Bütün ruhlar aynı yaşta mıdır? Ruhumuzu kemale erdirmek için ne yapmalıyız?

Tarih: 23.01.2013 - 02:46 | Güncelleme:

Soru Detayı
- Eğer ruhlar aynı yaştalar ise, bir çocuğun ruhu ile olgun birinin ruhunu bir mi kabul etmeliyiz? Aynı kabul etmeyecek isek "dünyadaki yaş" ile ruh arasındaki bağlantı nedir? - Ruhumuzu kemale erdirmek için ne yapmalıyız?
Cevap

Değerli kardeşimiz,

İslam alimleri arasında ruhların hepsinin  cesetlerden önce toplu halde yaratılıp yaratılmadığı konusunda tek bir görüş yoktur.

Ancak alimlerin büyük çoğunluğuna göre, bütün ruhlar -insanlar bir beden olarak yaratılmadan önce- yani daha Hz. Adem cismani olarak var edilmeden önce, toplu olarak yaratılmışlardır. Bunların görüşlerini destekleyen bazı delilleri şöyle sıralayabiliriz:

a. Buhari ve Müslim’in aktardığına göre Peygamberimiz şöyle buyurdu:

“Ruhlar, sınıf sınıf farklı gruplardan oluşan bir topluluktur. Onlardan birbirleriyle tanışanlar  kaynaşmışlardır. Onlardan tanışıp kaynaşmayanlar ise ihtilafa düşmüşlerdir.” (bk. Buhari, Enbiya,3; Müslim, Bir, 159-160)

Bu hadis değişik şekilde yorumlanmıştır.

En önemli iki görüşten birincisi şöyledir: Ruhlar aynı türden yaratıklar olmalarına rağmen, bunların değişik kabiliyetleri, temayülleri  sebebiyle farklılık arz ederler. Bu sebepledir ki, iyi kimseler iyilerle, kötü kimseler de kötülerle arkadaş olur. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, ilgili hadisin şerhi)

İkinci yorum ise şöyledir: “Ruhlar, sınıf sınıf farklı gruplardan oluşan bir topluluktur. Onlardan (ruhlar aleminde) birbirleriyle tanışıp  kaynaşanlar, (dünyaya geldikten sonra da) o yakınlıklarını, kaynaşmalarını devam ettirirler. Onlardan (ruhlar aleminde) tanışıp kaynaşmayanlar/birbirinden hoşlanmayanlar ise (dünyaya geldikten sonra da) bu hoşnutsuzlukları devam eder."

Bu yorumu destekleyen Hz. Aişe’nin rivayetiyle ilgili olarak zikredilen şu kıssadır:

Mekke’de bulunduğu meclislerde komedyenlik yapan bir kadın vardı. Hep  mizahlarıyla yanındakileri güldürüyordu. Bu kadın daha sonra Medine’ye gelmiş ve onun gibi komedyen olan bir kadınla dost ahbap olmuştur. Daha önce hiç tanışmayan bu iki kadının, kısa zamanda dost-ahbap olduklarını işiten Hz. Aişe Resulüllah’ın ne kadar doğru söylediğinin bir kez daha ortaya çıktığını açıklamak üzere yukarıda geçen “Ruhlar, sınıf sınıf farklı gruplardan oluşan bir topluluktur...” hadisini rivayet etmiştir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, ilgili hadisin şerhi)

b. Meallerini vereceğimiz şu ayetlerden de ruhların -cesetlerden önce- toplu hÂlde yaratılmış cemaatler olduklarını anlamak mümkündür:

“Rabbinin Âdem evlatlarından, misak aldığını da düşünün: Rabbin onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onların kendileri hakkında şahitliklerini isteyerek 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' buyurunca onlar da 'Elbette!..' diye ikrar etmişlerdi. Kıyamet günü 'Bizim bundan haberimiz yoktu!..'  yahut: 'Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk koştular, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batılı başlatanların yaptıkları sebebiyle bizi imha mı edeceksin?' gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu ikrarı aldı.” (A'râf, 7/172-173).

Ruhların birlikte yaratılmış olmaları aynı anlamda mükemmel olduklarını göstermez. Çünkü ruhlarda -cesetlerde olduğu gibi- zamana bağlı olarak bir gelişme söz konusu değildir. Kaldı ki, insanların biyolojik olarak fazla yaşlı olmaları, daha az yaşlı olanlardan daha mükemmel olduklarını da söylemek mümkün değildir. Nitekim “Akıl baştadır, yaşta değil.” ata sözümüz  bu konuda harika bir tespitin ifadesidir.

Maddi bünyenin gelişmesi maddi gıdalara bağlı olduğu gibi, manevi bünye olan ruhanî yapının tekâmülü de manevi gıdalardan ibaret olan ilim, eğitim, terbiye, görgü gibi talim ve tahsil ile mümkündür.

Ruhların hepsi “Elestu Bezmi”ni anlatan (A'râf, 7/172-173) ayetlerden öğrendiğimiz gibi, insanlık imtihanının temel esası olan adalet anlayışının gerçekleştirebilecek temel maharet ve kabiliyetlerde eşittir.

Bu temel imtihan malzemesi olan maharet ve kabiliyetlerden sonra, bazılarına daha fazla bir hünerin verilmesi Allah’ın bir lütfudur, kimsenin itiraz hakkı olamaz. Hiç kimse kalkıp "Neden ben de peygamber olamadım?" diyemeyeceği gibi, "Neden ben de İbn Sina gibi, İmam Gazali gibi, Abdulkadir Geylani gibi olamadım?” demeye hakkı yoktur.

Her insan kendine verilen özelliklerden sorumludur...

Ruhun kemale ermesine gelince:

Kemal; noksanlığın zıddıdır. İmansızlık en büyük bir noksanlık, iman ve marifet ise en büyük bir kemaldir. Bilgisizlik bir noksanlık ve kusur, ilim ise bir kemaldir.

Aynı şekilde, kibir noksanlıktır, tevazu “kemal”;  hayasızlık noksanlıktır, edep ve haya “kemal”; zulüm noksanlıktır adalet “kemaldir”. Bunlardan mahrum olmak ve zıtlarıyla boyanmak ise birer noksanlıktır.

İşte Kur’an bütün bu kemal sıfatlara insanları sevk eder.

“Evet hakiki terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve saire kuvvelerin, hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır. (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas)

Kur’an nurundan mahrum görüşlerin ve sistemlerin kemal anlayışları çok sönük ve sınırlıdır. Dünyanın bütün kemallerinin ahiretteki kemal tecellileri yanında gölge gibi zayıf kalacağı düşünülürse, hak dinden ve imandan yoksun görüşlerin ve uygulamaların yolunda gidenlerin sonu ebedi bir hüsran ve asıllar âleminden ebediyen mahrumiyettir.

Kaldı ki, Kur’an şakirtleri de kalp ve ruhlarını kemale erdirme yanında dünyanın meşru zevklerinden, mevki ve makamlarından, servet ve devletlerinden de faydalanırlar. Ama çok iyi bilirler ki, bütün bu kemaller rüya âleminde mazhar olunan ihsanlara benzer.

Gerçek saadet ve kemal ise,

“Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.” (A’la, 87/17)

ayet-i kerimesinde ve

“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”

hadis-i şerifiyle haber verilen ahiret âlemindedir.

Bilindiği gibi, her türlü terakki iki temele dayanır: Faydalı olan elde etmek, zararlı olandan uzak durmak. Yani, insan bir taraftan kazancını artırmaya çalışırken, öte yandan da kaybı önlemek için tedbirlerini almalıdır.

Bir menzile ulaşmak için atına binen kişinin yapacağı ilk iş atını gemlemek, zapt altına almak, onun başka yönlere gitmesini engellemektir. Bundan sonra atını kamçılamaya ve süratle koşturmaya sıra gelir.

Kur’an-ı Kerim'de Yûsuf aleyhisselamın dilinden bize çok önemli bir  mesaj verilmektedir:

“Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder.” (Yûsuf, 12/53)

İşte kötülüğü emreden bu nefsi gemlemekle bağlamak, onun yanlış yöne gitmesini engellemek insanın manevî terakkisinin ilk adımı ve ön şartıdır. Ticari hayatımızdan bir örnek verecek olursak, bir tüccarın ilk işi kendi nefsine haram kazanç yollarını kapatması, o nefse “Zengin olacaksın ama faize, ihtikâra, yalana, aldatmaya girmemek şartıyla.” diyerek, yasak bölgeleri ve vazgeçilmez doğruları iyice belletmesidir. Bunu başaran tüccar, nefsini gemlemiş demektir.

Bundan sonra sıra, meşru kazanç için çalışmaya, gerekli sebeplere müracaat etmeye ve bu yolda olanca gücüyle çalışmaya gelir.

Manevî ticaret ve zenginlik de buna benzer. Bu konuda bütün manevîyat büyüklerinin takip ettikleri şaşmaz bir sıra vardır. Manen terakki etmek isteyenler için bu sıraya aynen uymak vazgeçilemez bir şarttır.

Şöyle ki;

- Önce bütün haramlar terk edilecektir.

- Sonra bütün şüphelilerden vazgeçilecektir.

- Bütün farzlar ve vacipler yerine getirilecektir

- Elden geldiği kadar sünnetlere riayet edilecektir.

- En sonunda da helâl kazancını mümkün olduğu kadar az tüketme, çok sadaka ve yardımda bulunma yoluna girilecektir.

Yani, mal kazanılacak, ama meşru sahalarda da olsa, onu israf etmek, sadece nefsin hazları için ölçüsüzce harcamak yerine, muhtaçların imdadına koşulacak, onlara bol sadaka verilerek ahiret ticareti için önemli bir yatırım yapılacaktır.

Ayrıca sadece kendi nefsini kurtarmak değil, başkalarını da kurtarmaya çalışmak gerekir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun