Tabiîn devrinde içtihat nasıl yapılmıştır?

Tarih: 13.05.2006 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Tabiîn devrinde, İslâm aleminin her tarafında birçok ulema ve hadis bilgini yetişmişti. Bunların çoğu müçtehit derecesindeydiler ve birbirlerini asla taklit etmezlerdi. Sahabe-i Kiramın ittifak etmiş olduğu meseleleri aynen kabul ederlerdi.

Tabiîn zamanındaki bütün sohbetler, nübüvvet nurunun yakınlığı sebebiyle feyizli ve bereketli idi. O sohbetleri yapan ulemanın imanları dağlardan daha sağlam, çelikten daha kuvvetliydi. Vicdanları saf, akılları berrak idi. Ashab-ı Kiram Efendilerimiz İslâm dininin zahir ve batınını Nübüvvet güneşinden nasıl çıkarmışlarsa, bunlarda aynı yolu takip etmişlerdi.

Lakin ashap arasındaki ihtilaflı meselelerde; hangisinin rey ve fikrini daha kuvvetli ve kendi içtihatlarına daha uygun bulurlarsa onu tercih ederlerdi. Sahabe zamanında temeli atılan içtihat ilmi, tabiin devrinde zirve noktasına ulaştı. Ve müstakil bir ilim halini aldı.

O devir, müçtehitler sayesinde cidden bir ilim ve irfan asrı hâline gelmişti. O dönemin erbâb-ı irfanı bütün himmetlerini ilim ve marifetin terakki ve tealisine, bilhassa içtihat ilmine hasretmişlerdi. Zira onların nazarında en yüksek maksat insanların dinî problemlerini halletmek için Kur'an ve hadislerden detaylı meseleleri istinbat ve istihraç etmekti.

O zamanda yetişen ulema Peygamber Efendimiz (asm.)'in hakiki manada vârisiydiler. Onlar dünyaya ait servet, makam, şöhret ve ihtişam gibi fâni meziyetlere bedel fazileti tercih etmişlerdi. Bu zâtlar dünyanın şan ve şerefine iltifat etmediler, fakat şan ve şeref de bunların peşini bırakmadı. Bu bahtiyar insanların hayatları inceden inceye araştırıldığında görülür ki, bunlar dünyaya zevk ve sefa için değil, sadece fazilet ve irfan için gelmişlerdi.

Fazilet, ilim ile ubudiyetin birleşmesinden oluşan ulvi bir seciyedir. Bunun ruhu ve esası rızay-ı İlâhîdir ki, maddî-manevî hiçbir şeye hatta cennete bile vasıta edilemez. Evet, fazilet hissi dünyevi ve şehvanî zevklerden çok daha mümtazdır. Tatmayan bilemez, zevk etmeyen anlayamaz.

İslâm tarihi bize gösteriyor ki, ilim ve irfanın en muhteşem ve en feyizli dönemi Asr-ı saadetten sonra, tabiin ve tebe-i tabiin dönemi olmuştur. O zamanda bütün Müslümanlar dine karşı derin bir hürmet, hakiki bir muhabbet beslerlerdi. İman ve Kur'an sadece kalp ve vicdanlarında hükmetmekle kalmıyor, hareketlerine de bütün haşmetiyle aksediyordu. İnsanların büyük çoğunluğu, her şeyden ziyade ilim meclislerine rağbet ederlerdi. O meclislerde cereyan eden hâdiselerden ve sohbetlerden ders alırlardı. O asırda bütün ulemanın istidat ve kabiliyeti tamamen içtihada yönelmiş ve kısa bir zaman zarfında binlerce alim, içtihat aleminde pek parlak konumlar elde eder hale gelmişlerdi.

İmam-ı Azam, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed Hazretleri gibi dahî alimler, nurlu dimağlar bu devirde ortaya çıkan ilim ve irfan meşaleleridir. Risalet güneşinin en yakın vârisleri bunlardır. Bu zâtları, kendilerinden sonra gelen asırlardaki alimlerden seçkin kılan meziyetlerde, bu yakınlığın payı çok büyüktür. Bundan dolayıdır ki daha sonra gelen fukahanın hiçbiri bu alimlere yetişememiştir. O devre arifane bir nazar ile bakılınca görülür ki, büyük müçtehitler daima hikmet ve marifetin yüceltilmesiyle meşgul olmuşlardır. Hayatın en âli zevk ve sürürünü bu meşguliyetlerinde bulmuşlardır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun