Peygamberlere iman, neden gayba iman içerisinde değerlendirilmektedir?

Tarih: 03.02.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

KUR’AN-I KERİM muttakilerden, yâni takva sahibi mü’minlerden bahsederken onların en büyük özelliği olarak “gayba imanlarını” gösterir.

“O muttakiler ki gayba iman ederler...” (Bakara, 2/3)

mealindeki âyet-i kerimeyi tefsir eden büyük âlimlerimiz, gayba imana iki şekilde mânâ verirler. Birincisi, “onlar gayba iman ederler; yâni görmedikleri halde, aklen ve naklen istidlâlde bulunarak, yâni delillere dayanarak iman ederler.” Diğeri ise, “onlar gıyaben dahi iman ederler; yâni münafıklar gibi sadece mü’minler arasında değil, gıyaben de Allah’a ve Resulüne (a.s.m.) iman ederler.”

Gayb, iki ayrı manaya gelir: Birincisi, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın malûmu olan haller, hâdiseler, âlemlerdir ki, bunlar imana konu değildirler. İman bu gayb için değil, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın haber verdiği ve Peygamber-i Zîşanın (a.s.m.) izah ettiği ve varlığına aklın birtakım deliller getirebildiği gayb için söz konusudur.

“Bizce gayb, görülemeyen değil, görülmeyen demektir. Biz delilsiz olan gayba değil, delili olan gayb-ı mâkule iman ediyoruz.” (bk. Hak Dini Kur’an Dili, İlgili ayetin tefsiri)

“Gayba iman” denilince akla ilk gelen, Allah’a ve diğer iman rükünlerine imandır. Bunlar hep gaybdır. İlk bakışta insanın aklına peygamberlere (a.s.) imanın, gayba iman olmadığı gibi bir fikir gelebilir. Ama, biraz düşünüldüğünde anlaşılır ki, peygamberlerin (a.s.) gayb olmayan, görülen cihetleri kulluklarıdır. O kulluk üzerine kurulmuş kudsî peygamberlik görevi ise gaybdır. Böyle olmasaydı, onlarla aynı zamanda yaşayan ve kendileriyle görüşen bütün insanlar mü’min olurlardı. Kitaplara iman da böyle…

İnanmada ilk adım kalben tasdik. Bu tasdikin başlangıcı da anlama. Beş duyu anlamaya, anlama da inanmaya yardımcı. Sadece beş duyunun sınırları içinde dolaşan, onları aşamayan insanlar, hükmen hayvanlıktan kurtulmuş değillerdir. His ile bilme, hayvanların sahası; hissini akla hizmet ettirip anlama, kavrama ve nihayet inanma ise insanın vazifesi.

İnsan bir meyve ağacını seyretmekte hayvanla müşterektir. Yanında gezdirdiği köpeği de o vazifeyi yerine getirebilmektedir. O ağacın içinde harika bir fabrikanın çalıştığını, yapraklarında fotosentez olayının cereyan ettiğini, o meyvelerin bütün bir ağaçtan, hatta topyekûn kâinattan, süzülerek meydana geldiğini ise ancak o insan kavrayabilir. Köpeği, bu mânâlardan pek çok uzaktır.

O ağacı, şuursuz kâinattan hikmetle süzülmüş İlâhî bir sofra, meyveleri ise o sert sofradan lütuf ve keremle çıkarılan birer Rabbanî ihsan olarak değerlendiren ve sofranın arkasında rahmet ve merhameti seyredip Hâlıkına şükreden bir mü’min ile önceki adam arasındaki mesafe, hayvanla insan arasındaki mesafeden çok daha fazladır. Onun için, mutlak mânâda “insan” denilince, gayba iman eden “mü’min” hatıra gelmelidir.

“Nimet içinde in’am görünür; Rahman’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’ama geçsen Mün’im’i bulursun.” (Sözler, On Yedinci Söz)

İşte, o gayba inananlardır ki, nimette boğulmaz, Mün’imi, yâni o nimeti ihsan edeni tanırlar. Esere saplanıp kalmaz, müessiri, Hâlık’ı tanırlar ve bilirler. Gayba inanmayanlar ise, sofranın tabakları, kitabın yaprakları, yahut fabrikanın bölmeleri arasında dolaşıp duran bir böcek gibi, bu âlem ve içindekilerden, hakiki mânâda, istifade edemez, hayatlarını zâyi eder giderler.

Kur’an-ı Kerim nice âyet-i kerimelerinde insana “mahsusât” denilen hisler dünyasında boğulmamasını, ondan “makulât” yâni, hikmetler âlemine nazar etmesini ders verir. Sadece bir misâl:

Ğaşiye sûresinde insanoğlundan, devenin yaratılışına, semaya, dağlara ve arza bakması isteniyor. Elbetteki ne hayvan, ne de münkir gibi değil, bir mü’min olarak.

“Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı!” (Ğaşiye, 88/17-20)

Âyetlerin engin mânâlarını âlimlerimizin güzide tefsirlerine havale ederek, ben tefekkürümüze sunulan bu varlıklar arasındaki şekil benzerliğine kısaca işaret edip geçeceğim.

Devenin hörgücünü, onun beli üzerinde yükselten kim ise, arzın belinde dağları birer hörgüç gibi yükselten de O. Gökkubbe de tümüyle bir hörgücü andırmakta. Gayb âlemimizin mâzi ve müstakbel denilen iki sahası arasında yükselen bir hörgüç…

Âyette, insanın nazarı önce deveye, sonra semaya, daha sonra dağlara ve en sonunda da arza çekiliyor. Bu sıralama, bana göre, apayrı bir belâğat mûcizesi… İnsan gözünden deve hörgücüne, ondan semaya hayâlen bir hat çekiniz; daha sonra o hattı dağa indiriniz ve dağdan da yere birleştiriniz. Karşınıza bir başka hörgüç veya bir ayrı şekil çıkacaktır.

Neml sûresinde:

“Dağları yerinde donmuş gibi durur görürsün, oysa onlar bulutlar gibi geçerler.” (Neml, 27/88) buyuruluyor.

Hörgücün hareketi, devenin yürümesi demek olacağından, bu âyet dünyanın sabit olmayıp hareket hâlinde bulunduğunu 1400 sene önce haber vermiş oluyor.

Bu âyet-i kerimeler gibi nice âyetler, insana eserden müessire, yâni eserin yapıcısına geçmeyi, nefsini ve âlemi hikmetle ve ibretle tefekkür etmeyi öğretiyor. Kur’an’dan bu dersi alan muttakiler gayba inanırlar. Ne gafil bir bedevi gibi deveyi hakkıyla seyretmeden ölürler, ne de inançsız bir astronomi âlimi gibi semayı tefekkür etmeden arzı terkederler.

Muttakiler, Cenâb-ı Hakk’ı “gaybın ve şehadetin âlimi” olarak bilirler. Gayb ve şehadet için çeşitli izahlar getirilmiş. Hepsi güzel, hepsi hak. Bazı zâtlar gayb için “gizli”, şehadet için ise “âşikâr” ifadelerini kullanıyorlar. Bir kısım zevât ise, gaybı “ancak Allah’ın bilebileceği mutlak gayb” olarak anlayıp, şehadeti de “insanların, gerek hissiyatları gerek ilim ve basiretleriyle vâkıf olacakları bütün hakikatler” şeklinde değerlendiriyorlar.

Birinci mana üzerinde biraz duralım:

Şehadet ve gayb âlemleri küçük numuneler hâlinde insanda bir araya gelmiş. Beyin, gaybdan değil, ama onda faaliyet gösteren akıl gaybî bir âlet. Keza, kalbin de maddesi şehadet âleminden; fakat taşıdığı iman, sevgi, korku, şefkat, merhamet hep gaybî…

Kalkıp inen el şehadet âleminden; kabarıp sakinleşen hissiyat ise gayb âleminden. Midenin hazmı şehadete, aklın kavraması ise gayba ayrı birer misâl.

Birçok azalarla donatılmış insan bedeninde, nice duygulara sahip insan ruhu bir gayb ağacı gibi. O ağacın meyveleri şehadet âleminde sergileniyor. Hattatlık san’atından süzülen bir kıblegâh, câmide boy gösterirken, ruhta kaynayan merhamet parmaklardan sadaka olarak dökülüyor.

Korku rengi kaçırıyor, asabiyet çehreyi kızartıyor, hüzün ise göze yaş döktürüyor.

Misâlleri çoğaltabiliriz.

Bu hakikatları veciz olarak ifade eden bir Mesnevi beyti:

“Âlemde cismimiz bizim yüzümüzü örtmektedir. / Biz samanla örtülü deniz gibiyiz.”

Biraz da haricimizdeki âleme nazar edelim:

Ortada bir mıknatıs var, bir de onun çektiği çivi. Bu ikisi dışında göremediğimiz ve mahiyetini kavrayamadığımız bir kudret tecellisi de mevcut. Buna “çekim kuvveti” diyoruz.

Bir başka sahne: Yavrusunu kucağına almış, göğsüne şefkatle bastıran ve yer yer öpen bir anne… Bu öpme hâdisesinde, iki et parçasının ötesinde bir gaybî kuvveti seyrediyor. Ve bu kuvvete “şefkat” diyoruz.

Bir çiçeğe baktığımızda ayrı bir kucaklama hâdisesi cereyan ediyor. Göz maddesiyle burada, çiçek ise orada. Ama birincisi, ikinciyi her yönüyle kuşatmış. Bu gaybî hâdiseye de “görme” adını veriyoruz.

İşte böyle hergün, gerek nefsinde gerek haricî âlemde, gayb ve şehadetin nice misâllerine muhatap olan insanın, gaybı inkâr etmesi ne kadar tuhaf değil mi?

İsterseniz bu tuhaflığın kısa bir tahlilini birlikte yapalım:

Bir münkir meselâ, “melekleri” neyi ile inkâr ediyor? Eliyle, ayağıyla mı? Ciğeriyle, midesiyle mi?… Hayır… Ya neyiyle inkâra sapıyor bu adam? Cevap: Aklıyla.

Yani, kendine ihsan edilen gaybî bir âlet ile gaybı inkâr ediyor.

Gaybı, taşlar ağaçlar inkâr etseler ne ise, ama bu inkâr insana hiç mi hiç yakışmıyor.

Bu maddî âlemin gaybına, ötesine inanmayanlar cahil, bütün gayb ve şehadetin âlimi olan Allah’a inanmayanlar ise kâfir olurlar. Cahilin cehaleti de kâfirin küfrü de kendileri içindir. Zarar ancak onlaradır. Ne bilgisizlik, kâinattaki ilim tecellisini azaltır, ne de küfür ve isyan Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetine “hâşâ” bir noksanlık verebilir.

Dünyayı dolduran şu kalabalıkların torunları şimdi gayb âlemindeler. Zamanı geldikçe, sırasıyla, şehadet âlemine geçecekler. Bu âlemdekiler de ağır ağır gayba göçecekler. Gel gör ki, şu anda her şeyleri ve her halleriyle gayb olan o torunlar kafilesi içinde, bu âleme geldikten sonra gayba inanmayanlar da çıkacak. Halbuki az önce oradaydılar ve biraz sonra yine orada olacaklar.

Sözün kısası bu şehadet âlemi gaybdan idare ediliyor.

Gelenler İlahî iradeyle geliyor, gidenler yine o iradeyle gidiyorlar. Gitmeden önce ona inanıp, emrine itaat edenlere ne mutlu…

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun