Şeytan nedir, özellikleri nelerdir ve niçin yaratılmıştır?

Tarih: 28.01.2009 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Şeytanı tanıyor muyuz?

Sınırlarını bilmediğimiz muhteşem bir âlemde yaşıyoruz. Üzerinde doğup büyüdüğümüz ve hayatımızı devam ettirdiğimiz dünyamız, güneş sistemine bağlı gezegenlerden biri. Güneş, Samanyolu Galaksisi’nde bulunan ve sayıları iki yüz milyar kadar olduğu sanılan yıldızlardan sadece bir tanesi. Samanyolu Galaksisi’nde bir seyahat yapmak istesek, onu bir baştan bir başa kat etmek için yüz bin ışık yılı gerekiyor. Yani saniyede üç yüz bin km. yol almak şartıyla, bu kadar uzun bir sürede ancak öbür ucuna ulaşabiliriz. Bu hızla yol aldığımızda, bir saniyeden çok az bir zaman sonra aya ulaşılmakta, sekiz dakikada ise güneşe varılmakta…
Uzmanların tahminlerine göre, âlemde Samanyolu Galaksisi gibi en az yüz milyar galaksi bulunmakta…

İlim adamlarının tespitlerine göre, bu kadar geniş olan âlemde hayat sadece dünyada var. Ama bu başka yerlerde hayat yok anlamına gelmiyor. Çünkü insanoğlu şimdiye kadar hemen yanı başımızda bulunan aya kadar gidebildi. 1492 yılına kadar Amerika bilinmiyordu, ama bu “Amerika yok” anlamına da gelmiyordu.
Bilindiği gibi, mesken sakinleri içindir. Mesken varsa, orda yaşayanlar da vardır. Kulübelerde yaşayanlar varsa, elbette ilerde görülen saraylarda da yaşayanlar olacaktır. Benzeri bir yaklaşımla, uzayın hemen her tarafında hayat olduğunu söyleyebiliriz. Ayda yapılan araştırmalarda bir hayat izine rast­lan­maması, orada hayatın olmadığını göstermez. Zira “görülmemek olmamaya delil olamaz.” Varlık, gözle görülenlerden ibaret değildir.
Bir zamanlar “görmediğime inanmam” felsefesi vardı. Bu ifade, Allah, melek, cin ve şeytan gibi dinin haber verdiği gay­bi şeyleri inkâr için kullanılırdı. Pek çok insan, dinin değerlerini inkâr ederken bu felsefeye dayanırdı. Ama gelişen ilim ve fen, bu görüşün ne kadar cılız ve temelsiz olduğunu gös­terdi. Başta insanın kendi mahiyetinde olmak üzere, etrafımız görülmeyen şeylerle dopdolu. Mesela, aklımız, hayalimiz, duygularımız görülmüyor. Ne sevgi ne de nefret elle tutulan, gözle görülen şeylerden değil. Ama bunların inkârı da mümkün değil.

Öte yandan, her taraf X ışınları, ultra viyola ışınları, radyo ve televizyon dalgaları ile dolu. Hatta ilim adamlarının tespitine göre, göremediklerimiz görebildiklerimizden çok çok faz­la, kâinatı adeta bir anahtar deliğinden seyretmekteyiz.

İşte, şeytan, gözle görmediğimiz varlıklardandır.

Varlık mertebeleri
Varlık mertebeleri başlıca üçe ayrılır:
1-Vacibu’l- vücut. (Varlığı kendinden ve zorunlu olan.)
2-Mümkini’l-vücut. (Varlığı, başkasının varlığına bağlı olan.)
3-Mümteniü’l-vücut. (Varlığı imkânsız olan. Mesela, Allah’ın ortağı olması imkânsızdır.)

Vücudu vacip, yani zorunlu olan ancak Allah’tır.
Mümkin, “varlığı ve yokluğu eşit olan” demektir. Allah’ın yarattığı her varlık imkân dairesinde bir varlığa sahiptir. Yani, bunlar yaratılmayabilirdi de. Yaratılmış olmaları, varlığı zorunlu olan Allah’ı göstermektedir. Bunları başlıca iki grupta ele alabiliriz:
1- Ruhaniler
2- Cismaniler

Melekler, cinler ve şeytanlar ruhaniler sınıfına girer. Bunların her birinin de kendi aralarında kategorileri vardır. Elbette bir damlaya görevli olan melekle güneşe görevli olan melek aynı değildir.

Cismaniler ise cansızlar, bitkiler, hayvanlar ve insan şeklin­de sıralanır. İnsanların da kendi aralarında çok farklı grupları vardır.

Yaratılış ve İlahî İrade

Bu uçsuz bucaksız varlık âlemi bir zamanlar yok idi. Her şey yokluk karanlıklarındaydı. Yüce Allah âlemi yaratmayı murat etti, gördüğümüz ve göremediğimiz âlemleri yarattı.

Kur’an-ı Kerim, her şeyin “kün emriyle” yani Allahu Tea­la’nın “ol” emriyle yaratıldığını anlatır:
Allah, gökleri ve yeri hiçbir örneği olmadan yaratandır. O, bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ‘ol’ der, o da oluverir.” (Bakara Suresi,  117)

“Ol” emriyle eşyaya vücut verilmesi, yoktan yaratılan insan için anlaşılması çok da kolay bir mesele değildir. Ama bazı örneklerle konuyu bir derece anlayabiliriz. Şöyle ki:

Mesela bir ressam, eline fırçayı alır, tuval üzerinde sanatını icra eder. Sanatında ne derece usta ise, o kadar kolay ve güzel yapar. Adeta elini işe dokundurur dokundurmaz sanatını icra eder, rengârenk resimler vücut bulur. Temsilde hata olmasın, Allah da kudret fırçasıyla mekân üzerinde daima yeni şeyler yaratmaktadır, hem de gayet kolay ve sanatlı bir şekilde…

İnsan, bilgisayarda sanal ortamda da resimler yapabilmekte. Günün birinde bu insan, düşündüğü şeyleri bilgisayar ekranına yansıtabilirse Allah’ın yoktan yaratmasını daha kolay anlayabilecektir. Zaten teknolojik gelişmeler oraya doğru ilerlemektedir. Bir zamanlar televizyonlar elle açılırken şimdi uzaktan kumanda ile idare edilebilmektedir. Bunun bir ileri merhalesi, zihinden geçen düşünce ile idare edebilmektir.

Her şey yaratılmadan önce Allah’ın ilminde var idi. Bilgisayarda yazmış olduğumuz bir yazıyı yazıcıdan çıkarmak, bir tuşa basmakla kolayca gerçekleştiği gibi, Allah’ın eşyaya vücut vermesi o derece kolay olmaktadır. İşte “Ol” emri, bu kolaylığın bir ifadesidir.

O, kader proğramıyla her şeyi belirledi ve tanzim etti. Mesela, güneşi bir lamba yaptı, yeryüzünü en antika sanatlarla süsledi. Bitkilerle, hayvanlarla şenlendirdi. İnsanı yarattı, ona akıl verdi, sorumlu tuttu. İmtihan edilmesi için, onun mahiyetine günahlara meyilli bir nefis yerleştirdi. Bu nefsi tahrik eden, günahlara kışkırtan şeytanı insana musallat kıldı, böylece Hz. Âdem’den başlamak üzere çetin bir imtihan süreci başladı.

Temiz ve Habis Ruhlar

Gözle gördüğümüz insan, hayvan gibi varlıklar yanında, gözle görmediğimiz melek, cin gibi ruhani varlıklar vardır. Bunların bir kısmı tayyiptir, bir kısmı da habis. Melekler temiz ruhlar grubunda, şeytanlar ise habis ruhlar grubunda yer alır. İnsanların da ruhani yönü olduğundan bir kısmı tayyip, bir kısmı habistir. Ama bu, onların yaptıkları amellere terettüp eden bir neticedir, yoksa başlangıçta bir kısım insanlara habislik sıfatı verilmiş değildir.

Bu ruhlar gece ve gündüz kadar birbirlerinden faklıdır. Pislikten zevk alan bazı böcekler olduğu gibi, gülden hoşlanan ve onun üzerinde tatlı terennümlerde bulunan bülbüller de vardır. Benzeri bir durum ruhlar için söz konusudur.

Temiz ruhlar temiz işlere meyleder, habis ruhlar kirli işlerden hoşlanır. Mesela, temiz ruhlar adaletin tecellisinden lezzet alırken, habis ruhlar zulümden hoşlanırlar. Temiz ruhlar ışığı severken, habis ruhlar karanlığa ve karanlık işlere bayılırlar. Temiz ruhlar helal dairesinde kalmak ister, habis ruhlar haram dairesinde ömürlerini geçirirler.

Şeytanın Yaratılış Hikmeti

Pek çok insan şeytanın yaratılış hikmetini anlamada zorlanır. “Allah kullarına merhametlidir, neden şeytanı insanlara musallat kılmış? Bu, ilahi hikmet ve rahmete nasıl uygun düşer?” diye kendi kendine sorular sorar. Bu soruların cevabını şu ayette bulabiliriz:
“Yemin ederim ki, İblis onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı. İçlerinde müminlerden bir grup dışında hepsi ona uydular.
Hâlbuki İblis’in onlar üzerinde hiçbir yaptırım gücü yoktu. Fakat biz ahirete imanı olanı belli etmek, ondan şüphe içinde bulunandan ayırmak için böyle yaptık. Öyle ya, Rabb’in her şeyi gözetleyendir.” (Sebe Suresi,  20-21)
Ayetten anlıyoruz ki, şeytanın yaratılış hikmeti insanların imtihan edilmesidir. Şeytanın musallat kılınmasıyla insanların dereceleri ortaya çıkacak, inanan- inanmayan belli olacaktır. Meleklere şeytan musallat olmadığından onlardan inkârcı çıkmaz, ama imtihana tabi olmadıklarından kendileri için dereceler de söz konusu değildir, makamları sabittir. İnsanlık âleminde ise daima inişler çıkışlar yaşanmakta, bir kısmı “âlay-ı illiyyin” denilen en ileri makamlara yükselirken, bir kısmı da “esfel-i safilin” denilen en aşağılara düşebil­mektedir.
Yüce Allah -tabir caizse- insanlık âleminde renklilik murat etmiştir. Şayet şeytan olmasa insanlar da melekler gibi olur, aralarında derece farkları ortaya çıkmazdı. Ama şeytanın vesvesesiyle bir kısım insanlar onlara tabi olurken, bir kısmı da onları dinlemeyip, derece kat etmektedir. Bunun sonucu olarak insanlık âleminin medar-ı iftiharları olan peygamberler, veliler, âlimler gibi kaliteli insanlar ortaya çıkmışlardır.
Gerçi bu çetin imtihanın neticesinde pek çok insan cehenneme gider, ama bu imtihanda başarılı olanların kıymet ve değeri de çok yüksektir. Elimizde bulunan yüz yumurtayı kuluçka altına koymazsak sadece yüz yumurtamız olur. Ama bunları ku­luçkaya koyduğumuzda, sözgelimi sekseni bozulsa bile yirmi tanesi kuş haline geleceğinden, böyle bir sonucu güzel gösterir. “Aman yumurtalar bozulmasın” dersek böyle güzel sonuçları göremeyiz.
Cenab-ı Hak şöyle bildirir:
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk Suresi,  2)
“Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya Suresi,  35)
Üstteki ayet mealinde geçen “imtihan” kelimesi, ayetin met­ninde “fitne” olarak geçer. “Fitne” kelimesi altın, gümüş gi­bi kıymetli madenleri ateşte eritip posasından ayırmak işlemini ifade eder. Altın ateşe bırakıldığında halis mi, karışık mı olduğu ortaya çıkar. Onun gibi, insanların birbirinden ayrıl­ması için açılan bu imtihan meydanının ateşi, şeytandır. Şeytanların insanlara musallat olmasıyla, insanların derecele­ri tezahür eder. Bir tarafta nebiler, sıddıklar, şehitler, sa­lih­ler gibi insanlar temayüz edip ayrılırken, diğer tarafta kâfirler, hainler, zalimler, facirler gibi posalar ortaya çıkar.

Adüvv-ü Mübin

İnsan, dostunu ve düşmanını iyi tanımalıdır. Dostunun dostluğunu bilmezse onun yardımından mahrum kalır. Düş­ma­nının düşmanlığını bilmezse çok fena aldanır.
İnsanın en büyük düşmanı şeytandır. Yüce Allah şeytanla insan arasındaki düşmanlığı şöyle bildirir: “Şeytan size gerçekten bir düşmandır. Siz de onu düşman edinin.” (Fatır Suresi,  6)
Pek çok ayette şeytanın “adüvv-ü mübin” yani apaçık bir düşman olduğu nazara verilir. Mesela: “Ey Âdemoğulları! ‘Şeytana tapmayın, o size adüvv-ü mübindir ve bana ibadet edin, doğru yol budur’ diye sizden söz almadım mı? Böyle iken o, sizden birçok nesilleri yoldan çıkardı. Öyleyse aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Yasin Suresi,  61-62)
“…Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size adüvv-ü mübindir.” (Bakara Suresi,  168)
“…Şeytan insan için adüvv-ü mübindir.” (Yusuf Suresi,  5)
Şeytanın “adüvv-ü mübin” olması, şu açılardan değerlendirilebilir:
- O şeytan size gizli de gelse her halde açık bir düşmandır.
- O, sizin Allah ile ve birbirinizle aranızı açacak ve sizi perişan edecek bir düşmandır.
- O, sizi şaşırtmak için beliğ ve parlak söz söylemesini bilen büyük bir düşmandır.

Gizli Düşman

“Ey Âdemoğulları. Şeytan, ana babanızı (Hz. Âdem ve Havva’yı), mahrem yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de şaşırtıp fitneye düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları, inanmayanların dostları yaptık.” (Araf Suresi,  27)
İnsan gözü ruhani varlıkları görecek özellikte olmadığından şeytanı da göremez. Ama üstteki ayetten anlıyoruz ki, o ve kabilesi, bizim onları göremeyeceğimiz yerden bizi görmektedir. Bu da onların ne derece tehlikeli bir düşman olduklarını gösterir. Doğrudan gördüğümüz bir düşmana karşı tedbirimizi alırız, ama görülmeyen düşmana karşı pek çok insan tedbir almadığından gafil avlanabilmektedir.
Gerçi görüntü itibariyle şeytan “gizli düşman” ise de, ses itibariyle gizli sayılmaz. Çünkü hemen her insan hemen her gün nice kereler bu düşmanın vesvese şeklindeki sesini duymaktadır. Mesela, ders çalışmak isteyen bir öğrenciye içinden bir ses “boş ver, keyfine bak. Arkadaşların gezip oynuyor, git sen de onlara katıl” der.
Şüphesiz bu ses şeytandan gelmektedir. Böyle olunca, bunun farkına varan kimseler için şeytan “gizli düşman” olmaktan çıkar.
Bir köyde görev yapan genç bir din görevlisinden dinlemiştim. Köye geldiğinde oradaki insanlara faydalı olmak için önce çok çaba sarf etmiş. Ama insanların bundan pek de etkilenmediğini görünce içinden bir ses şöyle seslenmiş: “Adam sen de, bu milleti sen mi kurtaracaksın? Niye kendini böyle harap ediyorsun ki?”
Ve genç din görevlimiz bu seslere uyunca kendi halinde bir vatandaş olarak günlerini geçirmeye başlamış. Hâlbuki mutlak rehber olan Peygamber Efendimizin böyle durumlardaki tavrını bilseydi bu şeytani desiseye aldanmayacaktı. Çünkü Peygamber Efendimiz görevinin sadece tebliğ etmek olduğunu biliyor, insanların dinlememesi kendini üzse bile daha ciddiyetle görevine devam ediyordu…

İnsanın Zaafları

Halatlar ince yerlerinden kopar, kaleler zayıf yerlerinden fethedilir. Onun gibi, şeytan vücut ülkesinde hâkimiyeti ele geçirmek için nefsin zaaflarından istifade eder. Kur’an-ı Kerim insanın bazı zaaflarına şöyle dikkat çeker:
“İnsanlara kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, salma atlar, sağmal hayvanlar ve tarıma karşı arzular süslü kılındı.” (Al-i İmran Suresi,  14)
Yani insan fıtratı itibariyle bunlara son derece düşkündür. Hayatı bunları elde etmek için mücadele ile geçer. İnsanların en çetin imtihanları bunlarla olur.
Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi’de şöyle der:
“Şeytan, insanları aldatmak için Cenab-ı Haktan bir takım tuzaklar ister. Kendisine altın, gümüş, at, yiyecek- içecek, elbise, şarap ve çalgı gibi şeyler verilir. Bunlardan o derece hoşlanmaz. Fakat kadın da verilince, şeytan sevincinden ellerini çırpıp oynamaya başlar.”
Bunlar dışında, hırs, tama’, enaniyet, asabiyet, korku, endişe gibi insanın pek çok zayıf yönleri vardır. Bunlar işletmeye müsait madenler gibidirler ve şeytan ömür boyu bunları değerlendirmeye çalışır. Bazı insanları hırs damarından, bazılarını enaniyetten, bazılarını korku damarından… yakalamaya çalışır.
Mesela, “mutlaka zengin olmalıyım” diyen birine gayr-i meşru yolları gösterir, onu harama sevk eder. İlimde seçkin konuma gelen birini “sen başkasın, senin gibisi yok, herkes sana hürmet etmeli” gibi vesveselerle yakalamaya çalışır. Savaş gibi çetin durumlarda nice insanı korku damarından yakalayarak, savaşmaya değil sıvışmaya davet eder.

Pusudaki Avcı

Kur’an’ın en son suresi, görülen ve görülmeyen şeytanların vesveselerinden Allah’a sığınmayı anlatır:
“De ki: İnsanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlahına sığınırım, o sinsi vesvesecinin şerrinden. Ki o, insanların kalplerine vesvese verir. Hem cinlerden olur, hem insanlardan.” (Nas Suresi,  1-6)
“Sinsi” şeklinde tercüme ettiğimiz kelime, ayette “el-han­nas” kelimesi ile ifade edilir. “El- Hannas”, “kirpi misali geri çekilip büzülen, sinen, fırsat kollayan, açık yakalamaya çalışan” manasını ifade eder.
Evet, şeytan pusudaki sinsi düşmandır, daima fırsat kollar, insanları avlamaya çalışır.
İnsan, şeytandan vesvese geldiğinde “euzü billahi mineş şeytanir racim” derse, şeytan siner ve büzülür, oradan sıvışır. Ama uygun bir ortam olduğunda tekrar görülür, vesvese ver­me­ye devam eder, avından asla vazgeçmez.
Mevlana, şöyle der:
“Şeytan, kuşu aldatıp tutmak için ıslık çalan avcıya benzer. Kuş gibi öter. Kuş, hemcinsi zannederek, havadan iner, tuzağa tutulur.
Dünyada yüz binlerce tuzak ve dane vardır. Biz ise, aç ve harîs kuşlar gibiyiz.”

Hz. Âdem ve Şeytan 

Hz. Âdem’in ve şeytanın yaratılışları geçmişin karanlıklarında kalan bir meseledir. Soyut akılla veya bilimsel araştırmalarla meselenin ayrıntılarına inebilmek mümkün değildir. Bu durumda, bunları öğrenmek için kutsal metinlere müracaat etmek gerekir. Elbette Yaratan yarattığını bilir. “Yapan bilir ve bilen konuşur.”
İşte, son ilahi mesaj olan Kur’an-ı Kerim bu meseleyi en güzel bir şekilde sunmaktadır. Şöyle ki:
“Hani Rabb’in meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife kıla­ca­ğım’ demişti.
Melekler, ‘Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz hamd ile Sana tesbih ediyor ve Seni takdis ediyoruz’ dediler.
Rabb’in, ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.’ dedi.
Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere arz edip, ‘Davanızda sadık iseniz, haydi şunları bana isimleriyle haber verin.’ dedi.
Onlar dediler ki: ‘Ya Rabbi, Seni tenzih ederiz. Senin bize öğ­rettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen Alîmsin, Hakîmsin.’
‘Ey Âdem, onlara bu eşyayı isimleriyle haber ver.’ dedi. Bunun üzerine Âdem, onlara isimleriyle o eşyayı haber verdi…
Allah, ‘Ben size, Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim, dememiş miydim?’ dedi.
Ve o zaman meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ dedik, onlar da hemen secde etti. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.
Dedik ki: ‘Ey Âdem, sen ve eşin cennette yerleşin, ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.’
Derken şeytan onların ayağını oradan kaydırdı, içinde bulundukları yerden çıkardı. Biz de: ‘Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir nasip vardır.’ dedik.
Ardından Âdem Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla tövbe etti.) O da tövbesini kabul etti. Muhakkak O, tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.” (Bakara Suresi,  30-37)
Bu ayetlerde ana hatlarıyla anlatılan Hz. Âdem ve şeytan kıssasının ayrıntıları, Kur’an’ın başka yerlerinde anlatılmaktadır. Bunlar, legonun parçalarının birbirini tamamlaması gibi, kıssayı bir bütün olarak sunmaktadırlar.
Üstteki ayetlerle alakalı bazı mülahazalar şöyledir:
- Hz. Âdem topraktan, melekler nurdan, şeytan ise ateşten yaratılmıştır.
- Melekler Hz. Âdemin yaratılış hikmetini sormuş, ama secde emri geldiğinde hemen secde yapmışlardır. Şeytan ise onun kendisinden üstün olmasını hazmedemeyerek secdeden kaçınmıştır.
- İblis, şeytanın isimlerindendir.
- Hz. Âdem ve eşinin yemiş oldukları yasak meyvenin hangi ağacın meyvesi olduğu ayette belirtilmemiştir. Bu konuda bazı rivayetler varsa da bunlardan tam bir kanaate ulaşılamamaktadır. Zaten hangi meyve olduğu da önemli değildir. Burada asıl olarak nazara verilen, Hz. Âdem ve eşinin böyle bir ağacın meyvesiyle imtihan edilmelerdir.
- Hz. Âdem ve eşini yasak ağaçla imtihan eden yüce Allah, onların torunlarını da “günah ağacıyla” imtihan etmektedir. Bu günah ağacının kökü kalpte, dalları insanın azalarındadır. İşlenen her günah ise, o yasak ağacın meyvesinden yemek gibidir.
- Hz. Âdem ve Havva, bu olayda bütün insanlığın temsilcisi durumundadır. Çünkü onların fıtratı bütün insanlarda aynen vardır. Bir çocuğu bile bir odaya girmekten yasaklarsak, ne yapıp edip girmek ister.
- Yasakların bir cazibesi vardır ve insanın nefsi yasaklara karşı daima meyillidir. Şeytan insanın bu damarını iyi bilir ve o yasaklara sevk eder.
- Ayette “şu ağaca yaklaşmayın…” denilmesi dikkat çekicidir. Mıknatısın bir takım maddeleri çekme özelliği olduğu gibi, günahların da nefsi cezbetmesi söz konusudur. Bu maddeler mıknatısın çekim alanına girince çekilmekten kurtulamazlar. Öyle de, günahların çekim alanına giren bir nefis, o günahlardan kurtulamayabilir.
- Allah’ın muradı yeryüzünde insanların imtihan edilmesidir. Yasak ağacın meyvesinden yemek buna bir sebep olmuştur.
- Şeytan, ilk insan Hz. Âdem’in ayağını kaydırdığı gibi onun evlatlarının da ayaklarını kaydırmak, “günah ağacının” meyvesinden yedirmek ister. İnsan, zaman zaman aldanmış olabilir, ama ona yakışan Hz. Âdem gibi tövbe etmek, böylece “yitik cennete” geri dönmektir.
- Şeytan Allah’ın emrine karşı gelmiş, tövbe etmemiştir. Hz. Âdem de emre muhalefeti olmakla beraber tövbe etmiş, pişman olmuş, İlahi rahmete kavuşmuştur.
- İnsanın “vatan-ı asli”si, yani asıl vatanı Cennettir. Çünkü insanlığın Babası ve Annesi, cennetten gelmiştir. Bu dünya ise gurbet diyarı olup, o asıl vatanı kazanmak için bir çalışma ve imtihan yeridir.

Ateş ve Toprak

Kur’an’da şeytanın ateşten, Hz. Âdem’in ise topraktan yaratıldığı nazara verilir. Şeytanın ateşten yaratılması, bir ateş parçası olması anlamına gelmez. Nitekim insan topraktan yaratılmıştır, ama bir toprak parçası değildir. Hayatı, ruhu, hisleri… vardır. Benzeri bir şekilde şeytanın da hayatı, hisleri bulunmaktadır.
A’raf Suresi’nin başında şeytanın Hz. Âdem’e secde etmemesi şöyle nazara verilir:
“Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dedik. Hepsi secde ettiler, yalnız İblis, sec­de edenlerden olmadı.
Allah buyurdu: ‘Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan nedir?’
İblis dedi: ‘Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.’
Allah buyurdu: ‘Öyleyse in oradan, orada büyüklük tasla­mak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın.’” (A’raf Suresi,  11-13)
Şeytanın “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” demesinde biri doğru diğeri yanlış iki hüküm vardır. “Beni ateşten yarattın, onu çamurdan ya­rattın.” kısmı doğrudur. Ama bundan yola çıkarak, “Ben ondan hayırlıyım” demesi yanlış bir hükümdür.
- İnsana değer kazandıran, soy, sop, mal gibi şeyler değil, ilim, ahlak, fazilet gibi değerlerdir. Ama tüm değer ölçülerinde İslam’a ters düşen şeytan, ırk meselesinde de aldanmış ve aldatmaktadır. Şöyle ki:
Şeytanın “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, Onu ise topraktan yarattın” deyişinde tam bir ırkçı yaklaşım vardır. Benzeri bir yaklaşımla, kendi ırk ve milletinden olanları üstün, başka ırk ve milletten olanları aşağı görmek, şeytanî bir bakış açısıdır. Yahudi milletinin, kendilerini Allah’ın seçkin kulları, diğer insanları ise kendilerine bir nevi hizmetçi görmeleri nice problemler meydana getirmiş ve getirmektedir. Almanların “Biz üstün ırkız” mülahazasıyla 2. Dünya Savaşı’nı çıkarmaları gözler önündedir.
Değerli Kur’an müfessiri Hamdi Yazır, şeytanın bu davası ve davasına delil getirmesindeki başlıca hata ve yanlışlara şöyle temas eder:
- Her şeyden önce şeytan soruya karşı durum ve görevini takdir edememiş, cevabı tariz ve çekişme tavrına dökerek bahis ve sözde makam gasbı sevdasına düşmüştür. İtiraf ve bağışlanma dileme yerine itiraza ve yanlış çıkarmaya kalkışmıştır.
- Verilmiş kesin bir emir varken, buna mukabil kıyas ve içtihada kalkışmıştır. Hâlbuki nass olan yerde içtihad yapılmaz.
- “Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” demesi, aslında doğrudur. Fakat şeytan bu iki yaratılış olayını mukayese ile bundan “ben ondan üstünüm” sonucunu çıkarma görüşünde hata etmiştir.
- Şeytan, yalnız madde ve unsura itibar etmek istemiş, Âdem’­­de topraktan, kendisinde ateşten başka bir özellik gör­me­miş ve diriden ölü, ölüden diri yaratan ve eşyanın özellikleri ve üstünlüklerini kereminden bahşeden Yüce Yaratı­cı’­yı maddeye mahkûm gibi varsaymıştır. Hiç düşünmemiştir ki, çamur ile ateşin özündeki fark da sadece Yaratacı’nın tahsisine borçlu olan bir yaradılış farkından başka bir şey değildir.
- Bundan anlaşılır ki, birçok insanda görülegelen sadece maddeye yöneliş (maddecilik) şeytanın mesleklerinden bir meslektir.
- Yaratılış bakımından ateş ve toprak, yaratılmış olmak ve yaratıcının hükmüne mahkum bulunmak bakımından eşittirler. Özellik bakımından ise toprağa mahsus özellikler, ateşe mahsus özelliklerden daha kapsamlı ve üstündür. Hele ahlâkî bir temsil ile düşünüldüğü zaman, ateşin hafifliğine, hiddet ve şiddetine, telaş ve ızdırabına, kibre eğilimli ve yayılmacı olmasına karşılık, toprağın vakar ve sakinliği, sabır ve dayanıklılığı, sebatı, yumuşaklığı, hayâ ve cömertliği, seçkinlik ve olgunlaşma yeteneği ne kadar yüksektir.

Şeytana İzin Verilmesi

Şeytan, Hz. Âdem’e secde etmeyince huzurdan kovuldu ve lanetlendi. O zaman şeytan, Allah’tan şu istekte bulundu:
“‘Ya Rabbi, insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.’
Allah dedi: ‘Belli vakte kadar mühlet verilenlerdensin.’
Şeytan dedi: ‘Beni saptırmana yemin ederim ki, onlara yeryüzünde fenalıkları süsleyeceğim. Halis kıldığın kulların dışında hepsini saptıracağım.’” (Hicr Suresi,  36-40)
Şeytanın bu isteği konusunda bazı meselelere dikkat çekeceğiz:
- Şeytana bu izin ve mühletin verilmesi, yeryüzünde imtihan olması içindir. Eğer şeytan insanlara musallat olmasaydı, insanların makamı melekler gibi sabit kalırdı, ilerleme olmazdı. Hâlbuki şeytanla sınanan insan, en alt mertebelere düşebildiği gibi, en yüksek makamlara da çıkabilir.
- Şeytan insanlara sadece vesvese verir, kötülüklere sevk eder, ama zorla bir şey yaptıramaz. Eğer böyle bir gücü olsaydı, insanların kötülükler sebebiyle sorumlu olmaması gerekirdi.
- Zehrin altın kaplarda veya bal içinde sunulması gibi, şeytan dahi kötülükleri iyilik şeklinde takdim eder. Mesela bir delikanlıya der: “Dini görevlerini yerine getirmek için daha çok gençsin. Şimdi hayatını yaşa. Gez, oyna!”
Sabah namazına kalkmaya çalışana der: “Şimdi hava çok soğuk. Sen de biraz rahatsızsın. Sonra kılıverirsin.”
Allah yolunun erlerine der: “Canım bu milleti sen mi kurtaracaksın? Kendinin bu kadar dertleri varken, onları unutmuş milletle uğraşıyorsun, boş ver…”
-İblis, bu kadar dessaslığıyla beraber Allah’ın “muhlas” kullarına bir şey yapamaz. Onları doğru yoldan saptıramaz. Hatta onların derecelerinin yükselmesine sebep olur.

Şeytan Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı nasıl aldattı?

Kur’an-ı Kerim, şeytanın Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı nasıl aldattığını şöyle haber verir:
“Derken şeytan kendilerinden gizli kalan mahrem yerlerini onlara göstermek için şöyle vesvese verdi: ‘Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da cennette ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti.’
Ve onlara: ‘Elbette ben size öğüt verenlerdenim.’ diye de yemin etti.
Böylece onları aldatarak önceki mevkilerinden indirdi. Ağacın meyvesini tadınca, mahrem yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste üzerlerini örtmeğe başladılar. Rableri onlara seslendi: ‘Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi, şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?’
Dediler ki: ‘Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen, şüphesiz hüsrana düşenlerden oluruz!’
Allah buyurdu: ‘Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir süre kalmak ve bir nasip almak vardır.
Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız!’” (A’raf Suresi,  20-25; bk. Taha Suresi, 116-121 )
Onların bu kıssasında Âdem’in evlatları olan bizler için pek çok ibretler vardır. Şöyle ki:
-Şeytan, bir yalancıdır, yalanlarla insanı kandırır. Nitekim bu olayda yasak ağaçtan yerlerse cennette ebedi kalacaklarını söylemiş, onların cennetten çıkmalarına sebep olmuştur.
-Şeytan yalan yere yemin eder, bununla vesvesesini kuvvetlendirir.
-Şeytan, insanın hayrını istiyormuş gibi insana yaklaşır, aldatmaya çalışır. Yoksa “senin kuyunu kazıyorum” gibi tehditli ifadelerle yaklaşmaz.
-Ayetteki “mahrem yerleri kendilerine göründü” kısmı adeta büluğ dönemini ifade etmektedir. Nitekim büluğ dönemine kadar erkek ve kadın birbirlerinin mahrem yerlerinin farkında değillerdir. Farkına vardıklarında cinsellik sınavı başlar ve bu çok çetin bir sınavdır. Şeytan, her iki tarafın birbirlerine olan fıtri meylini kullanmasını çok iyi bilir ve onları haram beraberliklere ve daha nice çılgınlıklara sevk eder.
-İnsanın hamuru günahla yoğrulmuştur. Nefsine mağlup olup günah işleyebilir. Fakat ona düşen, Hz. Âdem ve Havva gibi, Allah’a tövbe ve iltica etmektir. Yoksa İblis’in yaptığı gibi günahını savunmaya çalışırsa, rahmetten mahrum kalır.
-Kokuşmuş ve bozulmuş şeyleri mideye doldurmak ona bir zulüm olduğu gibi, helal varken harama girmek de kişinin kendi nefsine zulmetmesidir. Hâlbuki Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”
-Günah ağacının kökleşip her tarafa dal budak saldığı bir zamanda yaşıyoruz. Öyle ki, pek çok günah adeta örf haline gelmiş. Pek çok kişi günah bataklığında boğuluyor. Günah çamuruna dalan nice kişi, bunu misk u anber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor. İşte, böyle bir zamanda her insana düşen görev, Hz. Âdem ve Havva gibi “Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen, şüphesiz hüsrana düşenlerden oluruz” deyip Allah’a yönelmektir.

Şeytan meleklerden miydi?

Kur’an ayetlerinde meleklerin Hz. Âdem’e secde etmesi emredildiğinde hepsinin secde ettiği, ama İblis’in etmediği anlatılır. (Mesela bkz. Bakara 34, A’raf 11, İsra 61, Kehf 50, Taha 116.)
Bu ayetleri okuduğumuzda ilk anda İblis’in de meleklerden olduğu hatırımıza gelir. Çünkü “emir meleklere verilmiştir, şayet İblis meleklerden değilse bu emir onu ilgilendirmemesi gerekir” şeklinde düşünebiliriz. Ama Kur’an-ı Kerim bir bütün olarak değerlendirildiğinde İblis’in meleklerden olmadığı kanaatine ulaşırız. Şöyle ki:
- İblis ve meleklerin yaratılış maddeleri aynı değildir. İblis ateşten yaratılmıştır, melekler ise nurdan.
-Kur’an-ı Kerim açık bir şekilde onun cinlerden olduğunu haber vermektedir:
“Hatırla o vakti ki, biz meleklere ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik. İblis dışında onlar hemen secde ettiler. O, cinlerdendi, Rabbinin emrinden dışarı çıktı.” (Kehf Suresi, 50)
- İblis’in nesli vardır, melekler için böyle bir durum söz konusu değildir. Allah şöyle buyurur:
“Şimdi siz beni bırakıp da İblis’i ve neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için ne kötü bir takastır bu.” (Kehf Suresi, 50)
-Melekler Allah’a isyan etmezler, İblis ise isyan etmiştir ve etmeye devam etmektedir. Kur’an-ı Kerim şöyle bildirir:
“… O melekler Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve ne emredilse onu yaparlar.” (Tahrim Suresi,  6)
Bütün bunlar İblis’in meleklerden olmadığını açıkça gösterir. Öyle anlaşılıyor ki, İblis’in Hz. Âdem yaratılmadan önce meleklerle beraberliği vardı. Onlara Âdem’e secde emri verildiğinde, İblis de secde ile mükellef kılındı. Ama kibrine mağlup oldu, kendini büyük, Hz. Âdem’i ise küçük gördü. Bunun sonucu olarak huzurdan tardedildi.
Halkımız arasında “İblis meleklerdendi, hatta onların akıl hocasıydı, onlara ders verirdi” şeklinde anlatılanlar genelde İsrailiyat kaynaklı bilgilerdir, sağlam ve muteber kaynaklarda yer almamaktadır.

Şeytan cennete ve Hz. Nuh’un gemisine nasıl girdi?

Tevrat’ın “Tekvin” bölümünün başında Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın kıssasına yer verilir. Burada yılanın Havva’yı kandırdığı, Havva’nın da Hz. Âdem’i ikna ettiği anlatılır. Buna mukabil yılana sürünme ve Havva’ya da zahmetle doğum yapma cezası verildiği bildirilir. Halkımız arasında kıssanın bu kısmı da hayli meşhurdur. Hatta bazı İslami eserlerde şeytanın yılanın içine girerek böyle bir vesvese verdiği söylenir. Bu hususta çok kesin bir ifade kullanmanın doğru olmadığını söyleyip şuna dikkat çekmek isteriz:
Şeytanın Cennetteki Hz. Âdem Ve Hz. Havva’ya vesvese verebilmesi için illa Cennete girmesine, kendini yılan içinde gizleyerek kamufle etmesine ihtiyacı yoktur. Bizlere görünmeden şu anda herkese nasıl vesvese verebiliyorsa, Hz. Âdem Ve Hz. Havva’ya da vesvese vermiştir.
Bir de bazı kitaplarda geçen şu anlatıma bakalım:
Tufan zamanında Nuh Peygamber tarafından davet edilmedikçe hiç kimsenin Nuh’un gemisine binmesine imkân yoktu. Şeytan bu münasebetle insanlardan ayrı düşeceğini anlamıştı. Fakat gemiye binmesine sıra gelince, eşeğin inadı tutmuştu. Sonunda sabrı tükenen Nuh Peygamber, eşeği tekmeleyerek, “Girsene be şeytan!” diye bağırmıştı. O anda şey­tan da görünür ve gemiye girer. Nuh “Sen kimsin, nere­den geldin?” der. Şeytan da “Beni çağırıp ‘Girsene be şey­tan!’ dedin ya, işte geldim, giriyorum” der. Böylece şeytan da gemiye binmiş, orada yerini almış olur.
Bu anlatımda şeytanı adeta bir insan veya cismani bir varlık gibi düşünme hatası vardır. Bu anlatıma göre, “Böyle bir olay olmasa, şeytan artık insanlara vesvese veremeyecekti” zannedilebilir. Hâlbuki şeytan cismani bir varlık değil, ruhanidir. Her tarafı kuşatan bir tufan olayında onun sularda boğulması düşünülemez. Böyle bir anlatım, olsa olsa sembolik bir anlatım olarak kıymet kazanır, tufandan sonra da şeytanın insanlarla beraber olduğunu, onları kandırmak için gayret içinde olduğunu anlatmaya yardım eder. 
Anlatılır ki, tufan olayından sonra şeytan Hz. Nuh’a varıp “Ey Nuh, benim için Rabbine aracı olsan. Böyle bir hayattan usandım. Rabbimin affını bekliyorum” der. Hz. Nuh, Cenab-ı Hakk’a dua ile bu talebi arz eder. Cenab-ı Hakk şunu bildirir: “Ben Âdem’e secde etmediği için onu rahmetimden uzaklaştırdım. O’na söyle, Âdem’in kabrine gitsin, secde etsin, O’nu affedeceğim.”
Hz. Nuh durumu şeytana iletir. Şeytan büyük bir öfkeyle “Ben O’nun dirisine secde etmedim, ölüsüne mi secde edeceğim!” der, çeker gider.
Böyle kıssalarda kıssayı zahirine göre değerlendirmek yerine bundan alınacak hisseye bakmak gerekir. Bunlar gibi Tevrat veya onun yorumu vasıtasıyla kültürümüze ve kitaplarımıza giren, halk arasında anlatılan İsrailiyat haberleri karşısında Hz. Peygamber’in şu istikametli ölçüsü esas alınmalıdır:
“Ehl-i kitabı ne tasdik edin, ne de yalanlayın. ‘Biz Allah’a ve O’nun indirdiklerine iman ettik’ deyin.” (Buhari,  Tefsir I/11)

Mübareze Kanunu ve Zıtların Mücadelesi

Allahu Teala, âlemde renklilik murat etmiş ve monotonluk yerine daimi hareketliliği tercih etmiştir. Bunun sonucu olarak görürüz ki, gece ve gündüz birbirini kovalar, mevsimlerin biri biter, diğeri gelir.
Bu renklilik ve hareketliliğin önemli bir sebebi, şu âlemde birbirine zıt şeylerin olmasıdır. Allahu Teala, ışığı yarattığı gibi karanlığı da var etmiş, melekleri yarattığı gibi şeytanları da yaratmış, hayatı halk ettiği gibi ölümü de halk etmiş, kalpte melek ilhamına yer verdiği gibi şeytan vesvesesine de yer vermiştir.
Bu mübareze ve mücadelenin en geniş alanı, şeytanlar ve melekler arasında gerçekleşir. Şöyle ki:
Hicr Suresi 16-18, Saffat Suresi 6-10, Cin Suresi 8-9 ve Mülk Suresi 5. ayetlerinden anlaşıldığına göre, cinler ve şeytanlar semavî birtakım haberler alabilmek için semadaki bazı dinleme yerlerine çıkıp kulak hırsızlığı yaparlar. Fakat melekler eliyle atılan ve “şihab” denilen “ilâhî roketlerle” veya diğer bir ifade ile “semâvî mermilerle” tardedilirler. Kur’ân inmezden önce medyumlara bu türden yarım yamalak haber getiren cinler ve şeytanlar, Kur’an’ın nüzulüyle beraber bu tür haberlerden alıkonulmuştur.
Cinlerin bu gibi haberler için semavata çıkmaları, koca sema ülkesini baştanbaşa katedip haber getirmeleri anlamına gelmez. Bilakis, atmosferi de içine alan sema memleketinin karakolları hükmünde bazı mevkilere gitmelerini ifade eder.
Bu mübarezenin insanlık âleminde tezahürü, iyilerle kötülerin, ehl-i imanla ehl-i küfrün mücadeleleri şeklinde kendini gösterir.
Ehl-i iman ve ehl-i küfür, insanlık ağacının iki dalıdır. Kur’an’ın bildirdiğine göre, “İnsanlar bir tek ümmet idi.” (Bakara Suresi, 213; Yunus Suresi, 19) Basit düşünceleri, basit hayat tarzları vardı. Dünya geniş, rızıkları boldu. Derken, çoğaldılar ve sosyal hayat başladı, aralarında ihtilaflar ortaya çıktı.
“Bunun üzerine, Allah müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. İhtilafa düştükleri şeylerde insanlar arasında hak ile hükmetmesi için, o peygamberlerle beraber kitap indirdi...” (Bakara Suresi, 213)
İnsanlar arasında ilk ciddi ihtilaf, Hz. Âdem’in iki oğlu olan Kabil ve Habil arasında meydana gelir. Habil, masumdur; Kabil ise, saldırgan. Bir kız meselesi yüzünden, Kabil Habil’e saldırır ve onu öldürür. (Maide Suresi, 27-31) Bu, yeryüzünde akan ilk kandır. Fakat bu kan, zaman içinde artacak, dünyanın hemen her yerini kaplayacaktır.
Habil ile Kabil, mahiyetleri farklı iki ekolün temsilcisidirler. Hz. Âdem’in bu iki oğlunun mahiyeti, zamanın akış seyri içinde “ehl-i iman ve ehl-i küfür” şeklini almıştır. “İşte bu ikisi, Rableri hakkında hasımlaşan iki grup” ayeti, farklı mahiyetteki bu iki ekole işaret eder. (Hac Suresi, 19)
Bu iki ekolün mücadelesi, kuvvet ile Hakk’ın mücadelesidir. Ehl-i iman hakk’a dayanır, ehl-i küfür ise kuvvete... Onlar ehl-i iman karşısında fikren mağlup olduklarında kuvvet kullanarak, galip gelmeye çalışırlar. Güçleri yeterse zindana atarlar, vatandan ihraç ederler, döverler, hatta öldürürler.
İşte Hz. Nuh’a karşı kavminin durumu... Hz. Nuh’un Allah yoluna davetine şu şekilde karşılık veriyorlar:
“Ey Nuh, vazgeçmezsen taşa tutulanlardan olacaksın!” (Şuara Suresi,  116)
İşte, Hz. Lut’a ve O’na inananlara karşı kavimlerinin tutumu... Kendilerini günahlardan uzak kalmaya çağıran bu bahtiyar zümre için şöyle diyorlar:
“Onları memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar, fazla temiz insanlar!” (A’raf Suresi, 82)
İşte Hz. Şuayb’a karşı kavminin önde gelenlerinin cevabı... O’nun ölçü ve tartıda adaletli olma çağrısına şöyle mukabele ediyorlar:
“Ey Şuayb! Ya bizim dinimize dönersiniz, ya da seni ve sana inananları memleketimizden sürüp çıkaracağız.” (A’raf Suresi, 88)
Ve işte Hz. Musa’ya karşı Firavun’un despot tavrı… Hz. Musa’nın tek Allah’a çağrısına şöyle cevap veriyor:
“Benden başkasını ilah edinirsen, andolsun ki, seni zindana atarım.” (Şuara Suresi, 29)
Örnekler çoğaltılabilir…

Şeytan bir şer ilahı mı?

Mecusilerde olduğu gibi bazı dinlerde “şer ilahı” kavramı vardır. Bunlar, kötülüklerin icadını Allah’a vermeyi uygun görmediklerinden âlemde görülen şerleri ve kötü şeyleri şer ilahına isnat etmeyi tercih etmişlerdir. Tevhid dini olan İslam, böyle bir inancı asla kabul etmez, bunu şirkin bir çeşidi olarak değerlendirir.
Allah hem hayır hem de şerrin yaratıcısıdır. Söz gelimi, koyunu O yarattığı gibi, domuzu da O yaratmıştır. Toprağı O yarattığı gibi ateşi de O yaratmıştır. Topraktan Âdem’i O yarattığı gibi, ateşten şeytanı da O yaratmıştır.
Bütün bunlarda şer olarak gördüklerimiz insana bakan yönüyledir. Yoksa gerçekte bunların hepsi ilahi birer sanat harikasıdır.
Koyun güzel olduğu gibi, ekolojik denge açısından bakıldığında domuzun yaratılması da güzeldir. Çirkin olan, Allah’ın yasağına rağmen domuzun etini yemektir.
Âdem güzel olduğu gibi, yaratılış hikmetleri düşünüldüğünde şeytanın yaratılması da güzeldir. Çirkin olan, şeytana uymaktır.
Allah her şeyin yaratıcısıdır. Şeytan da buna dâhildir. Yaratılmış bir mahlûkun Allah’ın şeriki olması elbette düşünülemez. Şeytan, Allah’ın mülkünde asla bir yaptırım gücüne sahip değildir. Yapabildiği tek şey haramları cazip göstermek, helallerin önüne geçmeye çalışmaktır. İyilikleri yaptırmamak suretiyle kötülükleri yaptırır, hayra engel olmaya çalışarak şerlere sebebiyet verir. Yoksa yaratma noktasında asla Allah’a bir şerik değildir.

Şeytan ve Yokluk Âlemleri

Şeytan, menfiliğin, olumsuzluğun sembolüdür. Bütün ves­ve­seleri, menfi şeylere sevk etmek şeklindedir. Öyle ki müspet görülen telkinlerinde bile menfilikler vardır. Mesela “Rüş­vet ye” derken, aslında “Helalinden kazanma!” mesajını vermiş olur.
Şeytan, yokluk âlemleri hesabına çalışır. Mesela, namaz kılmak bir iştir, kılmamak ise yokluk âlemlerine girer. “Namaz kılmamak” diye ayrı bir fiil yoktur.
Aynı şekilde zekât vermek hayırlı bir iştir, vermemek ise bir eylem sayılmaz.
Hidayet vücut âlemindendir, dalalet ise yokluk âleminden. İman ve hidayet ile kalp gözü açılır ve insan sonsuz bir varlığa kavuşur.
İşte şeytan iman yerine inkârı, hidayet yerine dalaleti, şükür yerine nankörlüğü, ilim yerine cahilliği… teşvik ederek devamlı yokluk alemleri hesabına çalışır. Bütün bu olumsuz şeyler biriktirilir, cehenneme gönderilir. Kâfir orada olumsuz tavırlarının cezasını görür.
Mümin ise, sergilediği olumlu tavırların sonucu olarak bütün menfiliklerden sıyrılmış olarak cennete alınır, ebedi mükâfatlandırılır.

Şeytanın Yemesi ve İçmesi

Acaba şeytan ne yer, ne içer? Bunu kendi aklımızla bilmemiz mümkün değildir. Ama Peygamber Efendimizden nakledilen bazı rivayetler bize bu konuda ışık tutar. Şöyle ki:
Şeytan, besmelesiz başlanan yemeğe ortak olur.
“Kişi evine döndüğünde, içeri girerken ve yemek yerken besmele çekip Allah’ın adını zikretse, şeytan yardımcılarına ‘Size burada gecelemek de yok, akşam yemeği de yoktur.’ der. Ama o kişi, evine girerken Allah’ı zikreder fakat yemeğini yerken zikretmezse, şeytan yardımcılarına ‘Akşam yemeğine kavuştunuz ama burada gecelemeniz mümkün değil’ der. Adam eve girerken ve yemeğe başlarken besmele çekmezse, şeytan yardımcılarına ‘Yemeğe de yetiştiniz, yatmaya da!’ der.” (Müslim, Eşribe, 103)
Hadis-i şeriflerde eve girerken ve yemeğe başlarken besmele çekilmesi halinde şeytanın o evden ve sofradan uzaklaşacağı anlatılmakta, şeytanın besmelesiz yenilen yemeği ev sahipleriyle beraber yiyeceği, bu sebeple de yemeğin bereketinin gideceği bildirilmektedir.
Başka bir rivayette ise şöyle bildirilir:
“Sol el ile yiyip içmeyin. Zira şeytan sol eliyle yer ve içer.” (Müslim, Eşribe, 104-106)
İmam Gazalî, İhyâ’da şöyle bir rivayete yer verir:
“Bir gün bir müminin şeytanı ile bir kâfirin şeytanı karşılaşırlar. Kâfirin şeytanı kilolu, semiz, temiz ve şık giyimlidir. Müminin şeytanı ise, zayıf, pis, kirli ve çıplaktır. Kâfirin şeytanı, müminin şeytanına ‘Bu ne hâl?’ diye sorar.
Müminin şeytanı ‘Ne yapayım, bir adama düştüm ki, adam yiyeceği zaman besmeleyi okur, ben aç kalırım. İçeceği zaman besmeleyi okur, ben susuz kalırım. Giydiği zaman elbiseyi besmele ile giyer, çıplak kalırım. Temizlendiği zaman besmele ile temizlenir, ben de pis kalırım’ der.
Bunun üzerine kâfirin şeytanı da, ‘Ben öyle bir adam ile arkadaşım ki bunlardan hiçbirisine besmele getirmez. Yemesinde, içmesinde ve giymesinde ben kendisine ortak olurum,’ der.”
Öyle anlaşılıyor ki, insan yemesinde içmesinde besmele çekmemek veya şeytana uymakla kendi şeytanını beslemiş olmaktadır.

Nefis Şeytan İlişkisi

Nefis ve şeytan, insanın manevi ilerleyişinde en mühim iki engel. Nefis içeriden, şeytan dışarıdan dünya ve ahi­re­ti­mi­zi perişan etmek için durmadan çalışıyorlar. Nefsin mahiyetinde gurur- kibir- menfaatçilik gibi pek çok zararlı özellikler var. Şeytan ise, işletilmeye uygun bu madenleri iyi biliyor ve işletiyor. Nefsin zaaflarını tanıyor ve yakalıyor. 
Nefis insanın içinde bir mahiyet, şeytan ise insanın dışında bir hakikattir.
İnsanın nefs-i emmaresi, şeytanın bir talebesi gibidir. Şeytan kuvvetli bir verici, nefis hassas bir alıcıdır. Şeytandan gelen telkinlere kulak veren nefis, insanı fısk ve fücura, isyan ve inkâra, gaflet ve dalalete, her türlü rezalet ve mala­ya­ni­ya­ta sevk eder.
Nefis, içimizde şeytanın temsilcisi... Onun yerli iş birlikçisi... Eğer terbiye edilmezse, onun bir öğrencisi…
Nefis, ıslah olmaya kabiliyetlidir. Bir atın veya bir köpeğin iyi bir terbiye ile faydalı hale gelebilmesi gibi, nefis dahi terbiye ile uysal ve söz dinler bir hale gelebilir. Şeytan için ise bu kapı artık kapalıdır, ıslah olması düşünülemez.

Herkese Bir Şeytan

Hz. Âîşe şöyle rivayet eder:
“Rasulullah bir gece yanımdan çıkıp gitmişti. Ben bundan dolayı kıskançlık duydum. Biraz sonra geldi ve benim kıskandığımı hissetti. Bana:
‘Neyin var ey Âişe, yoksa kıskandın mı? ‘ diye sordu.
Ben, ‘Neyim olacak, benim gibisi senin gibi bir zatı kıskanmaz mı?’ dedim.
Rasulullah, ‘Sana, şeytanın mı geldi?’ dedi.
Ben, ‘Ey Allah’ın elçisi, benimle beraber bir şeytan mı var?’ dedim.
O da, ‘Evet...’ dedi.
‘Her insanın yanında bir şeytan mı var?’ dedim.
O da, ‘Vardır’ dedi.
Bu­nun üzerine ‘Senin de var mı ey Allah’ın Rasulü?’ diye sordum.
Şöyle buyurdu: ‘Evet, var. Fakat Rabbim bana yardım etti de benimki teslim oldu.’” (Müslim, Münafıkun, 11)
Bazı zatlar, hadisin son kısmında yer alan “Benimki teslim oldu” kısmını “Benimki Müslüman oldu.” şeklinde tercüme ederler. Bu, yanlış bir tercümedir. Çünkü Müslüman olmak şeytanın tabiatına zıddır, şeytan Müslüman olmaz, ama şeytan teslim alınabilir. Bunu yapabilen zatlara şeytan artık bir zarar veremez.

Kalpteki Şeytanî Merkez

Her insanda müstakil bir şeytan olduğunun bir tezahürünü en azından şu hadiste görebiliriz:
“Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi (dokunuşu) vardır, bir de meleğin lemmesi. Şeytanın lemmesi, şerre teşvik etmek ve hakkı yalanlamaktır. Meleğin lemmesi ise iyiliği ilham etmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim vicdanında hissederse Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a ham­de­tsin. Öbürünü hisseden de şeytandan Allah’a sığınsın. (Tirmizi, Tefsir, 2/25)
Daha sonra Rasulullah şu ayeti okur:
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve fuhşiyata teşvik eder. Allah ise kendi lütfundan ve bağışlamasından vaatte bulunur. Allah’ın lütfu geniştir. O, herşeyi bilendir...” (Bakara Suresi,  268)
Hadiste bildirilen iki lemme (lümme), kalbe gelen ilhamları beyan etmektedir. Bunlardan biri melek ilhamı, diğeri ise şeytan vesvesesi içindir. Şeytan kendine ait olan kısmı bir üs olarak kullanır, buradan vesvese yayınları yapar.
Herkes kendi kalbinde her iki yayını da hissedebilir. Mesela, rüşvetle karşı karşıya kalan bir memura içinden bir ses şöyle der:
“Ne duruyorsun, alsana. Ömrün hep fakirlikle mi geçecek?”
Ama başka bir ses de şöyle der:
“Ne yapıyorsun, helal kazancına haram mı karıştıracaksın? Rüşveti verenin de alanın da ateşte olduğunu unuttun mu?”
Bu seslerden biri şeytandan, diğeri ise melektendir. Her insan hemen her gün binlerce bu tür seslere muhatap olur.

Şeytan nerelerde gezer?

Şeytan, aslında her yerde gezer, onun için her yer “aldatma alanıdır.” Ama bununla beraber bazı yerler onun daha çok gezdiği, adeta cirit attığı yerlerdir. Bu cümleden olarak, kahvehaneler, meyhaneler, gece kulüpleri, yol kenarları, plajlar, çarşılar… sayılabilir.
Kahvehaneler: Buralar “toplu halde vakit öldürme yerleridir.” Hâlbuki insan bu dünyaya vakit öldürmeye değil, vakti değerlendirmeye gönderilmiştir. Buralara takılan insanlar, hayatın ciddi gayelerinden uzaklaşırlar. Gayesizlik ve hedefsizlik, bunların en belirgin özellikleri haline gelir. Nemli mekânlarda demirin zamanla paslanması gibi, böyle yerlerde duranlar da ruhen paslanırlar. Kahvehanelerde içilen sigara buralarda oturanların bedenine sindiği gibi, yapılan abes konuşmalar, küfür sözleri, gösterilen tembelce tavırlar da adeta ruhlarına işler. Bu dumanlı mekânların müdavimleri, her türlü zararlı fikri akıma veya zararlı alışkanlıklara buralarda maruz kalabilirler.
Meyhaneler: Meyhaneler, mutluluğu yanlış yerde aramanın adresidir. Buralar adeta birer “düşkünler yurdudur.” Feleğin sillesine maruz kalmış, ama buna karşı net tavır geliştirememiş kimselerin uğrak yeridir. Meyhaneye gidip “kafa bulmaya çalışmak”, susuzluğunu deniz suyuyla telafiye çalışan kimsenin şaşkınlığı içerisinde, aklını başından alacak şeyi içmeyi akıllılık zannetme divaneliğidir.
Gece Kulüpleri: Gece kulüpleri, aslında bizim kültürümüzde olmayan ve de olmaması gereken yerlerdir. Batılılaşma serüveninin milletimize kötü hediyelerindendir. Buralar, çalınan müziğiyle, gelenlerin kılık kıyafetiyle, içtikleri içkiyle, kullandıkları uyuşturucuyla, yaptıkları dans ve benzeri tavırlarıyla bize tamamen yabancı yerlerdir. Bu izbe yerler, insanın maneviyatını silip süpüren, insanı adeta insanlıktan çıkaran batakhanelerdir. İffetiyle bilinen bir toplumun fertlerinin, gayr-i meşru beraberlik ortamı içeri­sinde çılgınca eğlenmeleri, uyuşturucuyla kendilerinden geçmeleri hazin bir manzaradır. 
Yol Kenarları: Yol kenarları, işsiz güçsüz insanların tembelce oturduğu, gelene geçene baktıkları birer mekân olarak da kullanılabildiğinden, şeytan buradaki insanları boş işlerle oyalamakta, boş sözlerle avutmaktadır.
Peygamber Efendimiz bir keresinde “Yol kenarlarında oturmaktan kaçınınız” buyurdu.
Ashab, “Ya Rasulallah, bizim için bundan tamamen sıyrılmak mümkün değildir. Oralar bizim meclislerimizdir, oralarda meselelerimizi görüşürüz” diye izin istediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz “İlla oturmak isterseniz, oraların hakkını veriniz” dedi.
Ashab, “Ya Rasulallah, yolun hakkı nedir?” diye sordular. Hz. Peygamber, şöyle dedi:
“Haramdan göz yummak, halka eza vermekten kaçınmak, selam verenin selamını almak, iyiliği emredip kötülükten yasaklamak, sorana yol göstermek, mazluma yardım etmektir.” (Ebu Davud,  Edeb, 12)
Öyle anlaşılıyor ki, yol kenarlarında oturmak haram olmamakla birlikte doğru da değildir. Oturmak mecburiyetinde kalındığı zaman ise, -hadiste belirtildiği gibi- belli esaslara riayet edilmesi gerekmektedir.
Plajlar: Yüzmek, Peygamber Efendimizin tavsiye ettiği sporlardan biridir. Ama üç tarafı denizlerle çevrili yurdumuzda, günümüz şartlarında bunu yapabilmek hayli riskli hale gelmiştir. Çünkü plajlarda kadın erkek karışıktır. Yüzmek gibi gayet masumane ve faydalı bir aktivite için plaja giden biri, tam bir günah ortamına girmektedir. Dini duyarlılığı olan kimselerin bu ortamda bulunmaları maneviyatlarına ciddi zarar verir, kendilerini gittikçe lakayt hale getirir. Buna mukabil, biraz uzaklarda da olsa sakin yerler bulup orada yüzmek tercih edilmelidir.
Çarşılar: Çarşı ve pazar, insanların kalabalık bir şekilde bulundukları yerlerdir. İnsanlar buralarda gezer dolaşır ve alış verişte bulunurlar. İnsanın gözü o kalabalık içinde harama da kayabilir, dikkat etmesi gerekir. Peygamber Efendimiz, ister istemez görülenden bir vebal olmadığını, ama tekrar bilerek bakılırsa günah olduğunu bize anlatır. (Ebu Davud, Nikah, 43)
Ayrıca şeytan, yapılan alış verişlerde hile yapılması için durmadan dürtükler. Mesela, satıcıları saf gördüklerini aldat­maya teşvik eder, yalan yeminler ettirir.

Ramazan Ayında Şeytan

Peygamber Efendimiz, Ramazan ayını anlatırken şöyle buyurur:
“Ramazan ayı girdiği zaman cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır, şeytanlar zincire vurulur.” (Buhari, Savm, 5)
Pek çok insan bu hadisi ilk defa duyduğunda çok sevinir, “Oh ne güzel, Ramazan ayı geldiğinde rahat edeceğiz, şeytandan kurtulacağız” der. Ama Ramazan ayı gelip de yine şeytanın desise ve vesveselerine maruz kaldığında şaşırır kalır, “Ramazan ayındayız ama şeytanlar neden zincire vurulma­mış?” diye hayret eder.
Hâlbuki meselenin esası şudur: Ramazan ayında Cenab-ı Hak tarafından şeytanlara bir ay boyunca izin verilmez. Onlar yine iş başındadırlar, insanları yoldan çıkarmak için ellerinden gelen gayreti gösterirler. Ama bu ayda insanlar oruç vasıtasıyla nefislerini kısmen terbiye ettiklerinden diğer aylarda olduğu gibi insanlar üzerinde kolayca etkin olamazlar. Öyle ki Ramazan ayı geldiğinde nice meyhane ve kahvehane kapanır. Manevî bir atmosfer insanlara hâkim olur. Böyle bir atmosfer içinde şeytanlar eskisi kadar kolay cirit atamazlar, isteklerini yaptıramazlar. Hatta adeta şeytanın yayın organı gibi yayın yapan bir kısım gazete ve televizyon, bu manevî atmosfer içinde kısmen dini yayın yapmaya kendini mecbur hisseder.
Bu durumda, Ramazan ayında şeytanların zincire vurulması, doğrudan Allah tarafından değil, oruç tutan ve orucun hakkını verebilen kimseler tarafından olmaktadır.

Damarlarda Dolaşan Şeytan

Peygamber Efendimizin eşi Hz. Safiye şöyle anlatır:
“Hz. Peygamber Ramazan ayında itikâfta iken akşam vakti yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de o kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki Ensardan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber’i görünce hızlandılar. Rasulullah onlara ‘Biraz bekleyin yanımdaki eşim Safiyye’dir’ dedi.
Onlar: ‘Sübhânallah,’ dediler, ‘Bu da ne demek ey Allah’ın Re­sulu? (Sana su-i zanda mı bulunacağız?)’
Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘Şeytan, damarlardaki kan gibi insanda dolaşır. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.’” (Ebu Davut, Sünnet, 18)
Şeytanın insanın damarlarında dolaşması, onun insana yakınlığını ifade eder. Şeytan, pusudaki düşmana benzer, insanın en küçük hatasını da değerlendirmeye çalışır. Öyle ki Hz. Peygamber’in arkadaşlarına bile böyle bir olayda “Acaba Peygamberin yanındaki kimdi?” şeklinde bir vesvese verdirebilir.
Peygamber Efendimiz böyle bir olay vesilesiyle şeytana karşı daima uyanık olmak dersini vermiştir.
Yine bu olaydan öğreniyoruz ki insanlara su-i zanda bulunmamak bir esastır, ama su-i zanna yol açabilecek durumlara da açıklık getirmekte fayda vardır.

Şeytanın Taarruzu

Şeytanla insan arasında ömür boyu sürecek bir mücadele söz konusudur. İnsanın kalbi, şeytan ve melek ilhamlarının çarpıştığı bir savaş alanı gibidir. Her insan, hemen her gün kendi içinde şeytanla defalarca meydan savaşları yaşar.
Cenab-ı Hak, şeytana bazı yetkiler vermiştir. Onun insanlarla mücadele isteğine karşı şöyle der:
“Onlardan gücünün yettiğini sesinle ürküt. Süvari ve piyadelerinle üzerlerine saldır. Mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaatte bulun. Fakat şeytan, ancak bir aldanış vaat eder.” (İsra Suresi, 64)
Ayet, bir taarruz halini tasvir etmektedir. Talan edilecek yere varıldığında, önce şiddetli bir sesle ahalisini ürkütüp, şaşkına çevirmek, sonra da atlı ve yaya birliklerle saldırmak gibi; şeytan dahi insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak için her türlü vesvese ve desise silahını kullanır. Zalim bir komutan böyle bir taarruzda “Teslim olun, kimseye ilişilmeyecek” diyebilir. Onlara vaatlerde bulunur. Ama halk ona inanıp teslim olduğunda hepsini perişan eder. Onun gibi, şeytan dahi insanlara vaatlerde bulunur, ama onun vaatleri aldatmak­tan başka bir şey değildir.
Mesela, uyuşturucu müptelası olmaları için insanlara şöyle der: “Bunu içtiğinizde tozpembe bir dünyaya girecek, insanların en mutlusu olacaksınız.” Buna kanan zavallılar öyle olacak zannederler, ama kısa zamanda insanların en bedbahtı birer zavallı haline gelirler.
İşte, şeytan ve güruhu, insanın vücut ülkesini ele geçirmek isterler. Bunun için her türlü yolu denerler; hem korkuturlar, hem ürkütürler. Hem piyadeleriyle, hem süvarileriyle seferber olurlar. Ele geçirdikten sonra, o insanın duygularını, cihazlarını esir alırlar, Allah yolunda değil, şeytan yolunda kullandırırlar. Bir takım yalancı vaatlerle oyalama siyaseti takip ederler.

Hizbuşşeytan - Hizbullah

İnsanların bir kısmı şeytanın dediklerini yapar, bir kısmı da Allah’ın emirlerine uyar. Şeytanın yörüngesine girenler ve devamlı onun talimatları doğrultusunda hareket edenler “hizbuşşeytan” grubunu meydana getirir. Allah yolunda gidenler ise, “Hizbullah” adını alır. “Hizbuşşeytan” ifadesi Mücadele Suresi 19. ayette; “Hizbullah” ifadesi de, aynı Surenin 22. ayetiyle, Maide Suresi 56. ayette geçer.
Bazen bu isimle ortaya çıkan gruplar olmuşsa da “Hizbullah” adı, Allah yolunda giden her Müslümanın unvanıdır, belli bir gruba tahsisi uygun değildir.
Hizbullah, Kur’an’da şu özellikleriyle anlatılmıştır:
-Allah onları sever, onlar Allah’ı severler.
-Müminlere karşı mütevazi, kafirlere karşı izzetlidirler.
-Allah yolunda mücadele ederler.
-Başkalarının kendilerini kınamasından korkmazlar.
-Namazlarını kılar, zekatlarını verirler, Allah’ın emirlerine boyun eğerler.
-Allah’ı, Resulünü ve müminleri dost edinirler. (Maide Suresi, 54-56)
-Babaları, oğulları, kardeşleri, aşiretleri de olsa Allah’a ve Resulüne muhalefet edenleri sevmezler.
-Allah onlardan razı, onlar Allah’tan razıdırlar. (Mücadele Suresi, 22)
Hizbuşşeytan ise, devamlı şeytandan gelen telkinlere göre hareket eder.
“Şeytanlar, kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler” ayeti bunu bildirir. (En’am Suresi, 121)
Şeytan fikirli insanlara, şeytanî ilhamlar gelir. Şeytan onları rahat bırakmaz, devamlı olarak ehl-i imanla mücadeleye teşvîk eder. Hamdi Yazır, meseleyi şöyle değerlendirir:
“İmansızlıkla şeytanet arasında bir câzibe vardır. Korusuz bahçeye haşerat musallat olduğu gibi, ‘Görmedin mi, biz kâfirlerin üzerine, kendilerini iyice azgınlığa sevk eden şeytanları gönderdik’ (Meryem Suresi, 83) ayetinin işaretine göre, imansız kalblere de şeytanlar musallat olur. İmansızlar şeytaneti sever. Şeytanî hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar. Eşkıyanın reisi, en büyük şaki olur. Bunun gibi, imansızların bütün temayülleri şeytanette olduğundan, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer.”
Burada şu hususu belirtmek yerinde olacaktır:
Günahkâr mümin, hizbuşşeytan’a dâhil değildir. Ehl-i sünnetin itikadında günah, insanı kâfir yapmaz. İnsanın tabiatında günahlara fıtrî bir meyil vardır. Nefis ve şeytana uyup günah işleyen kimse, tövbe ve istiğfarla günahlardan temizlenmelidir. Nitekim atamız Hz. Âdem de İlâhî bir yasağı çiğnemiş, ama hemen peşinde tövbe etmiştir. Âdem’in torunlarına yakışan da, tövbedir, istiğfardır.

Şeytanın Dostları

“Veli” kelimesi Türkçede genelde müspet bir manayı çağrıştırır. Bu kelimenin çoğulu “evliya” şeklinde gelir. Ama Kur’an’da bu kelimelerin şeytan dostları hakkında da kullanıldığını görürüz.
Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz ki Allah’ın evliyası olduğu gibi, şeytanın da vardır. Allah, veli kullarını desteklediği gibi, şeytan da kendi velilerine destek çıkar, onları kendi hallerine bırakmaz.
Anlatılır ki, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’a biri “Peygamber olduğunu iddia eden Muhtaru’s-Sakafî kendisine vahiy geldiğini sanıyor” deyince, İbni Ömer “Doğru söylemiş,” der ve şu âyeti okur:
“Şeytanlar, kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler.” (En’am Suresi, 121)
Buradaki vahiy, Allah’tan peygambere gelen mesajı değil, şeytandan insana gelen talimatı ifade etmektedir.
Ayetten öyle anlaşılıyor ki, Allah’ın dostları olduğu gibi, şey­tanın da dostları vardır. Yüce Allah kendi seçkin kullarına va­hiy ve ilhamla konuştuğu gibi, şeytan da kendi bendelerine bir şekilde mesajlar gönderir, onları devamlı kışkırtır.
Bunun sonucu olarak, şeytandan ilhamını alan kimseler kendileri bozuldukları gibi, başkalarını da bozmaya gayret gösterirler. Yarasanın ışıktan rahatsız olması gibi, güzel gelişmelerden rahatsızlık duyarlar.

Şeytanın Askerleri

Kur’an-ı Kerim’de, “Şeytanın hizbi, şeytanın dostları” gibi ifadeler yanında “İblis’in askerleri” ifadesi de dikkat çeker. Bu ifade, şeytanın yoldaşlarının onun bir nevi emir kulları olduklarını anlatır. İlgili kısımda şöyle bildirilir:
“O hesap günü, Cennet günahlardan sakınanlara yaklaştırılır.
Cehennem de taşkınlık yapanlar için gözler önüne serilir.
Cehennemliklere, “Hani nerede Allah’ı bırakıp da taptıklarınız? Size yardım edebiliyorlar mı veya kendilerini kurtarabiliyorlar mı?” denilir.
Ve arkasından hepsi, putlar ve taşkınlık yapanlar o cehenneme fırlatılır.
Ve İblis’in bütün askerleri de oraya gönderilir.
Orada birbirleriyle çekişirlerken derler ki:
“Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz.
Çünkü biz sizi, âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk.
Ve bizi hep o günahkârlar saptırdı.
Artık bizim için ne bir şefaatçi var,
Ne de yakın bir dost.
Ah keşke dünyaya bir kere daha dönebilsek de, müminlerden olabilsek.
Şüphesiz bunda bir ayet (alınacak bir ders) vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir.
Ve şüphesiz Rabbin, işte O, Aziz- Rahimdir. (Mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.)” (Şuara Suresi,  90-104)

İnsî ve Cinnî Şeytanlar

Kur’an-ı Kerîm, “şeyatıne’l- insi ve’l- cinn” yani “ins ve cin şeytanları” ifadesiyle, insanlardan da şeytanlar olduğuna işaret eder. (En’am Suresi, 112)
Keza, Nas Suresi’nde de “minel cinneti ve’n nas” ifadesi, insanlara vesvese veren şeytanın hem gözle görülmeyen cinlerden, hem de gözle gördüğümüz insanlardan olduğu nazara verilir.
Bediüzzaman, bu noktayı şöyle açıklar:
“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervah-ı habîse (pis ruhlar) bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervah-ı habîse dahi bulunduğu o katiyyettedir. Eğer onlar mad­dî ceset giyseydiler, bu şerir insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar.”
Görülüyor ki, insan şeytanlarıyla, cinnî şeytanlar arasında sadece ceset farkı vardır. Mahiyetleri ise, aynıdır. Bütün meş­gu­liyeti insanları saptırmak olan bir kısım insanlar, şeytanın yaptığının aynısını yapmaktadırlar.
Şeytanın maiyetine giren ve onun mahiyetine bürünen insanın, şeytanca işler yapması artık kaçınılmaz olur. Mesela köpek mahiyetini düşünelim. Köpeğin havladığını gördüğümüzde pek de garibimize gitmez, “Köpektir, havlar” deriz. Benzeri bir durum şeytan ve dostları için geçerlidir. O mahiyetteki varlıklardan hayırlı şeyler beklememek gerekir. Çünkü hayırlı iş yapmak, şeytan mahiyetine aykırıdır.
İslamî gelişmelerden rahatsızlık duyan kimseleri bu nokta-i nazardan değerlendirebiliriz. Zaman zaman, “Bunlar neden rahat durmuyorlar? Milletin dindar olması neden bunları rahatsız ediyor? Neden güzel gelişmelerden hoşlanmıyorlar?” diye hatırımıza gelebilir. Ama bunların mahiyetlerini bi­lince, kendi mahiyetlerine uygun hareket ettiklerini anlarız ve zihnimizdeki sorular cevabını bulur.

Mahşerde Şeytan

“Kişi sevdiğiyle beraberdir” denilir. Dünyada birbiriyle dost ve yoldaş olan şeytan ve yandaşları mahşere de beraber getirilirler. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle anlatır:
“Rabbine andolsun ki elbette ve elbette biz o inkârcı kâfirleri şeytanlar ile beraber mahşerde toplayacağız. Sonra onları muhakkak diz üstü çökmüş zelil bir vaziyette cehennemin etrafına getireceğiz.
Sonra her zümreden Rahmân’a karşı en ziyade isyankâr hangileri ise, muhakkak ayırıp atacağız.
Sonra o cehenneme atılmaya layık olanların kimler bulunduğunu elbette biz daha iyi biliriz.” (Meryem Suresi, 68-70)
Ayetlerin çizdiği tablo, tümüyle bir zillet tablosudur. Mahşer halkının gözleri önünde şeytan ve yandaşları cehennemin etrafına sevk edilir. Ayetin metninde geçen “ihzar” keli­mesi, suçluların zincire vurulup kayıtlı ve kelepçeli bir şekilde getirilmelerini anlatır. Allah’a isyan etmeyi hüner zanneden şeytan ve ekibi, böyle zillet verici bir şekilde cehennem etrafında halka olurlar. Ayakta durmaya mecalsiz, diz üstü bekletilirler. Derken mahkeme başlar. Bunlardan en ziyade kim Allah’a isyan etmişse, önce onlar muhakeme edilirler. Ardından her biri layık olduğu şekilde cehenneme gönderilir.

Cehennemde Şeytan

İnsan yüzünden ilahi rahmetten uzaklaştırılan İblis, insanları Allah yolundan alıkoyacağına yemin eder. Kendisi cehennem ehli olacaktır, ama ister ki insanlardan da nicelerini yanına alsın. Acı bir gerçek olarak, bu isteğine büyük ölçüde ulaşır. Kur’an, bunu şöyle bildirir:
“Andolsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı. İçlerinde müminlerden bir grup dışında hepsi ona uydular.” (Sebe Suresi, 20)
Kur’an-ı Kerim, şeytanın ilk dönemlerini bize anlattığı gibi, iş bitip de cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme gönderildiğinde durumunun ne olduğunu da anlatır, onun kendine uyanlarla beraber cehennemde olduğunu haber verir.
Şeytan, “Senin yüzünden buraya geldik” diyen yandaşlarına ve yoldaşlarına şöyle der:
“‘Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaat etti, ben de size vaat ettim, ama size yalancı çıktım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi (küfür ve isyana) çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim.’ Doğrusu zalimler için can yakıcı bir azap vardır!” (İbrahim Suresi,  22)
Şeytanın bu ifadeleri, cehennem ehlinin içler acısı durumunu gözler önüne sermektedir. Şeytana uymuşlar, ama cehennemde bile onlara fayda sağlayamamış, onları ümitsizliğin derin uçurumuna itmiştir.
Burada insi şeytanların da durumuna kısaca nazar edebiliriz. Şöyle ki:
Firavun gibi küfrün önde gelen liderleri, cehennem içinde, azabı en şiddetli bölümde olacaklar. Zira böylelerinin küfürleri kendileriyle sınırlı kalmamış, başkalarını da etkilemiştir. Kur’an şöyle bildirir:
“(Firavun) kıyamet günü kavminin önüne düşer, derken onları suya götürür gibi ateşe götürür. Ne kötü sudur o varılan ateş!
Hem burada arkalarından bir lanetle anıldılar, hem de kıyamet günü. Ne kötü bir armağandır o, verilen bu armağan!” (Hud Suresi, 98-99)
Kavmini ateşe götüren Firavun için bu tabirlerin kullanılması hayale şunu getirir:
Su arayan bir kavim var. Firavun bunların önüne geçip “Benim peşimden gelin, sizi suya götüreceğim” diyor. Fakat sonunda onları çılgın bir ateşe teslim ediyor.

Şeytana Uyanların Pişmanlığı

“O gün zalim kimse ellerini ısıracak, ‘Eyvah!’ diyecek, ‘keşke Peygamberin yanında bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim! Çünkü öğüt bana gelmişken, o beni ondan saptırdı.’ Ve şeytan insan için ha­zul­dür.” (Furkan Suresi, 27-29)
Ayette geçen “hazul” kelimesi, “insana dost görülüp onu he­lake sevk eden, sonra terk edip ona hiçbir faydası olmayan” anlamına gelir.
Şeytan hiç de vefalı bir dost değildir. “Ben sizinleyim” dedik­lerini hep yolda bırakır, onları dünya ve ahirette perişan eder. Onun hali, “Haydi gelin” diye çağırıp, kendine bağlı olan­ları uçuruma atan kimseye benzer.
Şeytana ve şeytan fikirli kimselere uyanlar sonra çok pişman olacaklar. “Keşke dünyaya tekrar döndürülsek de artık onlara uymasak, peygamberin ve ona uyanların yolundan gitsek” diyecekler. Ama bu pişmanlık fayda vermeyecek, çünkü artık ecel gelmiş her şey bitmiştir.

Şeytan ve Büyük Günahlar

Günah, Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Kalbi tırmalayan ve başkalarının bilmesinden hoşlanılmayan şeydir.” (Tirmizi,  Zühd,  52)
Nasıl ki devletin kanunlarında bazı şeyler yasak olur, onun gibi Allah’ın kanunlarında da bazı şeyler yasak kılınmıştır. Bu yasakların işlenmesi “günah” kavramıyla ifade edilir.
Günahlar iki kısma ayrılır:
1-Büyük günahlar.
2-Küçük günahlar.
Gıybet etmek ve adam öldürmek ikisi de günah olmakla beraber, derece itibariyle elbette aynı değillerdir.
Büyük günahlara “kebire” denilir. Bunun çoğulu “kebair” kelimesidir.
Böyle bir ayırım, bazı ayetlerde de görülmektedir. Mesela:
“Eğer size yasaklananların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz...” (Nisa Suresi, 31)
“Bazı küçük kusurlar hariç, günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınanlara gelince, şüphesiz Rabbinin affı geniştir.” (Necm Suresi, 32)
Bir hadiste, büyük günahlar, “el-Mubîkât: helâk edici” kelimesiyle ifade edilir. Şöyle ki:
Peygamber Efendimiz ashabına “Yedi helâk edici şeyden kaçının!” der.
Ashab, “Bunlar nedir yâ Rasûlallah?” diye sorar.
Peygamber Efendimiz bunları şöyle sayar:
“-Allah’a şirk koşmak;
-Sihir yapmak;
- Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmek;
-Yetim malı yemek;
-Faiz yemek;
-Düşmana hücum anında harpten kaçmak,
-Namuslu, kendi halinde mümin kadınlara zina iftirası atmak.” (Müslim, İman,  141-146)
Acaba büyük günahlar bunlardan mı ibarettir?
İbn Abbâs’a göre, “Allah’ın yasak ettiği her şey büyük günahtır.”
Bu durumda, hadiste sayılan yedi büyük günah, misal olarak zikredilmiş olup, büyük günahlar bunlarla sınırlı değildir.
İşte şeytan, insanları bu günahlara sevk etmek ister. Şeytanın hedefi büyüktür, ister ki insanlar devamlı bu büyük günahları işlesinler. Ama o, bunun hemen birden olmayacağını bilecek kadar da bilgi ve tecrübe sahibidir. Bundan dolayı, işe küçüklerden başlatır, alıştıra alıştıra gittikçe dozajı artırır, insanı büyük günahlara müptela hale getirir.
Bundan dolayı, küçük günahları küçük görmeye gelmez, “damlaya damlaya göl olur.” Mesela içki bağımlıları önce küçük bir kadehle veya bira gibi alkolü az olan bir içkiyle başlarlar. Ama bu sadece başlangıçtır. İradî bir kararlılık gösterilmezse, iş bu kadarla kalmayacak, çığırından çıkacaktır.
Bu konuda şu esas da mühimdir:
“İstiğfarla büyük günah, ısrarla da küçük günah kalmaz.”
Yani, ciddi istiğfar edildiğinde büyük günahlar bile affedilir. Ama günahta ısrar edilirse, küçük günahlar küçük olarak kalmaz, büyürler.
Selahaddin Şimşek şöyle der:
“Canavarların hepsini ‘taviz ana’ doğurmuştur.
Yarın göz açtırmayacaklar; bugün göz yumduklarımızdır.”

Büyük Günahlarla Alakalı Şeytanî Bir Vesvese

Şeytan, büyük günahları işlettiği kimselere şöyle bir vesvese verir:
“Artık senin hayra bir kabiliyetin kalmadı, bundan sonra dine dönemezsin. Madem öyle, keyfine göre yaşa, battı balık yan gider!”
İnsan aslında günahlardan rahatsızlık duyar. Sözgelimi bir insan devamlı doğru konuşsa vicdanı rahattır. Fakat yalan söylediğinde vicdan tepki verir, hoşnut olmaz. İlk defa ya­lan söyleyen biri vicdanen rahatsız olur, yüzü kızarır, kan basıncı artar.
İşte, bilerek veya bilmeyerek büyük günahlara giren bir kim­se, aslında bu halinden memnun değildir. Fıtratı bütün bü­tün bozulmamışsa tövbe etmek ve bu halinden kurtulmak ister. Ancak, üstte geçtiği tarzda şeytanî bir vesveseye maruz kaldığında ümitsizliğe düşebilir. Bundan kurtulmak için şu ayeti hatırlamak lazımdır:
“De ki: ‘Ey nefislerine zulmeden kullarım. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü Allah bütün günahları affeder. Gerçekten O, Gafurdur- Rahimdir.’” (Zümer Suresi, 53)
Peygamber Efendimizin bahsettiği şu olay, ayetin manasına güzel bir örnektir:
“Sizden önceki devirlerde yaşayan bir adam, doksan dokuz kişiyi öldürmüştü. Derken bir gün, ‘Buranın en büyük âlimi kimdir?’ diye soruşturdu, kendisine bir rahip tavsiye edildi. Bunun üzerine o da rahibin yanına giderek, ‘Doksan dokuz adam öldürdüm, tövbe etsem kabul olur mu?’ diye sor­du. Rahip, ‘Tövben kabul olmaz’ deyince onu da öldürdü. Da­ha sonra oranın en büyük başka âlimini soruşturup ona git­ti ve ‘Ben yüz adam öldürdüm. Tövbe etsem kabul olur mu?’ dedi. Âlim zat ona: ‘Evet, tövbe etmene kim engel olabilir ki?’ dedi. ‘Ancak filân yere git, orada Allah’a ibadetle meş­gul olan insanlar var; onlarla beraber sen de Allah’a ibâdet et ve onlarla beraber ol.’
Bunun üzerine bu adam yola çıktı, yolu yarıladığında da öldü. Rahmet melekleri ve azâp melekleri bir araya geldi ve onun durumunu görüştüler. Rahmet melekleri ‘Bu adam samimi tövbe ederek buraya geldi. Onu biz götüreceğiz’ dediler.
Azâp melekleri ise, ‘Bu adam henüz hiçbir iyilik yapmamıştı. Onu biz götüreceğiz’ dediler.
Derken arkadan insan kıyafetinde bir başka melek bunların yanına gelerek onlara şöyle dedi:
‘İki belde arasındaki mesafeyi ölçünüz. Hangi tarafa daha yakın ise, adam o tarafa aittir.’
Bunun üzerine mesafe ölçüldü. Adamı varacağı yere daha yakın buldular. Ve adam rahmet meleklerine teslim edildi.” (Müslim, Tevbe, 46)

Büyük günah işlemek insanı kâfir yapar mı?

İslam coğrafyasında ortaya çıkan fırkalardan biri olan Hariciler, bir takım katı kurallar kabul ederler. Onlara göre büyük günahlar insanı kâfir yapar, böyle günahları işleyenler ebedi cehennemliktirler. Ayrıca, küfür-iman ortası olmadığını, amelin imandan bir cüz olduğunu söylerler.
Günümüzde Haricilerden olduğunu söyleyen az kişi bulunmakla beraber, farkına varmadan onların fikirlerini savunanlar çıkabilmektedir. Bu konuda şu esaslara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:
-İnsan günahlara meyilli bir varlıktır. Nefsine mağlup olup şeytanın peşinden gitmeye müsaittir. Ama tövbe kapısı can boğazdan gidinceye kadar açıktır. Dolayısıyla, günaha girenin kâfir olduğunu kabul etmek ağır bir hükümdür. Günahkâr mümine “kâfir” değil “fasık” adı verilir.
-Ebedi cehennem kâfirler içindir. Günahları sevaplarından fazla olan bir mümin, cehennemde ebedi kalmaz, cezasını çektikten sonra çıkar.
- Alimlerin çoğunun değerlendirmesine göre iman ve amel ayrı ayrı şeylerdir. İman amelden bir cüz değil, onun kemalinden bir cüzdür. Yani bir insan iman ettiğinde salih amelle bunu destekliyorsa, bu onun imanının kalitesini gösterir. Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde iman ve salih amel yanyana zikredilir. Bu ikisini cem edenlerin cennete girecekleri anlatılır.
İman bir ağacın köklerine, amel de onun meyvelerine benzetilebilir. Kökler zayıfsa meyveler az ve cılız olur. Onun gibi, amelde noksanlık imanın zayıf olmasına delalet eder.
Mesela nice içki içen kimse vardır ki bu halden kurtulmak ister, kalben pişmanlık duyar, “Allah’ım beni bu halden kurtar” diye yalvarır. Böylelerine “kâfir” deme hakkımız yoktur. Ama eğer bir insan hiç pişman olmadan gönül rahatlığıyla büyük günahları işliyorsa, bunun imandan nasibi olmadığı ortadadır.
-Nefis ve şeytana mağlup olup günaha girmek insanı kafir yapmaz ama o günahın günah olduğunu inkar etmek insanı küfre sokar. Şöyle ki: Sözgelimi içki içen bir insan, içki içmesinden dolayı kâfir olmaz. Ama içki içmeyen birisi “içki haram değildir” dese küfre düşer. Çünkü içkinin haram oluşu ayetle sabittir. Kur’an’ın her hangi bir hükmünü kabul etmemek ise, insanı dinden çıkarır.

Şeytan zorla bir şey yaptırabilir mi?

Acaba şeytan insanlar üzerinde bir yaptırım gücüne sahip midir?
Pek çok insan, şeytanın çok güçlü olduğunu zanneder. Hâlbuki Kur’an bunun böyle olmadığını şöyle haber verir:
“Şüphesiz şeytanın hilesi çok zayıftır.” (Nisa Suresi, 76)
Pek çok ayet de şeytanın insanlar üzerinde bir yaptırım gücü (sultanı) olmadığını bildirir. (Mesela, İbrahim, 22; Hicr, 42; Nahl, 99; İsra, 65; Sebe, 21)
Bu durum, insanın sorumluluğu açısından son derece önemlidir. Eğer şeytan, böyle bir güce sahip olsaydı, o zaman insanlar “Ya Rabbi, sen bize şeytanı musallat ettin. O da bizim irademizi elimizden aldı. Bize bu günahları zorla yaptırdı...” şeklinde Allah’ın huzurunda özür beyan ederlerdi. Hâlbuki şeytanın yaptığı sadece vesvese vermekten, çirkinlikleri, günahları güzel göstermekten ibarettir. İnsan, ister bu vesveseye uyar, günahkâr olur; isterse uymaz, Allah katında derece kazanır.
Şeytanın hilesi çok zayıf ve insanlar üzerinde bir yaptırım gücü olmamakla beraber, insanların şeytana takılıp kalmalarını nasıl anlamak gerekir?
Örümceğin ağı zayıftır ama sinekler ona takılmaktan kurtulamazlar. Benzeri bir şekilde şeytanın da hileleri çok zayıf olmakla beraber nice insan onun hile ve tuzaklarına takılır kalır. Bu durum onun güç ve kuvvetinden değil, insanın cehalet, gaflet, iradesizlik gibi hallerinden kaynaklanmaktadır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

MehmetKocabıyık...

Way bee helal olsun. Biz hepsini okumaya uşeniyoruz siz yazıyorsunuz walla helal olsun

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
atanuryıldız

Çok faydalandım. Allah razı olsun.

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun