İbadet Zikir ve Tesbihleri Açısından Sahabelere Yetişilemez

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, sahabeler devrinde Asr-ı Saâdet döneminde, büyük bir İslami inkılap olmuş, Kur'ânın nurları ve güçlü tesiri ile Risalet güneşinin baharı ile meydana gelen bu inkılap da şerler, kötülükler, hurafeler, bir yana; hak, hakikat, adalet, fazilet bir yana geçmişti. Böylece hayır ve şer bütün özellikleri ile karşı karşıya geldi.
O etkileyici hislere heyecan veren atmosferde, (Sahabelerin hayatları okunduğunda, savaşlara bakıldığında, onların zihnî kabiliyetleri ile birlikte hislerinin İslamla ne kadar çoşkun olduğu, onları İslam için ne kadar güçlü harekete getirdiği görülecektir. Aynı husus ibadetlerde de söz konusudur.) zihinler, kalpler, hisler yalnız bir şeye yönelmişti: “Allah'ın bizden istediği nedir? Bize ne emrediyor? Nasıl olursak onun rızasını kazanabiliriz?” (Bu konu daha önceki konularla da ilgisi olan ona bağlı bir konudur).

Böyle bir zamanda insanlar bir zikir sözü söylediklerinde, bir tesbih ve tehlilde, Kur'an ayetlerini okurken kelimenin bütün manalarını tabakalarını hissederler, onlar ondan büyük bir lezzet alırlardı. Çünkü burada iki faktör vardı:

a) O zikirler, tesbihler, ayetler onlara baharda ilk çıkan turfanda meyveler, taze yiyecekler hükmündeydi. Daha önce irade ve ibtiğa konusunda söz ettiğimiz gibi, onlar aç adamın ekmeğe, susuzun suya ihtiyacından daha fazla ibadete ihtiyaçlarını hissetmişlerdi. Bu sebepten ibadetlerini, zikirlerini büyük bir şevk ve istekle, ihtiyaç duyarak yapıyorlar. Onlarla gelişiyorlar yaptıklarından büyük bir zevk alıyorlardı. Fetih sûresinin son ayeti ve Allahın rızasını, vechini irade etmeleri ile ilgili ayetlerde bu hususa işaret edilir. Zamanla bu ibtiğa, irade, muhabbet, rağbet zayıflamıştır.

b) O insanlar, O büyük inkılabın tesiri ile bütün hisleri duyguları uyanmış, manevi latifeleri ayakta ve İslam'ın kendilerine sunduğu bu meyvelere ihtiyaç duyup ilk tadan, onların tadını olmaya müsait, İslama iyice muhtac olduğunun farkında olan insanlardı. Hatta onların vehim, hayal sır gibi duyguları da uyanıktı.

Böyle bir atmosferde, bu iklimde kemalâta giden, gelişen sahabeler, bir zikir kelimesini, bir ayeti okudukları zaman, hisleri uyanık ve tam ihtiyaç hissettiklerinden o tesbihleri, zikirleri bütün manaları ile söyler, bütün latifeleri ile ondan zevk ve feyz alır, faydalanırlardı. Manevi bünyeleri, o zikir ve tesbihten bütünüyle hisselerini alır, emerdi. Nasıl ki kışta meyve ve sebze yememiş, meyveye, sebzeye büyük bir ihtiyaç hissetmiş bir insan, (Ashabın kıymeti, bir de İslama olan ihtiyacın şiddetinden dolayıdır. O zaman herkese İslamı duyurmak, ulaştırmak zordu. Toplum İslamdan çok uzak olduğu için, İslam garip başlamıştı. bk. el-Câmili Ahkâmil Kur'an IV, 172 insanlar, İslama olan açlığın ıstırabını çekerken, İslam ve ibadetler, onlara ulaşınca, açlık, ihtiyaç, onlara, onun önemini kavrattı. İbadetlerden büyük bir lezzet ve zevk aldılar. Uhrevileştiler. İslamın bütününe temessük ettiler. Ölümleri pahasına bu ilahi sofradan vazgeçmediler. Zamanla ülfet başladı. Toplumda, miras yedi psikoloji hakim olmağa başladı.) baharda, turfanda taze bir meyveyi yediği zaman -eğer koku alma, dokunma, görme duyguları güzel çalışıyor, dilinde tad alma özelliği de mükemmel bulunuyorsa- o meyveden büyük bir zevk alacaktır. Yine günlerce aç kalmış bir kimse de ekmeğe olan şiddetli ihtiyacından dolayı zengin ve hakiki açlığı hissetmeyen bir kimsenin baklavadan aldığı lezzetten çok daha fazla lezzet olacaktır. Ekmeğin gerçek lezzetini, hakiki tadını böyle birisi daha güzel zevkeder, hisseder ve anlar.

Hem, bağırsakları tembelleşen, bazı gıdaları veya gıdaların çoğunu özümseyemeyen, vücuda mal etmeyen bir durumda, o insan ne kadar besleyici, vitaminli yemekler yerse yesin, bunlardan sağladığı fayda az olacak, iyi beslenemeyecektir. Fakat, bağırsakları iyi çalışan, yediği gıdaları, onların besleyiciliğini vitaminlerini, kendine mal eden bir insan az bir yemekle bile ilk adamdan daha iyi beslenecek, daha güçlü ve sağlıklı olacak, mikroplara daha dirençli halde bulunacaktır.

Bu iki misalin ışığında sahabelere ve bizlere bakabiliriz. O büyük inkılaptan dolayı hisleri elektriklenen, latifeleri iyice uyanan, İslama ihtiyacını tam hisseden, zikir tesbih kelimelerini turfanda, bütün manasıyla söyleyen ve manevi feyizlerinden en yüksek derecede faydalanan kimseler sahabelerdir. Bu sebepten onların söylediği bir zikir kelimesinden elde ettikleri kemalat, feyiz, mertebe ve fayda ile bizimki bir değildir. Onların zikir fikir tefekkür içinde ayetleri ve zikirlerini bütün manası ile söyleyerek kıldıkları bir namazla, bizim namazımız mukayese edilemez.

Çünkü o büyük İslam inkılabından o büyük uyandırıcı ve teyakkuza sevkedici infilaktan sonra, zaman geçtikce insanların latifeleri o hususta uyanıklığını, dikkatini, teyakkuzunu kaybetmiş, hisler hakikatlere karşı gaflete dalmış, ayetler, zikirler, tesbih kelimeleri zaman ilerledikçe ülfetle, alışkanlıkla ilk zamanki taravet ve lezzetini yitirmişlerdir. O kelimeler yine o manevi vitaminleri, feyzi, besleyiciliği taşısalar bile insanlar sürekli içinde bulundukları nimete alışmışlar, ülfet etmişler, sathîlikle, onlar nazarında o zikir ve tesbihler ilk taravetini, turfandalığın lezzetini kaybetmiştir.

Güçlü bir tefekkür ameliyatı ile o kelimelerin ayetlerin yoğun tadlarına ulaşabilir. O ülfet perdesi yırtılabilir. İşte bu sebepten sahabelerin kırk dakikada kazandığı fazilete ve makama sahabe olmayan biri kırk günde, hatta kırk senede ancak yetişebilecektir.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun