KUR'AN'DA GELECEKTEN HABERLER

Her Şey Kur’anda var mı?

Tabiatında gerçeğe ulaşma meyli olan insan, bu meylin tahrîkiyle, akan sular misali hakîkat okyanusuna ulaşmaya çalışır. Bu çalışmasında göz kulak gibi tecrübelerinin ve bu tecrübelerini değerlendiren aklının çok büyük önemi vardır. İnsan, bu tecrübe ve akıl yürütmelerle fizîkî âlemin ve metafizik dünyanın bir takım sırlarına erebilmiştir. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, bütün sırlar onun bulabildiklerinden ibaret değildir. Değil metafizik sırların tamamını bulmak, fizikî âlemin sırlarını çözebilmek hususunda dahi topyekün insanlık, -tabir caizse- “bir arpa boyu yol” almıştır.

Fizikî âlemin görülmesi güneşe bağlıdır. Görme yetenekli gözler karanlıkta eşyayı göremez. Beşer ötesi ilâhî ufuktan gelen vahiy dahi, bir güneş konumundadır. Gözlerin karanlıkta eşyayı el yordamıyla tanımaya çalışması gibi, hakîkate yönelik akıl ve kalpler de, vahiy güneşinden nur almadıklarında, eşyanın hakîkatına tam anlamıyla nüfuz edemezler. Kur’an’ın: “Allah’a, Rasulüne ve indirdiğimiz ‘Nur’a’ iman edin” ayetinde Kur’an’dan “Nur” olarak bahsedilmesi bu gerçeğe bir işaret gibidir. (Teğabun, 64/8) Bu ezelî Nur, hakîkat âleminin güneşi durumundadır ve özellikle, Allah’ın varlığı, ahiret, vahyin mahiyeti, insanın hürriyeti gibi birçok konular sadece vahiyle bilinebilecek konulardır. Bu bize, vahyin aynı zamanda bir bilgi içerdiğini de göstermektedir. Bu bakımdan akıl, deney ve duyularımızın sınırlılığı göz önünde tutulursa, sonsuz ilâhî bilgiden vahiy yoluyla kaynaklanan haber-i Rasûlün kudreti daha iyi sezilebilir.

Batı dünyasında, muharref Hristiyanlığın akılla tezad teşkîl eden dogmaları, düşünen insanları ilahî karakterli metinlerden soğutmuş, nass’ların rehberliği yerine, aklı rehber yapmayı tercîh ettirmiştir. Bu nedenle Batı felsefecileri, “Akıl mı yoksa vahiy mi?” konusunu pek çok defa gündeme getirip, aklı ve gözleme dayanan bilimi esas yapmayı seçmişlerdir. Bu bilimsellik akımı, aklı, kilisenin baskısından kurtarıp hür bir düşünceye kavuşturmuştur. Batı’nın ortaçağ fanatizminden kurtulup teknoloji ve sanayide bu derece ilerlemesinin temelinde, akla bu hürriyetin verilmesi yatmaktadır.

Buna mukabil Kur’anî vahiy, hiçbir yerinde aklı reddetme, onu susturma cihetine gitmez. Hatta, Kur’an’da en çok tekrar edilen ayetlerden biri “aklınızı kullanmıyor musunuz?” ayetidir. Hz. Peygambere (asm) ve ümmetine yapılan hatırlatmalardan biri şu düşündürücü ifadelerdir:

“De ki: İşte, benim yolum budur. Ben de bana uyanlar da basîret üzere (apaçık bir delile dayanarak) Allah’a çağırırız.” (Yusuf, 12/108).

Bu “basîret üzere davet”, körü körüne taklide, bünyesinde asla yer vermez. “Gözünüzü yumun, peşimden gelin.” demez.

Bu gerçeği görmemezlikten gelenler ise, “ya akıl ya da vahiy” alternatifini sunmaya çalışmışlar böylece “vahyin rehberliğinde akıl” formülüne sırt çevirmişlerdir.

Oysa beşeriyetin, vahiyden uzaklaştırılmaya değil, vahiyle yönlendirilmiş akla ihtiyacı vardır. Çünkü akıl ve vahiy, insanın hayatında ve ihtiyaçlarına ulaşmasında gaye ve varlığının hayattaki sorumluluklarının gerçekleşmesinde birbirini tamamlayan iki unsurdur. Dolayısıyla, akıl ve vahyi, insanın aralarında bir tercihte bulunmak zorunda olduğu birbirine zıd şeyler olarak görmek İslâmî bir görüş değildir.

Gaybın gerçeklerini anlama yolunda, “Vahyin rehberliğinde akıl” şeklinde formüle ettiğimiz görüşü biraz açmakta fayda görüyoruz. Şöyle ki:

İnsan, aklıyla uzaydaki gezegenler arası çekim kanununu bulmuştur. İlâhî vahiyse, o kanunları koyanın kim olduğunu bize bildirir. İnsan, aklıyla kâinatın nasıl meydana geldiğini bulmaya çalışır. İlâhî vahiyse, kâinatın nasıl yaratıldığını anlatmanın ötesinde “Kâinatı kim yaratmıştır, niçin yaratmıştır?” sorularına tatmin edici cevap verir. İnsan, aklıyla pek çok fenleri bulur. Bu fenlerle tanklar, uçaklar, televizyonlar yapar. İlâhî vahiyse, bu aletlerin nasıl kullanılması gerektiğini ders verir.

Kısaca ilâhî vahiy bize, hayata ve olaylara karşı çok köklü bir bakış kazandırır. Aklımızı, kalbimizi nurlandırır ve yönlendirir. Bizi, basit hedeflerin düşkünü olmaktan kurtarır. Elimizden tutar; hem bu âlemde, hem de diğer âlemde mutlu edecek esasları bildirir.

Kur’an’da yer alan:

“Yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübîn’de vardır.” (En’âm, 6/59)

“... Biz Kur’an’ı sana, her şeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik.” (Nahl, 16/89)

gibi âyetlerden hareketle, bazı müfessirler her şeyin Kur’an’da anlatıldığını dile getirmişlerdir. “Vahiy bize bir şey getirmemiştir.” diyenlere karşı bunlar da “Vahiy bize her şeyi getirmiştir.” mesajını vermeye çalışmışlardır.

Kanaatimizce, ifrat ve tefritin ikisi de zarardır. Bu meselede, şu noktaları nazara almakta yarar olacaktır.

1. Kur’an; bir tarih, coğrafya, fizik kitabı değildir.

2. “Yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübîn’de vardır.” âyetindeki “Kitab-ı Mübîn” “Allah’ın ilmi, Levh-i Mahfuz” şeklinde de açıklanmıştır. Dolayısıyla âyet, “Allah’ın ilminde ve bu ilmin bir tecelligâhı, olan Levh-i Mahfuzda her şeyin bulunduğunu” bildirir.

3. Biz Kur’an’ı sana, her şeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik” âyeti her şeyin ayrıntılarıyla Kur’an’da yer aldığını göstermez. Ancak, genel çerçevede her şeyden bahisler Kur’an’da bulunmaktadır.

4. Kur’an’da var olan bir şeyi inkâr etmek küfür olduğu gibi, onda olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek de büyük bir hatadır.

5. Her yeni bulunan ilmî keşîf veya revaçta olan teorilere “İşte, Kur’an’da bu da var” diye İslâm vahyinin mührünü vurmak ilerde birtakım mahzurları netice verebilir. İlm-i İlâhîden gelen Kur’an’ın, birtakım “bilimsel payandalarla” desteğe ihtiyacı yoktur. Böyle bir destek bulmaya çalışmak bilimi asıl, Kur’an’ı ise ikinci derecede kabul etmek demektir. Halbuki, asıl olan Kur’an’ın ezelî ve ebedî değişmez hükümleridir. Fennin ve ilmin hiçbir kat’i hakîkatı Kur’an’a aykırı değildir ve olamaz. Kâinatı yaratan Zât’ın kelâmı olan Kur’an, kainattaki kanunlara nasıl aykırı olabilir?

Müslümana düşen görev, Kur’an’daki talimat doğrultusunda, aklıyla kâinattaki kanunları bulmaya çalışmak, bu kanunlardan yararlanmaktır.

6. Kur’an, bir fizik, kimya kitabı olmamakla beraber, âyetlerinin derin hakikatleriyle, ilerde meydana gelecek ilmî gelişmelerden, fennî keşiflerden de işârî bir şekilde bahsetmektedir. Bu iş’ârî yönlerin gösterilmesi Kur’ân’ın i’caz parıltılarından birinin gösterilmesi demek olacaktır.

Kur’anın Gelecekten Haber Vermesi

Kur’an’ın gaybî haberlerinden mühim bir kısmı geleceğe bakar. Hatta “gaybdan haber vermek” denildiğinde ilk hatıra gelen, “gelecekten haber vermektir.” Kur’an, Allah’ın ilminden geldiği için geçmişe, geleceğe ve şimdiki zamana aynı anda bakar. Bazen olur, geçmişin derinliklerinden bir kıssa ile insanları ibrete sevk eder. Bazen de gelecekten bir haberle bakışlarımızı ileriye çevirir.

Kur’an’ın gelecekten haber vermesi, onun başlıca i’caz türlerindendir. İlk bakışta bu tür ayetler, kırk-elli kadar sanılır. Fakat dikkat edildiğinde, bu rakamın bini geçtiği görülür.

Kur’an’ın geleceğe yönelik bir kısım haberlerini istinbat ve istihrac etmek o kadar zor birşey değildir. Ayetin açık manası zaten, “ben gelecekten haber veriyorum” dercesine kendini göstermektedir. Meselâ, “Kur’an Muhammed’in kendi sözüdür” diyenlere karşı ayette cevaben şöyle denilir:

“Kulumuza indirdiğimizden bir şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sure getirin. Allah’dan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın. Eğer sözünüzde sadık iseniz (bunu yapın). Eğer yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış Cehennem ateşinden sakının.” (Bakara, 2/23-24).

Ayette yer alan “...yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız-” ifadesi net bir şekilde geleceğe ait bir hükmü, hem de te’kîdli olarak belirtmektedir. Kur’an’ın “asla yapamayacaksınız” ihbarı o günden bu güne kadar 1400 senelik bir tecrübe ile sıdkını gösteren ebedî bir mu’cizedir. Bu meydan okumanın i’cazı karşısında yarıştan vazgeçip silahlar çekilmiş, masraflar ihtiyar edilmiş ve fakat bu mu’cizeye hiçbir red cevabı verilememiştir. Halbuki, söz ile mukabelede bulunup Kur’an’ın davasını çürütmeye çalışmak ilk bakışta daha kolay gibi görülmektedir. Onların bundan aciz kalışları, Kur’an’ın mu’cizeliğini isbat etmektedir.

Bazı haberler ise o derece açık değildir, ama dikkatle bakıldığında bunlardaki gelecekle ile ilgili manalar kendini gösterir. Aşağıda bunun çok örnekleri gelecektir.

Kevser Suresi

Hz. Peygamber (asm)'in erkek çocuklarının vefatından dolayı, müşriklerin “O ebterdir.” demeleri üzerine inen Kevser suresi, kendisi üç ayet iken dört gaybî habere işaret eder.

“Biz sana kevseri verdik”
“Rabbin için namaz kıl ve kurban kes”
“Doğrusu sana dil uzatanın kendisidir ‘ebter’ olan.”

1. “Biz sana kevseri verdik” ifadesindeki “kevser”, bazı rivayetlere göre peygambere tâbi olacakların çokluğunu bildirir.
2. “Rabbin için kurban kes” ifadesi bolluğa işaret eder. Zira, kurban kesmeye maddî imkânlar olacak ki, bu emir yerine getirilebilsin.
3. “Doğrusu sana dil uzatanın kendisidir “ebter” olan.” Ebter, “nesli devam etmeyen” anlamındadır. Bu ifade, iki gaybî haber taşır:
a. Sen ebter değilsin. Senin neslin ve sana tâbi olanlar devam edeceklerdir.
b. Sana “ebter” diyenin kendisi ebter olacaktır; nesli kesilecektir.

Bu surede haber verilen dört gaybî haberin her birisi, haber verildiği şekilde gerçekleşmiştir. Ona “ebter” diyenler kendileri ebter olmuşlardır. Hz. Peygamber (asm)'in ise, hem mübarek nesli olan Seyyidler cemaatı her tarafta devam etmekte; hem de, O’na tâbi olanların sayısı her asırda gittikçe artmaktadır.

Nasr Suresi

Burada Nasr suresinin sırlı bir manasına dikkat çekeceğiz. Mekkenin ve başka beldelerin fethine ve daha da önemlisi gönüllerin fethine olan delaletini daha sonra ele alacağız:

“Allah’ın yardımı ve fetih gelip de insanları fevc fevc Allah’ın dinine girerlerken gördüğünde, Rabbine hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir.” (Nasr, 110/1-3).

Kur’an’ın bazı ifâdelerinde geleceğe bakan yönü ilk bakışta dikkat çekmeyebilir. Fakat şelaleye bakan iki kişiden birisinin sadece manzarasından lezzet alması, şırıltısını dinlemesi yanında; bir mühendisin bunun ötesinde bir baraj görüp, çevreyi sulama ve aydınlatmayı planlaması gibi, bazı ayetlerden bir kısım âlimler gaybî bir mana sezemezken, bazılarının böyle bir manayı sezmeleri mümkündür. Ayetin açık manasını reddetmeyen böyle ince, sırlı, işarî manalar, ulema arasında hüsn-ü kabul görmüştür. Buharî’nin Sahih’ine aldığı, Hz. Ömer zamanında cereyan eden şu olay, bu hükme bir misal olabilir. İbni Abbas anlatıyor:

“Hz. Ömer, beni, Bedir savaşına katılan yaşlı kimselerle aynı meclise alıyordu. Bazısı buna alınır gibi oldu. 'Bunu niye buraya getiriyorsun? Bizim onun kadar oğullarımız var.' dediler... Hz. Ömer, bir gün beni çağırdı. Onlara haklılığını göstermek için çağırdığını anlamıştım. Onlara, 'Nasr suresi hakkında görüşünüz nedir?' diye sordu. Bir kısmı, 'Yardıma mazhar olup fetih bize ihsan edildiğinde, Allah’a hamd ve tesbîh etmekle emrolunduk.' dedi. Bir kısmı ise, bir şey demedi. Hz. Ömer bana: 'Ey İbni Abbas, sen de böyle mi söylüyorsun?' dedi. Dedim: 'Hayır!.. Bu sure, Rasulullah'ın vefatından haber vermektedir.' Hz. Ömer bunun üzerine 'Ben de ancak senin dediğin gibi biliyorum.' dedi." (Buharî, Tefsir, 110/3)

Görüldüğü gibi, Hz. Ömer ve İbni Abbas, ekseriyetin görmediğini görmüşler, ayetin geleceğe yönelik manasını hissetmişlerdir.

Fetih Suresinin Son Üç Ayeti

Kur'an'ın geleceğe yönelik gaybî haberlerinden başka bir nümune olarak, Fetih suresinin son üç ayetini vermek istiyoruz. Bu üç ayet, pek çok gaybî sırlar ve istikbale yönelik haberlerle doludur:

Hz. Peygamber rüyasında Mekke’ye girdiğini, Beyti tavaf ettiğini görür. Bunu ashabına haber verir. Hudeybiye barışının olduğu senede, umre için yola çıkıldığında ashaptan hiçbirinde rüyanın o sene gerçekleşeceğine dair bir şüphe yoktur. Fakat Mekke’liler buna engel olup, müslümanlar gelecek sene umre yapmak üzere dönüş yolunu tutunca, bir kısmında bir şüphe, bir tereddüt meydana gelir. Hatta Hz. Ömer “Ya Rasulallah, siz Beyte gideceğiz, onu tavaf edeceğiz, buyurmadınız mı?” der. Hz. Peygamber “Evet, der. Fakat bu sene yapacağımızı söyledim mi?” Hz. Ömer, “hayır” deyince Rasulullah “Sen, hiç şüphesiz Beyt’e gidecek ve onu tavaf edeceksin” buyurur. (İbnu Kesîr, IV, 201)

İşte, böyle bir vasatta, müslümanlar içleri buruk bir şekilde Medine’ye dönerken, Cenab-ı Hak Hz. Peygambere Fetih suresini indirir. Bunun üzerine Hz. Peygamber: Bana öyle bir sure indirildi ki, dünya ve içindeki her şeyden bana daha sevimlidirder. (Vâhidî, s.398)

"Andolsun ki Allah, Rasulünün rüyasını doğru kıldı...”

Mekke'nin fethini, vukuundan önce kat'i bir şekilde haber veriyor. İki sene sonra, haber verdiği tarzda vuku bulmuştur. Hudeybiye seferi öncesi Rasulullah, ashabına rüyasında Beyti tavaf ettiklerini gördüğünü söyler. Sahabeler, hemen o yıl olacak zannederler. O yıl olmayınca, bir kısmı tereddütler geçirir. Ayet, bu rüyanın sadık bir rüya olduğunu haber verir. Bir yıl sonra Beyt'i tavaf ederler. İki yıl sonra da, fetih ordusu olarak Mekke'ye girerler.

"...Bundan (Mekke'nin fethinden) önce yakın bir fetih verdi"

ifade ediyor ki: Hudeybiye barışı, gerçi zahiren İslam aleyhinde görülmüş ve Kureyşliler bir derece galip görülmüş olduğu halde, manen Hudeybiye Barış'ı, manevi büyük bir fetih olacak ve diğer fetihlerin de anahtarı hükmüne geçecek, diye haber veriyor.

"Korkmaksızın (Mescid-i Haram'a gireceksiniz)”

kaydıyla ihbar ediyor ki: "Sizler tam bir emniyet içinde Kabe'yi tavaf edeceksiniz." Hâlbuki Arab yarımadasındaki bedevî kavimlerin çoğu, Mekke etrafı ve Kureyş kabilesinin büyük bir kısmı düşman iken, "yakın bir zamanda, hiç korku duymadan Kabe'yi tavaf edeceksiniz" demesiyle, Arap yarımadasının itaat altına alınmasını, Kureyş kabilesinin İslâma girmesini ve Arabistanda tam bir emniyet vazedilmesini haber verir. Aynen haber verdiği gibi gerçekleşmiştir.

"O Allah ki, Rasulünü hidayetle ve hak din ile gönderdi. O'nun dinini bütün dinlere galip kılacak.”

Tam bir kat'iyetle ihbar ediyor ki: "Rasul-ü Ekrem'in getirdiği din, umum dinlere galebe çalacak." Hâlbuki o zamanda yüzer milyon tebeası bulunan Hristiyan, Yahudî ve Mecusi dinleri, Roma, Çin ve İran gibi yüzer milyon tebeası bulunan cihangir devletlerin resmi dinleri iken, kendi küçük kabilesine karşı tam galebe edemeyen bir vaziyette bulunan Hz. Muhammedin (asm) getirdiği din, umum dinlere galip ve umum devletlere muzaffer olacağını ihbar ediyor. Hem, gayet açıklık ve katiyetle ihbar ediyor. İstiklal o gaybî haberi, Hint Okyanusundan Büyük Okyanusa kadar İslâm kılıcının uzamasıyla tasdîk etmiştir.

"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Sen onları rükû edenler, secde edenler olarak görürsün. Allah’ın lütuf ve rızasını talep ederler.”

Şu ayetin başı, sahabelerin peygamberlerden sonra insanlar içinde en seçkin kimseler olduklarına sebep olan yüksek seciyeler ve kıymetli meziyetleri haber vermekle; açık manasıyla sahabe tabakalarının gelecekte muttasıf oldukları ayrı ayrı mümtaz, has sıfatlarını ifade etmekle beraber; işarî manasıyla, Rasulullah'ın vefatından sonra makamına geçecek dört halifeye hilafet tertibi ile işaret edip, her birinin en meşhur medar-ı imtiyazları olan has sıfatı dahi haber veriyor. Şöyle ki:

"Onunla beraber olanlar” hususi beraberlik ve özel sohbet ile ve en evvel vefat ederek, yine maiyetine girmekle meşhur ve mümtaz olan Hz. Ebubekir Sıddık'ı gösterdiği gibi;

"kâfirlere karşı şiddetlidirler” ifadesiyle, gelecekte dünya devletlerini fetihleriyle titretecek ve adaletiyle zalimlere yıldırım gibi şiddet gösterecek olan Hz. Ömer'i gösterir.

"Kendi aralarında merhametlidirler” ifadesiyle, istikbalde en mühim bir fitnenin vukuu hazırlanırken, son derece merhamet ve şefkatinden, İslamlar içinde kan dökülmemesi için ruhunu feda edip, nefsini teslim ederek, Kur'an okurken mazlumen şehid olmasını tercih eden, Hz. Osman'ı haber verdiği gibi;

"Sen onları rüku edenler, secde edenler olarak görürsün, Allah'ın lütuf ve rızasını taleb ederler” ifadesi, saltanat ve hilafete tam bir liyakat ve kahramanlıkla girdiği halde ve tam bir zühd ve ibadet ve fakr ve iktisadı seçen ve rüku ve sücudda devamı ve kesreti herkesçe tasdik edilen Hz. Ali'nin gelecekteki vaziyetini ve o fitneler içindeki savaşta mesul olmadığını ve niyeti ve matlubu, Allah'ın lütfu olduğunu haber veriyor.

"İşte bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır,” Hz. Peygamber (asm) gibi, ümmî bir zâta nisbeten gayb hükmünde olan Tevrat'taki sahabilerin vasıflarını haber veriyor.

"Onların İncil'deki vasıfları ise şöyledir: Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe kuvvetlenerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki, bu ziraatçilerin hoşuna gider. Allah, onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.”

Sahabeler, gerçi başlangıçta az ve zayıf görünecekler, fakat çekirdekler gibi neşv ü nema bularak yükselip, kalınlaşıp kuvvetleşecek, kâfirlerin gayzlarını onlara yutkundurup boğacaklar.

Hem ihbar ediyor ki, sahabeler gerçi azlığından ve za'fından Hudeybiye Barış'ını kabul etmişler; elbette herhalde az bir zamandan sonra süratle öyle bir inkişaf ve ihtişam ve kuvvet kazanacaklar ki, yeryüzü tarlasında kudret eliyle ekilen insanlığın, o zamanda gafletleri cihetiyle kısa, kuvvetsiz, nâkıs, bereketsiz sümbüllerine nispeten, gayet yüksek ve kuvvetli ve meyvedar ve bereketli bir surette çoğalacaklar ve kuvvet bulacaklar ve haşmetli hükümetleri gıptadan, hasetten ve kıskançlıktan gelen bir gayz içinde bırakacaklar.

Sahabeyi mühim vasıflarla sena ederken, en büyük bir mükâfatın va'di makamca lazım geldiği halde, "mağfiret" kelimesiyle işaret ediyor ki: İstikbalde sahabeler içinde, fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünkü mağfiret kusurun vukuuna delâlet eder. Ve o zamanda sahabeler nazarında en mühim istek ve en yüksek ihsan, mağfiret olacak. (bk. Nursi, Lem'alar, s. 29-32)

Dört Halifeye İşaret

Fetih Suresi'nin bu son ayeti, Rasulullah'dan sonra halifeliğe geçecek Hulefa-i Raşidine işaret ettiği gibi, "Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın nimetlendirdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar." ayeti de aynı hakikate işaret etmektedir. (Nisa, 4/69) Şöyle ki:

Üstteki ayet, sırat-ı müstakimin ehli ve gerçek ilâhî nimetlere mazhar olanlar, insanlık âlemindeki peygamberler taifesi, sıddıklar kafilesi, şehitler cemaati, salihler sınıfı ve tabiin nevi bulunduklarını ifade etmekle beraber, İslam âleminde o beş kısmın en mükemmelini dahi, ayrıca açıkça gösterdikten sonra, o beş kısmın imamları ve baştaki reislerini meşhur sıfatlarıyla zikretmekle, onlara delalet edip ifade ettiği gibi, gaybdan haber verme nevinde bir i'caz parıltısıyla, o taifelerin, gelecekteki reislerinin vaziyetlerini bir cihetle tayin ediyor.

"Peygamberler" nasıl ki açıkça Hz. Peygamber'e bakıyor, "Sıddıklar" fıkrasıyla Ebu Bekir Sıddık'a bakıyor. Hem, Peygamber'den sonra, ikinci olduğuna ve en evvel yerine geçeceğine ve "Sıddık" ismi ümmetçe O'na has bir ünvan ve sıddıkların başında görüneceğine işaret ettiği gibi,

"Şehitler" kelimesiyle Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali'yi (Rıdvanullahi aleyhim ecmain) üçünü beraber ifade ediyor. Hem üçü Sıddıktan sonra nübüvvetin hilafetine mazhar olacaklarını ve üçü de şehit olacaklarını, şehitlik fazileti de diğer faziletlerine ilave edileceğini işaret ve gaybî bir surette ifade ediyor.

"Salihler" kelimesiyle, Suffe, Bedir, Rıdvan ashabı gibi, mümtaz zatlara işaret ederek,

"Bunlar ne güzel arkadaştır" cümlesiyle, açık manasıyla onlara uymaya teşvik ve Tabiinlerdeki tebaiyeti çok şerefli ve güzel göstermekle, işârî manasıyla dört halifenin beşincisi olarak ve "benden sonra hilafet otuz senedir" (Tirmizi, Fiten, 48) hadis-i şerifin hükmünü tasdik ettiren, hilâfet müddeti azlığıyla beraber, kıymetini büyük göstermek için, işarî manasıyla Hz. Hasan'ı gösterir. (bk. Nursi, Lem’alar, s. 33-34)

"Bunlar ne güzel arkadaştır" mealindeki ayetin metninde "güzel" ifadesi, "Hasüne" ile gelmiştir. Arapça yazılış itibariyle Hasan ve Hasüne aynıdır.

Görüldüğü gibi, Kur'an ayetlerinde ya açıkçan veya işari olarak çok gaybî işaretler vardır.

Parmak Uçlarındaki Sır

Şimdi vereceğimiz ayetin gaybî yönü ise, bilimin gelişmesi sayesinde, ancak XIX. yy’da anlaşılabilmiştir:

“İnsan, kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor? Doğrusu biz, onu parmak uçlarına kadar düzeltmeye kâdiriz.” (Kıyame, 75/3-4).

Ayetin asıl olarak anlattığı olay, öldükten sonra dirilme olayıdır. “Parmak uçlarına varıncaya kadar” denilmesi, insanın en ince ayrıntılarıyla tekrar yaratılacağından kinâyedir. Öyle ki, parmak uçları bile zayi olmıyacak. Ne kadar küçük ve dakîk de olsa, hiçbir uzuv ve o uzvun şekli değişmeyecektir.”

Bu mana ile beraber, ayette “parmak uçlarına” dikkat çekilmesi, oralarda mühim sırlar olduğuna işaret etmektedir. Bu sırlardan biri, her insanın parmak izinin kendine has olması, başka hiç bir kimseninkine benzememesidir. Her insana ayrı bir sîma veren ilâhî kudret, her insanın parmak uçlarına da, o şahsa has bir mühür vurmuştur. Bu öyle bir mühürdür ki, bir başkasıyla karışması mümkün değildir.

Buna mukabil, beşerî bilgi düzeyinde parmak izi ilk defa Sir Edward Henry tarafından 1875 yılında bulunmuş ve kısa süren bir tecrübe devresinden sonra, birçok polis teşkîlatı tarafından kullanılmaya başlamıştır.

Hz. Peygamber (asm)'in Korunması

Cenab-ı Hak şu ayette, Hz. Peygamber (asm)'in ilâhî koruma altında olduğunu bildirir:

“Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Bunu yapmazsan, elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide, 5/67).

Gayba ait bu ilâhî tekeffülden dolayıdır ki, İslâm düşmanlarından hiçbiri, Hz. Peygamberi öldürmeye güç yetirememiştir. Hâlbuki düşmanları pek çok ve imkânları da yerindeydi. Üstelik daima, O’nu ve davasını yok etmek için fırsat kolluyorlardı. Hz. Peygamber ise, zayıf bir konumda idi, yardımcıları azdı.

Üstteki ayet nazil olduktan sonra Hz. Peygamber (asm), muhafızlığını yapan zâtlara der: “Artık gidebilirsiniz, Rabbim beni koruyor.” (Tirmizî, Tefsîr, 5/6)

Evet, bu ilâhî vaad gerçekleşmiş, Hz. Peygamber (asm), o kadar düşmanları içinde, pek çok suikastlara maruz kaldığı halde yatağında vefat etmiştir.

“Rasulullah’ın Uhud’da yüzü yaralandı, iki dişi kırıldı; öte yandan pek çok eziyetlerle karşılaştı. Koruma teminatı nerede kaldı?” şeklindeki bir soru hatıra gelebilir. Bu soruya İbnü’l-Cevzî şöyle cevap verir:

“Allah’ın teminatı O’nu öldürülmekten, esir edilmekten, tamamen telef olmaktan koruma hususundadır. Maruz kaldığı eziyetler, korunmuş olmasına engel değildir.” (İbnu’l-Cevzî, II, 397)

İbnu Kesîr, Hz. Peygamber (asm)'in amcası Ebu Talib’in İslâm’a girmemesini de peygamberin korunmasıyla alâkalı görür. Ona göre, şayet Ebu Talib de Müslüman olsaydı, Kureyş kâfirleri hücuma cesaret bulurlardı. Fakat Ebu Talib’le aralarında küfür bağı bulunduğundan, ona saygı duyar, hürmet ederlerdi.(İbnu Kesîr, II, 79)

Allah’ın koruması altında olduğunu bilen Hz. Peygamber (asm), en sıkışık anlarda bile ümitsizliğe düşmemiştir. İşte, hicret esnasında, mağaraya gizlendiklerinde gösterdiği harika cesâret ve teslîmiyet... Yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir telaşlanıp, “Ya Rasulallah, birisi ayakları üzerinde yükselse bizi görecekler.” deyince, Hz. Peygamber şöyle cevap verir: “Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyorsun?” (Buhârî, Tefsîr, 9/9)

Kur’an-ı Kerîm, bu anı ebedîleştirdiği ayetlerinde bunu şöyle ifâde eder:

“Eğer siz peygambere yardım etmezseniz, Allah vaktiyle O’na yardım etmişti (yine yardım eder). Hani kafirler onu yurdundan çıkardıklarında, mağarada iki kişiden biri olduğu halde, arkadaşına “üzülme” diyordu. Allah bizimle beraberdir. Böylece Allah onun üzerine sekînetini (emniyet ve rahmetini) indirdi. Sizin görmediğiniz ordularla onu kuvvetlendirdi...” (Tevbe, 9/40).

Tefsîrlerde, Hz. Peygamber (asm)'in te’yid edildiği orduların melekler ordusu olduğu belirtilmiştir.

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” ayetinin ifade ettiği gibi gökte ve yerdeki bütün varlıklar Allah’ın ordusunda birer asker durumundadır. (Fetih, 48/4) Cenab-ı Hak, Rasulünün muhafazası için bu askerlerden örümceğe mağaranın girişini kapattırmış, bir çift güvercine, mağaranın üstünde nöbet tutturmuştur.

Örümceğin ağıyla, Hz. Peygamber (asm)'in müşriklerden kurtulması olayıyla alâkalı olarak yapılan şu yorum, son derece ince, latîf bir manayı ifade etmektedir. Şöyle ki:

“Allah’dan başka dostlar edinenlerin hali, kendine yuva yapan örümceğe benzer. Hâlbuki evlerin en zayıfı örümceğin evidir. Keşke bilselerdi.” (Ankebut, 29/41).

Ankebut suresi Mekkî olduğu cihetle, ayette Mekke’nin imana gelmeyen reislerinin, ileride bir örümceğe mağlup olacaklarına bir işaret vardır. Örümceğin evi olan ağ, en zayıf bir perde iken, o kuvvetli reisleri mağlup edeceğini göstermekle ayet: “En zayıf bir hayvana mağlup olacaklarını faraza bilseydiler, bu cinayete ve suikasde teşebbüs etmeyeceklerdi” diyor. (Nursî, Emirdağ Lahikası, s.379- 380)

O halde, göklerin ve yerin orduları elinde olan Allah, eğer isterse bütün ordularını peygamberini korumada kullanabilir. Fakat buna hiç lüzum olmadan en zayıf bir evle, en büyük bir peygamberini, en şiddetli düşmanlarından korumuştur.

Hz. Peygamber (asm)'in bedenen korunmasının yanında, psikolojik yönden de korunduğunu görmekteyiz. Şöyle ki: Müşrikler, Hz. Peygamberi psikolojik olarak çökertmek, insanların O’nu dinlemesine engel olmak amacıyla yoğun bir propaganda içindeydiler.

Kendileri söz ehli kimseler olmakla beraber Kur’an karşısında bir söz söyleyemeyince, Hz. Peygambere “şair- kâhin- sahir- mecnun” gibi iftiralarda bulunuyorlardı. Onların türlü iftiralarına karşılık, Cenab-ı Hak indirdiği ayetlerle, Rasulünü teselli ve takviye ediyor, O’na yol gösteriyordu. Mesela,

“De ki: O Rahman’dır, biz O’na imân ettik ve O’na dayandık. Kimin apaçık bir dalalette olduğunu yakında bileceksiniz.” (Mülk, 67/29).

“Sen öğüt vermeye devam et! Rabbinin sana olan nimeti ile ne kâhinsin, ne de mecnun. Yoksa “o bir şairdir. Biz onun felaketini bekliyoruz” mu diyorlar? Sen, de ki: Bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber bekliyorum.” (Tur, 52/29-31).

Tur suresinde, 29. ayetten 44. ayete kadar kâfirlerin batıl iddiaları birer birer çürütüldükten sonra Hz. Peygambere şu talimat verilir:

“O halde çarpılacakları güne kadar onları kendi hallerine bırak.” (Tur, 52/45).

Ayetin bu ifadesinden, bir gün gelip onların cezalarını çekecekleri, belâlarını bulacakları anlaşılmaktadır. Nitekim Bedir günü, küfrün elebaşları layık oldukları cezayı bulmuşlardır. Bir başka ayette ise şöyle denilmekte:

“Yakında hem sen, hem de onlar kimin meftun (mecnun) olduğunu göreceksiniz.” (Kalem, 68/5-6).

Kimin mecnun olduğu görülmüştür. O’na mecnun diyenlerin pek çoğu Mekke’nin fethinden sonra O’nun saflarında yer aldılar. Küfründe inad eden Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi kimseler, daha dünyadayken cezalarını buldular. Hem hayatları, hem saltanatları bitti. Böylece, üstte zikredilen ayetlerin hakîkatı tecelli etti. Gaybdan peygambere bildirilen ilâhî teminat gerçekleşti.

Kur’an’ın Korunması

Peygamberini koruyacağını taahhüd eden Allah, ezelî kelâmı olan Kur’an’ı da koruyacağını şu ayetle ilan eder:

“Şüphesiz ki Zikri biz indirdik. Onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 15/9).

“Zikr”, Kur’an’ın isimlerinden biridir. Evet, bir öğüt olan Kur’an bugüne kadar İlâhî koruma altında gelmiştir. Bu korumanın nasıl tecellî ettiğini daha iyi anlamak için, onun günümüze kadarki geliş seyrine ana hatlarıyla bakmakta yarar görüyoruz:

Hz. Peygamber (asm),  kendisine vahiy geldiğinde, gelen vahyi yazdırıp, “Bu ayeti şu sureye koyun” şeklinde talimat vermektedir. Ayrıca, her sene, o âna kadar gelen ayetleri Hz. Cebrail’e arzetmiştir. Vefatı senesinde bu arz, iki defa yapılmıştır.

Hz. Ebu Bekir döneminde Kur’an mushaf haline getirilmiş, Hz. Osman döneminde ise, nüshaları çoğaltılarak belli başlı İslâm merkezlerine gönderilmiştir.

Daha sonraki devirlerde ise; hem yazılmak, hem de ezberlenmek suretiyle tebdîl ve tağyîrden, ziyade ve noksandan korunarak günümüze kadar değişmeden gelmiştir.

Her asırda sayıları milyonları bulan hafızlar, Kur’an’ın lafzının korunmasının canlı şahitleridir. Hatta bu hafızlar içinde beş yaşında çocuklar bile çıkması, bu ilâhî korumanın bir görünümü durumundadır. Farz-ı muhal olarak, bugün yeryüzünde bir tek nüsha Kur’an kalmasa, tek bir harfini değiştirmeden yazdırabilecek yüz binlerce hafız vardır.

Kur’an’ın lafzen korunduğunun en büyük delîli, dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshalarının aynı oluşudur. Hristiyanların dört İncili olduğu gibi, Müslümanların dört Kur’an’ı yoktur.

Kur’an’ın i’câzı, onun herhangi bir değişikliğe uğratılmasına engeldir. Beşer kelâmından farklı oluşu, onu ebedî bir mu’cize kılmıştır. O’nun i’cazı, bir şehri kuşatan sur ve istihkam gibi onu muhafaza etmiştir.

Nasıl ki, her tarafı aydınlatan güneşin ışığı, bizim yaktığımız mumlardan, lambalardan, elektrikten farklıdır, üzerinde “semavîlik” mührü vardır. Onun gibi, semâvî olan Kur’an’ın da beyanında, üslubunda “İlâhîlik” damgası mevcuddur. Bu öyle bir damgadır ki, bu güne kadar hiç bir beşer, bunu taklîde muvaffak olamamıştır.

Bir derece açıkladığımız gibi, Kur’an’ın korunmasını taahhüd eden baştaki ayet, gaybdan bir haberdir. Verilen bu haber aynen çıkmıştır. Bu vaad, Rasulullah zamanında mücerred bir iddia idi. Bu kadar asırlar geçtikten ve bu kadar çeşitli olaylardan sonra Kur’an’ın korunması vaadi, onun Rabbânî menşe’li oluşuna şehâdet eden bir mu’cizedir.

Cenab-ı Hak, bu korumayı bir başka ayette şu şekilde bildiriyor:

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler. Allah ise nurunu tamamlayacaktır. Velev kâfirler hoşlanmasalar da...” (Saff, 61/8).

Müfessir Kurtubî ayette geçen “Allah’ın nuru” ifadesinin “Kur’an, İslâm, Hz. Peygamber, Allah’ın hüccet ve delilleri” şeklinde dört çeşit açıklamasını yapıp beşinci olarak şunları söyler: Bunun anlamı, nasıl ki güneşin nurunu söndürmek isteyen bunu başaramazsa, hakkı ibtal etmek isteyen de başaramaz, anlamında bir meseldir. (Kurtubî, XVIII, 85)

Evet, tarih boyunca bu nuru söndürmek isteyenler kendileri söndüler. Onu yok etmek isteyenlerin kendileri yok oldular.

On dört asırlık İslâm tarihi boyunca müslümanlar çok büyük fitneler yaşadılar. Kur’an, bütün bu fitneler içinden tebdîl ve tahriften korunmuş olarak çıktı. Günümüzde olduğu gibi, müslümanlara öyle zamanlar geldi ki, kendilerini himayeden aciz kaldılar. İnançlarını savunamadılar. Sistemlerini devam ettiremediler. Topraklarını, mallarını, ahlaklarını koruyamadılar. Hatta, akıl ve idrâklerine sahip çıkamadılar. Din düşmanları, onların bütün iyi özelliklerini kötü özelliklerle değiştirdiler. Fakat bir şeyi değiştiremediler: Kur’an’ı... Bunu istemiyor değillerdi. Bilakis, en şiddetli bir arzuyla buna çalışıyorlardı. Zahirî şartlar, bu emellerine uygun görünmekle beraber, bu korunmuş Kitab’a bir şey yapamadılar. Hem de Kur’an’a bağlı olanların, onu koruyamadığı, onu arkalarına attıkları bir zamanda...

Doğu Roma Hristiyanlarının Galip Gelmesi

İslâm’ın Mekke döneminde, Hristiyan olan Doğu Romalılarla (Bizans) Mecusî olan İranlılar savaşırlar. İranlılar galip gelir. Haber Mekke’ye ulaştığında Hz. Peygamber ve mü’minler ehl-i kitab olan Bizans’ın yenilişine üzülürken, müşrikler, sevinirler. Müslümanlara “Siz ve Hristiyanlar ehl-i kitapsınız. Biz ve İranlılar ise ümmîyiz. Dostlarımız dostlarınıza galip geldi. Biz de size galip geleceğiz” derler. Bunun üzerine Rum suresinin baş kısımları nâzil olur:

“Elif, lâm, mîm. Rumlar mağlup oldu (Arab ülkesine) en yakın yerde. Onlar, bu yenilgiden sonra galip gelecekler 'Bid’a sinîn' içinde. Önünde ve sonunda hüküm Allah’ındır. O gün mü’minler sevinecekler. Allah’ın zafer vermesiyle. O, dilediğine zafer verir. Ve O, Azîzdir, Rahîmdir.” (Rum, 30/1-5).

Gelen bu ayetler üzerine Hz. Ebu Bekir, Ubey b. Halef’le üç seneliğine on deveye bahse girer. Durumu Hz. Peygambere söylediğinde, Hz. Peygamber: “Bid’a sinîn” üç-dokuz sene arasıdır. Bahse girilen deve miktarını artır, müddeti de uzat” der. Bahsi dokuz seneliğine, yüz deve olarak yenilerler. Yedinci senede Rumlar galip gelir. (Zemahşerî, III, 466- 467)

Hâlbuki Bizanslılar İranlılar karşısında feci bir mağlubiyet içindeydiler. Mısır’ın tamamı İranlı’ların eline geçmiş, Mecusi orduları Trablusgarb’a kadar uzanmıştı. Anadolu’da Bizanslıları Boğaziçine kadar sürmüşler, Kadıköy’ü ele geçirmişlerdi. Bizans imparatoru her türlü şartı kabule hazır olduğunu bildiren bir elçi gönderir. İran hükümdarı Hüsrev der: “İmparator zincirlenmiş bir halde önüme getirilip çarmıha gerilmiş tanrısından vazgeçmedikçe ona eman vermeyeceğim.”

Kısacası, İngiliz tarihçi Gibbon’un da dediği gibi, Kur’an’ın bu müjdeyi vermesinden sekiz yıl sonra, hiç kimse Bizans İmparatorluğunun tekrar İran’ı yenilgiye uğratacağını hayal bile edemezdi. Hatta değil İran’ı yenmek, hiç kimse bu şartlar altında imparatorluğun hayatını devam ettirebileceğine ihtimal vermiyordu. (Mevdudî, IV, 275)

Rum suresinin bu ayetleri, Bizans’ın galibiyetini haber vermenin ötesinde, ondan daha mühim bir haber de söylüyordu. O da, “O gün, mü’minler sevinecek. Allah’ın zafer vermesiyle” ayetlerinin bildirdiği, müslümanların mühim bir zaferle sevinmeleridir. Nitekim Bedir savaşında müslümanların zaferi, Bizansın zaferine tevafuk etmektedir. Hâlbuki zâhirde, hem Bizansın, hem de müslümanların galebesiyle ilgili şartlar uygun değildi. Müslümanlar o sırada, Mekke döneminde müşriklerin eziyetleriyle karşı karşıya idiler. Şüphesiz, Kur’an’ın ilerde olacak bu olayları, önceden net ifadelerle anlatması onun i’câz parıltılarından birini teşkil etmektedir.

“Allah’ın zafer vermesiyle mü’minlerin sevineceği o gün” hakkında iki ayrı görüş zikredilmiştir.

1. Bedir günü.
2. Hudeybiye günü.

O gün ister Bedir günü olsun, ister Hudeybiye olsun netice birdir. Çünkü Allah, müslümanlara yardım etmiş, gönüllerini ferahlandırmıştır.

Rum suresinin iniş sebebine göre yaptığımız bu açıklamalar yanında, şu noktayı da belirtmekte fayda görüyoruz:

Tefsîr usulünde temel esaslardan biri şudur: İtibar, sebebin haslığına değil, hükmün umumiliğinedir. Sebeb-i nüzulün hususiliği, hükmün umumiliğine engel değildir. Yani özel bir sebep dolayısıyla gelen ayetler, sadece o olayla kayıtlı değillerdir. Lafzının genel çerçevesi içinde benzeri tüm olaylara bakabilir. Zaten Kur’an’ın bu özelliğidir ki, onu bütün zamanlardaki bütün insanlara hitap ettirmiştir.

Bu noktalardan hareketle, Bizansın mağlubiyetten sonra, galibiyete geçeceklerini bildiren bu ayetlerin, günümüzdeki kimi ehl-i kitab mensublarının, mağlubiyet döneminden sonra galibiyet elde edeceklerine bir işaret olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim hiçbir dîni kabul etmeyen Marksist sistem, Avrupa’nın pek çok ülkesini ele geçirmiş iken, 70 yıllık bir hâkimiyetten sonra birden çökmeye mahkum olmuştur.

Bu noktayı ifâdeden sonra, Hamdi Yazır’ın dikkat çektiği başka bir mühim noktaya geçmek istiyoruz. Şöyle ki:

“Onlar bu yenilgiden sonra galip gelecekler.” mealindeki ayetin, Ebu Said-i Hudrî’den rivayet edilen şaz kıraatte, meçhul okunmasıyla ma’nası “Onlar galibiyetlerinden sonra mağlup olacaklar” şeklinde olur.

Gerçekten de, İranlı’lara galip gelen Hirakl’in orduları daha kendisi hayatta iken Hz. Ebu Bekir döneminde Yermuk Savaşı’ndan başlayarak mağlup olmaya başladılar. Hz. Ömer zamanında Şam fethedildi. Sonunda İstanbul da fetholunan beldeler arasına girdi. (Yazır, VI, 3801- 3802)

Günümüz ehl-i kitabının ekonomik sistemlerinin önce Marksizm önünde mağlup oluşu, ardından ise Marksizmin çöküp kapitalizmin hâkim görüldüğü şu günlerin ardından, İslâm’ın yeni bir zafer dönemini görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebiliriz.

Bedir Zaferi

Önceki bölümde Rumların galibiyetini bildiren ayetlerin aynı zamanda Bedir Zaferine de işaret ettiğini belirtmiştik. Bedir Zaferine işaret eden başka ayetler de bulunmaktadır. Çünkü Bedir Savaşı, İslâm tarihindeki mühim dönemeçlerden biridir. Bütün zamanlara hitap eden Kur’an ayetlerinin, saadet asrında meydana gelen bu mühim olaya özellikle işaret etmesi, Kur’an’ın şânına yakışan bir durumdur. Duhan suresinin 10- 16. ayetleri, ekser tefsirlerde anlatıldığı üzere, Bedir Zaferiyle ilgilidir. Şöyle ki:

Kureyş kavmi, Hz. Peygamber’e karşı çıkıp zorluk çıkardıklarında Hz. Peygamber, onların Hz. Yusuf zamanındaki kıtlık yılları gibi kıtlığa maruz kalmaları için beddua eder. Bu beddua üzerine Kureyş’de kıtlık baş gösterir. Öyle ki, kemikleri yer bir hale gelirler. Bundan ötürüdür ki o günlerde kişi, semâya baktığında açlıktan dolayı, yerle gök arasını kara bir duman bürümüş olarak görüyordu:

Şimdi sen, semânın apaçık bir duman getireceği günü gözle” âyeti bunu ifade eder. Bunun üzerine Resulullah’a gelip: “Ya Resulallah, Mudar için yağmur iste. Çünkü helâk oldular” denir. Resulullah dua eder, yağmur gelir. “Biz azabı (biraz) kaldıracağız. Ama siz yine döneceksiniz” âyeti, bu kıtlık azabının kaldırılışını bildirir. Azap kaldırılınca ise, yine eski küfür durumlarına dönerler. Cenab-ı Hak “Büyük bir şiddetle çarpacağımız gün biz kesinlikle intikamımızı alırız” âyetiyle neticeyi bildirir. O gün ise, Bedir günüdür. (bk. Duhan, 44/10-16)

Neredeyse bütün tefsîrlerde, Duhan suresinin bu ayetlerinin kıyametle alakalı yorumu da nazara verilir. Kanaatimizce, her iki tür rivayet ve yorum birbirini tekzîb etmemektedir. Bedir günü Mekke kâfirleri şiddetli bir darbe yemiştir. Kıyamette ise, o zamanki kâfirler şiddetli azabı tadacaklardır. Hatta dikkat edilse, ayetin manasının günümüz fert ve toplumlarında da tecelli ettiği görülecektir.

“Yoksa onlar 'Biz birbirimize kuvvet veren yenilmez bir topluluğuz.' mu diyorlar? Onların topluluğu yakında hezimete uğrayacak, arkalarını dönüp kaçacaklar. Fakat onlara asıl vaad olunan azap, kıyametin azabıdır. Kıyamet günü, daha dehşetli ve daha acıdır.” (Kamer, 54/45-46).

Bu âyetler de, pek çok müfessirin kaydettiği gibi, Bedir Savaşıyla alâkalıdır. Hatta Hz. Ömer şöyle demektedir:

“Bu ayetler indiğinde bunlardan muradın ne olduğunu bilmiyordum. Ta ki Bedir günü, Rasulullah’ın zırhını giyip bu ayetleri okuduğunu görünce muradın ne olduğunu anladım.(Taberî, XXVII, 108)

Merâğî’nin de belirttiği gibi, bu ayetler Hz. Peygamber (asm)'in peygamberlik delillerinden biridir. Çünkü, ayetler Mekkî ayetlerdendir. Bu ayetler indiğinde Hz. Peygamber (asm)'in bir ordusu yoktu. Ona tâbi olanlar azınlıkta olup, her tarafta müşriklerin ezasıyla karşı karşıyaydılar. (Merâğî, XXVII, 98)

Sözün burasında, bir nebze de “gaybî yardımlar” konusuna temasta fayda görüyoruz. Şöyle ki: Bedir savaşında sayıca düşmanın ancak üçte biri olan ve silahça zayıf bulunan müslümanlar meleklerin imdada gelmesi, Allah’ın müşriklerin kalplerine korku salması, Müslümanlara yağmur indirmesi, Hz. Peygamber (asm)'in attığı bir avuç toprağın, düşmanın hepsine isabet etmesi gibi birtakım ilâhî yardımlara mazhar olmuşlardır (Enfal, 8/9-17).

Şüphesiz bu tür gaybî yardım, sadece Bedir savaşına has bir durum değildir. Huneyn savaşında müslümanlar sayıca fazla olmalarıyla gururlandıklarında bozguna uğramışlar, sonra Allah’ın Hz. Peygambere ve mü’minlere sekînet verip, gözle görülmeyen melekler ordusuyla takviye etmesiyle galip gelmişlerdir (bk. Tevbe, 9/26).

Hendek savaşında, müşrikler her taraftan şehri kuşattıklarında müslümanlar ancak savunma savaşı yapabilmişler, çok zor anlar yaşamışlardır. Düşmanın dehşetinden gözlerin yıldığı, yüreklerin ağızlara geldiği bir hengâmede, ilâhî yardım eli imdâda yetişmiş, düşman üzerine gönderilen bir rüzgâr ve görülmeyen melekler ordusu ile müslümanlar o sıkıntıdan kurtulmuşlardır (Ahzab, 33/9-10).

Bütün bu yardımlarda dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da şudur: İlâhî gaybî yardım çoğu kere sebeplerin bittiği noktada gelmiştir. Bu manayı şu ayet, net bir şekilde ifâde etmektedir:

“Yoksa sizden evvelkilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle sıkıntılar ve musibetler erişti, öyle sarsıntılara uğradılar ki, onlara gönderilen peygamber ve yanındaki mü’minler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek hale geldiler. Haberiniz olsun; Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214).

Bu manayı en iyi bilen Hz. Peygamber, Allah’a tam bir tevekkülle beraber, sebeplere teşebbüsten geri kalmamıştır. Savaşta zırh giymiş, sipere girmiş, her türlü tedbîri almıştır. Hiçbir zaman “ben peygamberim, Allah beni gaybî yardımıyla başarılı kılacaktır” deyip köşesinde oturmamış; kendisine düşen sebeplere yapışmayı ihmal etmemiştir. Bunun mükâfatı olarak da hem kendisi, hem de onunla beraber bulunan ehl-i imân, pek çok def’a gaybî yardımlarla taltîf edilmişlerdir.

Şüphesiz, bu gaybî yardım sadece onlara has bir özellik değildir. Allah’ın rahmet eli ehl-i imanın yanındadır. Yeter ki o rahmete, o gaybî imdâda layık yaşanabilsin.

Mekke’nin Fethi ve Müşriklerin İslam’a Girişi

Hz. Peygamber, kendine verilen risalet vazifesini Mekke’de îfa ederken pek çok zorluklarla karşılaşır. O ve O’na tâbi olan mü’minler, Mekkeliler tarafından çeşitli işkenceye, ambargoya maruz bırakılırlar. Onüç yıl süren bu çetin mücadeleden sonra mü’minler, Mekke’yi terketmek zorunda kalırlar. Mallarını, topraklarını, yurtlarını bırakarak Medine’ye giderler. Fakat gönüllerinde Mekke’nin hasreti buram buram tütmekte, orada bulunanların da İslâm nimetine kavuşmalarını can u gönülden arzulamaktadırlar. Medine’de nâzil olan şu ayet, onlara bu noktada bir ümit ışığı yakar:

Olur ki Allah, düşman olduğunuz kimselerle sizin aranızda bir dostluk meydana getirir. Allah kadîrdir ve Allah Ğafuru’r- Rahîmdir (Çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir).(Mümtehine, 60/7)

Pek çok müfessir, Hz. Peygamber (asm) devrinde Mekke’nin fethedilmesiyle, ayetin bu manasının gerçekleştiğini söyler. Fahreddîn er-Râzî de aynı manaya, “Elbette Allah kalpleri çevirmeye, durumları değiştirmeye, dostluk sebeplerini kolaylaştırmaya kâdirdir” diyerek dikkat çeker. (Râzî, XXIX, 303)

Bu ayetten anlıyoruz ki, dünün düşmanı, bugün dost olabilir. Dünün kâfiri, bugün İslâm’a girebilir. Mekke’nin fethiyle bu mananın bir numunesi görüldüğü gibi, her devirde benzeri manzaraları görmek mümkündür.

Şimdi zikredeceğimiz ayet ise, İlâhî vahyin en birinci ve en mümtaz muhatabı olan Hz. Peygambere gaybdan bir müjde vermektedir:

“Kur’an’ı (tebliği) sana farz kılan Allah, muhakkak ki seni meadına döndürecektir.” (Kasas, 28/85).

Yani, ahirete irtihal etmeden evvel, seni bu çıktığın mahalle geri getirecek, Mekke’yi fethi müyesser kılacaktır.”

Bu ayet, müfessirlerin beyanına göre, Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye hicret ederken Cuhfe denilen yerde nazil olmuştur. Hz. Peygamber (asm)'in mahzun gönlünü teselli eden bu ayet, taşıdığı gaybî haberi ile bir mucizedir. Çünkü haber verdiği şey, aynen meydana gelmiştir.

Kur’an’ın kısa surelerinden olan Nasr suresi de Mekke’nin fethinden haber vermektedir:

“Allah’ın yardımı ve fetih gelip de, insanları fevc fevc Allah’ın dinine girerlerken gördüğünde, Rabbine hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir.” (Nasr, 110/1-3).

Görüldüğü gibi bu müjdeli sure, fethin gerçekleşeceğini, insanların gruplar halinde İslâm’a gireceklerini, hiçbir vehme yer kalmayacak bir şekilde belirtmektedir. Bu cihetle bu sure, gaybdan bir haberdir ve mu’cizedir.

Asrımızın mümtaz müfessirlerinden Hamdi Yazır, “Fetih” kelimesine çok şümullü bir zâviyeden baktığı pasajlarında şu ince mütalaları yapar:

Fetihden murad yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp, daha ziyade kalplerin iman ve İslâm’a açılmasıdır. Mekke fethi üzerine terettüp eden fütuhat, İslâm’ın birden yayılıvermesi ve yirmi sene-den beri Kureyş inkârcılarının engel olmasından dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalplerin, Mekke ve Taif fethinden sonra, akın akın İslâm’a açılıvermiş bulunmasıdır.

Bir başka anlatımla, fetihten murad, cumhûrun dediği gibi, Mekke’nin fethi olmakla beraber, o yalnız normal bir şehrin fethi değil, Ka’be’nin fethi olduğundan, aynı zamanda kalplerin Allah dinine; İslâm kapısının bütün insanlığa açılışıdır. Bu suretle “Fethu’l-fütuh” olmuş, diğer fetihlerin önünü açmıştır. Kısa bir zamanda bütün Arabistan’a ve oradan bütün cihana yayılan İslâm’ın maddî ve manevî fütuhatı, Ka’be kapısının açılmasıyla başlamıştır.

Ayette, geçmiş zaman kipiyle “İslâm’a girdiler” denilmek yerine, geniş zaman kipiyle “İslâm’a giriyorlar” denilmesi, hepsinin İslâm’a girmelerinin tamam olmayıp, girmeye başladıklarını ve peyder pey gireceklerini hissettirmektedir. (Yazır, IX, 6237- 6239)

O halde, fiilde bu kipin kullanılması, gayb sayılan gelecekteki devamlı bir oluşa bir işarettir. Nitekim fevc fevc İslâm’a giriş, açık bir şekilde günümüzde de görülmektedir. Avrupa, Amerika, Afrika’da pek çok insan, her gün kitleler halinde kendilerini İslâm’a teslim etmekte, kurtuluşun ancak onda olacağını görmektedirler.

Tarihe baktığımızda, bazı peygamberlerin, kavimleri tarafından şehit edildiğini, bir kısmının kitabının zamanla tahrifata uğradığını, hak yolda gidenlerin, çoğu kere batıl yolda gidenlere mağlup düştüğünü görürüz. Durum böyleyken, Hz. Peygamber (asm)'in Kur’an vasıtasıyle tekidli bir şekilde İslâmî fetihleri müjdelemesi, bu gaybî haberin, O’nun ufkundan başka bir ufuktan geldiğini göstermektedir. Yani, ilmi her şeyi kuşatan, hem geçmiş hem de geleceğe hükmeden Cenab-ı Hak, bunları elçisine bildirmiş, O da bize haber vermiştir.

Müslümanların Hâkimiyeti

Hz. Peygamber devrinde, İslâmın iki dönemi vardır: Mekke ve Medine... Onüç yıllık Mekke dönemi, müslümanların akıl almaz sıkıntılara, zorluklara maruz kaldıkları bir dönemdir. Öyle ki, bazı mü’minler, bu zorluklar karşısında Hz. Peygambere varıp, “Ya Rasulallah, Allah’a dua etsen de bize yardım etse, zafer verse.” derler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şu cevabı verir:

“Sizden önceki milletlerde öyle durumlar olmuştu ki, kimi çukura konulup başı testereyle kesiliyor, vücudu ikiye bölünüyor; kimi ise, demir taraklarla taranıp eti kemiğinden ayrılıyordu da bu onları dinlerinden döndürmüyordu. Allah’a yemin ederim ki, Allah bu işi tamamlayacaktır. Öyle ki, San’a’dan Hadramevt’e giden bir atlı, Allah’tan ve koyunları hakkında, kurttan başkasından korkmayacaktır. Fakat, siz acele ediyorsunuz.” (Buhârî, Menâkıb, 25)

Medine döneminde müslümanlar, bir derece sıkıntılardan kurtulurlar. Fakat sıkıntı tamamen bitmemiştir.

Hz. Peygamber ve ashabı Medine’ye gelip Ensar onları barındırdığında Araplar müslümanlara karşı yekvücud olur. Silahla yatmakta, silahla kalkmaktadırlar. “Acaba Allah dışında hiçbir şeyden korkmadan, emîn bir şekilde geceyi geçireceğimiz günler görecek miyiz?” demektedirler. Onların bu endişelerine mukabil, Cenab-ı Hak şu ayeti inzâl buyurur:

“Sizden îman edip salih amel işleyenlere Allah şöyle vaad buyurdu: Andolsun ki, onlardan önce gelenleri yeryüzüne halife kıldığı gibi, onları da arza halife kılacak. Onlar için seçtiği dini kuvvetlendirip, icra imkânı verecek. Onların korku hallerini emniyete çevirecek. Böylece onlar, bana ibadet edecekler. Hiçbir şeyi bana ortak koşmayacaklar. Kim bundan sonra küfre dönerse, işte onlar, fasıkların ta kendileridir.” (Nur, 24/55).

Bu müjdeli ayet, Hz. Peygamber (asm)'den sonra hilâfete seçilen; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali’nin hilafet dönemlerine; sahabilerin korku ve zillet halinden iktidar mevkiine gelmelerine baktığı gibi, Kurtubî’nin de dikkat çektiği gibi, bütün müslümanları şümulü içine almaktadır. Çünkü genel olarak söylenmiş bir hükmü tahsis etmek, ancak kendisine teslim olmayı gerektiren bir haberle olur. Tefsîr usulünde belirtildiği gibi, asıl olan, lafzın umumî oluşuna itibar edilmesidir. (Kurtubî, XXII, 297- 299)

Şüphesiz, ayette müjdelenen “yeryüzüne halife olmak, hükmetmek” meselesi, Seyyid Kutub’un da belirttiği gibi, mücerred bir kahr ve galebe olmayıp, bu hükümranlığın ıslah ve tamirde kullanılmasıdır. Allah’ın, insanlık için çizdiği yolda onların gidişini sağlamaktır. Bu şekilde, insanlık için, arzda mukadder olan kemâle ulaşmayı te’min etmektir. (Kutub, IV, 2529)

İnsanlık tarihine baktığımızda, tarihin hemen her devrinde zulme dayanarak ayakta duran pek çok kral, hükümdar görürüz. Firavun ve Nemrud gibiler, bu tip zalim idârecilerin prototipleridirler. Bu açıdan ayetteki müjde, böyle zâlimlerin zulmüne son verecek, adil bir şekilde insanları yönetecek kimseler içindir. Başta ilk dört halife olmak üzere, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar gibi İslâmî idarelerde, bu mananın mazharı olan pek çok sultan ve tebeası gelmiş; beşeriyete, tarihin altın sayfalarına geçecek adalet tabloları sunmuşlardır.

“Neden İslâm âleminin tamamı siyasî, ekonomik veya kültürel olarak Batı’nın mahkûmu durumunda? Neden İslâm âlemini meydana getiren ülkelerin idarecileri ekseriyetle zâlim insanlar? Neden bu günün müslümanları yer yüzünde söz sahibi değiller..?” şeklinde hatıra gelebilecek sorulara, bahsinde bulunduğumuz ayet, âdeta bir cevap niteliğindedir. Tek cümleyle ifade edersek: Günümüz müslümanı salih amel işlemiyor da ondan. Çünkü ayetteki vaad “iman eden ve salih amel işleyenler” içindir. Fasık bir toplumun, salihler için vaat edilen neticeye ulaşması mümkün değildir. Mesele, liyakat meselesidir. Yer yüzüne hükümrân olmak, Allah’ın hükümlerini icrâ etmek, zalimlere “dur” diyebilmenin yolu “salih amelden” geçmektedir.

Bu gerçekleri ifâdeden sonra, tekrar İslâm’ın galebesi meselesine dönebiliriz. Şu ayet, İslâm’ın bütün dinlere galip geleceğini haber veriyor:

“O Allah ki, Rasulünü bütün dinlere galip gelmesi için hidayet ve hak din ile gönderdi.” (Tevbe, 9/33; Saf, 61/9 ve Fetih, 48/28).

İstikbâl, bu gaybî haberi Hind okyanusundan, Atlas okyanusuna kadar İslâm kılıcının uzamasıyla tasdîk etmiştir. Bu gaybî haberin, Hz. Peygamber daha kendi küçük kabilesine tam galip gelememiş bir halde iken verilmesi ise, ayrı bir i’câz nüktesidir.

Hamdi Yazır, bu ayetin Kur’an’da üç ayrı surede tekrar edilmesine dikkat çekerken “Bu zuhur ve galebe muhtelif devirlere ait olmak üzere birçok kereler tahakkuk edecektir. Bunun için de bu dînin ikbâl ve idbâr zamanları olacak.” açıklamasını yapar. (Yazır, VII, 4938)

Tarihe baktığımızda, bunun örneklerini görebiliriz. Meselâ, Cengiz Han ve Hülagu’nun hücumlarıyla Abbasî devleti çökmüş, İslâm âleminin o günkü merkezi durumunda olan Bağdat harap edilmiş, asırların birikimi olan kıymetli kitaplar, Dicle nehrine dökülerek, büyük bir miras yok edilmiştir. Ardından tarih sahnesine çıkan Osmanlı’lar İslâm sancağını dünyanın dört bir yanında dalgalandırmışlar, dünyanın büyük bir kısmında, dîni, hayata hâkim kılmışlardır.

Altıyüz yıl devam eden bu hâkimiyetten sonra, Osmanlı’nın çöküşü ve İslâm âleminin Batı’ya mahkûmiyetini görüyoruz. Fakat şuna dikkat etmek gerekir ki, mahkûm olan İslâm değil, İslâm’ı bilmeyen ve yaşamayan müslümanlardır. Yoksa İslâm, daha zuhuruyla fikir planında bütün din ve inançlara galip gelmiştir. İnsanlık, gerçek manada İslâm’dan daha güzel bir sistem bulabilmiş değildir.

Meselâ insanlık, bugüne kadar, zengin ile fakiri barıştıran, aralarında derin uçurumlar açılmasını engelleyen “zekât müessesesinden” daha güzel müessese kurabilmiş değildir. Dolayısıyla, bu en güzel sistem olan İslâm’ın yaşanması, hayata uygulanmasıyla müslümanların tekrar galibiyeti mümkün olacaktır.

Kur’an’da haber verilen bu gaybî hakîkatin tahakkukuna medâr olmak üzere, yeryüzünde bugün İslâm ile diğer din ve inançlar arasında büyük bir mücadele gözlenmektedir. Bu, yanlışın elenip tutunamayarak, hak itikadın zihinlere ve gönüllere nüfuz etmesi sürecidir. Bu süreçde Kur’anî itikad, gaybî müjdenin bir te’yidi olmak üzere bütün beşeriyet ufkunda ziyasını neşretmektedir.

Meselâ, günümüzdeki bu dinler mücadelesiyle ilgili olarak Watt, şu değerlendirmeyi yapar:

“Birçok Hristiyanın meylettiği fikre göre, bütün dünyanın nihâî dini Hristiyanlık olacaktır. Fakat bu, kesin olmaktan çok uzaktır. Sadece bir noktaya dokunmak, konuya açıklık getirmek için yeterlidir: Başta gelen Hristiyan ülkelerden bazıları, bugün bir ırkçılık felaketine düşmüşler. İmdi, kendi mensupları arasında görülen ırkçılık felaketiyle başa çıkamayan bir dinin, diğer dünya problemlerinin çözümüne katkıda bulunması elbette mümkün değildir... İslâm’ın üstün olduğu konular arasında başta geleni, onun insan kardeşliğinin kurulmasındaki başarısı ve îman konusundaki derinliğidir... Geleceğin yegâne dîninin çerçevesini temin etme iddiasında İslâm, şüphe yok ki güçlü bir yarışçıdır.” (Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi, s.173)

Bu dinler yarışında, İlâhî menşeli olmayan dinler, zaten İslâm’a rakîp olamazlar. Zamanla tahrîfata uğramış İlâhî menşeli Yahudilik ve Hristiyanlık ise, belli bir dönem için gönderilmiş dinlerdir. Topyekûn bütün insanlığa hitab etmekten uzaktırlar.

Allah'ın Orduları

Cenab-ı Hak, pek çok ayetiyle müslümanları ümitlendirip şevklerini tazelerken, şu ayetiyle de bir tehlikeye dikkat çeker:

“Ey îman edenler! İçinizden kim dininden dönerse şunu bilsin: Allah öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar Allah’ı severler. Mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Dil uzatanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah’ın ihsanı boldur, her şeyi bilendir.” (Maide, 5/54).

Bu ayet, “ridde olayı” denen dinden dönme olaylarını vukuundan önce haber vermesi cihetiyle, gaybdan bir ihbardır, Kur’an’ın bir mu’cizesidir. Çünkü özellikle Hz. Peygamber (asm)'in vefatından sonra, iman, kalbinde kökleşmemiş bazı kabileler dinden dönmüşlerdir.

Hz. Peygamber devrinde, kâhin Esvedü’l- Anesî’nin kavmi olan Beni Müdlic; Müseylimetu’l- Kezzab’ın kavmi olan Beni Hanife irtidad etmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde ise, Gatafan, Beni Süleym, Beni Temîm’in bir kısmı dinden dönmüştür. Hz. Ömer zamanında ise Ğassan kabilesinde irtidad olayına rastlanmıştır.

Cüz’i denilebilecek irtidad olayları daha sonraki devirlerde de olmuştur ve günümüzde de olmaktadır. Bu tarz dinden dönmelerde temel unsur, ya dîni bilmemek veya dîni yaşamaya yanaşmamaktır. Yoksa gerçek manada İslâm’ı bilen bir kimsenin, dinden dönüp başka bir dini tercîh etmesi görülmemiştir.

Bahsinde bulunduğumuz ayette, “Allah bir kavim getirir” ifadesi de gaybî bir haberi taşımaktadır. Yani, dinden dönenlerin yerine, mümtaz sıfatlarla donanmış ve Allah’ın dinine hizmet edecek bir kavim daima bulunmuştur.

“Önce Araplar kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar; sonra Emevîlerin son zamanlarında olduğu gibi, bu hizmet Arap’dan Acem’e doğru geçmiş; İran milleti manen ve maddeten İslâm’a pek büyük hizmetler eylemiş. Sonra bunlar da aynı hale gelmiş. Bu defa da Allah, Türkleri göndermiş. Arapların, İranlıların kadrini bilmeyip zayi ettikleri İslâm Devletini ele alarak, İstanbul’a ve oradan, dünya kıtalarının her tarafına yaymışlar... Demek ki, onlar da bu nimetin kadrini bilmez, küfür ve küfrana doğru giderlerse, yerlerini Allah’ın göndereceği diğer bir kavme bırakmaya mecbur olacaklardır. Ve kim bilir Vasi’ ve Alîm olan Allah, kıyamete kadar daha ne kavimler gönderecektir.” (Yazır, III, 1719- 1720)

Demek, ara sıra dinden dönenler olsa bile, din bundan bir zarar görmeyecek, Allah yeni kişilerle, milletlerle bu dini kıyamete kadar devam ettirecektir.

Ehl-İ Kitap ve Müşriklerin Eziyeti

Kur’an-ı Kerîm, bazı cüz’î olayları zikrederken, o cüz’î olaydan küllî kanunlara geçiş yapar. Meselâ, Uhud’da mağlup olmuş mü’minlere şu hakikatı bildirir:

“Muhakkak ki siz mallarınız ve canlarınızla imtihan edilecek, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden (Yahudi ve Hristiyanlardan) ve müşriklerden birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve korunursanız, işte bu büyük işlerdendir.” (Âl-i İmran, 3/186).

Uhud’da canına, malına büyük zarar gelen müslümanlara yapılan bu hatırlatma, bundan sonraki musibetlere hazırlıklı olunmasını ifâde etmektedir. Çünkü insan belâ ve musibete psikolojik olarak hazırlıksız olursa, büyük bir yıkıma ve çöküntüye uğrar. Fakat onlara hazır olursa, korunma yollarını araştırır, mukavemet gösterir, sabreder

Belâ ve eziyetlere maruz kalmak, bir inanç ve davanın karakteristik vasıflarındandır. Hele bu, hak bir inanç ve dava ise. Çünkü yarasanın ışıktan rahatsız olması veya yılanın zehirlemekten zevk alması gibi yarasa tabiatlı, yılan fıtratlı insanlar, tarihin her devrinde olagelmişlerdir. Bunlar İslâm nurundan rahatsız olmuşlar, ehl-i İslâm’ı zehirlemeye gayret etmişlerdir.

İşte, Asr-ı Saadette Hz. Peygamber (asm)'in hanımı Hz. Âişe’ye yapılan iftira... İşte Yahudilerin ahitlerini bozmaları ve Hz. Peygambere suikastleri... İşte, Yahudilerin müşriklerle birleşip müslümanları yok etmek için Medine’ye saldırıları... Ve işte asırlarca devam eden Haçlı Seferleri…

Bu muhteva içinde ayetin manasına dikkat ettiğimizde, ne derece köklü bir esası ortaya koyduğunu görmekte zorluk çekmeyiz. On dört asırlık İslam tarihi, ehl-i kitap Yahudi ve Hristiyanlarla hiçbir dini tanımayan müşriklerin ehl-i İslâm’a yaptıkları saldırıların örnekleriyle doludur. Bu örnekler, “onlardan incitici şeyler duyacağımızı” bildiren ayetin doğruluğunu isbat etmektedir. Bu yönüyle bu ayet, geleceğe yönelik bir haber taşımaktadır.

Yahudilerle İlgili Gelecekten Haberler

Kur’an-ı Kerîm’de Yahudilerle ilgili pek çok ayet vardır. Bu ayetlerin bir kısmı, onlar içinde meydana gelen ibretli olaylara dikkat çeker. Bir kısmı, bu milletin karakteristik özelliklerini yansıtır. Bir kısmı da, onların akibetlerini nazara verir. Bu milletle ilgili özelliklerden bir kısmı, her ne kadar geçmişteki atalarının özellikleri ise de, kalıtım yoluyla evladlarına da geçmiş gibidir. Meselâ, Kur’an’da şöyle bildirilir:

“Onlardan çoğunu günahta, haddi aşmakta ve haram yemekte yarışır görürsün. Yaptıkları şeyler ne kadar kötü! Alim ve ruhbanlarının, onları günah söylemelerinden ve haram yemelerinden vazgeçirmeleri gerekmez miydi? İşledikleri sanat ne kadar da kötü.” (Maide, 5/62-63).

Ayetin üslubu onların âlim ve ruhbanlarının bu tarz hareketi san’at haline getirdiklerini göstermektedir. Eskide ve yenide günahta yarışan, zulümde koşuşan, faiz gibi haram kazancı kendine bir esas yapan bu millet, hep fitne ve kargaşa peşindedir.

“Yeryüzünde hep fesada çalışırlar.” (Maide, 5/64) âyetinin belirttiği gibi, işleri güçleri hep fesaddır. Islaha hiç yanaşmazlar.

Bütün milletler içinde meydana gelen kargaşaların altında çoğu kere Yahudi parmağı vardır. Onlar, kendi çıkarları için dünyayı ateşe veren bir millettir. Bütün milletlere düşmandırlar. Özellikle müslümanlardan hiç hoşlanmazlar. Bundan dolayı:

“İçlerinden pek azı müstesna, sen onlardan hep hıyanet görürsün.” (Maide, 5/13). Hıyanet ve zulüm onların ve seleflerinin âdeti olmuştur. Onların bu vaziyeti, tarih boyunca hiç değişmemiştir.

İçlerinden pek azı dışında, geriye kalanların bu hıyanet içinde olmaları doğrusu anlaşılır bir şey değildir. Çünkü Yahudiler, dünya milletleri içinde en sıcak muameleyi müslümanlardan görmüşlerdir. İslâm milletleri onları barındırmış, işkenceden kurtarmış, yaşam düzeylerini yükseltmiştir. Fakat onlar hep, akreb gibi sokmaya, yılan gibi zehirlemeye çalışmışlar, tilki gibi hile ve tuzak kurmaya gayret etmişlerdir.

Bahsinde bulunduğumuz ayette “Haine” kelimesinin mevsufunun terk edilmesi, manaya “hain hareket, hain niyet, hain söz, hain bakış...” şeklinde bir zenginlik kazandırmaktadır.

Başta, bu millete peygamber olarak gönderilen Hz. Musa, bu kavimden çok çektiği gibi, Hz. Peygamber de bu milletin çeşitli hainlikleriyle karşılaşmıştır. Bunlar, Hz. Peygamberle yaptıkları ahidleri hep bozmuşlar, Hendek Harbinde olduğu gibi, verdikleri söze aykırı olarak müşrikler safında yer almışlar, daima peygamberin aleyhinde konuşmuşlar, hatta O’nu öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.

Fakat onların bu hıyaneti cezasız kalmamıştır. Nitekim şu ayet, onlardan bir grubun asr-ı saadetteki akıbetiyle ilgilidir:

“(Ey Peygamber) inkârcılara de ki: Siz mağlup olacak ve cehenneme sürüleceksiniz. Ne kötü bir yataktır o!” (Al-i İmran, 3/12).

Pek çok tefsire göre buradaki inkârcılardan murat Yahudilerdir. Hz. Peygamber, Bedir zaferinden sonra Yahudileri Beni Kaynuka pazarında toplar. Taşkın hareketleri durumunda Bedir’deki akıbetin onların da başına geleceğini hatırlatır. Onlar, “Savaş bilmeyen bir topluluğu yendiğine aldanma. Eğer bizimle savaşırsan nasıl insanlar olduğumuzu görürsün” derler. Neticede savaş olur, belâlarını bulurlar.

Her türlü fitne ve fesadın içinde bulunan bu millet kendilerini Allah’ın oğulları ve dostları olarak görürler (Maide, 5/18). Cennete de ancak kendilerinin gireceğine inanırlar (Bakara, 2/111). Kur’an, onların bu iddialarını şöyle reddeder:

“De ki: Ahiret yurdu insanlar içinde sadece size has kılınmışsa, bu iddianızda sâdık iseniz, haydi ölümü temennî edin. Lakin onlar, elleriyle yaptıkları günahlardan dolayı asla ölümü istemeyeceklerdir. Allah zalimleri bilendir.”(Bakara, 2/94-95).

Kendisinin ehl-i cennet olduğunu kesin olarak bilen kişi, elbette oraya iştiyak duyar, şu dünyanın sıkıntılarından kurtulmayı arzu eder. Bunu yapmadıklarına göre, demek ki samîmi değiller. O zaman da, mücerret iddiadan ileri geçemezler.

Yahudilerin, asırlara sinmiş bu ölüm korkusunu dile getiren “Onlar, elleriyle yaptıkları günahlardan dolayı, asla ölümü istemeyeceklerdir” hükmüyle ilgili olarak Beydâvî şu yorumu yapar:

“Bu cümle gaypdan bir ihbârdır. Cenab-ı Hakk’ın haber verdiği gibi meydana gelmiştir.” (Beydavî, I, 98-99) Çünkü temennî, kalpden bir şeyi geçirmek değil, “ah keşke şöyle olsa” tarzında söylemektir. Hâlbuki Yahudi milletinin “ah, ölüm gelse de şu dünyanın sıkıntılarından kurtulsak, bize hazırlanan cennete gitsek” dedikleri hiç duyulmamıştır.

Bırakın bu milletin ölümü istemesini, “Muhakkak ki sen onları hayata en hırslı kimseler olarak bulursun” ayetinin ifadesiyle bu millet yaşamaya karşı en hırslı kimselerdir. (Bakara, 96) Bütün milletler içinde “hayat sevgisi ve ölüm korkusuyla” şöhret bulmuşlardır.

Yahudi milletinin hayat hırsını bildiren bu ayette “hayat” kelimesinin nekra olarak gelmesi, onların nasıl olursa olsun, en bayağı bir şekilde de olsa, bu dünya hayatına razı olduklarına işaret eder. Yüce değerler üzerine kurulmuş bir hayat istemek, yüce ruhlu insanların şanıdır. Edna bir hayata razı olmak ise, alçak karakterli insanların işidir.

Yeri geldiğinde hayatını vermeye hazır olmayanlar, izzetli bir hayat yaşayamazlar. Daima zillet ve meskenete mahkûm olurlar. İşte Yahudi milleti, bu mananın canlı bir şahididir. “Biz onları yeryüzünde bir çok ümmetlere böldük” ayetinin bildirdiği gibi, bunların iki yakası bir araya gelmemiştir. (A’raf, 168) Dünyanın hemen her milleti ve devletinde azınlık olarak bulunan Yahudiler, ayetin bu gaybî manasını tasdik etmektedir.

Şu ayet ise, onların akıbetlerinden haber vermektedir:

“Rabbin yeminle bildirdi ki: Muhakkak kıyamet gününe kadar, onlar üzerine en kötü azabı yapacak kimseleri gönderecektir.” (A’raf, 3/167).

Asırlardır devleti olmayan ve adeta “dünya vatandaşı” görünümünde olan bu millet, 1948’de küçük bir devlete sahib olmuştur. Kurulduğu günden beri, bu devletin yaptığı zulümler ortadadır. Yahudilere hitab eden “Eğer (zulme) dönerseniz biz de (sizi cezalandırmaya) döneriz” hükmü elbette yine câridir. (İsra, 17/8) Bu “amel-ceza” kanunu gereğince, yaptıkları zulüm ve ifsadın cezasını çekeceklerdir. Gözleyen için yarın yakındır. (Sâbunî, I, 479)

Öte yandan, dünya sahnesinde nihâî planda, Müslümanların Yahudilerle karşılaşması kaçınılmazdır. Nitekim gaybdan haber veren bir üslub içinde Hz. Peygamber, bunu şöyle haber vermektedir:

“Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Müslümanlar onları öldürecek. Hatta Yahudî, bir ağaç veya taş arkasına gizlense, ağaç ve taş ‘Ey Müslüman, arkamda Yahudi var. Gel, onu öldür.’ diyecek. Ancak ‘Ğarkat ağacı.’ müstesna. Çünkü o, Yahudî ağacıdır.” (Müslim, Fiten, 82)

Hadiste zikredilen ağaç ve taşın konuşması, öyle anlaşılıyor ki temsil kabilindendir. Demek kaçacak delik arayacaklar. “Ğarkat ağacı” da temsîlî bir manayı ifâde ediyor olmalıdır. Hakîkatinin ne olduğunu Allah’ın ilmine havale ile beraber, günümüze bakan yönüyle, bu ağacın İsrail’i himaye eden güçleri sembolize etmesi muhtemeldir.

Zaman, en büyük bir müfessirdir. Ayetlerde zikrettiğimiz ve hadiste bildirilen hususların nasıl tecelli edeceği, zaman içinde ortaya çıkacaktır.

“Yahudilerle ilgili gelecekten haberler” başlığı altında incelediğimiz ayetler, ekseriyetle o milletin karakteristik vasıflarını bildirmektedir. Her milletin, diğer milletlerden farklı seçkin bazı özellikleri olabilir. Bahsinde bulunduğumuz millet, “hayat sevgisi, ölüm korkusu, daima fesad peşinde koşmak, hep haram kazanca çalışmak, hıyanet, zillet ve meskenet içinde yaşamak” gibi kötü özelliklerle, diğer milletlerden seçilip ayrılmıştır. Bu kötü özellikler, şüphesiz her millette bulunabilir. Hangi millette bulunursa, Yahudi milletinin akıbetine uğraması kaçınılmazdır. Bu zâviyeden baktığımızda, onların bu kıssaları tarih aynasından bütün asırlara yansıtılmış birer ibret levhasıdır.

Kıyamet ve Âhiret

Kıyamet ve ahiret, Kur’an’ın geleceğe yönelik gaybî haberlerinden mühim bir kısmını teşkîl eder. Bir kısım ayetleriyle ilk yaratılışı bize anlatan Kur’an, bazı ayetleriyle de dünyanın ölümünü ifade eden kıyameti ve dünyanın mukabili olan ahireti anlatır.

Küçük bir âlem hükmünde olan insan, ölüme mahkûm olduğu gibi, büyük bir insan hükmünde olan âlem de ölüme mahkûmdur. Evveli olan bir şeyin, elbette bir sonu da olacaktır. Bu âlem ezelî olmadığı gibi, ebedî de değildir. “Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Ankebut, 57) ayetinin sırrıyla, bir gün gelecek kâinat da ölümü tadacaktır.

Kur’an’ın kıyamet ve ahiretten haber vermesi büyük bir önem taşır. Çünkü kıyamet ve ahiret aklın tek başına işin içinden çıkabileceği meselelerden değildir. Görünüşe göre, insanlar yaşar ve ölürler, neticede toprağa karışırlar. Dünya ise, ilmimizin ulaşmadığı zamanlardan beri vardır ve var olmaya devam edecek görünmektedir.

İşte, her an ecelin pençesine yakalanma sıkıntısı yaşayan ve ruhen ebedî bir hayatı isteyen insan için, Kur’ an’ın ölümden sonraki hayatı müjdeleyen ayetleri en büyük bir haberdir.

Hz. Peygamber, Kur’an vasıtasıyla dünyanın ölümünü haber verince müşrikler bunu alay konusu yapıp: “Sözünüzde sadık iseniz bu vaad ne zaman gerçekleşecek” derler. İlâhî cânipten şu talimat verilir:

“De ki: (Onun) bilgisi ancak Allah katındadır. Ben ancak, açık bir şekilde uyarmaktayım.” (Mülk, 67/25-26).

İnsan aceleci bir tabiata sahiptir. Kıyamet gibi büyük bir ölümü de, hemen görmek ister. Fakat Kur’an şu hatırlatmayı yapar:

“Her haber için belli bir vakit vardır. O zaman bileceksiniz.” (En’am, 6/68).

Kur’an’ın gaybî haberleri, zamanı geldiğinde birer birer çıktığı gibi, bu en büyük haberi de zamanı geldiğinde çıkacaktır. Daha önceki bölümlerde gördüğümüz Mekke’nin fethi, müşriklerin mağlubiyeti, İslâm’ın bütün dinlere galebesi gibi, geleceğe yönelik haberler gerçekleştiği gibi, Kur’ an’ın ahiret vaadi de gerçekleşecektir.

Kıyamet kopup ahiret hayatı geldiğinde, artık bunları inkâr eden tek kişi bile kalmayacak. Fakat, gözleriyle gördüklerinde inanmaları, onlara bir fayda temin etmeyecek. Çünkü onlardan istenen “gayba iman” idi. Yani şu dünyada yaşarlarken, daha gözlerinden perde kaldırılmadan bu esaslara inanmalarıydı. Yoksa kıyamet kopup, ardından hesap için Allah’ın huzurunda kendilerine “Gerçekten sen bundan gafil idin. Artık gözünden perdeyi kaldırdık. Bugün bakışın pek keskindir.” denildiğinde iş işten geçmiş olacak.(Kaf, 50/22)

Bu ilâhî vaadin ne zaman gerçekleşeceği hemen her insanın merak ettiği bir husustur. Zaman zaman basında bununla ilgili bazı tarihler verildiği olur. Ya bir sihirbazdan veya bir medyumdan bilgi alınır. Fakat şunu söyleyelim ki, bu tür haberler ciddiyetten uzak ve gerçeği yansıtmayan haberlerdir. Allah’ın Peygamberine bile bildirmediği kıyametin kopma vaktini, böyle kişilere bildirmesi mümkün değildir. “Kıyametin ilmi Allah katındadır.” ayeti bu gerçeğin bir ifadesidir. (Lokman, 31/34) Şu ayet ise, daha detaylı bir şekilde meseleyi dile getirmektedir:

“Sana, kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: Ona dair bilgi ancak Rabbimin katındadır. Ondan başkası onun vaktini açıklayamaz. O, gökler ve yer için çok büyük bir olaydır. Size de ansızın gelecektir. Sanki onun vaktini biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Ona dair bilgi, ancak Allah katındadır. Lakin insanların çoğu bunu bilmez.” (A’raf, 3/187).

Bu ayette ve daha pek çok ayette kıyametten “saat” olarak bahsedilmektedir. “Saat” kelimesinin çağrıştırdığı manayla şunu söyleyebiliriz: Kurulmuş bir saat misali, kıyametin “saati” geldiğinde âlem vefat edecektir.

Günümüz ilim çevrelerinde “Kıyamet kopar mı, kopmaz mı?” tartışmaları yerine “Acaba, kıyamet ne zaman ve nasıl kopacak?” meseleleri konuşuluyor. Çünkü en azından bir gün gelip güneşin enerjisinin biteceği ve böylece yeryüzünde hayatın sona ereceği, bütün çevrelerce kabul edilmektedir.

Üstteki ayet, kıyametin ansızın geleceğini bildiriyor. Sapasağlam görülen birinin, aniden kalp sektesinden hayatını kaybetmesi gibi, şu yaşlı dünyamızın da ani bir sekte ile ömrünü tamamlaması, hiç de akıldan uzak değildir.

Bir kuyruklu yıldızın dünyamıza çarpması veya yörüngesinden çıkan bir yıldızın başkalarıyla çarpışıp kâinattaki dengeyi bozması, bu sekteye bir sebep olabilir.

Hz. Peygamber, kıyametin ne zaman kopacağını bildirmemekle beraber, birtakım alâmetlerinden haber vermiştir. Hadis kitaplarında “Kitabu’l-Fiten ve Alâmâtu’s-Sâa, Kitabu’l-Melâhim” bölümlerinde anlatılan bu hadislerden anlaşıldığına göre, yaşlı bir dünyada yaşamaktayız. Zaten, Hz. Peygamber (asm)'in gönderilmesi, o alâmetlerin bir tanesidir. Çünkü ahir zaman peygamberidir. Nitekim Rasulullah (asm), işaret ve orta parmağını açıp “Ben ve kıyamet bu ikisi gibiyiz.” diyerek bu gerçeği dile getirmiştir. (Tirmizi, Fiten, 139) Ayrıca, Kur’an’ın açık bir ifadeyle, “kıyamet yaklaştı” demesi, bunun en büyük bir delilidir. (Kamer, 54/1)

Kur’an’ın bu haberinin üzerinden ondört asırlık bir zaman geçmesi, kıyametin yakınlığına zarar vermez. Çünkü dünyanın milyarlarca senelik ömrü içinde ondört asır, az bir zaman dilimi sayılır.

Kur’an’ın, özellikle son cüzünde yer alan surelerde, kıyametten tablolar çizilir. Buna göre, kıyamet koptuğunda: Güneş dürülüp toplanacak, yıldızlar dökülecek, dağlar yerinden ayrılacak, vahşi hayvanlar bir araya toplanacak, denizler alev alev yanacak. (Tekvîr, 81/1-6).

Gök yarılacak, yıldızlar saçılacak, denizler kaynayıp birbirine karışacak, kabirlerin altı üstüne getirilecek (İnfitar, 82/1-4).

Yer yüzü, çok şiddetli bir sarsıntıyla sarsılacak, Bütün ağırlıklarını dışarıya atacak, insanlar şaşkın bir şekilde “Ne oluyor bu arza?” diyecekler (Zilzal, 99/1-3).

O gün, süt emziren analar emzirmeyi unutacak. Herbir hamile çocuğunu düşürecek. O günün şiddetinden, insanlar sarhoş hale gelecekler (Hacc, 22/2).

Böylece, kıyamet kopacak. Yeni bir âlem gelecek. Allah’ın mülkünde bir sayfa kapanırken, yeni bir sayfa açılacak. Kapatılan sayfada “fanîlik” mührü varken, yeni açılan sayfaya “ebedîlik damgası” vurulacak.

Kıyamet koptuğunda: “O gün arz, başka arza, semavat başka semâvata çevrilir.” âyetinin hakikatı tecelli edecek. (İbrahim, 14/48)

Bu dönüşüme iki yönden bakılabilir:

1. Elementlerin bâki kalıp, sıfatlarının başka sıfatlara çevrilmesi.
2. İlk maddenin yok olup, başka maddenin yaratılması. Birinci bakışla ilgili olarak İbn-i Abbas şöyle der:

“Arz, bu arzdır. Ancak sıfatları değişmiştir. Yeryüzünden dağlar uçar, denizler kaynar ve yeryüzü düzlenir. Öyle ki, ne bir iniş, ne de bir yokuş görülmez hale gelir. Semada ise, yıldızlar saçılır, gökler yarılır, Güneş dürülür, Ay hasfedilir; sema, bab bab açılır.” (Râzî, XIX, 146-147)

Elementlerin kıyametle yok olmayıp, sadece sıfatlarının değişmesi veya tamamen yok olup yeni âlemin yeni yaratılan şeylerden teşkil edilmesi görüşlerini zikreden Beydâvî, “Ayet her ikisine de hamledilebilir” şeklinde değerlendirme yapar. (Beydâvî, I, 641)

Kanaatimizce, birinci görüş daha isabetlidir. Gerçi, Allah’ın bir âlem yok edip yeni bir âlem yaratması, kudretine hiç de zor değildir. “KÜN” emrine mâlik ve her şey irade ve kudretine itaat halinde olan Allah için “zor” diye bir şey yoktur. Yarattıkları ve bu yarattığı şeylerdeki akılları hayrette bırakan tasarrufları, bunun en güzel şahidleridir. Lakin Allah’ın kudretinin yanında, hikmeti de vardır. Hiçbir şeyi abes yapmaz. Ölmüş canlıların maddeleri, yeni canlılarda kullanıldığı gibi, ölmüş olan âlemin maddesinin de beka âleminde kullanılması, ilahî hikmete daha uygundur.

Ahiretten Tablolar

Kıyamet koptuktan sonra “Ahiret Âlemi” başlayacak. Kur’an’ın yüzlerce ayeti, âhiret âlemini bize tasvîr eder. Bu ayetlerde, öldükten sonra dirilmenin yanında, ahiretten tablolar sunulur. İstikametli bir akıl ve nurlanmış bir kalple, Kur’an’ın âhiret tasvîrlerine bakıldığında, insan kendini oralarda geziyor hisseder. Kur’an’ın büyüleyici beyanı, insanın hayalinin elinden tutar, bekâ menzillerinde seyahat ettirir. Cismi cehennemin alevleri içinde, ruhu da pişmanlık ateşiyle yanıp kavrulan cehennem ehlinin, ibretli halini gösterir. Bedenen ve ruhen cennet nimetlerinden yararlanan, misli görülmedik güzellikler içinde tenezzüh eden cennet ehline gıbta ile baktırır.

Nümune olmak üzere, Kur’an’da tasvir edilen bu tablolardan ikisini takdîm ediyoruz:

1. Tablo:

(Hesap görülüp) iş bitirilince şeytan dedi: Şüphesiz Allah size gerçek vaadde bulundu. Ben de size vaadde bulundum. Fakat vaadimi yapmadım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sizi sadece da’vet ettim, siz de icâbet ettiniz. O halde beni kınamayın, kendi nefsinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni.” (İbrahim, 14/22).

Ayetin tasvîrinden hayale öyle geliyor ki: Cehennemdekiler şeytanın yakasına yapışıp “Senin yüzünden buraya girdik. Sen olmasan burada olmazdık” diyorlar. O da, ayette anlatıldığı şekliyle cevap veriyor.

2.Tablo: Bu da cennetten bir manzara...

(Ehl-i cennet kendi aralarında sohbet ederken) İçlerinden biri dedi: (Dünyada) bir arkadaşım vardı. 'Sen cidden inananlardan mısın? Biz ölüp (bir avuç) toprak ve (bir yığın) kemik olduğumuzda mı diriltilip cezalandırılacağız.' derdi. Siz şimdi onun halini biliyor musunuz? (Bizzat kendisi onun haline) muttali oldu ve onu cehennemin ortasında gördü. Dedi: Vallahi, az kalsın beni helâk edecektin. Rabbimin ni’meti olmasaydı ben de tutuklananlardan olacaktım. İşte bak, biz dünyadaki ilk ölümümüzden başka ölecek değiliz. Azap görecek de değiliz. Böyle bir saadet için, çalışsın çalışanlar.” (Saffat, 37/51-61).

Günümüzde akılları hayrette bırakan iletişim imkânlarından hareketle, ayetin manasını sezinlemede, önceki asırlara göre daha şanslıyız. Nasıl ki, teknolojik imkânlarla dünyanın birbirinden uzak iki bölgesinde bulunan iki şahıs birbirlerini görüp, seslerini duyurabiliyorlar. Aynen bunun gibi, cennet ve cehennem birbirinden çok uzak iki menzil olmakla beraber, -ayetin üslubundan hissedildiği gibi- sakinleri birbirlerini görüp, konuşabilecekler. Bu durum ehl-i cennetin mutluluğunu artırırken, ehl-i cehennemin azabını daha da şiddetlendirecek.

Ebediyet diyarından sunduğumuz bu iki tabloda, Kur’an’ın ifade tarzı son derece dikkat çekicidir. “Ehl-i Cennetten biri dedi”, “şeytan dedi” şeklinde geçmiş zaman sığasıyla zikredilmesi şunu gösteriyor: Geçmiş ve gelecek bize göredir. Allah için zaman kaydı yoktur. O’nun ilmi, hem hazır zamanı, hem geçmişi, hem de geleceği kuşatmıştır. Bundan dolayı, ilâhî mesajında isterse, bize göre binlerce sene sonra yaşanacak bir manzarayı, geçmiş zaman kipiyle ifâde eder.

Kevnî Sırlar

Kur’an’ın gelecekle ilgili haberlerinden bir bölümü de, içinde yaşadığımız varlık aleminin sırlarıyla ilgilidir. Bu âlem, şifrelerle, sırlarla dolu bir kitap halinde, gözümüz önünde durmaktadır. Kur’an-ı Kerîm, pek çok ayetinde bu sırlara, şifrelere dikkat çeker. Kainat kitabının manalarını bize bildirir. Kelam sıfatının tecellisi olan Kur’an ayetleriyle, kudret sıfatının tecellisi olan tekvînî ayetlerini ders verir. Elimizden tutar, sema ve arz sahifelerinde bizi gezdirir, nakıştan manaya geçirir, eserden müessire intikal ettirir. İrili ufaklı şu varlıkların ne vazife gördüklerini anlatır.

Kur’an’ın şu ayeti, zamanın akışı içinde pek çok kevnî sırların ortaya çıkacağını ilan eder:

“Onlara ayetlerimizi hem âfâkta, hem de kendi nefislerinde göstereceğiz. Ta ki onun (Kur’an’ın) hak olduğu kendilerine iyice belli olsun. Rabbinin şahit olması yetmez mi?” (Fussılet, 41/53).

Ayette geçen odak kelimelerden âfâk, insanın dışındaki ferşten arşa kadar olan büyük âlem anlamındadır. Enfüs ise, insandaki küçük âlemdir. Bunlara “makro ve mikro âlem” de diyebiliriz.

Göklerde ve yerde bulunan ve bunlara terettüb eden gece- gündüz, aydınlık ve karanlık, bitkiler, ağaçlar, nehirler birer afakî ayettir. Ana rahminin karanlığındaki ceninde bulunan ince san’at, hayret verici bir şekilde azaların teşekkülü gibi durumlar ise, enfüsî ayetlerdendir.

Ayet-i kerime, bu makro ve mikro âlemin sırlarının insanlara gösterileceğini bildiriyor. Realite de, bunu te’yid etmektedir. Zira, Biyoloji, Jeoloji, astronomi gibi ilimler afakî âlemi tararken, tıb ilmi de insan vücudundaki sırları görmeye ve göstermeye çalışmaktadır. Bu yönden baktığımızda, bahsinde bulunduğumuz ayetin kıyamet kopuncaya kadar insanların ulaşabileceği ilmî keşiflere, fennî buluşlara işaret ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yapılan bu ilmî keşifler, ulaşılan fennî buluşlar, Kur’an’ın hak olduğuna delil olacaklardır. Çünkü Kur’an, ilâhî ayetler olan afak ve enfüsün sırlarının insanlara gösterileceğini açık bir şekilde haber vermektedir.

Şu ayetler de üstteki ayetin meâlini teyîd eder:

“Yakîn sahipleri için yeryüzünde ayetler vardır. Kendi nefislerinizde de. Yoksa görmüyor musunuz?” (Zariyat, 51/20-21).

“Allah ayetlerini size gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız.” (Neml, 27/93).

Fahreddin er-Râzî’nin de dikkat çektiği gibi, Allah’ın ayetlerini göstermesi, yeni yeni şeyler yaratmakla değil; yarattığı şeylerdeki harikaları insanlara izhar etmesiyle olacaktır. (Râzî, XXVII, 139)

Şüphesiz insanlık, yaratıldığı günden beri âlem kitabının çok az bir bölümünü okuyabilmiştir. Bu kitabın bir sayfası durumunda olan yeryüzü ve bir kelimesi durumunda olan insan, halâ bilinmezlerle, meçhullerle doludur. Yapılan her fennî keşif, kapalı durumda olan başka kapılara açılmaktır.

İnsanoğlu, tarih boyunca tabiattaki bu sırları ve ilâhî kanunları bulmaya çalışmıştır. Fakat, kendisi o sırları koymuş, o kanunları yerleştirmiş değildir. Meselâ, Arşimet suda hafiflediğini hissedip, suyun kaldırma kuvvetinin farkına varıncaya kadar bu kanun yine vardı. Sular her zaman bu kanunla kaldırıyordu. Aynı şekilde, Newton’un başına elma düşüp de, yerçekimi kanununun farkına varmasına kadar yer yine çekiyordu. Keza, Edison elektriği buluncaya kadar, elektrik enerjisi tabiatta yine vardı. Elektrik üreten bazı balıklardan tut, ta şimşeğe varıncaya kadar âlem elektrikle dolu idi.

Demek ki bu zatlar, bu kanunların koyucusu değil, bulucusudurlar, mucidi değil vâcididirler. Kimbilir, tabiatta Allah’ın koyduğu daha nice kanunlar, nice sırlar vardır. Bu sırların bulunması, o kanunların bilinmesiyle insanoğlu, Rabbinin ilim ve hikmetini, azamet ve kudretini daha yakından tanıyacak, daha derinden “Elhamdülillah” diyecektir.

Fennî sırların bulucusu olmak için, kâinat kitabının iyi bir okuyucusu olmak lâzımdır. Bu noktada müslüman- kâfir ayırımı yoktur. Kâinattaki gaybî manalara nüfuz etmenin yolu, Kur’ân’ın anlamını bilmekten geçtiği gibi, tabiattaki kanunları keşfetmenin yolu da, fenlerin dilini öğrenmekten geçer.

Kur’an-ı Kerîm bir fen kitabı değildir. Fakat zamanla farkına varılan birtakım fennî buluşlara işaret etmektedir. Çünkü “Kur’an-ı Kerîm vahye ve ilahî kaynağa dayandığından, metafizik sahaya ait net ve kesin hükümler getirmekle birlikte, aynı zamanda kevnî hadiselere ve tabiattaki varlıklara dair bilgiler vermek suretiyle de pozitif ilimlere ışık tutan bir yapıya sahip bulunmaktadır.” (Kırca, s. 224)

İleriki sayfalarda örneklerini göreceğimiz üzere, Kur’an-ı Kerîm, beşeriyete yol gösterici ayetleriyle beşerî gelişmenin çok ileri derecesini gösteren fennî keşiflere de işaret etmiş, böylece onları keşfedilmezden çok önce bildirmekle, gaybdan haber vermiştir. Şüphesiz, Kur’an’ın fennî keşiflere işaret etmesi, onların tekniğini öğretmesi demek olmayıp, kuvvetli sezgi ve kavrayış gücü olanlara şimşekvârî işaret vermesi anlamındadır.

Burada, şu noktayı da hatırdan çıkarmamak lâzımdır: Kur’an-ı Kerîm on dört asır önce gönderilmiş bir kitaptır. Bugün istifade ettiğimiz radyo, elektrik, uçak gibi fennî keşifler ise, son birkaç yüzyılın mahsulüdür. “Dünya dönüyor” dediğinden dolayı Galile’nin kilise tarafından engizisyon mahkemesine verildiğini hatırlayacak olursak, Kur’an’ın bu tür fennî keşifleri neden doğrudan bildirmeyip işaretle yetindiğini daha iyi anlarız.

Kaldı ki, Kur’an’ın asıl hedefi, insanlığa Allah’ı tanıtmak ve insanların yeryüzündeki vazifelerini bildirmektir. Uzaydan, yerden, yerdeki varlıklardan bahsetmesi, hep bu hedefe yönelik mesajlar niteliğindedir.

Şunu da göz ardı etmemek gerekir ki, bundan beş yüz yıl önceki bir topluluğa radyoyu anlatacak olsak herhalde “demirden bir kutudur. Dünyanın ta öbür ucunda konuşan bir adamın sesini alıp tekrarlar” derdik. Fakat biz de biliriz ki, bu ifade onların seviyelerinde, basit bir benzetmeden ibarettir; radyonun hakîkatını anlatmaktan uzaktır.

Onun için, vereceğimiz örneklere bu noktaları nazara alarak bakmakta isabet olacaktır. Meselâ, şu ayete bakalım:

“Onlar, üzerlerinde kanatlarını aça kapata uçan kuşları görmediler mi? Onları tutan ancak Rahmandır. Şüphesiz o, her şeyi görendir.” (Mülk, 67/19).

Görüldüğü gibi, ayet kuşlara dikkat çekmektedir. İnsanlar yaratıldıkları zamandan beri, kuşların uçtuğunu zaten görmektedirler. Demek, farkına varamadıkları birtakım sırlar var ki, ayet işaretten anlayanlara bir kıvılcım çakmaktadır. Nitekim kuşların kanat yapılarının incelenmesi, aerodinamik kanunların farkına varılmasıyla insanoğlu, havadaki kuşlara gürültülü bir arkadaş yapabilmiştir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Allah eğer kuşları yaratmasaydı, insanlar havada uçabileceklerini hayal bile edemezlerdi.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerîm’de, Hz. Süleyman’ın havada iki aylık bir mesafeye bir günde gidip geldiği anlatılır (Sebe, 34/12). Bu dahi, anlayanlar için benzeri bir istifadeye teşvik durumundadır.

Enbiya suresinin 30, 31, 32 ve 33. ayetleri, Kur’an’da fennî sırlara ne şekilde işaret edildiğine, güzel bir örnek teşkil eder. Şöyle ki:

“İnkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan yarattık. Halâ inanmıyorlar mı?.
İnsanları sarsmaması için yeryüzünde dağlar yarattık. Gidecekleri yere ulaşsınlar diye yeryüzünde geniş yollar açtık.
Gökyüzünü de, korunmuş bir tavan kıldık. Onlar ise, semanın ayetlerinden yüz çeviriyorlar.
Geceyi, gündüzü, güneş ve ayı yaratan O’dur. Bunların herbiri bir yörüngede yüzüp gider.”
(Enbiya, 21/30-33)

İlahî tasarrufatı bütün azametiyle gösteren bu ayetler, bahsettikleri sahaların uzmanları için fennî gerçekleri dile getirmektedirler. Bu ayetlerde, astronomi, biyoloji, meteoroloji, jeoloji sahasına giren meseleler bulunmaktadır.

Mesela, 32. ayet, semanın “korunmuş bir tavan” olduğuna dikkat çekmekte... Evlerin sıcaktan, soğuktan, yağmurdan koruyan tavanı olduğu gibi, bir saray hükmünde olan dünyanın tavanı dahi, gök kubbedir. Gök kubbeyi teşkil eden atmosfer tabakası, güneşten ve uzaydan gelen bir takım zararlı ışınları, bir filtre gibi süzmekte; her gün dünya semasına giren ortalama 50.000 civarında gök taşlarını toz haline getirerek insanlığa hizmet etmektedir.

Daha diğer ayetler, o sahayla ilgili bilimin ışığında incelense, Kur’an’ın harika beyanındaki i’caz parıltıları haşmetiyle görülecektir.

Fennî sırların, gaybî yönüyle ilgili bu giriş ifadelerinden sonra, konunun bazı örneklerine geçebiliriz.

Konu, müstakil bir tez boyutunda olmasından ve bizim asıl konumuzu “bir yönüyle” ilgilendirdiğinden geniş tedkîkata, derin tahlillere girmeyeceğiz. Ayetlerin mealleri ve kısa açıklamalarıyla iktifa edeceğiz.

Semanın Genişlemesi

Şu ayet-i kerîme, bir yoruma göre, semanın genişlediğini haber verir:

“Semayı biz bina ettik ve biz genişleticiyiz.” (Zariyat, 51/47).

Küçük bir çekirdekten büyük bir ağacı; bir tek hücreden koca bir insanı yaratan yüce kudret, semayı da, ilk yarattığı maddeden yayarak, genişleterek, bu harika sistemleri, âlemleri meydana getirmiştir. Bu özelliği, kozmoloji kitapları, şişirilen bir balon üzerindeki beneklere benzetirler. Balon şiştikçe benekler birbirinden ayrılır.

Semanın genişlemesi, galaksilerden gelen ışıkların incelip, dalga boylarında kırmızı renge doğru bir kaymanın tesbitiyle farkına varılmıştır. Evrenin genişlediğine, galaksilerin birbirinden uzaklaştığına işaret eden bu ayet, bir Kur’an mucizesidir.

Meselenin bir yönü de, başka bir Kur’an mucizesine işaret etmektedir. Şöyle ki:

“Genişleyen kâinat” modeli tersine işletildiğinde, karşımıza hacim olarak küçülen bir kâinat çıkar. Bu sahanın araştırıcılarına göre, bundan on milyar yıl kadar önce galaksiler ve galaksiler arasındaki uzay, birbirine yakın, hatta yapışık haldeydi. Onbeş milyar yıl öncesine kadar uzanıldığında, hiçbir genişlemenin olmadığı bir 'zaman aralığı' buldular. Bu ilk yaratılış haline 'büyük patlama' anlamında'Big bang' dediler.” (Tuna, s. 142-143)

Bu noktada karşımıza şu ayet çıkmaktadır:

“İnkar edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık.” (Enbiya, 21/30).

İnsan, bütün azalarının ilk hücresinde bitişik olduğu zamanı düşünürse, herhalde ayetin manasını daha iyi idrâk edebilecektir.

Her Şeyin Çift Yaratılması

Tek olmak zâtına mahsus olan Cenab-ı Hak, şu ayetiyle her şeyin çift yaratılışına dikkat çeker:

“Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri şeylerden her şeyi çift yaratan Allah’ın şanı ne yücedir.” (Yasin, 36/36).

Kur’an’ın bu haberinin on dört asır evvel olduğu düşünülürse, bunun tek başıyla bir mucize olduğu görülecektir.”

Evet, insan ve hayvanların çift oldukları eskiden beri bilinmekteydi. Bitkilerden de, hurma ve incir gibi bazı meyvelerin erkeği- dişisi olduğu bilinmekteyse de, her meyvenin, her çiçeğin de çift olduğu yakın zamana kadar bilinmiyordu.

Ayette geniş zaman kipiyle “daha bilmedikleri şeylerden” denilmesi pek çok çift şeylerin farkına varsak bile, yine de bilmediğimiz çift şeyler bulunacağını ifade etmektedir. Evet, atomdaki artı-eksi yüklü yapıdan 148 elektriğin artı-eksi yüklü yapısına, maddenin mukabili olarak zikredilen anti-maddeye 149 varıncaya kadar ayetin şümûlü olmakla beraber, daha ilerisine de işareti vardır. Çünkü kâinattaki “her şeydeki çift oluşu” henüz bir bütün olarak görebilmiş değiliz. Demek, ilerde de yeni yeni çift oluşların farkına varılacak, ama yine de insanların bilmediği başka çiftler kalacak.

Aşılayıcı Rüzgarlar

Kur’an-ı Kerim pek çok ayetinde, her varlığın Allah’ın emri ile hareket ettiğini bildirir. Her taraftan deli dolu eser görülen rüzgarlar da, hakîkatte Allah’ın emriyle eserler. Kur’an, rüzgârların bir vazifesine şöyle dikkat çeker:

“Aşılayıcı rüzgârlar gönderdik.” (Hicr, 15/22)

“Her şeyin çift olduğunu” beyan eden ayetin hükmünün anlaşılması, bu ayetin de daha iyi anlaşılmasına vesile olmuştur. Çünkü ağaç aşılamak eskiden beri bilinen birşey ise de, bitkilerde rüzgârın yaptığı aşılama yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek-dişi çifti bulunduğu ve erkeğin dişiyi telkîhle meyveler meydana geldiği anlaşıldıktan sonra, rüzgarların bir aşıcı hizmetini îfa ettikleri anlaşılmıştır.

Hava Basıncı

Yükseklere çıktıkça, insan kalbinde bir daralma, bir sıkışma hisseder. Zira, her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. Basınç düştükçe nefes almak zorlaşır. Çok yüksekte uçan pilotların özel teneffüs cihazı kullanmaları şart olur.

Şu ayette, bu fennî hakîkate bir işaret hissedilmektedir:

“Allah kimin hidayetini murad ederse, onun gönlünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmayı dilerse onu da sanki gökyüzünde yükseliyormuş gibi göğsünü daraltıp sıkıştırır.” (En’am, 6/125).

Arabistan gibi, düz alanlar, çöllerle kaplı bir yerde, tecrübî olarak bilinmesi mümkün olmayan bir meseleyi, Kur’an’ın bu şekilde ifadesi gerçekten dikkat çekicidir. Üstelik ayet, “Dağa tırmanan kimse gibi göğsü daralır.” demeyip, semada yükselen ve kalbi daralan kimseyi örnek getirmiştir.

Ayet-i Kerîme, inkarcı kişinin ruh dünyasını, kalp âlemini tasvîr ederken, günümüz ilim ehline de beyanındaki beşer ötesi özelliği göstermiştir.

Çevre Kirliliği

Çevre konusu günümüzde bütün dünya ülkelerini ilgilendiren mühim konulardan biri. Hatta, bu isimle bakanlıklar kuruluyor, sempozyumlar, paneller düzenleniyor.

Şu ayet, ciddi boyutlara varan ve insanlığı kara kara düşündüren çevre kirliliğine işaret etmektedir:

“İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Belki vazgeçerler diye, yaptıklarından bir kısmının cezasını Allah onlara böylece tattırır.” (Rum, 30/41).

Daha birkaç yüzyıla kadar, şimdiki görünümüyle bir çevre kirliliğinden bahsedilmezken; ayet-i kerîmenin, insanların eliyle karanın, denizin fesada gittiğini haber vermesi, cidden düşündürücüdür.

Kara ve denizde tufan korkusu, bazı yerlerin çorak hale gelmesi, pınarların suyunun azalması ayetin şümulünde olduğu gibi; fıtrî nizâmın bozulmasıyla, gerek tabiî çevrede, gerekse sosyal düzende uygunsuzluğun meydan alması da ayetin şümulündendir.

Ayrıca, beşeriyet âleminde meydana gelen çetin savaşlar ve özellikle dünyanın dört bir tarafını kana bulayan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, ayetin bir açıklaması gibidir.

Peygamber Mucizeleri

Peygamberlere bir ikram olarak verilen mu’cizeler de bir yönüyle gaybî işaretler taşımaktadır. Şöyle ki: Peygamberler, manevî birer önder oldukları gibi, maddî sahada da önder durumundadırlar. Onlara verilen mu’cizeler, insanlık için adeta birer modeldir. Yani, Cenab-ı Hak Kur’an’da bunları zikretmekle, bunların benzerlerini yapmaya insanları teşvik etmektedir.

Mesela, Hz. Süleyman’ın iki aylık mesafeye sabah-akşam gidip gelmesi (Sebe, 34/12), uçak gibi hızlı ulaşım vasıtalarına; Hz. Musa’nın asasıyla taştan su çıkarması (Bakara, 2/60), sondaj aletlerine; Hz. İsa’nın en amansız dertlere şifa bulması, hatta ölüleri diriltmesi (Âl-i İmran, 3/49), tıbbın son sınırına, yani âdeta ölüleri diriltir gibi harikalar gösterip, en müzmin dertlere derman bulmasına; Hz. Davud için demirin yumuşatılması (Sebe, 10), demir-çeliğe bağlı sanayinin demirin yumuşatılmasıyla gerçekleşeceğine; Hz. İbrahim’in ateşte yanmaması (Enbiya, 6/69), ateşin yakmayacağı maddeler bulunup yangınlarda kullanılabileceğine işaret eder.

Hz. Süleyman’ın Yemen’deki Belkıs’ın tahtını bir anda Şam’a getirtmesi ise, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir olaydır. Hz. Süleyman, yanındakilere der:

“Onlar bana teslim olmalarından önce hanginiz O’nun tahtını bana getirebilir?”Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce onu sana getiririm.” der... Kitabın bilgisine sahip olan biri ise: “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” der ve o anda tahtı hazır eder. (Neml, 27/38-40) Bunu gerçekleştiren zatın, Hz. Süleyman’ın veziri Asaf b. Berhiya olduğu kaydedilir.

Günümüz insanı sesi ve görüntüyü nakletmiş, fakat henüz eşyanın kendisini nakledememiştir. Bu ayet, böyle bir şeyin mümkün olduğuna işaret etmektedir. Nitekim kurgu bilim sahasında çalışanlar “ışınlama” adını verdikleri böyle bir harikayı, şimdilik hiç olmazsa hayal âlemlerinde gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.

Kimbilir, belki de uzak olmayan bir gelecekte bunun da ilmen gerçekleşebileceğini göreceğiz ve Kur’an’ın gaybî haberlerinden birinin daha çıktığını görüp “Yüce Allah elbette doğru söylemiştir” diyerek imanımızı daha da kuvvetlendireceğiz...

Kur’an’ın fennî sırlara işaretini gösterme noktasında bu kadarını yeterli görüp, sözü şu ifadelerle noktalamak istiyoruz:

“Kur’an’da bilimsel türden öyle açıklamalar bulunur ki, Hz. Muhammed’in çağında yaşamış herhangi bir insanın, onun yazarı olabileceğini düşünmek mümkün değildir.” (Bucaille, s. 371)

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 50.000+

Yorumlar

sungurborabay

ALLAH'a yarattığı mahlukatı adedince hamdolsun... ALLAH razı olsun emeği geçenden

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun