Kadere imanın Kur'an'da olmadığı, hadislere sonradan karıştırıldığı, iddiasında olanlar var. Kadere imanın kaynağı nedir?

Tarih: 29.12.2009 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Kader bizim irademizi ve tercihimizi yok eder mi?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kaderin varlığı Kur’an, sünnet ve icma-ı ümmetle sabittir.

Aşağıda yer alan ayetlerde kader konusuna işaret edilmiştir.

“Allah’ın, kendisine takdir edip helâl kıldığı bir hususu yerine getirmekte Peygambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden önce gelip geçen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyle cari olmuştur. Allah’ın emri, mutlaka yerini bulan bir kaderdir.” (Ahzab, 33/38; bk. Taberî, Maverdî, İbn Kesir,  İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

“Hani Bedir savaşı günü ey Müslümanlar, siz vadinin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak tarafında idiler! Kervan ise sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte öyle buluşamazdınız. Fakat Allah, takdir ettiği bir işi yerine getirmek için, sizi böyle buluşturdu ki helâk olan, bir delile göre helâk olsun, yaşayan da bir delile göre yaşasın. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (Enfal, 8/42; bk. Ebu’s-suud, Alusî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

“Muhakkak ki Biz her şeyi bir kaderle, bir ölçü ile yarattık.” (Kamer, 54/49)

mealindeki ayette yer alan kader, alimler tarafından “kader / takdir” manasında algılanmıştır. Aynı surenin 52 ve 53. ayetinde bu kaderin yazılı olduğuna şöyle vurgu yapılmıştır; “Onların yaptıkları her şey, defterlerde kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey, satır satır yazılıdır.” (bk. Şevkânî, ilgili ayetin tefsiri)

İbn Kesir’in bildirdiğine göre, ehlisünnet alimleri, “Furkan, 25/2; Kamer, 54/49; Â’lâ, 87/1-3” ayetleri ve benzerlerini, her şeyin olmadan önce Allah’ın ilminde var olduğu ve Levh-i Mahfuz'da yazılı  bulunduğu manasına gelen “kader”in varlığına delil getirmişlerdir. (İbn Kesir, Kamer, 49. ayetin tefsiri).

Gerek şahısların gerek ümmetlerin hayat sürelerinin belirlendiğini ifade eden “ecel” sözcüğü, çok açık olarak kadere işaret etmektedir. (bk. Ali İmran, 3/145; Araf, 7/34; Yunus, 10/49, Hicr, 15/5; Muminûn, 23/43; Şura, 42/14).

Buharî ve Müslim’deki hadislerde yer alan kaderin, Emevîler tarafından daha sonra eklendiği iddiası, hiçbir ilmî dayanağı olmayan bir spekülasyondur.

Aynı kaynakların “kader”e yer vermeyen rivayetleri doğru kabul edip, “kader”e yer veren rivayetlerini kabul etmemek indî, keyfî, nefsanî heva ve hevesin bir tasarrufundan başka bir şey değildir.

Çünkü, hadis usulünü bilenlerce malum olduğu üzere, sika/güvenilir ravilerin -diğer rivayetlerden farklı olarak- bir ziyadeliğe yer vermeleri makbuldür. Örneğin, İmam Nevevî’ye göre, Hanefî alimlerinin namazdaki teşehhüd konusunda kabul ettikleri İbn Mesud’dan gelen hadis rivayeti, bu konuda en sahihtir. Ancak, Şafiilerin bu konuda kabul ettikleri hadis rivayetinde yer alan “el-Mübarekat” kelimesinin fazladan zikredilmesi, bu rivayetin tercih edilmesine neden olmuştur. Çünkü, bu rivayet de sağlamdır ve “sikanın ziyadesi” makbuldür. (bk. Nevevî, el-Mecmu’, 3/457)

Cibril hadisinde de “KADER”den söz edilmektedir:

Yahya İbnu Ya'mer haber veriyor:

"Basra'da kader üzerine (kaderin olmadığına dair) (Hattabî, ilgili hadisin şerhi) ilk söz eden kimse Ma'bed el-Cühenî idi. Ben ve Humeyd İbnu Abdirrahmân el-Himyerî, hac veya umre vesîlesiyle beraberce yola çıktık. Aramızda konuşarak, Ashab'tan biriyle karşılaşmayı temenni ettik. Maksadımız, ondan kader hakkında şu heriflerin ettikleri laflar hususunda soru sormaktı. Cenâb-ı Hak, bizzat Mescid-i Nebevî'nin içinde Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)'la karşılaşmayı nasib etti. Birimiz sağ, öbürümüz sol tarafından olmak üzere ikimiz de Abdullah (radıyallahu anh)'a sokuldu. Arkadaşımın sözü bana bıraktığını tahmîn ederek, konuşmaya başladım:

"Ey Ebu Abdirrahmân, bizim taraflarda bazı kimseler zuhur etti. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'i okuyorlar. Ve çok ince meseleler bulup çıkarmaya çalışıyorlar." Onların durumlarını beyan sadedinde şunu da ilâve ettim: "Bunlar, "kader yoktur, her şey hâdistir ve Allah önceden bunları bilmez" iddiasındalar." [Abdullah (radıyallahu anh)]:

"Onlarla tekrar karşılaşırsan, haber ver ki ben onlardan uzağım, onlar da benden uzak olsunlar." Abdullah İbnu Ömer sözünü yeminle de te'kîd ederek şöyle tamamladı: "Allah'a kasem olsun, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve hepsini de hayır yolunda harcasa kadere inanmadıkça, Allah onun hayrını kabul etmez."

Sonra Abdullah dedi ki: Babam Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) bana şunu anlattı, diyerek Cibrîl hadisi diye bilinen rivayeti aktarmıştır. Bu hadiste geçtiğine göre Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz (asm)'e:

- "İman nedir?" diye sormuş, o da:

- "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır." cevabını vermiştir.(bk. Müslim, "Îmân", 1; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 15; İbn Mâce, "Mukaddime", 9).

Buharî bizzat kitabına “Kader” babını yazmıştır. Bu bapta değişik rivayetlerle kaderin varlığını ispat etmiştir. Misal olarak şu hadis-i şerifi verebiliriz:

“Abdullah ibn Umer anlatıyor: “Peygamberimiz (s.a.m) bir şeyi adamaktan nehyetti ve: "Adamak (kaderden) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) geri çevirmez. Ancak yapılan adama sebebiyle, cimri kimseden mal çıkarılmış olur." buyurdu. (Buharî, Kader, 6)

İman şuurunu almış bir akıl da kaderin varlığına şahadet etmektedir. Çünkü, Allah’a iman, onun isim ve sıfatlarına iman etmeyi de içine alır. Sıfatlarından biri de, Allah’ın sonsuz olan ezelî ilmidir. Bu sıfatın varlığı, daha önce olan, olmakta olan ve olacak olan her şeyi kuşatmasını gerektirir. Kader ise ilmin bir nevidir. Öyleyse Allah’ın ezelî ve sonsuz ilmine iman etmek, aynı zamanda kadere iman anlamına gelir. Müslümanlar, bize göre geçmişte olan, şu anda bulunan ve gelecekte olacak her şeyi Allah’ın bildiğine iman ederler.

Kazâ ve Kaderin Anlamları

Kader sözlükte "ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek" anlamlarına gelir. Terim olarak "yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi" demektir. Allah'ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilâhî kanunu ifade eder.

Sözlükte "emir, hüküm, bitirme ve yaratma" anlamlarına gelen kazâ, Cenâb-ı Hakk'ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeyleri zamanı gelince, her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ, Allah'ın tekvîn sıfatı ile ilgili bir kavramdır.

Kazâ ve Kadere İman

Kader ve kazâya iman, yüce Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarına inanmak demektir. Bir başka deyişle bu sıfatlara inanan kimse, kader ve kazâya da inanmış olur. Bu durumda kader ve kazâya inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı ve faydasız her ne varsa hepsinin Allah'ın bilmesi, dilemesi, kudreti, takdiri ve yaratması ile olduğuna, Allah'tan başka yaratıcı bulunmadığına inanmak demektir.

Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey, Allah'ın ilmi, dilemesi, takdiri ve yaratması ile olur. Her şeyin bir kaderi vardır. Bunun anlamı ise şudur: Yüce Allah, insanları hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini ezelî, yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir ve bu bilgisine göre diler; yine Allah bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı gelince kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda Allah'ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup, Allah'ın ezelî mânada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur.

Aslında insanlar, Allah'ın kendileri hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik hayatta bu bilginin etkisi altında kalmaksızın kendi iradeleriyle davranmaktadırlar. Bir başka ifadeyle söylersek biz, yüce Allah bildiği için belli işleri yapmıyoruz. Bizim bu işleri yapacağımız, O'nun tarafından ezelî ve mutlak anlamda bilinmektedir. Allah, kulu seçen ve seçtiklerinden sorumlu olan bir varlık olarak yaratmış, onu emir ve yasaklarla sorumlu ve yükümlü tutmuştur. Ayrıca Allahuteâlâ, kulun seçimine göre fiilin yaratılacağı noktasında bir ilâhî kanun da belirlemiştir.

Kader konusunda bilinmesi gereken bir başka husus da şudur: Kader, iç yüzünü ancak Allah'ın bilebileceği, mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi mümkün olmayan bir ilâhî sırdır. Zaman ve mekân kavramlarıyla yoğrulmuş bulunan insan aklı, zaman ve mekân boyutlarının söz konusu olmadığı bir ilâhî ilmi, irade ve kudreti kavrayabilme güç ve yeteneğinde değildir. Kader konusunu kesin biçimde çözmeye girişmek, insanın kapasitesini zorlaması ve imkânsıza tâlip olması demektir.

Kader ve kazâya inanmak, iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan "Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu şekilde takdir etmiş, ben ne yapayım?" diyerek günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da kendisini suçsuz gösteremez, kaderi mazeret olarak ileri süremez. Çünkü bu fiiller, insanlar böyle tercih ettikleri için, bu seçime uygun olarak Allah tarafından yaratılmışlardır. Ayrıca sır olan kaderin iç yüzü Allah'tan başkası tarafından bilinemez.

O halde kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm'ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Allah her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilâhî kanundur ve bir kaderdir.

İnsanın İradeli Fiilleri ve Fiillerinin Yaratılması

a) Allah'ın ve İnsanın İradesi

Sözlükte "seçmek, istemek, yönelmek, tercih etmek ve karar vermek" anlamlarına gelen irade, terim olarak, "Allah'ın veya insanın ilgili seçeneklerden birini seçip belirlemesi, tayin ve tahsis etmesi" diye tanımlanır.

Allah'ın iradesi ezelîdir, sonsuzdur, sınırsızdır, herhangi bir şeyle bağlantılı değildir ve mutlaktır. İnsanın iradesi ise sonlu, sınırlı, zaman, mekân vb. şeylerle bağlantılıdır. Evrende meydana gelen her olay ve varlık, Allah'ın tekvînî (oluşumla ilgili) iradesi ile meydana gelir. Kul da Allah'ın kendisine tanıdığı sınırlar içinde fiilini seçer. Kulun fiilinde hür olması demek, hürriyetine inanması, fiili yaparken herhangi bir baskı altında olmadığını kabullenmesi demektir.

Ehlisünnetin önemli iki kolu olan Eş`arîler ve Mâtürîdîler, insanın iradesi ve bu iradenin fiildeki rolü konusunda temelde görüş birliği içinde olmuşlardır. Ancak Eş`arîler, Allah'ın iradesinin her şeyi kuşattığını dikkate alarak, bu iradeye küllî (genel) irade adını vermişler ve böyle bir nitelendirme ile onu, kulun iradesinden ayırt etmek istemişlerdir. Mâtürîdîler ise, Allah'ın iradesine ilâhî ve ezelî irade demişler, küllî ve cüz'î irade terimlerini kulun iradesinin iki yönünü belirtmekte kullanmışlardır. Küllî irade, Allah tarafından kula verilmiş olan, yapma veya yapmamayı tercihte aracı kabul edilen seçme yeteneğidir. Cüz'î irade ise küllî iradenin, iki taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden ibarettir. Mâtürîdîler bu sebeple cüz'î iradeye, azm-i musammem (kesinleşmiş karar), ihtiyâr (seçim) ve kasıt (yönelme) adını da verirler.

b) İnsan İradesi ve Fiildeki Rolü

İnsanlar fiillerde gerçek bir irade hürriyetine sahiptirler. Çünkü insan bu gerçeği kendi içinde her an duymakta, yaptığı işlerde hür olduğunu hissetmektedir.

Yüce Allah, insanların irade sahibi, dilediğini yapabilir bir varlık olmasını irade ve takdir buyurmuş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır. Bu sebeple insanlar kendi istek ve iradeleriyle bir şey yapıp yapmamak gücündedirler, iki yönden birini tercih edip seçebilirler. İnsanın sevabı ve cezayı hak etmesi, belli işlerden sorumlu olması bu hür iradesi sebebiyledir.

Fiilin meydana gelişinde kulun hür iradesinin etkisi vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı Allahuteâlâ'dır. Allah kulların iradeli fiillerini, onların iradeleri doğrultusunda yaratır. Bu, Allah'ın buna mecbur ve zorunlu olmasından değil, âdetullah ve sünnetullah adı verilen ilâhî kanununu, yani kaderi bu şekilde düzenlemesindendir. Bu durumda fiili tercih ve seçmek (kesb) kuldan, yaratmak (halk) Allah'tandır. Kul iyi veya kötü yönden hangisini seçer ve iradesini hangisine yöneltirse Allah onu yaratır. Fiilde seçme serbestisi olduğu için de kul sorumludur. Hayır işlemişse mükâfatını, şer işlemişse cezasını görecektir.

İnsanın hür bir iradeye sahip olduğunu ve bu iradesinden dolayı sorumlu ve yükümlü bulunduğunu gösteren âyetler vardır:

"Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim." (Şems, 91/7-8).

"Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör." (İnsân, 76/3).

"Kim iyi bir iş yaparsa lehine, kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir." (Fussilet, 41/46).

O halde insanlar, Allah'ın kulları olarak sorumluluklarını bilip doğru, iyi, güzel, hayırlı şeyler işleyip, yanlış, kötü, çirkin ve şer davranışlardan uzaklaşmalılar; böylelikle âhirette güzel karşılıklara ve mükâfatlara ulaşmaya çalışmalıdırlar.

c) İnsanın Fiillerinin Yaratılması

İnsanın fiilleri, zorunlu (ıztırarî) fiiller ve ihtiyarî (iradeli) fiiller olmak üzere ikiye ayrılır. Nefes alışımız, kalp atışımız, midemizin sindirimi gibi zorunlu ve refleks hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı verilir. Bunların oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla da insan bu fiillerden sorumlu değildir.

Yazı yazmak, oturup kalkmak, namaz kılmak veya kılmamak, hayır veya şer, iyi veya kötü bir şey işlemek gibi hür irademizle seçerek yaptığımız fiiller ise iradeli fiillerimizdir. İradeli fiillerimizin oluşumunda herhangi bir baskı ve zorlama altında değilizdir. Her ne şekilde olursa olsun, bizi ve yaptıklarımızı yaratan Allahuteâlâ olduğu için, bizim her iki çeşit fiilimizi yaratan da Allahuteâlâ'dır.

Ehlisünnet'e göre kulların fiillerini onların iradeleri doğrultusunda yaratan Allah olduğu için, yaratma sıfatı Allah'tan başka bir varlığa verilemez. Bu sebeple kulun, fiilini kendisinin yarattığı ileri sürülemez. Çünkü bir âyette "Allah her şeyin yaratıcısıdır..." (Zümer, 39/62) buyurulmuştur. İnsanın fiili de "şey" kapsamındadır. "Şey" somut varlığı olan demektir. O halde insan fiilinin yaratıcısı da Allahuteâlâ'dır.

Buna göre insan, hür iradesi ile fiili seçer, gerekli gücü sarfeder, Allah da onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu ilmine göre irade ve takdir buyurur ve bu iradesi doğrultusunda yaratır.

d) Tevekkül

Sözlükte "güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek" anlamlarına gelen tevekkül, terim olarak, "hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve mânevî sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah'a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmak" demektir.

Meselâ bir çiftçi önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilâçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allah'a güvenip dayanacak ve sonucu O'ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan "Kader ne ise o olur" tarzında bir anlayış, tembellikten başka bir şey değildir ve İslâm'ın tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz.

Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir. Fakat kadere inanmak da tevekkül etmek de tembellik, gerilik ve miskinlik demek olmadığı gibi, çalışma ve ilerlemeye mâni de değildir. Çünkü her Müslüman olayların, ilâhî düzenin ve kanunların çerçevesinde, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Yani tohum ekilmeden ürün elde edilmez. İlâç kullanılmadan, tedavi olunmaz. Sâlih ameller işlenmedikçe Allah'ın rızâsı kazanılmaz ve dolayısıyla cennete girilmez. Öyleyse tevekkül, çalışıp çabalamak, çalışıp çabalarken Allah'ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah'a bırakmaktır.

Yüce Allah bir âyette,

 "...Kararını verdiğin zaman artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever." (Âl-i İmrân, 3/159)

buyurmuş, müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmiş, çünkü tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmiştir. (bk. Âl-i İmrân, 3/122, 160; Mâide, 5/11; Tevbe, 9/51; İbrâhim, 14/11; Tegabün, 64/13; Talâk, 65/3). Hz. Peygamber (asm) de devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bedevîye,

 "Önce deveni bağla, Allah'a öyle tevekkül et." (Tirmizî, "Kıyamet", 60)

buyurarak, tevekkülden önce tedbirin alınması için uyarıda bulunmuştur.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?

Bizim ne yapacağımız kaderimizde yazılmış ise bizim ne suçumuz var?

İnsan niçin yaratılmıştır? Gayesi ve hedefi ne olmalıdır?

Kur'an'da pekçok ayette geçen "kalplerin mühürlenmesi" ne demektir? ...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 50.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun