nasıl kalkabilirim diye çırpınan ne kadar mü’min var dersiniz?

Elimizde çok sağlıklı bir istatistik yok. Ama şu kadarını söyleyebiliriz:

Üç büyük ilimizdeki üniversiteli gençler arasında yapılan bir ankete göre, beş vakit muntazam namaz kılanların oranı yüzde on. Bunların da en çok kaçırdıkları namaz, hiç şüphesiz sabah namazı. Beş vakit namaz kılan mü’minler içinde, haftada, ayda veya birkaç ayda bir sabah namazı kaçıranların sayısı oldukça fazla. İsterseniz, başta kendi nefsinizde, sonra çevrenizde küçük bir araştırma yapın. Bu acı gerçeği bütün çıplaklığıyla göreceksiniz. Oysa sabah namazı ve tüm farz namazlar, başta Peygamberimiz (a.s.m.) ve onun güzide ashabının üzerinde titrediği muhteşem bir ibâdettir.

Bir mü’min sabah namazını kaçırdığında “aklını kaçırmış gibi” deli divane olmalı, tepesi atmalı, dünyası kararmalı, kahvaltı yapacak bir iştah bulamamalı, akşama kadar kendini cezalandırmalıdır. Sabah namazı kaçtığı gün, yer yerinden oynamalı, aklı başından gitmeli, tövbe ve istiğfar için Allah’a el açmalı, yalvarmalı, af dilemelidir. Ve hepsinden önemlisi, sabah namazını kaçırma işini kesinlikle “sıradan” görmemeli, “olabilir” kabul etmemeli; nefsine, gafletine, uykusuna isyan etmelidir. Hemen, “Nerede hatâ ettim? Hangi tedbiri almalıyım ki, bir daha bu acıklı azaba düşmeyeyim?” diyerek çözüm arayışına girmeli, çözümü bulmalı ve derhal uygulamalıdır.

Çünkü, söz konusu olan çocuk oyuncağı değil, sıradan bir olay değil, üç günlük dünya hayatını ilgilendiren bir mesele değil. Sözünü ettiğimiz; bizim, kâinatın ve her şeyin Sahibi, Sultanı, Yaratıcısı olan Allah’ın huzuruna girme; Onun dergâhında secdeye kapanma; canımız, cananımız, biricik varlığımız, sevenimiz, sevgilimiz olan Zât-ı Zülcelâle ibadet etme meselesidir. Dünyada hiçbir şey bundan daha mühim, daha lüzumlu, daha sevimli, daha vazgeçilmez olamaz. Eğer burada bir eksiğimiz varsa, hatâ bizdedir.

Bir mü’min, haftada bir, ayda bir sabah namazı kaçırmayı normal göremez, kabullenemez! Namazlarımızı kaçırıyorsak, bu gidişe dur demek, silkinmek, titremek, ihmalimize isyan etmek, “Artık yeter” demek durumundayız. Kulu olmakla iftihar ettiğimiz Rabbimiz bizden böyle bir umursamazlık, böyle bir vurdumduymazlık istemiyor. Ümmeti olmakla şereflendiğimiz Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), bize ihmalkârlığı ders vermiyor. Onun bütün ömründe kaçırdığı sabah namazı sadece bir tanedir. O da savaş dönüşü, aşırı yorgun ve uykusuz olduğu bir zamanda, nöbetçinin uyuması yüzünden ve belki de ümmetine böyle durumlarda nasıl davranması gerektiğini ders vermek hikmetiyle olmuştur. Gerçek bu iken sabah namazına duyarsız kalamayız.

Sabah namazı için nasıl bir durumda olursak olalım, ister onu haftada bir, ister yılda bir, hattâ birkaç yılda bir kaçırıyor olalım; yeni bir ubudiyet şuuruyla donanmak, yeni bir cehd ve gayret kılıcını kuşanmak, yeni bir tebliğ ve ikaz harekâtı başlatmak durumundayız. “Namaz için ne yapabilirim?” diye çırpınan bir ruhun, zonklayan bir beynin çözüm arayışlarıdır. Allah’a karşı hiçbir hasenesini göremeyen, “günah hamalı” olmaktan başka elinde bir sermayesi bulunmayan, ama Allah’ı sevdiğine inanıp, Ona hakkıyla ibâdet edemediğine yanan bir kardeşinizin çözüm önerileridir.

Bazı Müslümanlar, “Niçin namaz kılmıyorsunuz?” sorusuna çok basit mazeretler gösteriyorlar. İleriki bölümlerde daha geniş işleyeceğimiz gibi, “İşim çok, zamanım yok, hastayım” gibi, hiçbir geçerliliği olmayan bahaneler üretiyorlar. Oysa namazın ölümden, bayılmadan başka hiçbir ciddi mazereti yoktur. Çünkü namaz, savaşta, yoğun iş anında, hasta iken, yolculuk esnasında da kılınır. Namaz bu tür basit bahanelerle aksatılamaz. Sadece bazı kolaylaştırıcı yöntemler vardır. Çünkü, namaz Rabbimizle buluşmaktır. Bizi yaratanla buluşmaya hiçbir şey engel olamaz, olmamalıdır.

Namazın vakti girdi mi, uygun zaman, uygun ortam ve uygun yer yok diye namaz kazaya bırakılamaz. Bir yolculuk sırasında sabah namazının vakti girmişti. Otobüsümüz bir caminin önünde durdu. Hava şiddetli soğuktu ve her taraf karla kaplıydı. Caminin avlusunda bir tulumbadan başka abdest alacağımız çeşme yoktu. Hemen tulumbadan su çekerek sırayla abdest aldık. Cami henüz açılmamıştı. Kıbleyi camiye göre belirleyerek karlar üstünde namazımızı kıldık. Soğuktu, üşüyorduk. Ama, içimiz sımsıcaktı. Görevimizi yapmış, huzur içinde yola devam etmiştik.

Namazı terk etmenin azabı çok şiddetlidir

Namazı hiçbir mazeret olmadan kazaya bırakmanın cezası çok büyüktür. Namazı kılmamak, Cehennem azabını hiçe saymak demektir. Bir kibriti yaksak, sadece çöp sönünceye kadar elimizi ateşine tutmaya kalksak, acısına dayanamıyoruz. Yüz derecede kaynayan suya elimizi sokamıyoruz. Allah’ın azabına karşı umursamaz olabilir miyiz? Şu ayet meali, Allah’ın azabına karşı kendini güvende hissetmenin büyük bir hata olduğunu gösteriyor:

“Yoksa onlar, nimetler içinde yüzerken Allah’ın azabının ansızın gelmeyeceğinden mi emin oldular? Hüsrana düşmüş bir topluluktan başkası ise Allah’ın azabından emin olmaz.” (A’raf , 7/99)

Hiç kimse, Allah’ın azabına karşı korkusuz ve ilgisiz olamaz. Üstelik namaz gibi bir ibadet söz konusu olduğunda, kendimizi rahat hissedemeyiz.

Bazı kimseler, “Ben yanmayacağım, ruhum yanacak.” gibi gerçekle ilgisiz sözler sarf ediyorlar. Cehennem azabı, bedene ve ruha uygulanacaktır. Hem ruha bile uygulansa, ruh bizim değil mi? Üstelik Cennete gidip sonsuza dek mutlu olmak varken, niye azaba talip olalım?

Namazı hiç kılmayan veya sık sık kaçıran insanlar, birçok bahane uydururlar. Namaza engel gösterilen hiçbir şeye “mâzeret” gözüyle bile bakmadığım için, ısrarla “bahane” kelimesini kullanıyorum. Çünkü, namazın mazereti ancak ölüm riski, koma hâli ve bayılma gibi aşılamayacak engeller olabilir. Bunun dışında bizim nefsimizin gösterdiği engeller, çok basit ve kolayca aşılabilecek bahanelerden başka bir şey değildir. Şimdi bu bahaneleri tek tek işleyerek çürüteceğiz.

Önemini Bilmemek

Namaz kılmamanın en büyük sebebi, önemini bilmemektir. Namazın ne büyük bir ehemmiyet ve kıymet taşıdığını bilmeyen nice Müslüman, “İşin var, sonra kılarsın.”, “Neyse sonra kaza edersin.” gibi cümleler kullanırlar. Oysa namaz o kadar önemlidir ki, insanın yaratılış sebebinin en büyüğü budur. Düşünün bir kere: Rabbimiz Kur’an’da meâlen,

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

buyuruyor. Daha ötesi var mı? Hem Rabbimiz, hem Peygamberimiz (a.s.m.), en büyük ibadetin namaz olduğunu belirtiyorlar. Bu kadar açık gerçek ortada iken farklı bir şey düşünmek mümkün mü? Bizim ve her şeyin yaratıcısı, bizi dirilten ve öldüren, ahirette bizi hesaba çekerek sonsuz bir mükâfat veya azap verecek olan Allah, çok açık ve net bir şekilde, bizi ibadet ve namaz için yarattığını buyuruyor, ısrarla namazı emrediyor. Bizim farklı bahanelerle namazı terk etmemiz, kendi kendimizi aldatmak ve başımızı kuma sokmak olmuyor mu? Evet, içinde bulunduğumuz gafletten uyanalım. Namazı vaktinde, hiç kaçırmadan, ezan okunur okunmaz, dosdoğru ve hakkını vererek kılalım. Eğer hemen uyanmazsak, bilelim ki, Cehennemde uyanmak çok geç olacaktır.

“Allah Gafûr ve Rahîm’dir, affeder” Düşüncesi

Namaz kılmayan insanlardan bazıları ve en başta nefsimiz, “Canım ne olacak, Allah affeder” der. Namazı terk eden nice insan, Rabbimizin af ve mağfiretinin sonsuz olduğunu, Onun her şeyi affedeceğini söyler. Oysa bu, şeytanın bir tuzağıdır. Elbette Rabbimiz şirkin dışında bütün günahları affeder. Ama nasıl? Şu ayet meali bizi bu konuda daima uyanık tutmalıdır:

“Ey insanlar! Rabbinizin emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakının. Ve öyle bir günden korkun ki, ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına hiçbir faydası olmaz. Allah’ın vaadi şüphesiz haktır; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah’ın azabını unutturup sadece affına güvendirerek sizi isyana sürüklemesin.” (Lokman, 31/33)

Son cümle apaçık bir şekilde “Nasıl olsa Allah affeder.” diyerek, namaza karşı ilgisiz olmanın yanlışlığını ortaya koyuyor. “Gafûr ve Rahîm” olduğu için namaz konusundaki ihmalimizden dolayı bizi affedeceğini umduğumuz Rabbimiz, açıkça bu konuda bizi uyarıyor, aldanmamızı istemiyor. Biz şimdi, Rabbimizi Kendisinden daha mı iyi tanıyoruz ki, “Affeder, affeder” diye namazı terk ediyoruz? Sanki, “Allah her ne kadar Kur’an’da 70 defa namazı emrediyorsa da merak etmeyin O merhametlidir, affeder.” diyoruz. Öncelikle şu gerçeği unutmayın: Rabbimizin merhametine ve affına güvenerek günah işlenmez. Ancak gafletle günah işlenmiş, ama sonunda pişmanlık duyulup af dilenmişse, o başka. Şu uyarıya dikkat edin:

“Allah katında makbul olan tövbe, o kimsenin tövbesidir ki, onlar bilmeyerek kötülük işlerler de, çok geçmeden pişman olup tövbe ederler. İşte onların tövbesini Allah kabul eder. ” (Nisâ, 4/17)

Demek ki, tövbenin kabul olabilmesi için günahın “bilmeyerek” işlenmesi ve çok geçmeden pişman olunması gerekir. Oysa namazını kılmayan nice insan, hem bile bile bu günahı işliyor, hem de hiç pişman olmadan her gün aynı günahı işlemeye devam ediyor. Evet, Rabbimizin güzel isimleri içinde en fazla olan, “şefkat, af ve merhamet” manasını taşıyanlardır. Rahmetinin, gazabını geçtiğini belirten de Odur. Kendisine ortak koşmaktan başka her şeyi affedeceğini de belirtmiştir. O kadar ki, ömründe bir namaz bile kılmadan affettiği ve Cennete koyacağı insanlar vardır. Ama, bütün ömrünü namazla geçirdiği halde ayağı kayıp Cehenneme yuvarlananlar da bulunmaktadır.

Gafletle günahı işleyip, sonradan ayılan, kendine gelen, şuurlanan bir insan, “Ben ne yaptım, ne büyük hata işledim?” diye sarsılır, ciddi bir pişmanlık duyar ve affedilmesi için yalvarırsa, Rabbimiz affedebilir. Dikkat edin: “Affedebilir” diyoruz. Çünkü, Allah’ın af ve mağfireti hiç kimsenin ipoteği altında değildir. Hiç kimse Ona ait bir yetki hakkında fikir yürütemez, Onu etkileyemez. Ve en büyük günahlardan birisi, “Allah bana azap etmez.” düşüncesi, bir başkası, “Ben nasıl olsa cennetliğim.” anlayışıdır.

Tabiî, “Allah beni affetmez.”, “Allah beni cennetine sokmaz.”, “Ben kesinlikle cehennemliğim.” gibi düşünceler de yanlıştır. Çünkü, Allah’ın ikramı, ihsanı, affı, bağışı, adaleti hiç kimsenin etkisi altında değildir. Rabbimiz, her hususta olduğu gibi, bütün fiillerinde de tek, bağımsız ve sorumsuzdur. Bunun için diyoruz ki, bırakın günah işlemeden önce, samimiyetten uzak ve çelişki içinde, “Allah affeder” diye düşünmek; günahtan sonra içten ve yürekten tövbe ve istiğfar etsek bile neticeyi bilemeyiz. Ne, “Affedildik” dememiz, ne de, “Affedilmedik” diye düşünmemiz doğrudur. Ölünceye kadar affını ümit eder, azabından korkarız. Bu bakımdan namaz kılmayıp, “Allah affeder” diye düşünmek, büyük hatadır ve namaz için bir özür olamaz.

Daha Gençsin, Yaşlanınca Kılarsın

Namazın bahanelerinden birisi de, henüz genç olmaktır. Gariptir ki, ibadete ve namaza daha bir şevkle sarılmamızı sağlaması gereken gençlik, bazen engelmiş gibi gösterilir. Hatta nefsimiz ve çevremiz, “Daha gençsin, yaşlanınca kılarsın.” diyebilir. Halbuki yaşlanıncaya kadar yaşayacağımıza dâir kimin garantisi var? Kim Azrail’le sözleşme yapmış ki? Ölüm genç ihtiyar dinliyor mu? Diyelim bize özel olarak garanti verildi, yüz sene yaşayacağız. Namaza ne zaman başlayacağız? Ölçü nedir? altmış yaşında mı, seksen mi, doksan mı, yoksa ölmeden bir gün önce mi?

Peki ergenlik çağından itibâren yaptıklarımızın hesabı sorulmayacak mı bize? Allah, “Ey yaşlılar, namaz kılın.” mı diyor, yoksa “Ey iman edenler, namaz kılın.” mı diyor? İslâmı yaşamak yaşlıların işi mi? Peygamberimiz (a.s.m.), her insanın Allah huzurunda gençliğini nerede geçirdiğinden hesaba çekileceğini buyuruyor. Bu gerçekleri bildiğimiz halde nasıl olur da ezan okunurken ilgisiz kalabiliriz? Evet genç olmak, bizi namaza dört elle sarılmaya sevketmelidir. Çünkü gençlik, hayırlı işler yapmaya en güzel vasıtadır. Gençlikteki enerji, faaliyet, gayret, güç ve kudret, yaşlanınca bulunamaz. Bu enerji ve heyecanı, Allah yolunda değerlendirmek gerekir.

“Zamanım yok” iddiası

Kimi insanlar, “Niçin namaz kılmıyorsun?” dendiğinde, “Zamanım yok.” gibi kargaları güldüren bir bahane uydururlar. Şu saçmalığa bakın: Her şeye zaman var, ama yaratılış gayemiz olan namaz kılmak için zaman yok. Kim inanır buna?

Bir gün taksiyle gidiyorduk. On yaşındaki kardeşim öne oturmuş, şoförle sohbete tutuşmuştu. Bir ara söz namazdan açıldı. Şoför, “Biz kılmıyoruz.” dedi. Kardeşim çocukluğun verdiği safiyetle “Vakit mi bulamıyorsunuz?” diye sordu. Meğer adam çok mert birisiymiş, “Ne vakit bulamaması oğlum; tembellik ve ihmalkârlık.” Bunun üzerine ister istemez güldük. Şoför, saf gerçeği çekinmeden, eğip bükmeden söylemişti. Çünkü, namaz kılmayı istedikten sonra zaman bulamamak gibi bir problem olamaz.

Hem söyler misiniz, zaman dediğimiz şeyi yaratan, bizim emrimize veren Allah değil mi? Allah bizi yaratıp, her şeyi emrimize veriyor, namazı emrediyor ve biz kalkıp diyoruz ki, “Ya Rabbi, kılacağım, ama zamanım yok.” Ne kadar tuhaf değil mi? Rabbimiz bize koskoca bir ömür bağışlamış. Günde 24 saatten birini namaza vermemizi istiyor. O kadar şefkatli ve merhametli ki, 24 saatimizi ibâdetle geçirsek, Onu hakkıyla takdir etmiş olamayacağımız belli olduğu halde, O bizden bir saat istiyor. Acaba kudretli bir zat size 24 altın bağışlasa, sonra onun birini isteyip, “Eğer bunu verirsen bir müddet sonra sana bir çuval altın vereceğim. Vermezsen hapse attıracağım.” dese, bu teklifi reddeder miyiz? Asla! Peki namaza nasıl sırt çevirebiliriz?

“Çalışmak da ibâdettir” Gerçeğini Yanlış Anlamak

Kimi Müslümanlar, namaz kılmamalarına bahane olarak, “Çalışıyoruz ya, çalışmak da bir ibadettir. Çocuğumuzun çoluğumuzun rızkını kazanıyoruz.” diyorlar. Şu bahanedeki mantıksızlık apaçık ortada değil mi? Her şeyden önce “ibadet” kelimesi, dinî bir kavram. Bir söz veya fiile “ibadet” diyebilmemiz için onun Allah ve Resulü (a.s.m.) tarafından emredilmesi gerekir. Kur’an’ın neresinde, “Namaza gerek yok, çalışmanız da ibadettir.” diyor? Hangi hadis kitabında, “Çalışırken namaz kılmayın, o da bir ibadettir” diyor? Namazı emreden Rabbimiz, bizim çalışacağımızı bilmiyor muydu? Evet, çalışmak ibadettir. Sadece çalışmak değil, yaptığımız her mübah iş, ibadet olabilir. Ama bir şartla: Önce namazı kılacaksınız. Sonra güzel bir niyet taşıyacaksınız. Yani, “Asıl mal sahibi Rabbimdir. Rızkımızı O veriyor. Ancak bu rızkı kazanmak için bizim çalışmamızı emrediyor. Biz de Onun emri ve rızası dairesinde, helâl bir surette rızkımızı kazanmaya çalışıyoruz.” diyecek, bu niyetle çalışacaksın. İşte bu niyet ve namazla her yaptığınız davranış ibadet olabilir. Ama namaz kılmadan, mübah işlerimiz ibadet olmaz. Hem ibadet olsa bile, bir ibadet bir başka ibadete bahane olamaz. Söz gelişi, “Namaz kılamam, oruç tutuyorum veya zekat veriyorum.” demek, yanlıştır, çelişkidir. Çünkü, namazı da, orucu da emreden aynı zattır. Hiçbir ibadet bir başka ibadete engel değildir. Her birinin yeri ve zamanı ayrıdır.

Hiç bitmiyor, usanıyoruz

Belki nefsimiz şöyle diyebilir: “Bu namaz hiç bitmiyor. Sürekli kıldığımız için usanıyoruz.” Bu sözler nefsimizin bir oyunudur. Çünkü, her gün yemek yiyoruz, su içiyoruz, havayı teneffüs ediyoruz. Hiç bıkıyor muyuz? “Artık yemek yemekten bıktım” diyen bir adam gördünüz mü? Mümkün değil. Çünkü, bunlardan lezzet alıyoruz. Namazdan da lezzet almıyor muyuz? Her şeyin yaratıcısının huzuruna çıkmak, Ona derdini arzetmek, Ondan yardım dilemek, Onun ihsan ettiği kalp rahatlığına, ruh sükûnetine kavuşmak en büyük lezzet değil midir? Siz hiç namaz kılıp da, şikâyetçi olan kimse gördünüz mü? “Aman ne kadar yoruldum, içim sıkıldı, namaz kıldım, kötü yollara düştüm” diyen bir tek insan gösterebilir miyiz? Tam aksine, kim namaz kılarsa rahat ve huzur içindedir. Çünkü namaz, akıl, kalp ve ruhumuzun gıdasıdır. Bunun için namaz kılmaktan hiçbir zaman bıkılmaz. Akıl, kalp, ruh namazdan memnundur. Sadece şeytandan ders alan nefsimiz itiraz edebilir. Ona karşı mücadele etmek, nefsimizi eğitmek, hatta zorlayıp Allah’ın huzuruna getirmek gerekir.

Sihirli Formül Arayışı

Kimi Müslümanlar, namazla ilgili birçok konuyu bilir. Fakat yine de şöyle demekten kendini alamaz:

 “Bunları biliyoruz, ama kahrolası nefsimizi ve şeytanımızı bir türlü yenemiyoruz. Ne kadar arzu etsek, içimizde bir isteksizlik var. Hattâ bazen Ramazan’da falan başlıyoruz, bayramdan sonra bırakıyoruz. Yılın birkaç ayında kılıyoruz, sonra terk ediyoruz. Cuma ve bayram namazlarına gidiyoruz, ama vakit namazları olunca başarılı olamıyoruz. Sen bize öyle bir şey söyle ki, namaza bir başlayalım, bir daha hiç bırakmayalım.”

Gerçekten beş vakit namaz kılamayan kardeşlerimizin bir kısmının durumu tıpkı söylediğiniz gibi. Hattâ adam dinî tahsil yapmış, Kur’an’ı baştan sona okumuş, yine de namaz kılmakta zorlanabiliyor. Bunun da çaresi var. Her derdimize devâ olan Kur’an, bunun da yolunu bize göstermiş. Yalnız şuna inanalım: Hiçbir derdin devâsı sihirli formüllerle bulunmaz. Hiçbir problem bir anda çözümlenmez.

Diyelim, bir hastalığa yakalandınız. Hemen bir iki hap yutup kurtulabiliyor muyuz? Bazen yıllarca süren tedâvi, hattâ ameliyat gerekmiyor mu? Âilemizin geçimini sağlamak için parayı nasıl kazanıyoruz? Hiç günde bir-iki saat çalışıp, bir aylık geçimimizi sağlayabiliyor muyuz? Bir öğrenciyi düşünün: Sınıfı geçmesi için bir-iki dakika ders çalışması kâfi mi? İşte bunlar gibi, nefis ve şeytanımızı mağlûp etmek için de, biraz uğraşmamız gerekecek. Önemli bir savaşı hiçbir şey yapmadan, yattığımız yerde kazanabilir miyiz? Namazı isteyerek kılabilmemiz için, önce inancımızın çok güçlü olması gerekir. Çünkü inanç temeldir, namaz ve diğer ibâdetler onun üzerine binâ edilir. Taklidî ve zayıf bir îmanı, tahkîkî ve güçlü yapmanın yolu, Kur’an’ın inançla ilgili âyetlerini çok iyi anlamaktır. Bunların tefsirini okuyup îmanımızı güçlendirmek gerekir. İşte bu hususta Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Risâle-i Nur Külliyâtını çok okumak gerekir. Çünkü bu eserlerde, güçlü bir îman ve tefekkür dersi vardır. Ayrıca namazın önemini anlatan, teşvik eden çok kıymetli bahisler bulunmaktadır. Bunun için onun yazdığı Sözler isimli kitapta bulunan 4., 9., 11. ve 21. Sözü, ayrıca Şualar’daki 6. ve 15. Şua’yı, anlayarak okumak büyük fayda sağlar. Hatta bu bölümleri, tekrar tekrar okuyarak müzakere etmek, birkaç arkadaşımızla derin hakikatleri anlamaya çalışmak gerekir.

Kılacağım, ama duaları bilmiyorum

Kimi Müslümanlar namaz için başka bir bahane uydururlar. Derler ki, “Ben namaz kılmayı tam bilmiyorum, duâların da bir kısmını ezberleyemedim. Böyle namaz kılamam ki...” Oysa dünya hayatı için o kadar çok şey öğreniyoruz ki, neden ebedî hayatımız için birkaç saatimizi verip, bazı duâları öğrenmiyoruz? Geçici dünya hayatımız için o kadar çok teferruat bilgiler öğreniyoruz, dünya kadar paralar harcayarak kurslara gidiyoruz. Namazın kılınışını, farzlarını, vaciplerini, namazı bozup bozmayan şeyleri öğrenmek için biraz zaman harcasak, hiçbir şey kaybetmeyiz; ama çok şey kazanırız. Hem dinimiz o kadar kolay ki, sadece Fâtiha, İhlâs sûreleriyle Ettahiyyâtü’yü ezberleyen bir kimse, bütün farz namazlarını kılabilir. Zaten diğerlerini öğrenmek de zor değildir.

Namazla ilgili konuları hangi mü’minden ricâ etsek bize anlatır. Zaten bu hususta birçok kitap, teyp kaseti ve CD vardır. Bilen birisine sormaktan hiç çekinmeyelim. Dünyaya âit her şeyi soruyoruz da, ebedî hayatımızla ilgili bir hususu neden sorup öğrenmeyelim?

Çok yoğun işlerim var

Nefsin bir başka bahânesi, “İşlerim çok yoğun, vakit bulamıyorum. İşyerinde izin vermiyorlar. Okulda dersimiz var.” gibi hususlardır. Peki namaz en mühim iş değil mi? Acaba öğle paydosunda, teneffüslerde, dinlenme saatlerinde beş-on dakika ayırıp namazı kılamaz mıyız? Hem namaz kılmak işlerimizin de rast gitmesine vesile olur. Diyelim ki, okuldasınız. Giriş ve çıkış saatinize göre, zaman ve yer arayışına girmelisiniz. Bazı öğrenciler, okulda kılamadıklarını bahane ederek, hiçbir vakit namaz kılmazlar. Oysa okulda rastladığımız namaz vakti, bir veya ikidir. Kış günleri namaz vakitleri kısa aralıklarla geldiği için biraz zorlanabiliriz. Ama uzun yaz günlerinde ciddi bir problem olmaz. Bazen teneffüs süresi çok kısadır. Abdest ve namaza kâfi gelmez. Ama gönlünde namaz aşkı olan bir kimse, bir teneffüste abdest alır, diğerinde namazını kılar. Yine de süre ve yer sorunu varsa, sadece farzını kılmakla yetinirsiniz. Çünkü, öncelikle ondan sorumluyuz. Kimi okullarda namaz kılacak yer yok. Bunun için hiç değilse farzını, boş bir sınıfta, depoda, okulun herhangi bir yerinde kılmaya çalışmak gerekir. Seccade olarak büyükçe plâstik bir torbayı kullanabiliriz. Marketlerde satılan büyük boy çöp torbalarını kolayca cebimizde taşır, istediğimiz her yerde kılabiliriz. İsteyene namaz kılmak için yığınla formül vardır.

Namaz kılan üç genç, üniversiteye hazırlık kursuna gidiyorlardı. Birisi, akşam namazını kılamadığından söz etti. “Nasıl olur?” dedim. “Siz kılamazsanız, kim kılabilir?” Dersanede namaz kılacak yer olmadığını, hem teneffüs süresinin de sadece beş dakika olduğunu söyledi. Çevredekilerden kıbleyi öğrenip, bir sıranın üstünde kılabileceklerini anlattımsa da, “Hayır, milletin gözü önünde utanırım, kılamam.” cevabını verdi. Oysa dersanenin yakınında cami vardı. Önceden abdest alındıktan sonra akşam namazının farzı pekâlâ yetişebilirdi. Hatta farz içindeki bazı sünnetleri terk ederek namazı daha kısa zamanda yetiştirebilirlerdi. Zaman kazanmak için, hiç kılmamaktansa, Sübhaneke, Salli-Barik dualarını okumadan, rükû ve secdedeki tesbihleri de bir kez söyleyerek zaman kazanabileceklerini ifade ettim. Cami uzak olsa bile civardaki bir esnafın dükkânında kılabilirlerdi. Çünkü, ülkemizde namaz kılan insan az değil. Durumumuzu açıkladığımızda birkaç kişi kabul etmese de, elbette kılacak yer gösterenler olacaktır. Hem kılmayanlara da namazın ne derece önemli olduğunu hatırlatmış olurduk.

Bir keresinde akşam namazı kılacaktık. Lüks bir otelde çalışan, yeni Müslüman olmuş birisiyle görüşmüştük. Arkadaşım, “Burada mescit yoktur, ama yine de soralım ki, böyle bir ihtiyaç olduğunu hatırlasınlar.” demişti. Gerçekten de olmadığını söylediler. Ama sormamız faydalı olmuştu. Bütün Müslümanlar, mescide ihtiyaç duydukları yerde bunu sorup araştırsalar, sorumlu kişiler de mutlaka ilgilenirler. Bizler namaz için çırpınalım, Allah yeri de, zamanı da hazırlar. Dinimiz bize çok kolay şartlarda mı ulaştı? Kızgın çöl kumlarında yatırılıp üstüne taş konarak işkence gören Bilâl-i Habeşî’nin yaşadıklarını heyecanlı ve meraklı bir masal gibi okuyoruz. Oysa onun gibi binlerce acı ve işkenceye, bu güzel dinin bize ulaşması için katlanıldı. Biz de birazcık sıkıntı çeksek ne olur ki?

Hastayım, nasıl kılayım?

Kimi insanlar vardır. Basit bir hastalıkta bile namazlarını aksatırlar. Ama öbür tarafta yoğun bakımda iken bile namazlarını aksatmayan insanlar vardır. Acaba hasta olunca dünyadaki işlerimizi bırakıyor muyuz? Hasta olup da işini terk etmeyen o kadar çok insan vardır ki... Çok duymuşuzdur, “Falanca müdür veya işadamının bir gün bile işe gelmediğini görmedim.” sözünü. Acaba o kimse hayatında hiç hasta olmadı mı? Demek önem verdiğimiz işlere hiçbir engel tanımıyoruz.

Bir gün çok şiddetli grip olmuştum. O zaman ticaretle meşguldüm. Dükkânımı açmam ve çalışmam gerekiyordu. Namazımı kılıp erkenden yatıyordum. Böylece dinlenip, ağrı kesici ve vitamin alarak hastalığı ayakta atlattım. Belki kendi işim olmasaydı veya bir başka çözüm bulsaydım, iyileşinceye kadar yatardım. Hastalık yüzünden dünya işini ihmal etmiyordum da, namazı niçin ihmal edecektim? Nitekim zaman zaman küçük büyük birtakım hastalıklara yakalandım. Ama hiçbir zaman namazımı terk etmedim. Çünkü namazın hiçbir zorluğu yok. Zaten dinimiz, ayakta duramayacak kadar hasta olanlara oturarak, hatta ayağını uzatarak veya yatarak namaz kılma izni veriyor.

Hastaların iki namazı birleştirerek, takdim veya tehir yapmaları da mümkün. Bu kolaylıklar varken namaz kılmamak, büyük bir hazineden yararlanmamak demektir.

Yıllar önce bir ameliyat geçirecektim. En büyük derdim, namazımı nasıl kılacağım konusu olmuştu. Bazı namaz vakitleri ameliyat sırasında veya yoğun bakım odasında geçebilirdi. İslâm İlmihâlinden hastalık hâlinde namazın nasıl kılınacağı ve teyemmüm konusunu tekrar okudum. Çünkü, önceden bilseniz bile hiç başınıza gelmediği için unutabiliyorsunuz. Bilgilerimi tazeledim. Abdest alamadığım vakitlerde teyemmüm ederek, namazı oturduğum yerde kılabilecektim. Hastanenin bahçesinden temiz bir tuğla parçası buldum. Birkaç vakit namazı teyemmüm ederek, yoğun bakımdaki yatağımda kıldım. Hiçbir sıkıntı ve zorluk çekmedim. Dinimizin abdest ve namazda gösterdiği kolaylık beni rahatlattı. Eğer namazı dert etmeyip, “Nasıl olsa hastayım ve ameliyat olacağım” diye düşünseydim, günaha girecek ve sorumlu olacaktım.

Namazın özü, Allah’ı anmak, Ona yönelmek ve Ona olan bağlılığımızı pekiştirmektir. Eğer bunu abdest alarak ve ayakta yapmaya gücümüz yetmezse, dinimizin gösterdiği kolaylıklarla aynı gayeleri elde edebiliriz. Yeter ki, Rabbimizi unutmayalım ve ibadet edelim.

Elimde Yara Var, Abdestim Olmaz

Kimi Müslümanlar normalde namaz kıldıkları halde, abdestte yıkaması gereken bir organda yara olduğunda hemen namazı bırakırlar. Gerekçe olarak, “Elimde yara var, su değdirmemem gerekir. Bu yüzden namaz kılamam.” derler. Halbuki abdest uzuvlarımızdan birisinde yara varsa ve yıkamak zarar veriyorsa, ona su dokundurmadan abdest almamız mümkündür. Eğer yarayı suyla yıkamamız zarar verecekse veya üzerinde sargı varsa, o bölgeyi yıkamadan, sadece üzerini mesh ederek abdest alabiliriz. Kaldı ki, bazı yaralara su da zarar vermez.

Gençlik yıllarımda ayağım yaralanmıştı. O zamanlar hemen doktora gidip göstermeye imkânımız olmadığı için bir eczacıya danıştım. “Kesinlikle suyla yıkama.” dedi. Onun tavsiyesine uymakta hiçbir sakınca yoktu. Ama ben, sanki yıkamazsam abdestim olmayacakmış gibi bir zanna kapıldım. Bırakın suyla yıkamamayı, aksine yarayı iyice açıp her tarafına suyu ulaştırıyordum. Abdest suyu şifa oldu. Hiçbir merhem kullanmadığım halde yara kısa sürede iyileşti. Bir yara veya hastalığı çok büyütür, hassas olursanız, gerçekten de iyileşmesi zor olur. Ama gereğinden fazla büyütmezseniz, kısa sürede şifaya kavuşursunuz.

Üzerim Temiz Değil

Kimi insanlar da bu bahaneye sığınıyorlar. Bir kısmı gerçekten de, insanın üzerini kirleten işlerde çalışıyor, bir kısmı ise üzerinin temiz olmamasını bahane ediyor. Çiftçilik, tamircilik, hayvan bakıcılığı gibi insanın üzerini kirleten işlerde çalışan insanların namaza engel olan hiçbir özürleri yoktur. Bir kere dinen namaza engel olan pislikleri iyi bilmek gerekir. Toz, toprak, yağ gibi maddeler namaza engel değildir. Asıl pislik, kan, idrar, dışkı, şarap gibi şeylerdir. Hanefî mezhebinde, ağır pisliklerin bile bir dirheme kadar olan kısmı mekruh olsa bile namaza kesin engel değildir. Kaldı ki, üzerimiz çok kirli olsa bile, yine çözüm bulmalıyız. Çalışmak için, spor için, yatmak için farklı farklı giysiler alıyoruz. Acaba ebedî hayatımızın anahtarı olan namaz için temiz bir elbise bulundurmak gerekmez mi? Çoğu zaman “Elbisem temiz değil” bahanesini aşmak çok kolaydır.

Bir ameliyat olmuş, hastanede yatıyordum. Beş vakit namazını kılan çok dindar bir arkadaş vardı. Ameliyat olduktan sonra namazı kılmamaya başladı. Her zaman mescitte gördüğüm arkadaşa ne olmuştu da, artık ayağa kalktığı halde bile namaz kılmıyordu.

“Niçin kılmıyorsun?” diye sordum.

“Ameliyattan sonra çamaşırım kirlendi, namaza engel olduğu için kılamıyorum.” dedi.

“Ayağa kalktın, pekâlâ yıkayabilirsin. Eğer gücün yetmiyorsa, bana rica etseydin, yıkardım.” dedim.

“Sağol hocam, düşünemedim.”

“Hatta aşağı kantinde yeni çamaşır satılıyor. Paran yoksa, nasıl olsa pijaman temiz, çamaşırsız kılabilirsin.”

dedim. Daha sonra kılmaya başladı. Ama o zamana kadar yaklaşık on beş-yirmi vakit namazını kazaya bıraktı. Hem de ciddi bir özrü olmadığı halde. Aramızda geçen konuşmayı çok basit ve sıradan kabul edebilirsiniz. Ama, bu basit çözümleri kendisi düşünseydi, birkaç gün namazlarını kazaya bırakmadan kılacaktı. Oysa bir vakit namaz bile bütün dünyaya bedeldir.

İş Yerinde İzin Vermiyorlar

Kimi insanların namaza gösterdikleri engel, “İş yerinden izin vermiyorlar” şeklindedir. Gerçekten de, kimi iş yerleri, fabrikalar, resmî dairelerde yönetici konumunda olanlar, çalışanların namaz kılmalarına imkân vermezler. Ama şunu unutmayın: Hangimiz bir iş yerinde 24 saat çalışıyoruz? Acaba günün beş vakit namazı hep iş yerindeyken mi gelip çatıyor? Değil elbette. Fakat namaz için bahane bulmaya pek hevesli olan nefsimiz, sanal bahaneleri bile ciddi bir engel gibi gösterir. Oysa iş yerinde iken kılmamız gereken namaz en az bir, en fazla üç vakittir. Bu konuda yazın daha rahatız. Ama kışın namaz vakitlerinin arası çok kısadır. Namaz vakitleri, ülkemizin doğusu ve batısında yaklaşık bir saatlik fark gösterir. Bu hususta doğu kısmı daha sıkıntılıdır. Çünkü, öğle, ikindi ve akşam namazları mesai saatlerine denk gelmektedir. Bu durumda yapılacak olan şudur:

Öğle namazını yemek arasında kılmanız mümkündür. İkindiyi biraz geciktirip onun abdestiyle akşamı da kılabilirsiniz. Bazı kimseler çok uzun süre abdest tutabilirler. Bunlar için abdest sorunu yoktur. Eğer namaz kılmanız bulunduğunuz yerde çok dikkat çekiyorsa, sadece farzını kılmakla yetinebilirsiniz. Hatta farzının bile, sünnet ve müstehaplarını bırakıp, sadece farz ve vaciplerini yapabilirsiniz. Böyle durumlarda zaman kazanmak için Sübhaneke ve Tahiyyattan sonraki duaları okumasanız, rükû ve secdedeki tesbihleri de bir kere okusanız yeterlidir. Çünkü, sünneti ve nafileyi yapayım derken, farzı tamamen terk etmek ihtimali var.

Eğer askerlik, iş ortamı, memurluk gibi durumlarda, hiçbir şekilde namaz kılmanıza izin verilmiyor ve büyük sıkıntılarla karşılaşıyorsanız, öğleyle ikindiyi, akşamla yatsıyı birleştirerek öne alma veya erteleyerek kılma konusunu burada da düşünebilirsiniz. Bir hadiste şöyle denmiştir:

“Resulüllah (a.s.m.), korku ve sefer hâli olmaksızın öğle ve ikindiyi birleştirerek, akşam ve yatsıyı da birleştirerek kıldı.” (Kütüb-i Sitte, VIII/401)

Âlimlerin çoğu, korku ve yolculuk olmadan namazları birleştirmeye karşı çıkmıştır. Ancak İbn-i Abbas (r.a.) gibi, bu hadisle amel edenler de olmuştur. İbn-i Hacer, bunu “ihtiyaç” şartına bağlamıştır. Konuyla ilgili geniş bilgi verdiğimiz kaynakta bulunuyor. (Ayrıca bakınız: Nasıl Namaz, Dr. Vehbi Karakaş, s.92-93)

Mutlaka tavsiyelerimiz herkese aynen uymayabilir. Siz, iş yerindeki şartlara göre bir yol takip edeceksiniz. Ama şunu kesin kabul edin: İyi bir motivasyon, gayret ve plânlamayla, namaz için her zaman daha fazlasını yapabilirsiniz. Yeter ki isteyin, daha tavizsiz, daha plânlı, daha başarılı olabilirsiniz.

Askerde nasıl kılayım?

Askerlik, kendine özgü kuralları ve şartları olan önemli bir görevdir. Sivil hayatında beş vakit namazını terk etmeyen nice insan, askerlik süresince namazı askıya alır.

Askerdeyken, sivil hayatında namaz kıldığını öğrendiğim bir arkadaşıma, “Niçin kılmıyorsun?” diye sormuştum. “Buranın ortamı ve şartları çok farklı. İnşallah tezkereyi alınca kılacağım.” demişti. Tezkereyi alıncaya kadar yaşayacağımıza kimin garantisi var? Yaşasak bile geçmişimizden sorgulanmayacak mıyız? Askerde kılmadığımız namazlar sorulmayacak mı?

Askerde iken namaz kılmak yasak değil kuşkusuz. Ama bazı yetkili kişilerin farklı hassasiyetleri olabiliyor. Bir de farklı bir ortama giren gençlerde, “Acaba ne derler, nasıl karşılarlar?” gibi bir kaygı var. Ciddi bir dayanağı olmayan bu endişe, namaz kılmaya karşı isteksizlik oluşturuyor. Oysa tıpkı okul ve mesai saatlerinde yapmamız gereken bir düzenlemeyi askerde iken de yapmak mümkün.

Birçok askerî kışlada cami ve mescit var. Biz askerdeyken komutanlarımız da bu camiye gelirdi ve beraber namaz kılardık. Ancak her şeyin istismarı veya ihmali mümkün. Namaz kılan bazı arkadaşlar çok yavaş hareket ederler, eğitime ve içtimaya geç kalırlar, sonuçta namaza ve namaz kılana karşı bir antipati ve tepki meydana gelirdi. Halbuki, böyle zamanlarda çok hızlı hareket etmek, gerekirse farzlarla yetinmek şarttır. Özellikle yaz mevsiminde namaz vakitlerinin arası açık olduğu için ciddi bir sıkıntı yoktur. Ama kışın ikindi ve akşam namazında sıkıntı olabilir. İyi bir düzenlemeyle, verilen istirahat saatlerinde namazları kılmak mümkündür. Buranın şartları çok farklıdır. Bazen eğitim alanında, dağda, çamurda, karda namaz kılmanız gerekebilir. Bazı muhtemel sıkıntıların tedbirini önceden almalısınız.

Ben askere gitmeden önce oradaki şartları ve ibadet edebilme imkânını çok iyi araştırdım. Zaten sadece askerlik için değil, yolculuğa çıkacak olsam, farklı bir şehre gideceksem, hastane, toplantı, misafirlik gibi kendine özgü şartları bulunan yerlerde bulunacaksam, ilk yaptığım iş, “namazı nasıl kılacağım” konusunda araştırma yapmaktır. Bunun için namaz vakitlerinin ve kıblenin belirlenmesi, abdest alma ve namaz kılma yeri konusunda önceden araştırmalar yaparım. Çünkü namaz, bizim her şeyimiz. Namaz, yaratılış gayemiz, varlık sebebimiz, Ebedî Sevgiliyle buluşma anımız, Onunla randevu vaktimiz. “Her yerde, her zaman bizimle birlikte olan”la buluşabilmek için en ince ayrıntıları düşünmek zorundayız. Bu yüzden askere gitmezden evvel namazla ilgili hazırlık yaptım. Cebimde kolayca taşımak ve seccade olarak kullanmak için büyük boy plâstik çöp torbası aldım. Onun sayesinde uygun olan her yerde namaz kılabiliyordum. Gerçi namaz kıldığınız yer temizse, mutlaka bir seccade kullanmanız gerekmez. Toprak, çimen, beton, tahta gibi yüzeylerde rahatlıkla namaz kılabilirsiniz. Ama yağmur veya kar yağdığında üzerinizin çamur olmaması için plâstik poşet işe yaramaktadır. Her yerde her zaman namaz için istekli olun.

Kışlaya girdiğim ilk gündü. Yemekhanede kayıtlarımız oluyordu. Birkaç saat geçmişti ve ikindi namazı kılmam gerekiyordu. Başımızdaki çavuştan lavaboya gitmek için izin istedim. İhtiyacımı giderdim ve abdest aldım. Sonra bana yol gösteren usta askere, namaz kılabileceğim bir yer olup olmadığını sordum ve bana gösterdiği yerde namazımı kıldım. Akşam ezanı okunduğunda, askerî elbiselerimizi ve botlarımızı giymiştik. Başımızdaki komutandan izin istedim. “Seccaden var mı?” diye sordu. “Var” dedim. Hemen orada, beton zemine plâstik seccademi sererek namazımı kıldım. Hem de botlarımı çıkarmadan. Çünkü, yeni giymiştim ve tertemizdi.

Bu vesileyle bir konuyu hatırlatayım: Çok sıkışık zamanlarda namaz kılmak gerektiğinden botunuzu bir mest gibi kabul edip, onun üzerine mesh edebilirsiniz. Bunun için botunuzu abdestli giymeniz ve iyi bağlamanız gerekir. Botun bağlarını çözmek, ayaklarınızı yıkamak ve tekrar bağlamak epeyce zamanınızı alacağı için mesh etmek size büyük bir zaman kazandıracaktır. Ancak namaz kılarken çıkartmayacağınız için botunuzun temiz olması gerekir. Bunu sağlamak için de mesh ettikten sonra botunuzun tabanını ve çevresini yıkarsanız iyi olur. Daha sonraki toz toprak namazınıza engel olmaz. Çünkü, namaza engel olan pislikler kan, idrar, dışkı, şarap, irin gibi ağır necislerdir. Bunların ayrıntısını ilmihal kitaplarından okuyarak öğrenmelisiniz.

Maalesef dinî konularda yeterli bilginin olmaması, insanların varsayım, tahmin ve zanlarla hareket etmelerine sebep oluyor. Söz gelişi, kimileri bota mesh edileceğini, toprak zemin üzerinde namaz kılınabileceğini, elbiseye bulaşan toz toprağın namaza engel olmadığını bilmiyor. Neticede, yanlış bilgisine göre hareket ederek namazını ihmal ediyor.

Askerde bir başka sorun sabah namazlarına kalkmak meselesidir. Eğer koğuştaki kalkış saatiniz, güneşin doğuşundan sonra ise, daha erken kalkmanız gerekir. Bunun için de, koğuş nöbetçisine not bırakmanız yeterlidir. Ama bazen nöbetçinin unutması veya ihmali mümkündür. Buna karşı da tedbir almalısınız. Ben hem nöbetçiye not bırakır, hem de pilli saatimi sabah namazı için ayarlardım. Saat küçük ve basitti. Ama geçici düğmesine basarak susturduktan beş dakika sonra tekrar çalmaya başlar, 45 dakika susmazdı. Böylece her gün muntazam kalkabiliyordum. “Asker arkadaşım” olan saati hâlâ kullanıyorum. Yolculukta, misafirlikte, tatilde yanımdan ayırmıyorum. Unutmayın: İyi bir saat size sayısız sabah namazı kazandırabilir. Ödediğiniz bedel az, ama kazancınız müthiştir!

Sabah namazıyla ilgili problemlerden birisi, gusül ihtiyacıdır. Bu sorun özellikle askerde daha bir ağırlaşmaktadır. Bunu çözmek için de tedbirler almalısınız. Askerî kışlalarda bir büyük hamam, ayrıca çeşitli yerlerde banyolar vardır. Hamam her gün saat 05’de gusül ihtiyacı olanlar için açılır. Hamamın düzenli açıldığı günlerde bir sorun yoktur. Ama, görevli asker ihmal etmişse ya gidip uyarmak ya da başka bir çözüm bulmak gerekir. Bazı arkadaşlar kışın bile soğuk suyla banyo yaparlardı. Kimisinin bedeni buna dayanır, kimisi ise günlerce hasta olurdu. Tabiî herkes soğuk suya tahammül edemez. Zaten sağlığımızı korumakla görevliyiz. Bu durumlarda hamamla görevli askerle tanışmak, onunla iyi dostluk kurmak ve açılmadığı zaman onu uyarmak önemlidir. Bir keresinde ihtiyaç olduğu için görevli askeri, koğuşuna giderek uyardım ve sorunu çözdüm. Eğer önceden tanışmamış olsam, başından savabilirdi. Ama, belki lâzım olur diye önceden tanışmış, bölüğünü ve koğuşunu öğrenmiştim.

Kafanızda namaz kılma derdi varsa, her şıkka karşı hazırlıklı olur, bir çözüm bulursunuz. Ama bunu dert etmezseniz, sayısız namazı kazaya bırakır, bundan vicdan azabı bile duymazsınız. Mahşerdeki hesap gününde uyanırsınız, ama çok geç olur. Bazen bütün kışlanın kullandığı büyük hamam, onarım veya bakım gerekçesiyle kapatılır. Çözüm olarak sahra hamamı kurulur. Ama, geçici çözüm olduğu için bazen açılması aksayabilir. Bu durumlarda farklı çözümler üretmelisiniz. Bunun için çamaşırhane ve kimi küçük çaptaki banyolardan yararlanmanız mümkün. Ben bu tür bir ihtiyaç için çözüm olabilecek tüm şıkların ilgilileriyle tanıştım, ihtiyaç olduğunda yararlanabileceğime dair söz aldım. Kimine ihtiyacım oldu, kimine olmadı.

Sakın “Birkaç namaz kazaya kalsa ne olur? Henüz ihtiyaç olmadığı halde muhtemel bir problem için tedbir alınır mı?” demeyin. Bir vakit namaz, dünyaya değer! Namaz için çeşitli çözüm ve formüller düşündüğünüz her anınız ibadettir.

Yolculukta nasıl kılayım?

Bu kitabı yazmayı sürdürdüğüm günlerden birindeydi. “Yeni bir çalışmanız var mı?” diyen bir okuyucuma, “Sabah namazına nasıl kalkılır, konulu bir kitap hazırlıyorum.” cevabını verdim. Kitap projemi duyan hemen herkesin dediği gibi, “Bu konuda kitap çapında bilgi var mı?” diyerek hayretini ifade etti. Ben de konunun en ince ayrıntılarına kadar indiğimi, söz gelişi yolculukta bile namazı hiç kazaya bırakmamayı esas aldığımı belirttim. Kendisi işi gereği çok yolculuk yapan birisiydi. “Desene biz yandık. Ben yolculuklarda çoğu kez kazaya bırakıyorum.” dedi.

Yolculuğun özel şartları vardır. Eğer kendi kontrolünüzdeki bir araçla seyahat ediyorsanız, namaz vakitlerinde uygun yerlerde durabilirsiniz. Ama sizin kontrolünüz dışındaki bir otobüs, gemi, uçak, tren gibi toplu taşıma aracıyla yolculuk yapıyorsanız, bazı tedbirler almak zorundasınız. Bunun için sırasıyla şunları yapmalısınız:

a. Vasıta ve Zaman Seçimi

Gideceğiniz yere kaç saatte gidiliyor ve hangi vakitleri yolculuk esnasında kılmak mecburiyetindesiniz? Saat kaçta çıkarsanız, daha az namaz vaktini yolculukta geçireceksiniz? Seyahat ettiğiniz firma, nerede ve hangi saatte mola veriyor, hangi vakti molada kılmanız mümkün? Firma yetkilileri, namaza duyarlı mı?

Öncelikle bu soruların cevabını araştırıp, baştan tedbir almanız gerekir. Kimi firmaların araç kaptanları ve diğer çalışanları namaza karşı duyarlı, belki kendileri de kılıyorlar ki, mola yerini ve süresini ayarlarken daha esnek davranıyorlar.

Bir yolculukta, araç kaptanına giderek, “Eğer birkaç dakika daha bekleyebilirseniz, sabah namazının vakti girecek ve namazımı kılabileceğim.” dedim. Kaptan kabul etti. Vakit girince namazımı kısa sureler okuyarak kıldım ve hemen otobüse koştum.

Bir keresinde yeni hareket etmiştik ve tam şehir dışına çıkmışken akşam ezanı okunmuştu. Birkaç kişi namaz kılıyordu ve şoföre rica ettik. Hemen bir caminin önünde durdu ve namazımızı kıldık.

Burada dikkat etmeniz gereken, mümkün mertebe önceden abdesti almak ve fazla zaman harcamadan görevinizi yerine getirmektir. Aksi takdirde hem kaptanı zor durumda bırakmış, hem de namaz kılmayanların tepkisini çekmiş olursunuz. Namaz kılmayanları eleştirmek, küçümsemek ve hoşgörü göstermek zorunda olduklarını düşünmek yanlıştır. Onlar şu anda namaz konusunda sizin kadar şuurlu ve duyarlı olmayabilirler. Ama bir gün gelir, sizi bile geçebilirler. Hiç kimseye karşı itici olmamak, herkesin seçimine saygı duymak gerekir. Neticede namazı Allah için kılacaklar, bizim için değil. Namazın sahibi onlara süre tanır ve sabırlı davranırken, bizim aceleci olup ıslahı mümkün olan insanları namazdan soğutmamız doğru olmaz.

b. Mecbursanız Araçta Kılabilirsiniz:

Namazınızı öncelikle, bir mescidde veya uygun bir yerde, bütün şartlarına uyarak kılmalısınız. Bunun için firma seçimi, çıkış saatiniz ve mola zamanına dair bütün tedbirleri aldığınız halde sonuç olumsuz olabilir. Plânladığınız vakitte mola yerlerinde olamaz ve namaz vakti seyahat esnasında girebilir. Bu durumda ne yapmalısınız? Öncelikle abdestli olmaya dikkat edin. Çünkü, abdestli iken en küçük fırsatı bile hemen değerlendirmeniz mümkündür. Ama buna imkân bulamamışsanız, yine de cesaretiniz kırılmasın. Bu durumda yapmanız gereken, otobüs kaptanına giderek, namaz kılmak istediğinizi, uygun bir yerde durabilirse memnun olacağınızı, nazik bir üslûpla söylemektir. Kimi şoförler böyle bir isteği hemen kabul etmektedir. Ama bazıları, geç kaldıklarını, belirli bir vakitte gitmek istedikleri yerde olmaları gerektiğini söyleyebilirler.

Nitekim bir yolcu böyle bir istekle şoförün yanına gitmiş. Şoför, “Daha sonra kaza edersin” cevabını vermiş. Yolcu da esprili bir şekilde, “Ya ben kaza etmeden önce, siz kaza ederseniz, ne olacak?” diye sormuş.

Bu tür bir olay Mehmed Paksu Hocanın başından geçmiş. Bir yolculukta namazı kazaya bırakmamak için şoförden müsait bir yerde beş dakika durmasını rica etmiş. Şoför reddetmiş, bütün ısrar ve ricaları geri çevirmiş. Az sonra otobüsün ön lastiklerinin ikisi birden patlamış. Şoför aracı güçlükle durdurmuş. Tabiî, lastikler yenileninceye kadar mecburen mola verilmiş ve Paksu Hoca namazını kılmış.

Burada önemli bir husus şudur: Şoför reddettiğinde onunla tartışma yapmak yerine olumlu davranmak en iyisidir. “Nasıl durmazsınız, bu benim en doğal hakkım, ibadet özgürlüğüne saygınız yok mu?” türünden sözler söylemek, onu rencide edeceği gibi, daha da inatlaşmasına sebep olabilir. Bunun yerine, “Yolculuklarımda hep bu firmayı tercih ediyorum. Daha önce böyle durumlarda hep yardımcı olmuşlardı. Zaten fazla bir zaman almaz. Hemen farzını kılıp geleceğim.” gibi bir ifade kullanmak, daha sevimli ve ikna edicidir. Unutmayın: Bütün alanlarda müthiş bir rekabet yaşanıyor ve hiç kimse böyle nazik bir müşterisini kaybetmek istemez.

Uzun yolculuklarda en büyük derdim, namazları vaktinde kılabilmektir. Bunun için defalarca hesaplar yapar, sayısız formül üretirim. Şimdiye dek defalarca otobüs şoförlerine namaz için durmaları ricasında bulundum. Çoğunlukla anlayış ve yardım gördüm. Tüm tedbirlere rağmen dört başı mamur bir namaz kılma imkânınız olmazsa, araçta kılmanız gerekir.

Farz ve vacip namazlarınızı hayvan ya da ulaşım araçlarında kılmanızın zarurî halleri şunlardır:

– Binekten indiğinizde can ve mal emniyetinden endişe ederseniz.

– Vasıtadan inme imkânınız yoksa veya indiğiniz takdirde tekrar yetişemeyip kaçırmaktan korkarsanız.

Bu durumlarda namazınızı araç içinde oturarak kılabilirsiniz. Ancak tren, uçak, gemi gibi vasıtalarda mümkünse ayakta kılınır, değilse oturarak kılınır. Hayvan veya vasıta üzerinde oturarak namaz kılacak olan kimse, secdede rükûdan biraz fazla eğilir. Ancak otobüste öndeki koltuğun üzerine baş koyarak secde etmek mekruhtur.

Hareket hâlindeki araçlarda namaz kılarken kıbleye dönme mecburiyeti yoktur. Aracın gittiği yöne doğru oturulan yerde îma ile namaz kılınır. Bu saydığımız yolları hiç denemeden, hiçbir gayrete girmeyip namazı kazaya bırakmak, büyük bir günahtır. Yolculuk bittikten sonra namazların kazasını yapmakla sorumluluktan kurtulunmuş olunmaz. Çünkü, burada kazaya bırakmayı gerektirecek bir engel yoktur. İlmihallere bakarak yolculukla ilgili seferîlik hükümlerini ve binek üzerinde namazın ayrıntılarını öğrenebilirsiniz. Bu konuları bilmemek, namazı kazaya bırakmak için mazeret sayılmaz. Çünkü, dinimizi yaşamaya yetecek kadar bilgiyi öğrenmeye mecburuz.

c. Cem’-i Takdim veya Cem’-i Te’hir Yapabilirsiniz:

Eğer uzun bir yolculuk yapıyorsanız ve birkaç namaz vakti seyahatte geçiyorsa, başka bir çözümden daha bahsedebiliriz. İlmihal kitaplarında genişçe açıklanan bu çözüme, “cem’-i takdim ve cem’-i te’hir” denir. Yolculuk ve hastalık esnasında, öğle ile ikindi, akşamla yatsı namazlarının takdim (öne alma) veya tehir (erteleme) şeklinde birleştirerek tek bir vakitte kılınmasına Hanefî âlimleri karşı çıkmakla beraber, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre bu namazları birleştirerek kılmak caizdir, yapılabilir. Bu üç mezhebe göre, öğle ve ikindi namazları öğle veya ikindi vaktinde peş peşe kılınabileceği gibi, akşam ve yatsı namazları da akşam veya yatsı vakitlerinden birinde beraberce kılınabilir. Ancak bu namazları kılmadan önce takdim veya tehir edileceğine niyet edilmesi şarttır.

Meselâ, öğle namazını ikindi namazıyla birleştirerek ikindi vaktinde kılacak kimsenin, öğle namazını kılabilmesi için ikindi namazının vakti girmeden -yani bir farz namaz kılınacak kadar vakit varken- öğle namazını tehir edeceğine dair niyet etmesi gerekir. Öğle namazı takdim veya tehir edildiğinde her zaman ikindiden önce, akşam namazının da yatsıdan önce kılınması gerekir. Ancak sabah namazı için takdim veya tehir mümkün değildir. Burada Hanefî olan kimseler, dilerlerse diğer üç mezhebe uyarak, takdim veya tehir yapabilirler.

İşte dinimizin böyle kolaylıkları varken yolculukta namazı kazaya bırakmak hiçbir şekilde kabul edilemez.

Kılacaktım, ama unuttum

Bir gün öğle ezanları mü’minleri Allah’la buluşmaya çağırırken, sevgi, heyecan ve şevkle mescide gidiyordum. Çevremdekilere, “Duydunuz mu? Aşağıda toplantı var. Hemen hazırlanın.” dedim. “Toplantı” ne efsunlu bir kelimeymiş ki, insanlar bir anda şaşırıp, katılmak zorunda olduklarını hissettirir bir hayıflanmayla, “Haberimiz yok.” diyorlardı. “Öyleyse şimdi haberiniz oldu.” dedim. “Hemen abdestinizi alın ve koşun.” Bizim için bir vakit namaz binlerce toplantıdan, buluşmadan, sohbetten önemli değil mi? “Namaz uykudan hayırlıdır” diyen Hz. Bilâl (r.a.), aynı zamanda namazın her şeyden hayırlı olduğunu söylemiş olmuyor mu? Devam ettim:

“Askerde komutanımız çağırsa koşarak huzuruna çıkarız. Oysa bizi şu anda huzuruna çağıran, Kumandan-ı Akdes’tir. Ezel ve ebed Sultanıdır. Dünya ve âhiretin Hâkimidir. Kim Ona hayır diyebilir?”

Bir arkadaşım, “Namazı vaktinde ve cemaatle kılmak çok iyi. Ama nefse ağır geliyor.” dedi. Ben aksini düşünüyorum. Namazı vaktinde kılmak, çok hafif ve lezzetli. Asıl onu ertelemek, nefsime ağır geliyor. Namazı kılınca aklım, kalbim, ruhum ve hattâ nefsim rahatlıyor. Namazımı her hatırladığımda, “Ohh, namazımı kıldım” diyorum. Ya namazı ertelediğiniz vakitleri düşünün. Her hatırlayışta, “Şu namazı bir kılsaydım” diye bütün varlığınız bir cenderede sıkılmıyor mu? Namazı kılıp en fıtrî görevinizi yapıncaya değin sanki dünya kadar bir kayanın altında eziliyormuş gibi olmuyor musunuz? Vaktinde kılıp bu acı ve ıztıraptan kurtulmak, üstelik cemaatle kılıp yirmi yedi kat fazla sevap almak varken, niye ruhunuzun bir mengenede sıkılmasına dayanabiliyorsunuz? “Namazı vaktinde kılmayı, en faziletli amel” olarak niteleyen Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), aynı zamanda bizi bu cendereden kurtarmış olmuyor mu?

Namazı geciktirirseniz, ona önem vermediğinizi göstermiş olursunuz. Erteleyen, ihmal eden, önem vermeyen unutur da. Allah’ın daveti nasıl geciktirilir, nasıl unutulur, O en büyük Sevgiliyle buluşmak nasıl ihmal edilir; havsalanız alıyor mu? Namazı ertelemekten, geciktirmekten, unutmaktan kurtulmak istiyor musunuz?

İşte size en kestirme yol: Onu en büyük işiniz kabul edin, hayatınızı namaza göre programlayın. Kâinatın Sahibi sizi huzuruna çağırdığında ilk işiniz, elinizdeki her şeyi fırlatıp, “Geliyorum Rabbim” demek ve namaza koşmak olsun. Hatta vakit gelmeden hazırlanın, heyecanlanın. Ölümden hayata kaçanların koştuğu gibi koşun ibâdete. Rabbimiz,

“Ey mü’minler! Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman Allah’ı zikre koşun, alışverişi bırakın. Bilirseniz böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma, 62/9)

diye buyurmuyor mu? Sadece Cuma için değil, beş vakit için cemaate koşun. Göreceksiniz, o zaman meleklerin ruhaniyatı ruhunuzu kuşatacak, tüm hayatınız baş döndürücü bir hızla, heyecanla ve verimlilikle dolacaktır. Unutur musunuz? Ertelemek yüzünden mahrum bırakılırız namazdan. Küser bize ibadetimiz ve yalnız, yapayalnız bırakılırız yeryüzünde. Yetim kalmak nedir bilir misiniz? Ya ıssız bir çölde terk edilmek? Kimse Allah’ın terk ettiği, yapayalnız bıraktığı kadar yalnız değildir. Erteler misiniz? Hayır, bizi yalnız bırakmıyor O. Günde beş defa Ona çağıran mesajlar çınlıyor kulaklarımızda. Ve her günün binlerce dakikası boyunca onu anlatan çiçeklerin, böceklerin, kelebeklerin, yıldızların arasında yaşıyoruz hayatımızı. Bizi yalnız bırakan biziz. Sahibinden kaçıp ıssız çöllerde kaybolan küçük kedi kimi suçlayabilir?

Anlamakta güçlük çekiyorum: Misafiri olduğum bir genel müdürü bakan telefonla aramıştı. Yıldırımdan kaçarcasına telefona nefes nefese koşmuştu genel müdür. Telefona saldırışını gördüğümde ölümden kurtuluşunun bu telefonla gelecek haberde olduğunu sanmıştım.

Öylesine önemli bir insan sizi aramış olsaydı heyecanlanmaz mıydınız? Vicdanınıza sorun: Şimdi cumhurbaşkanı sizi arasaydı, -onu ister sevin ister sevmeyin- saatlerce bekletebilir miydiniz? Bırakın saatleri, bir dakika gecikir miydiniz? Ama bizim beklettiğimiz basit insanlar değil. Bizi bıkmadan davet eden Allah’ı bekletiyoruz.

Sabahları ekmek kuyruğuna girmiş insanları görürüm. Daha ucuz olan halk ekmekten satın alabilmek için saatlerce ekmeğin gelmesini bekleyen anneler ve dedeler, hatta çocuklar vardır o kuyruklarda. Sabırsızlıklar içerisinde gözleri yollarda, vaktin gelmesini beklerler. Kışın şiddetli soğuğunda o masumların hallerini merak ediyorsanız bir gün siz de o büfelerin önünde bekleşmeyi dener misiniz?

Cemaatle namaz kılmak heyecanıyla camiye koşmak için dede olacağımız yılları mı bekliyoruz? Halk ekmek için saatlerce bekleyenler, camide beş dakika beklemekle ne zenginliklere ulaşabileceklerini bir bilselerdi! Ama biz, kâinatın ibadetini ve üstünlüğünü temsil eden en mükerrem yaratıklar. Biz şefkatli Yaratıcının konuşmaya tenezzül ettiği ve “en güzel sanatım” dediği insanlar. Çaresiz düştüğünde hıçkırıklarla ağlamasını bilenler biziz. Ve biz, her günün aydınlanan sabahında gaybın o hazin, o heyecan verici davetini dinliyoruz. Rabbimiz bizi huzuruna davet ediyor da, yumuşacık yatağımızdan kalkamıyorsak, O bizi sevgisiyle kuşatacağı secdeye, huzuruyla buluşmaya çağırıyor da seyrettiğimiz filmden taviz veremiyorsak, vay hâlimize!

“Tamam gelirim Allah’ım. Duydum bu mesajı. Şu işim bitsin, şu filmin sonunu seyredeyim, sonra gelirim. Gelmek isterim, ama şimdi bu sıcak yataktan nasıl kalkacağım? Lütfen beni başka zaman çağır. Ne olur ısrar etme Allah’ım. Rahmetini başkalarına ver.” der misiniz?

“Haşa” diyen vicdanınız titriyor değil mi? Ama bir ezan boyunca yataktan kalkamayanların, işini bırakamayanların verdikleri mesaj bu değil mi? Televizyonu bırakamadığı için uykusu gelinceye kadar ayakta kalan, sonra da bastıran uykuya esir olup yatsı namazını ihmal edenlerin dilini başka nasıl tercüme edeceksiniz? Hazindir bunlar. Belki gülüyoruz ağlanacak hâlimize. Oysa utancımızdan alnımız ayaklarımızın altına kapanmalı. Pişmanlığımızın verdiği acı kalbimizi ezen dağlar kadar büyük olmalıydı. Bir an o ezan sesinin Hz. Peygamberin (a.s.m.) dinlediği ses olduğunu düşünün. O an sizi davet edenin, ezanı Medine semalarında ilk kez yankılatan Hz. Bilâl (r.a.) olduğunu hayal edin. Bir an farkedin ki, sizden önce o camiye çoktan yetişmiş olan Hz. Peygamberin (a.s.m.) mâneviyatı sizi orada bekliyor. Bir an kapatın gözlerinizi ve dinleyin. Şefkatli sahibinizin “Ey sevdiğim kulum, hâlâ Benim huzuruma gelmeyecek misin?” der gibi olduğunu duyacaksınız. Hâlâ ihmali, ertelemeyi, geciktirmeyi, unutmayı başarabilecek misiniz?

O Kadar Çok Engelim Var ki...

Namazın önünde hiçbir engel tanımayın. Emin olun ki, eğer tanımazsanız namaza sizi davet eden Allah, karşınıza çıkmaya yeltenecek her türlü engeli ayaklarınızın altında zelil edecektir. Deneyin. Yanınızda, kâinatı şah damarından yakalayan Allah varken hangi ordular sizi durduracakmış! Hangi şeytan alıkoyabilecekmiş sizi o engin buluşmadan? Biliyorum, hepimiz çeşitli bahanelerle yüzleşiriz. Belki de bazen namazı eda edemeyişimizin nedeni keyfimiz değildir. Hücrelerinize kadar yorgun musunuz? Hastalık iliklerinize kadar kuşattı mı sizi? Zamanınız ve saniyeleriniz bir mengeneye mi sıkıştı? Hiç olmazsa farzları kılabilirsiniz.

Farz, Allah ile bağlarımızı koruyan asgarî sınırdır. Güvenlik bağınızı kopardığınızda boşluğa yuvarlanırsınız. Biz hiçbir rüzgârdan etkilenmeyecek kadar güçlü bir ip cambazı değiliz. Kalbimizi hedef seçen kurşun yağmurları arasında yürüyoruz bu hayat ipinde. Semanın sonsuzluğuyla bizi bağlayan farzları da terk edersek, kaçırdığımız ipin ucunu bir daha yakalayamama tehlikesi var. Bir vakit namazı kılamazsanız diğer namazı da kılamayabilirsiniz. Bir defa koptuğunuzda, bağışlayan rahmet aşağılardan sizi yakalamazsa çukura çakılmanız mukadderdir.

Namaz paraşütünü terk eden bazı insanlar öylesine vahim koptular ki, kayalara çarpan vücutları bir daha toparlanamadı. Nefis asla doymaz, tatmin olmaz, isteklerini bitirmez. Kopardığı bir tavizi daha büyük bir talep takip edecektir. Elinizi alırsa kafanızı da götürmek isteyecektir. Nefsine selâm veren ona borçlu çıkacaktır. Tercih sizin. Uzatmadığınız kalbinizden hangi rahmetin tutmasını bekleyeceksiniz ki?

Eğer bir gün, şeytan tüm bahaneleri tank yapıp üzerinize yürürse, eğer bir gün nefsiniz yüreğinize taktığı zincirle sizi sürükleyip götürmek isterse, kimden koparılmak istendiğinizi hatırlayın. Bu kopuş, anadan, babadan, yârdan, yurttan kopuş gibi değildir. Candan kopmak böylesine hazin olamazdı. Kimden koparılmak istendiğinizi görün. Nasıl, bir arslan gibi güçleneceğinizi, çelik gibi bir iradeye sahip olacağınızı anlayacaksınız. O zaman hiçbir engel Yaratıcınızla olan bağı koparmayı başaramayacaktır.

Namaza karşı forvette oynayan veya kalecilik yapan bir futbolcunun psikolojisiyle hareket etmelisiniz. Bunların ikisinin de gözü toptadır. Golcü futbolcu “Nasıl etsem de gol atabilsem.” diye gözünü kırpmadan topu izler. Kaleci de, “Aman topu kaleye sokmayayım.” diye devamlı topu takip eder. Gol fırsatını kaçırmayı veya gol yemeyi, sanki ölüm gibi acı görürler. Bilirler ki, milyonlarca taraftar onları izlemektedir. Onların başarısıyla sevinecek, hatasıyla acıya boğulacaklardır.

Namaz için ezan okunduğunda bizleri kimlerin izlediğini hiç düşündünüz mü? En başta Rabbimiz huzuruna bekliyor. Bizim kendilerini göremediğimiz, ama ruhen her zaman etrafımızda olan melekler, nebiler, evliyalar bizim namaz için koşmamızı istiyorlar. Allah’ın huzuruna coşkuyla koşuyorsak, mutlu oluyor, ihmal edersek hüzne gark oluyorlar. Yine ihmal eder misiniz?

Madem ki dinimizde imandan sonra en büyük hakikat namazdır; aklımız, kalbimiz, ruhumuz, duygularımız namazla dolmalı, onunla doymalı, bütün zerrelerimizi Allah’la buluşmanın sevinç ve heyecanı kaplamalıdır.

Dikkat edin: Ben namaz için bir vakit ihmali ve geciktirmeyi bile reddeden bir anlayışla bunları yazıyorum. Yoksa sadece hiç namaz kılmayanları kast etmiyorum. Bu açıdan hiçbirimiz, “Biz zaten namazımızı kılıyoruz.” diye işin içinden sıyrılamayız. Namazı geciktirmeye, ihmale veya baştan savma kılmaya mazeret diye gösterdiğimiz şeylere bakın! Söyler misiniz, hangisi vazgeçilmez Allah aşkına?

Namaz benliğimizi öylesine doldurmalı ki, vaktimizi, yerimizi, işimizi ona göre ayarlamalıyız. Muhterem validemin tedavi için hastaneye giderken ihtiyaç çantasına koyduğu ilk şey, seccadesi olurdu. Ne kadar zor şartlarda ve yoğun olursa olsun vakti girince yaptığı ilk iş, namazı kılmaktı. Biz de böyle davranırsak ne kaybederiz? Namazı engelleyecek şeylerin sizi yenmemesi için, bütün savunma gücünüzü hazırlayın ki, nefisten gol yemeyesiniz. Eğer böyle bir şuur zırhını kuşanırsanız, Allah’ın, hayal edemeyeceğiniz fırsatlar yaratacağından hiç şüpheniz olmasın. Siz Ona kul olup, namaz kılma heyecanıyla yaşarsanız, O size zaman yaratır, yer yaratır, imkân yaratır. Hattâ insanları size hizmetçi yapar. Yer temiz mi, ortam uygun mu, kıble nasıl bulunur? Bazı kimseler, bulundukları yerin temiz olmadığını ya da namaz kılacak uygun bir yer bulamadıklarını namaza engel gösterirler. Oysa toprakta, betonda, tahtada, parkede, camda, çimde namaz kılabiliriz. Yeter ki, gözle görünen, mutlaka fark edilen bir pislik olmasın. Eğer namaz kılacağınız yer üzerine halı, kilim, hasır gibi bir şey döşenmemişse, hiç çekinmeden paltonuzu, ceketinizi veya kazağınızı çıkarıp serin.

Bir keresinde yazdığım bir yazıdan dolayı savcıya ifade vermek üzere mahkemeye gitmiştim. Sıramızı beklerken namaz vakti girdi. “Nasıl olsa ifademizi verdikten sonra vakit kalır ve o zaman kılarım.” diye düşünebilirdim. Ama en güzeli namazı vaktinde kılmaktı. Çünkü ne olur ne olmaz, bir aksilik çıkar ve namazımıza yazık olurdu. Hemen lavaboda abdestimi aldım ve bulunduğumuz kattaki kapıdan terasa çıktım. Ceketimi çıkarıp namazımı büyük bir huzurla kıldım.

Mahkemede ifade verecektik, heyecanlı ve sıkıntılıydık. Ama hiçbir şey, namazı kazaya bırakmak kadar acı ve sıkıcı değil. Belki namaz vaktinin girdiği ve geçmek üzere olduğu ortamda sıkılabilirsiniz. Hiç kimsenin namaz kılmadığı bir yer olabilir. Yukarıda verdiğim örnekte belki sıkılıp utanmak mümkün. Mahkemeye gelmişsiniz, heyecanlısınız, etrafınızda görevli memurlar var. Hiç önemli değil. Siz en temel hakkınız olan, ibadet etme hakkınızı kullanıyorsunuz. Namazın kime, ne zararı var?

Bir keresinde bir televizyonda canlı yayına katılacaktım. Akşam ezanı okundu. Lavaboya giderek abdest aldım ve mescid olup olmadığını sordum. Maalesef yoktu. Yayına çıkacağımız ve kalacağımız süreyi hesap ettim. Namaz vakti çıkmadan işimiz bitecekti. Böylece dışarıda namazımızı kıldık. Eğer bu mümkün olmasaydı, hiç çekinmeden orada kılacaktım. Gerekirse yayına bile katılmazdım. Çünkü, namazdan önemli hiçbir şey yoktur.

Camilerden uzak veya tanımadığımız ortamlarda karşılaştığımız problemlerden birisi de, kıbleyi bulmak meselesidir. Kıbleyi, çevremize sorarak veya bazı formüller uygulayarak bulmak mümkündür. Bunun için ilmihal kitaplarındaki bahislere bakmanız gerekir. Ama en kestirmeden kıble bulma formülü, kıbleyi gösteren bir pusula almaktır. Sadece kıble bulmak için özel yapılmış pusulalar ve kullanma kılavuzları vardır. Bunu yanımızda taşımakla, her yerde her zaman kıbleyi bulmamız mümkündür. Dünya hayatı için bir sürü eşyanın hamallığını yapıyoruz. Ahiretimiz için de gerekli bazı cihazları taşısak hiçbir şey kaybetmeyiz.

Camiye ve Abdest Yerine Uzağız veya Bilmiyoruz

Bir grup dindar ve namaz kılan insan bir otobüs kiralayarak İstanbul’u gezmeye geliyorlar. İçlerinde iman ve Kur’an’a hizmet etmek aşkıyla yanıp tutuşan çok gayretli, namaza karşı çok dikkatli gençler var. Niyetleri sabah namazını Süleymaniye Camisinde kılarak, manevî havayı doyasıya teneffüs etmek, âdeta asırlar öncesinin feyizli dünyasında bir saat geçirebilmek. Ne var ki, şehrin içinde, tam da sabah namazı vaktinde otobüs arıza yapıyor. Bir türlü sorunu çözemiyorlar. Tabiî o saatte her yer kapalı ve bir tamirci getirmek imkânsız. Olayı anlatan arkadaşım, maalesef sabah namazını kılamadıklarını söyledi. Kulaklarıma inanamadım, “Nasıl olur, hiçbir çözüm aklınıza gelmedi mi?” dedim. “Çevreyi tanımıyoruz, etrafta cami yok.” dedi arkadaşım. Oysa bahsettikleri yerin birkaç yüz metre ötesinde cami vardı. Tabiî yüksek katlı binalardan dolayı gözükmüyordu. Daha baştan, “Cami yok, çevreyi bilmiyoruz, namaz kılacak bir yer bulamayız.” diye düşündükleri için kaybetmişlerdi. Eğer kafalarında, “Kesinlikle namazı kılmalıyız, onun önünde hiçbir engel tanımayız.” düşüncesi olsaydı, Allah onlara mutlaka bir çıkış yolu gösterecekti. Meselâ, iki kişi bir taksiyle etrafı gezer, buldukları camiye bütün arkadaşlarını götürürdü. Belki çok az bir masraf edilirdi, ama “dünya ve içindekilerden daha hayırlı olan sabah namazı” kazaya kalmazdı.

Benim kalbim temiz, niye namaz kılayım?

Namazla ilgili sohbet veya tavsiyeler üzerine kimi insanlar hemen ortaya atılır: “Kardeşim, sen benim kalbime bak. Benim kalbim temiz. Hiç kimseye kötülük düşünmüyorum.” Bunu söyleyen insanlar, gerçekten Rabbimizin emirleri ve dinimiz İslâmiyet hakkında pek bir şey bilmiyor. Öncelikle, “Benim kalbim temiz” diyerek böbürlenmek, kendini beğenmek ve namaz kılanları kalpleri kirli olan insanlar olarak görmek büyük bir hatadır. Çünkü dinimiz, alçak gönüllü olmayı, asla büyüklenmemeyi emreder. Kalbinin temiz olduğunu herkes kendisi değil, başkaları söylemelidir. Bir kimse elbette kendisini iyi görür. Asıl hüner, başka kimselerin onu takdir etmesidir.

Asıl önemli konu şudur: Namazı emreden Rabbimiz ve onu bize öğreten Peygamberimiz (asm)'dir. Hiçbir ayet ve hadiste, “Ey kalbi kirli olanlar, namaz kılın. Kalbi temizler, siz yan gelip yatabilirsiniz.” diye bir emir yok. Namazla ilgili tüm emirler, mü’min ve Müslüman olanlar içindir. Üstelik kalbiniz temizse, daha fazla namaz kılmalısınız. Dünyanın gelmiş geçmiş kalbi en temiz insanı, Peygamberimiz (asm)'dir. Hiç kimse için kötülük düşünmemiş, hatta canına kast eden nice düşmanlarını affetmiştir. Ancak en çok namaz kılan da yine odur.

Bir bakıma şunu söyleyebiliriz: Kimin kalbi temiz, imanı güçlü, teslimiyeti fazlaysa, o kişi daha çok namaz kılar. Bu yüzden “Kalbim temiz” bahanesi hiçbir temele dayanmayan asılsız bir safsatadan ibarettir. Sabah namazı kılmayanların birtakım bahaneleri vardır. Bir kısmı da iyi niyetlidir, ama içinde bulunduğu şartları namaza engel zannetmiş, bir çözüm bulamamıştır. İşte bu bölümde sabah namazının bahanelerini sıralayıp, onları aşma yollarını anlatacağız.

Çok Yorgunum, Uykum Var

Bizi bizden alıp “Yüceler Yücesi”nin huzuruna götüren sabah namazının benzersiz zevk ve lezzetinden mahrum olanların öne sürdüğü nice bahaneler işittim. Belki elliye yakın bahaneyle kendilerini uyutan ve avutanların hesap gününde başlarını önlerine eğeceklerini biliyorum. Bunlardan ilkini dikkat nazarlarınıza sunup, ne derece esassız bir bahaneyle kendimizi kandırdığımızı düşünmek ister misiniz?

Sabah namazına engel olarak yorgun olmanızı mı gösteriyorsunuz? Çalışıp yorgun olmak da uyuyup dinlenmek de bir nimettir ve Allah’ın bir mucizesidir. Onun bize en büyük nimetlerden biri olarak sunduğu çalışmayı namaza engel görüp, dinlenip tekrar çalışmak için enerji kazanmamıza sebep olan uykuyu nasıl olur da namaza engel gösterebiliriz? Eğer gerçekten çok yorgun ve uykusuzsanız, sabah namazına kalkarak uykunuzdan birazcık mahrum olacağınızı düşünüyorsanız, yanlış yoldasınız. Çünkü, bizim ve her şeyin Rabbi, bizi mutlaka huzuruna istiyor.

Gerçekten yoğun ve zarurî işleriniz sizi yıpratmış ve çok uykusuz bırakmışsa, yine namaza büyük bir şevk ve coşkuyla kalkın. Eğer zamanınız yok ve ertesi gün için dinlenmeniz gerekiyorsa, namazınızı kısa tutabilirsiniz. Uzun uzun sure okumadan, dua ve tesbihleri uzatmadan, sadece namazın sünneti ve farzını kılarak görevinizi yapmanın huzurunu duyabilirsiniz. Çünkü, Rabbimizin sizden istediği farz kısmıdır. En zorlu ve sıkıntılı zamanlarınızda, vazgeçmek yerine, zarurî kısmıyla yetinmeniz, size belki birkaç dakika kaybettirir; ama cennetleri kazandırır.

Çocuk Uykusuz Bırakıyor, Sonra da Uyuyup Kalıyorum

Cennet yüzlü çocuklarınız geç vakitlere kadar sizi uykusuz mu bırakıyor? Sonra da uyanamıyor musunuz? Oysa çocuklar size Cennetten bir hediye. Günahsızlıklarına bakıp ibret almamız gerekirdi. İster misiniz, namaza engel gördüğünüz bu çocuklar elinizden alınıp götürülsünler? İslâm fıtratı üzerine yaratılan, hayatı ve çalışmayı sevmemize vesile olan çocukları ibadeti terk edişimizin bahanesi hâline nasıl getiririz? Eğer bir gün kader karşınıza çıkıp, ibadeti terk edişinize bahane ettiğiniz çocukları elinizden aldığını haber verirse, evinize döndüğünüz akşamlarda ve ayrılışın hıçkırıklarıyla uyandığınız sabahlarda daha mı iyi ibadet edecektiniz? Hayır, o zaman yanılttığımız kimdir?

Eğer bir gün şeytan sevgili çocuklarımızı bahane yapmaya kalkışırsa mü’minlerin annesi Hazret-i Fatıma’dan (r.a.) ders alalım:

Bilirsiniz: Henüz süt emmekte olan Hazret-i Hüseyin hastalandığı için sabaha kadar uyuyamamıştı. Evlâdının inleyişi karşısında şefkatli annelerinin gözlerine sabaha kadar uyku girmedi. Hz. Hüseyin sabaha doğru bir ara uyur gibi olduğunda Hz. Fatıma bulduğu ilk fırsatta kâinatın sahibine yönelerek sabah namazlarını eda etmişlerdi. Kendisini çaresiz bırakan uykuya ancak bundan sonra vakit ayırabilmişti. Sonra mescid-i şerifte sabah namazını kıldıran Peygamber Efendimiz (a.s.m.), âdeti üzere onun evine teşrif etmişlerdi. Hazret-i Fatıma Validemizi uyur vaziyette görünce onun sabah namazını kılmadığını sanmış;

“Ey kızım Fâtıma, Peygamber kızıyım diye sakın namazı terk etme! Beni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, namazını vaktinde kılmadıkça Cennete gireceğini zannetme.”

diyerek, namazın hiçbir şekilde ihmal edilemeyeceğini belirtmişlerdi. Buna karşılık,

“Canım babacığım, sabaha kadar uyumadım. Sabah namazını kılıp yattım.”

diyen Hazret-i Fatıma’ya, Efendimizin verdiği unutulmaz mesaja dikkat edin:

“Müjdeler olsun sana kızım Fâtıma! Âhirette böyle sıkıntılar görmeyeceksin.”

Müjdeler olsun ona. Ve müjdeler olsun bu sabah ne kadar zor ve ağır olursa olsun, Hz. Fatıma gibi, kâinatın şefkatli Yaratıcısından vazgeçmeyenlere. Çünkü onlar asla yalnız ve yardımcısız bırakılmayacaklardır.

Yatağın İçi Sıcacık, Dışarısı Soğuk, Üşeniyorum

Uykunun en tatlı yerindesiniz. Tam mışıl mışıl uyurken bir saat çalıyor ve sizin sabah namazına kalkmanızı hatırlatıyor. Yatağın içi sımsıcak. Ama ya dışarısı? Kışın zaten soğuk. Yazın ise sabah serinliği var. Uyku mahmurluğunu bırakıp, sıcacık yatağı terk ederek, suyla abdest alıp namaza koşmak kolay mı? İşte tam nefsinizle kalkmakla kalkmamak arasında tartışırken, Cennet bahçeleriyle Cehennem çukurlarını hatırlayın. Eğer her şeye rağmen rahatınızı bozup namaza koşarsanız, size beş yüz senelik Cennet verilecek. Bu ne demek biliyor musunuz? Size verilen Cenneti bir uçtan bir uca yürümek isterseniz tam beş yüz sene geçecek. İşte bu kadar geniş bir mutluluk yurdu size verilecek. Hem de boş bir arazi olarak değil. Peygamberimizin (a.s.m.) ifadesiyle öyle nimetler var ki, “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne insanın aklının ucundan geçmiştir.”

Zevk ve lezzet adına ne isterseniz, Cennette var. Rengarenk çiçekler, çeşit çeşit kuşlar, altlarından ırmaklar akan köşkler, hep sizin için. Dünyada üç kuruş kazanmak yolunda sıcak soğuk, zor kolay demeyip çalışan bir insanın, küçük zahmetlere katlanmak istemeyip sonsuz mutluluk yurdu olan Cenneti kaybetmesi kadar kötü bir şey olabilir mi? Bütün bunlara rağmen yine de yatağın dışındaki soğuk sizi namaza karşı üşengeç yapıyorsa, ısınmanın yolunu bulmaya çalışın. Soba, klima, kalorifer gibi hangi yöntem sizin için daha kolay ve çabuk ısıtıcıysa namaz kıldığınız ortamı ısıtmanın formüllerini arayın. Nefsiniz soğuk suyla abdest almaktan kaçınıyorsa, hiç üşenmeden suyu ısıtın. Yeter ki, içiniz rahat etsin ve gönül huzuruyla abdest alıp ibadet edin.

Ama her zaman odanızı ısıtmanız mümkün olmaz. Misafirlikte, yolculukta, askerde sıcacık yatağınızı terk edip soğuk bir ortamda namaz kılmak zorunda kalabilirsiniz. Kendi eviniz bile olsa, her zaman geniş imkânlarınız olmayabilir. Bu şartlarda bile size yakışan, hiçbir olumsuzluğa aldırmadan coşkuyla Allah’ın huzuruna çıkmanızdır.

Nice soğuklarda sıcak yatağı bırakıp namaza koştum. Öyle soğuk sularla abdest aldım ki, tir tir titriyordum. Tüm çektiğim zahmetler, bana sağlıklı bir vücut ve muhteşem bir kâinat bağışlayan Rabbime feda olsun. Onun ikram ve ihsanı karşısında bizim katlandıklarımız hiçbir şey değil.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun