Hayatın Başlangıcı Evrime Karşı (Bilim "Yaratılış" Diyor–35)

Canlılığın ilk başlangıcı veya menşei, modern bilimlerin çözmeye çalıştığı en zor problemdir. Hiç kimsenin şahit olmadığı, tekrarlanabilen deneylerle lâboratuvarda gösterilemeyen, zamanın çok gerilerinde, belki milyonlarca yıl önce vuku bulmuş bir hâdise hakkında konuşma çok zor olmasına rağmen, evrimciler kafalarındaki senaryoya göre, yeni yeni hipotezler oluşturmakta, iddialarda bulunmaktadır.

Canlılığın menşeini araştıran evrimcilerin çoğu, bu problemi çözmek için hiç bilemedikleri bir çağ ve zaman hakkında kendi anlayışlarına göre bir senaryo oluşturup, sonra da bu senaryoyu hayata geçirmeye uğraşırlar. Fakat gerçekten o senaryo doğru mudur? Evrimciler hayatın menşei problemini çözme iddiasıyla inorganik elementler dünyasından organik dünyaya geçmek için hayalî öncü moleküllerden hareket etmeye mecbur olduklarının farkındadırlar. Fakat bu öncü moleküllerin nasıl oluşabileceğine ait hipotezlerin hiçbiri canlı bir hücreye nasıl evrimleşebileceğini söylememektedir. Çünkü gerçek canlılık, sözde öncül moleküllerden parça parça oluşacak protein yığınlarından çok daha fazla mükemmeldir. Peki, o zaman canlılığın menşeine ait gerçek problem nedir? Gerçek problem, şu an yeryüzünde dudak uçuklatan komplekslikleri ile beraber gördüğümüz hücrelerin menşeini veya nasıl yaratıldığını açıklamaktır

Otomatik bir şehir olarak hücre1 
Darwin'in zamanında mikroskoplar henüz basit durumdayken, sıradan bir mikroskopla bir hücre ancak birkaç yüz defa büyütülebiliyor ve bir damlacık içindeki küçük parçacıkların görülmeyen türbülans kuvvetlerinin tesirinde çeşitli yönlere hareket etmeye çalıştığı görülebiliyordu.

Modern moleküler biyoloji tarafından ortaya konan hayatın maddî unsurlarını kavramak için, bir hücreyi bir milyar kere büyütmemiz gerekir. Bu büyütme seviyesinde, tipik bir çekirdeği olan (ökaryotik) hücrenin boyu 5 km. çapında orta büyüklükte bir şehir kadar olur ve 20 km uzaktan gözükür. Dev bir uzay gemisine benzeyen bu şehri bir devlete benzetebiliriz. Bir devlette ne varsa, bir hücrede de aynı sistemler ve organizasyonlar en hassas ve sanatlı yapılarla temsil edilmektedir.

Hücrenin ihtiyacı olan her türlü gıda ile içeride üretilen maddelerin her an giriş-çıkış yaptığı gümrük kapıları gibi çalışan, hücre yüzeyindeki milyonlarca pencereden, devamlı olarak içe ve dışa doğru bir akım sağlanır. Bu pencerelerden birinin içinden geçerek hücreye girdiğimiz zaman, en son teknolojiye ait bir dünya ve hayret verici bir komplekslik keşfederiz. Sonsuz derecede organize olmuş koridorlar ve hücrenin içinde her yöne doğru dallanmış olan iletim ve üretim hatlarını görürüz. Bu hatlardan bazıları çekirdekteki merkezî hafıza bankasına, bazıları inşa fabrikalarına ve bazıları da ayrım ve montaj birimlerine gider.

Bu dev uzay gemisinin ortasında yer alan neredeyse 2 km. çapındaki kubbe şeklinde bir oda olarak görünen çekirdeğin içinde, milyonlarca km uzunluğunda fakat son derece sıkı ve düzenli bir şekilde istif edilmiş DNA molekülünün sarmal zincir şekilde dizilmiş birimlerini görürüz. Hücrede iş gören en basit fonksiyonel ve temel moleküller olan proteinlerin inşa edilmesinde DNA bir hafıza bankası olarak hizmet eder. Proteinlerin kendileri de şaşırtıcı derecede kompleks moleküler makine parçalarıdır. Ortalama bir protein, kesin bir sırada dizilmiş yüzlerce aminoasidin, son derece organizeli bir şekilde üç boyutlu bir yapı oluşturmuş şeklidir.

Hücrenin daha dış kısmında, çok çeşitli ürün ve hammaddeleri birçok iletim yolu ile bütün çeşitli inşa fabrikalarına getirip-götüren eş zamanlı çalışan robot benzeri makineler vardır. Her şey kesin bir bilgisayar programı gibi hassas bir şekilde işletilmektedir. Çok fazla miktarda makine ve malzemenin çok sayıda iletim yolunda koordineli bir şekilde hareketinin bir bütünlük içindeki kontrol seviyesi akıllara durgunluk vericidir.

Bu esrarengiz moleküler makinelerin bir hedefe müteveccih faaliyetlerini dışarıdan seyrettikçe, tabiat ve mühendislik bilimleri hakkında sahip olduğumuz bütün bilgilere rağmen, hücrenin moleküler makinelerinin en temel birimleri olan binlerce farklı proteinin hazırlanması işinin bile şuan ki kapasitemizin dışında olduğunu çok çabuk fark ederiz. Maddî sebepler açısından baktığımızda hücrenin canlılığı sayısız farklı protein molekülünün bütünleşmiş faaliyetlerine dayanır, bunların çoğu da diğer protein molekülleri ile bir arada kompleksler oluşturarak çalışır.

Hücre içindeki bu turumuzda, sahip olduğumuz gelişmiş teknolojilerimizin nerdeyse her türlü özelliğine sahip benzerlerini görürüz: Bunlardan bazıları şunlardır:

1- Bilgi işletim, depolama ve geri getirme ile ilgili hafıza kayıt ve çözme birimleri,
2- Farklı maksatlar için üretilmiş özel diller ve bunların kodlama sistemleri,
3- Üretim hatalarının anlaşılıp düzeltilmesi ve kalite kontrolü için hata okuyucu araçlar,
4- Hücredeki faaliyet süreçlerini düzenleyen ve takip eden hassas geri besleme sistemleri,
5- Dijital veriler üretme teknolojileri,
6- Sinyal iletim devreleri,
7- Taşıma ve dağıtma sistemleri,
8- Üretilen malzemeye otomatik posta kodu verip doğru adrese gönderme,
9- Prefabrik ve modüler yapılar inşa etme ve birleştirme süreçleri,
10- Kendini üreten robotik üretici fabrikalar.

Sadece bir kısmını saydığımız bu incelikte ve mükemmellikteki nanoteknoloji, insanlık tarihinin bütün mühendislik başarılarını gölgede bırakır. Bu probleme materyalist bir çözüm bulma gayreti ve ümidi boşunadır. Bu müşkül problemin çözümü ancak ilim ve kudreti sonsuz bir Yaratıcı'yla (celle celâluhu) mümkündür.

Hayatın menşeindeki mükemmelliği, ilim ve iradeyi göstermek için çekirdekli hücrelerle başlamamıza, bazı evrimciler ihtimaller çıtasını yükselttiğimizi düşünerek itiraz ederler. Çekirdeği olan (ökaryotik) hücreler bildiğimiz en kompleks yapı ve işleyişe sahip canlı yapılardır. Bu mükemmelliğin bir adımda tesadüfen aşılamayacak kadar büyük olduğunu gören evrimciler; "Bu hücreler zaten evrimleşmiştir, evrim sürecine bunlarla başlayamayız, başlangıç olarak daha basit birimlere inmeliyiz." şeklinde bir gerekçe ileri sürerler. Aslında bu itirazın temelindeki asıl hedef, evrimcilerin çok sık yaptıkları "böl ve ele geçir" stratejisidir. Diğer bir tabirle; zor problemlerin içindeki, daha kolay alt problemleri bularak ve onları çözerek meseleyi çözme düşüncesidir. Bu stratejiye göre, kompleks bir sistemi açıklamak için gerekli olan, o sistemin daha basit bir sistemden nasıl evrimleşmiş olabileceğini açıklamaktır. Fakat ne kadar değerli olursa olsun, böl ve ele geçir stratejisinin, problem çözümünde genel bir prensip olmasına rağmen, canlılığın menşeini çözmekte tek başına tesirsiz olduğu ispatlanmıştır.

Bununla beraber, canlıların menşeini izah için, hayatın tesadüfen oluşmuş öncü şartlar altında, kimyevî adımların arka arkaya atılarak meydana gelmiş olabileceğini iddia eden materyalistik yaklaşım sahipleri de vardır ve bu kimyevî adımları bulmaya çalışırlar. Bunlar "hayat öncüsü şartları" veya "kimyevî evrimi" araştırırlar. Çekirdekli hücrelerin en mükemmel kompleksliğe sahip olduğuna itiraz ederek, daha basit bir başlangıç teklif eden evrimciler, en basit canlı formu kabul edilen, çekirdeği olmayan bakteri gibi (prokaryotik) hücrelere müracaat ederek işin içinden sıyrılmayı düşünmüşlerse de, bunların da kendi içlerinde yoğun bir şekilde komplekslik gösterdiği ve ökaryotik hücreler kadar ileri teknolojiye sahip olduğu görülmüştür. Çekirdekli hücreler, son teknoloji ürünü dizüstü bilgisayarlara benzetilirse, prokaryot hücreler, son teknoloji ürünü olan cep telefonlarına benzerler. Baştaki şehir benzetmesine dönersek, çekirdekli hücreyi büyüttüğümüzde, bu hücre bir şehir kadar oluyorsa, aynı nispette bir bakteriyi büyüttüğümüzde bu bakteri bir kasaba gibi olur. Fakat bu kasaba da büyük şehirlerin konforuyla rekabet edebilecek teknolojiye sahip bir organizasyon birimidir.

İşin enteresan yönü, canlılığa ait (üreme, büyüme, metabolizma, kendini koruma, homeostazi, uyaranlara cevap verme gibi bir gayeye yönelik) faaliyetler yerine getirilirken çoğu birbirinin aynısı olan temel yapıları kullanırlar. Meselâ, genetik kod ve protein sentezlenmesi (DNA'ya ait mesajcı RNA'ların okunması ve ribozomların içinde ilerlemesi) temel olarak her iki hücre tipinde de aynıdır. Protein sentez cihazı olan ribozomların kendileri de, en az elli ayrı protein ve RNA alt parçalarından meydana gelmiş son derece kompleks biyokimyevî makinelerdir. En basit prokaryotik hücrenin (bakteri) bile, yaşamak için temel işlerinin yapılması açısından yüzlerce gene ihtiyacı vardır.2 Bu açıdan, çekirdekli hücrelerin menşeini, bakterilere dayandırsalar bile,3 temelde aynı olan ileri teknoloji bilgi işletim sistemlerine sahip olan bakterilerin menşei problemi yine çözümsüz kalacaktır.

Ancak, canlılığın menşeini kimyevî süreçlerle açıklayacağını iddia eden materyalistik araştırmaların karşısına Dünya'nın yaşına ve geçmiş şartlarına ait problemler çıkar. Yaklaşık 4,5 milyar yaşında olduğu düşünülen Dünya'nın, ilk yarım milyar yılında, üzerinde herhangi bir canlının yaşamasına imkân vermeyecek kadar çok sıcak ve çalkantılı olduğu tahmin edilmektedir. Evrimcilerin iddiasına göre Dünya, canlıların yaşamasına izin verecek derecede soğuduğunda, yüz veya yaklaşık bir milyon yıl içinde tahminen 3,8–3,9 milyar sene önce, bakteriler bugün bildiğimiz şekilleriyle âniden ve bol miktarda ortaya çıkmışlardır. Fakat en sıkıntılı durum, bu bakterilerin kendilerinden evrimleştiği iddia edilen daha basit hayat formlarına dair herhangi bir delilin olmamasıdır. Evrimciler de buna cevap verme adına, ilk bakterilerin, kendilerinin evrimleştiği öncülerine ait bütün delilleri yok edecek kadar başarılı olduklarını iddia ederler. Ancak, inkâr edilemeyecek gerçek, bakterilerden daha önceki hayat formlarına dâir hiçbir delilin olmamasıdır.

Bu yüzden, en alt seviyede, canlılığın menşei problemi, bakterilerin menşeini ve özellikle de onların DNA temelli protein sentez cihazını açıklamaktır. Bu çözülememiş büyük bir problemdir. Karl Popper bunun sebebini açıklar: Canlıların ve onların genetik kodlarının menşeini, huzur bozucu bir sır hâline getiren şey; genetik kodunun, tercüme edilmediği yani DNA şifresindeki yapıya ait bilgilerin yazıldığı bir protein molekülünü netice vermediği sürece, genetik kodun hiçbir biyolojik fonksiyonunun olmamasıdır. Ancak, Jacques Monod'un da dikkati çektiği gibi, hücre tarafından bu şifredeki bilginin tercüme edilmesi için gereken makinelerin "kendileri de yine DNA içinde kodlanmış en az elli makromolekül yapısında daha büyük terkiplerden oluşmaktadır." Tekrar açarsak, DNA'nın yapımı için enzimlere ihtiyaç vardır, kendileri de protein olan enzimlerin yapımı için de DNA şifresine ihtiyaç vardır. Bu yüzden, DNA kodu, kendisindeki bilginin bazı ürünlerini kullanmadan tercüme edilemez ve bilgisini gösteremez. Bu durum tam mânâsıyla karıştırıcı bir fasit daire oluşturur. "Genetik kodun ortaya çıkışı ile ilgili oluşturulmaya çalışılan herhangi bir model veya teori için bu kısır bir döngüdür."4

Canlılık, evrimleşmek zorunda mı? 
Hayat, mantıken evrimi gerektirir mi? Yukarıda bir hücrenin hayatıyla alâkalı metabolizma, üreme, savunma, iç ortamın fizyolojik dengeleri gibi hayatî faaliyetlerin listesi arasında evrim yoktur. Elbette, bilinen canlı formlarının çoğalmasında, yavrular anne babalarından her zaman için ancak az miktarda farklılık gösterirler. Ancak, tür içinde kalan bu tip varyasyonlar, hiçbir şekilde evrimin beklediği ve kastettiği şeyler değildir. Canlı formlarının, türleşme mânâsında hiçbir evrimin meydana gelemeyeceği bazı katı sınırlar içerisinde değişiklik göstermeleri mümkündür. Zaten uygun ortamlarda adaptasyon göstererek ırkların veya alttürlerin meydana gelmesini tabiatta açıkça görüyoruz. Eşeysiz üreyen (bazı bir hücreliler ve omurgasızlar) formların yavrularının her zaman tamamen anne babaları ile aynı olacak şekilde ürediğini kabul ediyoruz. Aslında eşeysiz bile olsa, bu tip üremelerde de DNA şifresinde küçük değişiklikler olmaktadır. Farz edelim ki, bu hücrelerin içerisindeki kopyalama makinesi o kadar doğru ki, genomlarında hiçbir değişiklik olmuyor. Bu durumda olan sistemler değişen çevreye uyum sağlamada zorluklar yaşayabilir ve bu yüzden, nesillerinin tükenmesine belki daha yatkındırlar. Nitekim geçmişte yaşamış birçok tür genomlarının değişen tabiat şartlarına uyum yapamaması sebebiyle nesilleri tükenmiştir.

Değişebilme esnekliği veya uyum gösterme kabiliyeti canlılık için bir şart değil, sadece nesillerin yeryüzünde daha uzun süreli kalıp kalamayacakları hakkında bir avantaj sağlayabilecek ek özelliktir. Eğer canlılar yaratılıştan bu özelliğe sahip olurlarsa, nesilleri yeryüzünde daha geniş yayılır. Ancak, evrim teorisine göre, yavruların hangi karakterlere sahip olacakları tamamen tesadüflere bağlı olduğuna göre, canlılar böyle bir evrimleşebilme kabiliyetine nasıl sahip olmuşlardır? Evrimleşebilme kabiliyeti olmayan basit veya öncü denilebilecek bir "proto-canlı" formundan, "evrimleşerek'' mi bu kabiliyeti kazandılar? Yoksa bu evrimleşebilme kabiliyeti en başından beri var mıydı? Eğer öyleyse, bu evrimleşebilme kabiliyetinin yer aldığı ilk form neydi? Sadece bu tarz soruları sormak bile, bu özelliğin basit bir şekilde "Organizmalar evrimleşme kabiliyetine sahip olmak zorundadır." diye bir ön kabulde bulunmakla doğrulanamayacağını göstermektedir. Bunu doğrulamak için söz konusu canlı formlarına dair kesin bilimsel bilgilerden elde edilen bir netice olması gereklidir, yani deneyle doğrulanmış delillere dayandırılmalıdır.

Dipnotlar 

1. Michael Denton, M. (1985): Evolution: A Theory in Crisis (Bethesda, Md.: Adler & Adler), 328-329.

2. Nancy Moran at the University of Arizona, http://eebweb.arizona.edu/faculty/moran/ research.htm (son güncelleme 28 Mart, 2007).

3. Margulis, L. and Sagan, D. (2002): Acquiring Genomes: A Theory of the Origins of Species (New York: Basic), ch. 3.

4. Popper, K. (1974): Scientific Reduction and the Essential Incompleteness of All Science. Studies in the Philosophy of Biology 259: 270.

(Prof.Dr.Arif SARSILMAZ)

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 100+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun