Etrafımdaki insanlar İslamiyet'in de kölelik ve cariyelik, erkeğin kadından üstün olması gibi yanlış hükümlerinin olduğunu idda etmektedirler. Bunlara nasıl cevap verebilirim?

Tarih: 19.09.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İnsanlık alemi, doğru inancı ve güzel ahlakı semavi dinlerden öğrenmiştir. Semavî dinler, “Cenab-ı Allah’ın, peygamberleri vasıtasıyla insanlara tebliğ eylediği bir umumi kanun, bir rehber, bir mürşid,” diye tarif edilmîştir. Böyle bir din, insanlara itikad, amel ve ahlakı öğretip onları hayır ve fazilete sevk eder.

Semavî dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli İslâm dinidir. Onun ihtiva ettiği hükümler kıyamete kadar bakidir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir:

“Allah indinde din ancak İslâm’dır.” (Ali İmran, 3/19)

“Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslâmiyet’i beğendim.” (Maide, 5/3)

İslâmiyet’i hakikatiyle anlayabilmek için ona her türlü peşin hükümden, garazdan uzak kalarak, Kur’an-ı Kerim canibinden bakmak gerekir. Çünkü Kur’an-ı Kerim 1.400 senedir hiçbir değişikliğe uğramaksızın, ilk nazil olduğu şekliyle, herkesin elinde mevcuttur. İfadeleri gayet açık ve berrak; hükümleri akıl ve hikmete uygundur. Birçok dile tercüme edilmiştir. Kur’an-ı Kerimi daha iyi anlayabilmek için de, hadis-i şeriflere müracaat etmek, yani Kur’an-ı Kerime Peygamberimizin (asm) nazarı ile bakmak gerekir. Bundan sonra müracaat edilmesi gereken kaynak, Kur’an'ı ve hadisi anlamada ehl-i ihtisas olan İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii gibi müçtehitlerin içtihatlarıdır.

Kur'an'ın vazifesi, Nur Külliyatında iki şubeye ayrılarak incelenir: Daire-i Rububiyetin hakikatını ve daire-i ubudiyetin ahvalini insanlara öğretmek.

Daire-i rububiyet denilince Allah'ın zatı, sıfatları, fiilleri ve isimleri anlaşılıyor. Kur'an Allah'ı insanlara böylece tanıtmış ve onları batıl inançlardan korumuştur.

Daire-i ubudiyet ise insanların Allah'a karşı vazifeleri demektir. Allah insanlara neleri emretmiş, onları nelerden yasaklamıştır? Hangi fiiller, haller davranışlar Allah'ın rızasını celbeder, hangileri onun kahrına sebep olur? Bu soruların cevapları Kur'an'da en mükemmel şekilde verilmiştir.

Bu iki dairede de insan aklının kendi başına konuşacak tek kelimesi yoktur. Her iki sahada da zamanın bir etkisi düşünülemez. Allah, zatı ve sıfatlarıyla ezelde nasılsa yine öyledir. Allah'ın razı olduğu insan modeli de ezelde ne ise yine odur.

Şu var ki, geçmiş peygamberler döneminde farklı asırlarda muamelata dair değişik hükümler nazil olduğu da bir vakıadır. Ve bu değişim insanlığın tek bir peygamberden ders alacak ve tek bir kitapla terbiye görecek seviyeye erişmesiyle son bulmuştur.

Bu tip tartışmalar, yahut itirazlar daha çok muamelata ve ahlaka dair hükümler üzerinde yapılıyor, ama o hükümlerin aksi de ortaya konulamıyor. İtirazlar toplumdaki dejenereye alışan kesimden gelmekte ve bu çarpık toplum yapısıyla Kur'an hükümlerinin uyuşmayacağı görülerek bu tip iddialara girişilmektedir.

Hakikatler çoğunluğa göre değişmezler. Hakikat ne ise odur. Kitleler onu bulmaya ve ona uymaya çalışacaklardır; hakikati kendilerine uydurmaya değil.

İki örnek verelim. Kur'an faizi ve içkiyi yasaklamıştır. Bu iki derde müptela olanlardan başka hiç kimse, bunların güzel ve faydalı şeyler oluğunu iddia edemez. Bir ülkede yahut bir asırda insanların büyük çoğunluğu içki içiyorsa ve faize girmişse, bundan Kur'an'ın o ülkeye ve o asra hitap etmediği manası çıkmaz. Aksine, o insanların Kur'an'a muhatap olmaktan çok uzaklaştığı, çok gerilerde kaldığı ve dejenere olduğu manası çıkar.

Diğer hükümler de bunlar gibidir. Kölelik, cariyelik, kadın ve erkek eşitliği gibi hususlarda İslam'ın koyduğu hükümlerin tenkide medar bir yönü yoktur. Tenkit eden kişiler İslam'ın bu yöndeki hükümlerini bilmemekten kaynaklanmaktadır.

Kainata baktıkça, gözümüzü kainata saldırdıkça, eşsiz bir ilim karşılar bizi. Bu uçsuz bucaksız alemde, her şey her şeyle ilgilidir; her şey her şeyle bağlıdır. Bir pire midesinin, ya da bir tohumun açılışının daha bütün yeryüzüyle, güneş sistemiyle, samanyoluyla ilgisi vardır. Atomaltı parçacıklardan galaksiler arası uzayın derinliklerine kadar, her iki şey, var oluşu için her şeyi bilen birinin varlığını fısıldar. Bizi alim olan, ilmi sonsuz olan biri ile tanıştırır.

Ve hiçbir şey, boşu boşuna, iş olsun diye yaratılmış değildir. En küçük bir bakterinin, tek hücreli bir yaratığın, bir amipin dahi bir görevi vardır. Kuşların her birinin ayrı ayrı tüyleri oluşundan gagalarındaki farklılığa, sivrisineğin hortumundan dünya ile güneş arasındaki uzaklığa, bir arının uçuşundan samanyolunun dönüşüne kadar herbir şeyin mevcut haliyle var edilişinde bir fayda, bir maslahat bir hikmet vardır. Söz gelimi, tek bir karaciğere yüzlerce iş yaptırılması gibi. Bütün bunlar ise, hikmeti de sonsuz olan birini haber verir. Alim olan zat, hakimdir de.

Ve sonsuz, sayılarla sınırlanamaz. Ne bir ile, ne de trilyonla kıyaslanamaz. En büyük sayının dahi, sonsuzun yanında, kıymeti yoktur. Bunun gibi, sonsuz ilim sahibi biri için, “Şunu biliyor, ama bunu da biliyor mu?” denilemez. Kainatın da şahit olduğu üzere, o, sonsuz ilim sahibi biri ise, her şeyi bilir. Kainatın da şahit olduğu üzere, aynı zamanda sonsuz hikmet sahibi ise, her eserinde, her fiilinde, her emrinde bir hikmet vardır.

İşte bu sırdandır ki, gözünü kainata açan ve kainatın bildirdiği sonsuz ilim ve hikmet sahibini tanıyan nurani akıllar, “kelam-ı ezeli” demişlerdir. Çünkü, ilmi, hikmeti, kudreti, ikramı, ihsanı, görmesi, işitmesi sonsuz birinin konuşmasıdır.

Sözün kısası, birilerinin zannettiği üzere, Kur'an, “1.400 sene öncesi”nin kitabı değildir. 1.400 sene önce nüzul eden, ama bütün zamanları kuşatan bir kitaptır. Zira sonsuzdan gelen, sonsuz ilim, sonsuz hikmet yüklü bir kelam-ı ezeli'dir.

Bunca sözü niye söyledik? Şu her bir zerresi o birini tanıtan kainatı “evrimci” bir kafayla izaha çalışan birileri, nasıl kainattaki mahlukları “ilkel-gelişmiş” diye ayırıyorlarsa; çağları ve asırları da öylece bölüyorlar. Nasıl “amipi” insandan önce var edilmişti diye “ilkel” görüyorlarsa, ilk insanı da “ilkel insan” olarak görüyorlar. Zamanı düz bir çizgi olarak görüyor; sonraki her yılı önceki her yıldan ileride düşünüyorlar. Böyle olunca, “geçmiş”te kalan her şey, “bugün” var olandan ve “gelecek”te var olacak olandan “geri” olmuş oluyor. Kur'an'ı da 1.400 yıl öncesine hapsedince, matah soruymuş gibi, soruyorlar: “İslam çağımıza cevap verebilir mi?” “kur'an çağımızın ihtiyaçlarını karşılayabilir mi?”

Oysa, bir kere “ilkel” bir yaratık yoktur; her şey kendi görevini mükemmel biçimde yapmaktadır. Hangi “gelişmiş” insan, “ilkel” amipin yaptığını yapabilir?

İkincisi, “ilkel insan” yoktur: ilk insan, bir peygamberdir!

Üçüncüsü, eğer çağlar “ilkel”lik tasnifine sokulacaksa, şu modern çağdan daha “ilkeli” yoktur. Çünkü, insanlık başka hiçbir çağda elli milyon insanı bir anda öldüren dünya savaşları, nükleer silahlar ve ekolojik felaketler görmemiştir.

Dördüncüsü, bugün birçok batılının da kabullendiği üzere, zaman düz bir çizgi üzerinde gitmez; aksine bir daire gibidir. Gece-gündüz, ilkbahar-yaz-sonbahar-kış, tohum-ağaç-çiçek-meyve-tohum... Bütün bu örneklerin de göze gösterdiği gibi, bir dönüşüm söz konusudur.

Beşincisi, alim, hakim, semi ve basir olan; ilmi, hikmeti, kudreti, işitmesi, görmesi sonsuz birinin kelamı olan Kur'an, kelam-ı ezelidir; yani çağlar üstüdür. 1.400 sene öncesini değil, bütün zamanları kaplar. Zamanlar üstüdür. Zamanı ve mekanı kudret elinde tutan; zamandan ve mekandan münezzeh; geçmiş, şimdi ve geleceği bir anda gören, sonsuz ilim ve kudret sahibi birinin vahyidir. O her zamana bakabilir, her zamana cevap sunabilir; ama hiçbir çağ, hiçbir zaman onu yargılayamaz. Çünkü bir zaman dilimi, zamanlar üstü bir hakikati kavrayıp kuşatamaz.

O yüzden, biz de şunu soralım: Çağ İslam'a cevap verebilir mi?

Hırsızlık, başkasının ter dökmek suretiyle kazandığı malını çalıp, kalbini yaralayan büyük bir hıyanet, vicdana sığmayan bir cinayettir. Bu cinayet, her asırda ve her yerde bulunmuş ve bulunmaktadır. Bunun için; yüce İslâm dini, verilen ceza, yapılan işe uygun olsun diye bu insafsızlığı yapan kimse için ağır bir müeyyide getirip elinin kesilmesini emretmiştir. Bu müeyyide, uygulansaydı hırsızlık olayları en az düzeye inerdi.

"Sizin için kısasta hayat vardır. Ey akıl sahipleri, umulur ki gereğince sakınırsınız." (Bakara, 2/179)

âyetinin delaleti üzere hayat hakkına zulüm ve tecavüz vahşetlerinden ve cinayetlerinden insan hayatını korumak için meşru kılınmıştır. Gerçi kısas da bir yok etmeyi içerir ve bir zarara zarar ile karşılık verme gibi anlaşılabilir. Fakat bu yok etme hakkı, hayatı kaldıran bir cinayet ve vahşeti yok etmektir. Bu ise hayat hakkının yaşaması demektir. Bunun için dünyada adalet ve eşitliğe kısastan daha büyük bir misal gösterilemez ve zaten kısasın mânâsı, eşitlik ve tam bir denklik demektir. Yaşama hakkını yok eden bir caninin yaşama hakkı olmadığını kendi gözüyle görmesi ne büyük bir adalet manzarasıdır. Sonra hak ve adaletin bu güçlü manzarası altında hayat hakkının kendi kazancıyla ortadan kalktığını gören bir kimseyi affedip de, kendisine yeniden bir hayat hakkı bağışlamada da öyle yüksek, öyle kutsal bir ihsan (iyilik yapma) manzarası vardır ki, insanlık âleminde bundan daha güzel, daha yüksek bir iyilik örneği gösterilemez,

"Kim o kimseyi (hayatını kurtarmak sûretiyle) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur." (Mâide, 5/32)

İslamiyet'in kölelik-cariyelik, kadın erkek eşitliği ile ilgili yazılarını da sitemizden okuyabilirsiniz.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun