Evrim Görüşünün Tarihî Gelişimi

Bugün dünyada yaşayan canlılar arasındaki akrabalığın derecesi ve sebebiyle geçmiş ve gelecekteki hadiselerin yorumunu yapan “evrim” dü­şüncesi, insanlık tarihi kadar eskidir.

Her tarafımızı kuşatmış bu Evrim Teorisi neyi tahmin ediyor? ‘Rastgele mutasyon, seleksiyon katsayısı’ gibi bir avuç dolusu varsayım öne sürerek, zaman içinde gen frekanslarındaki değişiklikleri inceliyor. Bu büyük Evrim Teorisi’nin içeriği gerçekten bu mu?
(G. L. Miklos).

Bugün dünyada yaşayan canlılar arasındaki akrabalığın derecesi ve sebebiyle geçmiş ve gelecekteki hadiselerin yorumunu yapan “evrim” dü­şüncesi, insanlık tarihi kadar eskidir.

1- Batı’daki Görüşler

Yunan filozoflarından Empedocles (MÖ 492-432), bütün varlıkların hava, su, toprak ve ateş gibi dört unsurun belirli oranlarda birleşmesiyle meydana geldiğini belirtmiştir. Bitkilerin tomurcuklanmayla çeşitli hayvanları verdiğini ileri sürmüştür. Ona göre kan, insan hayatının ana taşıyıcısı ve düşünmenin merkezidir.

Heraclitus ise, MÖ 570’li yıllarda bütün canlıların değişerek yeni şekiller verdiğini belirtmiştir.

Anaximander (MÖ 610-545), tabiat üzerine yazdığı kitabında, yok olanın var, var olanın da yok olamayacağına yer verir. Eşyanın hava, toprak, su ve ateş olmak üzere dört ana unsurdan şekillendiğine temas eder. Anaximander’in Dar­win’den 24 yüzyıl önce ileri sürdüğü evrim dü­şüncesine göre, canlılar sudan hasıl olmuştur. Bir kısmı karaya çıkarak ortama uymuş ve orada çoğalmıştır. Ona göre insan, kurbağalar gibi daha basit formlardan meydana gelmiştir.

MÖ dördüncü yüzyılda (MÖ 384-322) yaşamış olan Aristo, kendisinden önce gelen bazı filozoflar gibi, varlıkların toprak, su, hava ve ateş olmak üzere dört unsurdan meydana geldiğine inanmaktadır. O, çevresindeki canlılarla ilgilenmiş, Hayvanlar Hakkında Araştırmalar” adlı eserinde hayvanların hayatından bahsetmiş, birçok memeli-kuş-sürüngen-balık ve omurgasız hayvana yer vermiştir. Hayvanlarda Üreme” adlı eserinde de hayvanların nasıl meydana geldiklerini ve ürediklerini açıklamıştır. Hayvanların Kısımları” adlı eserinde ise, hayvanların çeşitli organlarından ve özellikle sinirler ve kaslardan bahsetmiştir. Aristo, canlılığın temelinde sadece maddi sebeplerin değil, bunun dışında “canlı cevher” olarak bahsettiği ruhun rolüne dikkati çekmiştir. De Anima” adlı eserinde, bitkilerde beslenme ve çoğalmayı idare eden basit ruhtan, hayvanlarda hisleri idare eden hayvani ruhtan, insanda da şuur ve zihni idare eden insani ruhtan söz etmiştir. O, cansız maddelerden canlıların meydana geldiğine inan­­maktadır. Bununla beraber, canlılarda ve bunların organlarındaki nizamın ve işleyiş tarzının, tesadüfün ve gelişigüzelliğin ya da plânsızlığın eseri olmadığına, bütün bunların bir gayeye ve hedefe göre plânlı yapılışın eseri olduğuna dikkati çeker ve bunu yapanı da “tabiat” olarak adlandırır1.

Theophrastus (MÖ 380-287), Aristo ile aynı dönemde yaşamıştır. Aristo, “zoolojinin kurucusu” kabul edilebilir. Theophrastus da bir bakıma “botaniğin kurucusu”dur. Eflatun ve Aristo’dan ders alan Theophrastus, bitkilerin çeşitli kısımlarından bahsetmiştir.

MS birinci yüzyılda Plinius (MS 23-79), Tabiat Tarihi” adlı 37 ciltlik seride, o güne kadar yapılmış çalışmaların özetini vermiştir. Plinius, kâinatı “bir yaratıcının eseri” olarak görmüştür. MS ikinci yüzyılda Galen, canlı hayvanlar üzerinde deneyler yaparak, kalp, kan hareketleri ve sinir fizyolojisi hakkında önemli tespitlerde bulunmuştur.

Batı’da Orta Çağ boyunca ilim ve fende büyük bir duraklama olmuştur. Sarton, modern zooloji ve biyoloji sahasındaki çalışmaların bilhassa 17’nci yüzyıl sonlarından itibaren Müslümanların tesiriyle başladığını belirtir2.

Lamarck ve Darwin’den önce 17 ve 18’inci yüzyılda yaşayan ve onlara fikir ortamı hazırlayanların başında J. Ray (1627-1705), Buffon (1707-1788), E. Darwin (1731-1802), Cabanis ve Linnaeus (1707-1778) gelir.

 

Lamark
Lamarck (1744 - 1829)

1.1- Lamarckizm

Fransız biyoloğu Jean Baptise de Lamarck (1744-1829), 1809’da “Philosophie Zoologique” (Zoolojinin Felsefesi) isimli bir kitap ya­yınladı. Lamarck kitabında, türlerin sabit olmadığını, basit yapılı can­lıların uzun süreli bir evrimleşme neticesi daha kompleks yapılı canlılara dönüştüğünü savunuyordu. Onun düşüncesi, “çevre şartlarındaki bir de­ğişikliğin o muhitte yaşayan bir hayvan türünde meydana getireceği de­ğişme ihtiyacına göre, yeni alışkanlıkların kazanılacağı” esasına da­yanmaktaydı. Bu yeni alışkanlıklar da, içten gelen hislerin gayretiyle doğuyordu. Lamarck’ın bu görüşü iki madde hâlinde ifade edilebilir:

1. Kullanma ve kullanmama kanunu.

Lamarck’a göre vücudun fazla kullanılan organları gelişip bü­yüyecek, kullanılmayan organlar ise körelecek veya ortadan kalkacaktır.

2. Kazanılan özelliklerin kalıtımı.

Kullanmayla gelişen veya kullanmamayla körelen organlar ka­lıtım yoluyla yavrularına geçmektedir. Ona göre yılanların ataları kısa vücuda ve ayaklara sahipti. Ge­rektikçe yeryüzünde sürünerek hareket ediyorlardı. Dar aralıklardan ge­çebilmek için vücutlarını gererek uzatıyorlardı. Sürünerek ve kıvrılarak hareket ettiklerinden ayaklarını kullanamıyorlardı. Uzun bir süre sonunda kullanılmayan ayaklar körelerek kayboldu ve vücutları bugünkü uzun­luklarına ulaştı.

Lamarck’ın bu konuda diğer bir örneği, zürafalardır. Zürafaların atası, geyiğe benzeyen ve boynu uzun olmayan bir tip idi. Ortamda kâfi miktarda ot bulunmadığından bu hayvan ağaç yaprakları yemeye mecbur kalmış ve alt yapraklar bittikçe daha yüksekteki yapraklara erişmek için çabalamıştır. Bunun neticesi olarak boynu uzamış, bu uzama nesilden ne­sile daha fazla artmış ve böylece bugünkü zürafa meydana gelmiştir (Şekil 5.1). Fakat bu teori, aynı çabayı gösteren, Meselâ keçilerin boy­larında uzamanın olmayışını izah edememektedir (Şekil 5.2).

Aslında zürafaların, iddia edildiği gibi, uzun boylu ağaçları değil, küçük boylu olanları tercih ettiği, günümüzde yapılan bilimsel yayınlarda belirtilir. Nitekim Uppsala Üniversitesi zoologlarından Robert Simmon, 1996 yılında yayınladığı bir makalesinde, zürafaların kurak mevsimlerde bile alçak çalılardan beslendiğini dile getirmektedir3.

 

1.2- Lamarckizm’in Kritiği

Şimdiye kadar yapılan denemelerde, ortam şartlarının değişmesiyle hasıl olan değişikliklerin yavrulara olduğu gibi geçmesi mümkün ol­mamıştır. Bu hususta ilk deneme 1887 yılında August Weismann ta­rafından yapılmıştır. O, 20 döl boyunca fare kuyruklarını kestiği hâlde 21’inci dölde farelerin yine birinci döldeki gibi uzun kuyruklu olduğunu görmüştür.

Lamarck’ın ileri sürdüğü değişiklik, fenotipik farklılıklardır. Yani modifikasyonlardır. “Modifikasyonların kalıtımla ana babadan yavrularına nakledileceği” fikri üzerine kurulan Lamarck’ın hipotezi, temel genetik ka­idelerine uymadığı için geçerliliğini yitirmiştir.

Zürafa
Şekil 1. Lamarck’ın ileri sürdüğü; “kullanılan organların geliştiği, kullanılmayanların köreldiği” görüşü, fenotipteki değişiklikleri yansıtmaktadır. Bunlar modifikasyonlardır. Modifikasyonlar ise, kalıtımla ana babadan yavrularına nakledilmez.(Fotoğraf:wikipedia)
Keçi
Şekil 2. Zürafa boynunun besin temini için uzadığını ileri süren Lamarckizm, aynı harekete maruz kalan keçilerde boynun niçin uzamadığını izah edememektedir.

 

1.3- Charles Lyell

Charles Lyell
Charles Lyell (1797 - 1875)

On sekizinci yüzyılın ortalarında, yüksek dağların tepesinde bu­lunan fosillerden bazılarının günümüz denizlerinde yaşayan canlılara benzerlik gösterdiği ifade ediliyordu. Birçok fosil hayvan grubunun ise yaşamadığı belirtiliyordu. Bu fikri savunanlardan Leonardo da Vinci, canlıların yalnız bir defada yaratıldığına, bazılarının zamanla nesli tü­kenerek ortadan kalktığına işaret etmişti. O zamanda düşünürlerin genel kanaati, “canlılığın zaman zaman teşekkül ettiği, bazılarının ateş, su ve diğer tabii afetlerle yok olduğu, yeni gelenlerin ise organizasyon ba­kımından, kendilerinden öncekilerden daha gelişmiş bulunduğu” yönünde idi. Bu teoriye Ka­tos­trofizm (Tufan) Teorisi” denir. On dokuzuncu yüz­yıl başında Katostrofizm Teorisi yerine, Üniformitarizm Teorisi” ileri sürüldü. Bu teoriyi savunanlardan Charles Lyell, 1830 yılında neşrettiği Principles of Geology kitabında, canlıların büyük afetlerle değil, uzun sürede çevre şartlarının zorlamasıyla değişikliğe uğradığını savundu. Nuh Tufanı’nın gerçeküstü olduğunu ileri sürdü. Bu kitabın Darwin üzerinde büyük tesiri olmuştur.

 

1.4 - Charles Darwin

Charles Darwin
Charles Darwin
The Origin of Species
Türlerin Kökeni (The Origin of Species) isimli kitabın 1859 yılında basılan nüshasının ilk sayfası

 “Darwinizm’in ana fikri bir cümlede özetlenebilir: ‘Tabiî seleksiyon, evrimci değişmenin yaratıcı gücüdür.’ Hiç kimse uygun ol­mayanın elimine edilmesinde seleksiyonun negatif rolünü inkâr ede­mez. Ancak Darwinciler bununla yetinmeyip, tabiî seleksiyonun uygun olanı yarattığını da söylemektedirler
( S. J. Gould).

Eğitimine tıpla başlayıp papaz okuluyla devam eden Charles Dar­win (1809-1882), 1831 yılında Güney Amerika ve Pasifik adalarını “Beagle” adlı gemiyle beş yıl dolaştı. Seyahat boyunca karşılaştığı hayvan tür­lerini inceledi. Seyahat hatıralarını, “Bir Tabiatçının Beagle ile Seyahati” adlı kitapta toplayarak 1839 yılında yayınladı.

1838-1841 yılları arasında Darwin, Jeoloji Cemiyeti sekreterliği yaptı. Bu sırada Darwin, Jeolog Charles Lyell’in düşüncelerinden et­kilendi.

Charles Darwin’in fikirleri üzerine asıl önemli tesir icra eden, Tho­mas Robert Malthus’un insan nüfusu hakkındaki bir incelemesidir. Bu in­celemesinde Malthus, “hayatın bir mücadeleden ibaret olduğu” fikrinden hareket ediyor, insan nüfusunun gıda kaynaklarından daha süratli bir şekilde artmak­ta olduğuna dikkati çekiyor, ancak bu artışın savaş/kıtlık/hastalık gibi sebeplerle belli bir seviyede tutulduğu­nu ve nüfus-gıda den­gesinin sağlandığını ileri sürüyordu. Malthus’un bu düşüncelerini kendi müşahedelerine tatbik eden Darwin, “Tabii Seleksiyon” (Doğal Ayıklama) fikrini benimsedi. Buna göre, canlılar dünyasında devamlı bir hayat kavgası vardır. Bu kavgada tabii seleksiyon, kuv­vetlileri hayatta bırakmakta, zayıfları ise elemektedir.

1.5- Darwinizm

    “Bir zamanlar ‘tabiî seleksiyon’ fikri herkese basit geliyordu. Tabiat, uygunun yaşamasını sağlamakla mükâfatlandırırken, uy­mayanı ise yok olmayla cezalandırıyordu. Ancak uygunun ne ol­duğunu tanımlamaya sıra gelince problem ortaya çıktı. Böylece tabiî seleksiyon, en uygunun hayatta kalması ve üremesi lehinde dav­ranmaktadır. En uygun olanlar da en fazla üreyenlerdir. Gö­rüldüğü gibi bu mantık, bizi basit bir daireye sokmaktadır. Bu da­ireden çıkmak için ‘Evrim neyi evrimleştirir?’ sorusuna cevap bulmak zorundayız (A. Koestler).

Darwin’in, canlıların çeşitliliği hususunda getirdiği farklı yaklaşım sebebiyle “evrim” kelimesi, Darwinizm’le eş anlamlıdır. Darwin 1859 yı­lında neşrettiği “Origin of Species” (Türlerin Kökeni) adlı eserinde, mev­cut türlerin, vaktiyle yaşamış türlerin değişmesiyle hasıl olduğunu ileri sürmüştür. Darwin Teorisi’nin dayandığı faraziyeleri şöyle sıralamak mümkündür:

1. Belli bir ortamda bir türün fert sayısının değişmezliği

Belli bir ortamda yaşayan, belli bir türe ait olan canlı sayısı, de­ğişmeden, uzun yıllar hemen hemen aynı kalır. Hâlbuki her canlı grubu çok sayıda yavru hasıl eder… Meselâ bir dişi sirke sineği (Drosophila me­lanogaster) yaz aylarında 700 yumurta bırakır ve her sinek aşağı yukarı üç hafta yaşar. Bunların 350’sinden dişi hasıl olur. Üç hafta sonra bun­ların sayısının:

1. haftada bir dişi ve bir erkek , 2. haftada 350 dişi ve 350 erkek, 3. haftada 122 bin 500 dişi ve 122 bin 500 erkek sinek olması gerekir. Fakat ortamdaki sinek sayısı hiçbir zaman bu sayıya ulaşamaz. Öyleyse bunların belli bir ortamda sürekli artmasını önleyen bir veya birkaç sebep olmalıdır.

 

2. Hayat mücadelesi

Darwin’e göre çok sayıda hasıl olan yavruların hepsi ergin hâle ge­çemez, bir kısmı ölür. Meselâ sirke sineği yavrularından hepsinin ergin hâle geçmesini önleyen sebepler arasında şunlar sayılabilir:

1. Aynı yerde ve kendi soyundan olan canlılarla yarışma.

Bu da birkaç tarzda olabilir:

1.1- Yer bulma mücadelesi.

1.2- Besin bulma mücadelesi.

1.3- Eş seçme mücadelesi.

2. Aynı yerde yaşayan ve kendi soyundan olmayan canlılarla ya­rışma.

2.1- Aynı besini kullanma sebebiyle ortamdaki besinin azalması.

2.2- Aynı yerde yaşayan hayvan türü, diğerinin besinidir.

3- Ortamdaki fiziki ve kimyevi faktörlerin etkisi.

Su baskınları, çok sıcak ve çok soğuk iklimler, ortamdaki canlıları etkileyebilir.

3- Korunma

Her canlıda iki içgüdü göze çarpar.

1- Canlının kendini koruması.

2- Canlının dölünü devam ettirmesi.

4- Tabiî seleksiyon

Hayat mücadelesi sonunda başarılı olanların yaşadığı ve neslinin ­devam ettiği, ortam şartlarına uyamayanların ortadan kalktığı kabul edilir.

5- Tür teşekkülü

Darwin’e göre, bir canlı grubunda bazı fertler sahip oldukları özel­likler sayesinde birtakım şartlara, diğer bazıları ise başka şartlara uyarsa, zamanla bunlar arasındaki yapılar o kadar fazlalaşır ki artık o iki grup ayrı iki tür hâline gelir...

Darwin’in düşünceleri şöyle özetlenebilir:

 

Olaylar

Makenizmalar

1-Hızlı çoğalmaya rağmen belli bir ortamda belli bir türe ait canlı sayısının az çok sabit
kalışı.

Hayat mücadelesi

 

2- Hayat mücadelesi
ve kalıtımla geçen varyasyonlar

Tabii seleksiyon

Tabii seçim
ve ortam değişmesi.

Tür farklılaşmasına sebep olan değişiklikler

 

1.6- Darwinizm’in Lamarckizm’den Farkı

Lamarck, evrimin ihtiyaçlar karşısında meydana geldiğini öne sü­rüyordu. Darwin ise, evrimi tamamen tesadüfle izah etmektedir. Meselâ Lamarck, zürafa boynunun ortama uymak zorunda kaldığı için uzadığını söylüyor. Darwin ise, tesadüfen boynu uzun olanların yaşama şansları ol­duğunu belirtiyordu. Aynı şekilde Lamarck, mağarada yaşayan gözleri kör hayvanların o ortama uymak zorunda kaldıkları için böyle olduklarını, Darwin ise gözleri kör olanların mağarada yaşayabildiklerini ileri sü­rüyor, fakat kör olmanın sebebini açıklamıyordu.

1.7- Darwinizm’in Kritiği

Darwinizm ilim dünyasında bir hayli taraftar bulmuştur. Ancak ileri sürülen hususların pek çoğu ispat edilemediği için teori seviyesinde kalmıştır. Bilhassa genetik, moleküler biyoloji ve antropoloji sahasındaki gelişmeler ışığında Dar­winizm’in kritiği yapılmaktadır. Bu noktada, ileri sürülen hususları birkaç madde hâlinde toplamak mümkündür:

1- Bu teoride basitten mükemmele doğru bir gelişme ileri sü­rüldüğü hâlde, kromozom sayılarında böyle bir gelişme yoktur. Meselâ tek hücrelilerden Radiolaria’da kromozom sayısı 800 olduğu hâlde, top­rak solucanında iki, alabalıkta 80-96, insanda ise 46’dır.

2- Darwin’in bahsettiği şekilde türlerin değişmesi için geçen zaman, bugün dünyanın hesap edilen yaşından çok daha büyüktür.

3- Ortam şartlarına en iyi uyma “ilerleme” şeklinde olduğu gibi, “ge­rileme” şeklinde de olabilir. Mademki tabiatta zayıflar elenmektedir, o hâlde bize göre çok güçsüz gibi görünen türlerin yaşaması nasıl izah edi­lecektir? Daha doğrusu kimler zayıftır?

4- Yeni türlerin birbirinden tedricen, yani yavaş yavaş hasıl ol­duğunu gösteren ara formlar bulunamamıştır.

5- Her canlının genetik yapısını muhafaza ederek kendi neslinden meydana gelmesinin sayısız örneği, “bir türün başka bir türden tesadüfen evrimleşerek hasıl olduğu” faraziyesine ters düşmektedir.

6- Birçok organizmanın, yeryüzüne ilk çıktığı andan itibaren hiç de­ğişmeden günümüze geldiği görülmüştür.

7- Bir organ tam olarak teşekkül etmediği sürece onun bir fonk­siyonu olmadığından, organ tam teşekkül edinceye kadar canlıya bir fayda sağlayamaz. Darwin bu düşüncenin aksini müdafaa etmektedir. Ona göre, Meselâ insan gözü, tam teşekkül edinceye kadar geçirdiği farz edilen ara devrelerde de görevini yapmıştır. Yarım gözün, yarım kalbin ya da yarım kafatasının mükemmel bir organ gibi nasıl görev yapmış olduğunun açıklanması gerekmektedir.

Darwinizm’e yapılan itirazlardan birisi de, tabii seleksiyonun “yaratıcı güç” olarak kabul edilmesinedir. Nitekim Gould, bunu şu şekilde dile getirir:

“Darwinizm’in ana fikri bir cümlede özetlenebilir: ‘Tabiî seleksiyon, evrimci değişmenin yaratıcı gücüdür.’ Hiç kimse uygun ol­mayanın elimine edilmesinde seleksiyonun negatif rolünü inkâr ede­mez. Ancak Darwinciler bununla yetinmeyip, tabiî seleksiyonun uygun olanı yarattığını da söylemektedirler” 4.

Uygun olanın ne olduğu da tartışmalı bir konudur. Bunu, Koestler şöyle değerlendirir:

“Bir zamanlar ‘tabiî seleksiyon’ fikri herkese basit geliyordu. Tabiat, uygunun yaşamasını sağlamakla mükâfatlandırırken, uy­mayanı ise yok olmayla cezalandırıyordu. Ancak uygunun ne ol­duğunu tanımlamaya sıra gelince problem ortaya çıktı. Böylece tabiî seleksiyon, en uygunun hayatta kalması ve üremesi lehinde dav­ranmaktadır. En uygun olanlar da en fazla üreyenlerdir. Gö­rüldüğü gibi bu mantık, bizi basit bir daireye sokmaktadır. Bu da­ireden çıkmak için ‘Evrim neyi evrimleştirir?’ sorusuna cevap bulmak zorundayız!” 5

 

Prof.Dr. Adem Tatlı

 

Kaynaklar:
1. Collingwood, R. The Idea of Nature. Oxford. 1954 P. 82.
2. Sarton, G. Introduction to the History of Science.Baltimore. C.III. 2. Kısım. 1927, p.1640.
3. Robert Simmon.The American Naturalist, 1996, V. 148, s. 771-786.
4. Gould, S.J. The Return of Hopeful Monsters. Na­tural History. 1977,  Vol. 86.p.28.
5. Koestler,A. A Swimming Up. New York. Vintage Books. 1978.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 100+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun