DNA’da Tanrı’yı görmek mümkün mü? Zihin okunabilir mi?

Tarih: 01.07.2015 - 04:55 | Güncelleme:

Soru Detayı

1. İnanç psikolojisi açısından beyinle ilgili yapılan tartışmalar hakkında bilgi verebilir misiniz?
2. Beynin bir tarafı inançlı bir tarafı ateist olabilir mi?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İnsan, özgür iradesiyle inanma veya inkar etme özelliğine sahiptir. Nitekim, insanın ruhunu ve bedenini yaratan, onu maddi ve manevi özelliklerle donatan Allah, bu gerçeği şöyle haber verir:

“De ki: İşte Rabbiniz tarafından gelen gerçek. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29)

DNA’da Tanrı’yı Görmek Mümkün mü?

"DNA’da Tanrı’yı görmek mümkün mü?" sorusunu soran ve yine buna cevap veren kişi, ünlü genom projesinin sorumlusu olan iki bilim adamından Dr. Francis Collin’dir. Collin’in Nisan 2008’de o sırada piyasaya çıkacak olan “Tanrı’nın Dili” kitabıyla ilgili İngiliz The Times Gazetesi’ne yaptığı konuşma şöyleydi:

“Artık mucizelere ve meleklere inanıyorum; laboratuvarda çalışırken Tanrı’yı hissettim. Kesinlikle bizden daha bir büyük güç var ve ben ona inanıyorum. DNA’nın şifresini çözmek, beni Tanrı’ya yaklaştırdı. Hastalıktan kırılan insanlar gördüm. Bilim onlardan umudunu kesmişti, ama mucizevi olarak hayata dönüyorlardı. Bu da Tanrı’nın işidir.”

Elli altı yaşındaki Dr. Collins, çalışma arkadaşı Craig Venter ile birlikte DNA’nın şifresini çözme (Decoding the Book of Life) çalışmaları ile tarihe geçmişlerdi. Otuz yıllık ateist iken, DNA çalışmaları neticesinde elde ettiği bilimsel bilgiler sonucun iyi şekilde yorumlanması gerektiğini gösteriyordu.

Neden Tanrı’ya İnanıyoruz?

Yirminci yüzyıl modernizmi, bilimin de etkisiyle “Tanrı’ya ihtiyacımız yok.” tezini yüksek sesle işlemesine rağmen, dinler dünya genelinde etkilerini sürdürdüler. İnanma gerekçesi olarak kullanıldığı düşünülen, “İnsanlar bilinmez olana cevap bulmak için Tanrı’ya inanıyorlar.” tezi, bilimsel gelişmelerle gittikçe güçlenmek yerine zayıflıyordu.

Bilinmeze cevap bulmak, hem insanlığı hem de bilim adamlarını Tanrı’ya daha çok yaklaştırıyordu. Amerikalı davranış genetikçisi Dean Hamer’in “The God Gene, Hew Faith in Hardwiced Intoaur Genes” kitabının yayımlanması, bu konudaki bilimsel tartışmaları daha da yoğunlaştırmıştı.

Tanrı’yı Arama Geni

Hamer, genin arkasındaki belli başlı kimyasal bazlı bir değişimin, insanın deneyüstücülük yetisiyle doğrudan bağlantılı olduğunu söylüyordu. 1998 yılında hazırladığı "ruhani ölçüt" testinde yer alan cümlelerde, “Etrafımdaki insanlara kendimi o kadar bağlı hissediyorum ki hiçbir zaman ayrılık yaşamayacağım.” ifadeleri dikkat çekiciydi. Ruhanilik testinde yüksek puanlı çıkan kişilerin genlerinde, protein moleküllerinin beyinde dolaşmasından sorumlu olan VMAT2 geninden bir varyant taşıdıkları tespit edildi.

Bu gen aynı zamanda, bilinç durumu ile ilgiliydi ve LSD ile oluşan hezeyana kapılma etkisinde de sorumluluğu vardı. Genlerle proteinlerin karmaşık dansını düzenleyen ve ruhanilik duygusundan sorumlu olan bu kalıtımsal öğeye, “Tanrı Geni” ismini vermek bilimsel olmasa da insanı Yaratıcı’yı aramaya yönelten bir özelliği bulunduğundan “Tanrı’yı Arama Geni” demek doğru kabul edilebilir.

Bütün insanların bir gün ölecek olmasına yönelik en önemli bireysel teselliyi, Yaratıcı inancı vaat etmektedir. Yaratıcı’ya olan inancın oluşturduğu etik standartlar, insanların zorluklarla başa çıkma kapasitesini yükseltmektedir. Bu inanç, ölüm sonrası gerçekliği ve sonsuzluğa inanma fikrini de beraberinde getirdiğinden, kişiye hem teselli ve güven verir, hem de anlam katar. Bu bilgi, toplumları güçlendirerek insanlığın geleceğine de katkı sağlamaktadır.

Tanrı inancına dair bilimsel çalışmaların ünlü enstitülerdeki araştırmalara konu olması, sonuçlarının saygın bilim dergilerince yayımlanması, bugüne dek söylenenlere inandırıcılık kazandırmaktadır. Ancak yapılan bilimsel çalışmaların iyi projelendirilmesi ve etik standartların en iyi şekilde belirlenmesi, gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Mesela kimyasallarla oluşturulan ruhani gerçeklik duygusunun, inançlarla bağlantısı veya kişinin beklentilerinin inançları üzerindeki rolünün ne olduğuna ilişkin sorular, inancın bilimsel yönünü anlamakta muhakkak sorulmalıdır.

Plasebo Etkisi

Son yıllarda yapılan araştırmalar, halk arasında da bilinen, plasebo yani “yalancı ilaç etkisi”nin biyolojik temeli olduğunu ortaya koymuştur. Hastanın aldığı ilacın faydalı olacağına inanması, doktorun o ilaca güvenmesi ve hatta kırmızı büyük hapların küçük beyaz haplardan daha etkili olmasının biyolojik temellere dayandığı, yapılan araştırmalarla gün yüzüne çıkmıştır.

Ayrıca, “inanç etkisi” olarak tanımlanan durumların, dünyevi olaylarla ilgili beklenti etkisi olduğu bilinmektedir. Araştırmacılar bir kimsenin inancının gerçek olduğuna mantıken güvenmesinin, plasebo etkisini daha da güçlendireceğini tahmin etmektedirler. İlaçların neredeyse ruhu etkilediğinden bahsedilirken, mantıklı düşüncenin de göz ardı edilmemesi gerektiğinin altı çizilmektedir.

Tanrı hakkında pozitif düşünen ve kendisini çaresiz hissettiğinde yüce bir varlığa inanıp, kader olgusuna teslim olan kişi, hastalıklardan pozitif çıkarımlarda bulunacağından çabuk iyileşmektedir. Diğer taraftan Din Psikoloğu Sebastian Murkel, "cezalandırıcı bir Tanrı" inancı olanların, hastanelerde daha fazla korku yaşadıklarını ve depresyon geçirdiklerini belirtmiştir. Demek ki din, sadece kendilerine yardımcı olacağına inananlara fayda sağlamaktadır. Bu durum, plasebo etkisinin de doğru Tanrı inancı olan kişilerde daha olumlu etkileri olduğunu ortaya koymaktadır.

Beyin Araştırmaları Kimi Sorulara Cevap Veremiyor

Beyin araştırmaları inancın beyinde nasıl işlediğini gösterse de, “Nereden geldik, nereye gidiyoruz, yaşamamızın amacı nedir?” türündeki sorulara cevap verememektedir. Focus dergisinin Mayıs 2005 sayısında, Virginia Üniversitesi’nden Psikiyatri Uzmanı Lindon Eaves’in bu konudaki yorumları yer almış ve bilim adamı şunları söylemişti:

“Tanrı kavramının beyinde şekillendiği doğru olabilir. Ama neden bu kavram oluşmaktadır ve inanma isteği doğduğunda beyinde aktif hale geçen kimyasalları açıklamak ne ile mümkün olabilir? Bence bunların cevabı Tanrı’nın gücünde saklıdır.”

İnanç genine ilişkin bilim dünyasındaki bu tartışmaların dini boyutuna, geçtiğimiz yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı da bir yorum yapmış ve “İnanç geni var mıdır? Eğer varsa ve bu doğuştan gelen bir şeyse, geni olmayan insanlar günahkâr sayılabilir mi?” türündeki kimi sorular din bilginleri tarafından şöyle izah edilmişti:

“Hz. Muhammed’in bir hadisinde (Müslim, Kader, 22), her insanın İslam fıtratı üzerine doğduğu, daha sonra ailesinin ve çevresinin etkisiyle başka bir dine inandığı haber verilmiştir. Ayrıca, Şems Suresi’nde, (91/8) insanoğlunun iyilik ve kötülüğü ayırt etme eğilimi taşıdığı belirtilmektedir.”

Demek ki Yaratıcı’ya inanma eğilimi, güzel ile çirkini ayırt etme durumunu belirleyen genetik şifrelemeyle yakından ilgilidir. Metakognisyon, yani yüksek zihin fonksiyonu genleri diyebileceğimiz bu genler; insanı bilinmeyeni öğrenmeye, yeniliği aramaya, iyi, doğru ve güzel olanı seçmeye, hayatın anlamını bulmaya, öğrenmeyi teşvik eden meraka, ölümü algılamaya ve özgür irade sahibi olmaya yönlendirmektedir.

Yaratıcı’nın insanlara verdiği cüzi iradenin biyolojik şifrelerini çözmek, onun gücünün ve sıfatlarının anlaşılması bakımından önemli ve anlamlı bir durumdur.

Beynimizdeki İnternet ve Zihin Okuma

Ruhu bir emir olarak tanımlayan Kur'an öğretisi, diğer semavi dinlerde olduğu gibi sözün ve düşüncenin başlangıca dayandığını belirtmektedir.

Her insanda başkalarının algı, amaç, inanç, niyet ve beklentilerini kapsayan, özel zihinsel durumları tespit ve temsil eden, zihin okumayı gerçekleştiren kapasite potansiyel olarak vardır. Karşı tarafın güçlü duygularını algılayan sinir hücreleri, tıpkı internet gibi çalışmaktadır. İnsanların sezgisel durumlarını kopyalayıp taklit eden sinirsel devreleri, karşılaştığı kişinin tavırlarını, ses tonunu ve hareketlerini hızla algılayarak onunla senkronize olur. İki insan arasındaki duygu koordinasyonu bu psikolojik birimlerle sağlanır.

Zihin Okuma Teorileri

Zihin okuma teorileri, bir davranışı öngörme ve onu açıklamada beynin kullandığı ve başvurduğu zihinsel durumlardır.

Zihin okuma teorileri kendi içinde ikiye ayrılır: Bunlardan birincisi, günlük yaşam pratiklerine dayanan teori teorisidir (TT).

Teorik akıl yürütmeden kaynaklanır ve sözel olarak ifade edilmeyen nedensel kuralları içine alır. Ayrıca, gözlenemeyen teorik iddialar olarak kabul edilen bilgilerden hareket edilir. Tıpkı bir fizikçinin gözlenen fenomeni açıklamak için elektronlardan yararlanması gibidir. Bu kuramda içsel durumları kapsayan algılar, arzular, inançlar ve kararlar, davranışlarla ilişkilendirilir. Çocuklar konuşmayı ve okuma yazmayı öğrenmeden önce arzuları, duyguları, kararları ve tercihleri idrak etmektedirler. Arkasından da öğrendiklerini davranışa yansıtırlar. Teori teorisine dayanan zihin okuma hipotezinde, çıkarsama ve varsayılan amaca ilişkin ileriye yönelik tahminde bulunma söz konusudur.

Zihinsel algoritmanın oluşmasındaki ikinci kuram, taklide dayanan simülasyondur.

Simülasyon teorisinde karşı tarafın arzu, dürtü, inanç ve tercihleriyle varsayıma bağlı olarak benzerlik kurma esası vardır.

Teori teorisi dediğimiz ilk yöntemde kişi daha tarafsız karar verirken; taklit yoluyla zihin okuma hipotezinde çıkarsama yoktur. Bu açıdan bakıldığında simülasyonun kolay bir yöntem olduğu görülür.

Sinestezi Nedir?

Sinestezi kavramı ilk kez, Richard Cytowic’in “Şekilleri Tat Olarak Algılayan Adam” (The Man Who Tasted Shapes) kitabı ile dikkatleri çekti (1993). Sinesteziye, birleşik duygular da denilebilir. Sinesteziyle ilgili tanımlanmış ilk olgu John Locke’un, borazan sesini kırmızı olarak algılamasıdır. Sinestezikler, “dejavu” adı verilen, yaşamışlık hissi oluşturan hafıza bozukluğu veya olacak olayları önceden rüyalarında görme gibi “nadir yaşantıları” sık yaşarlar.

Sinestezik bireylerin yanında, sinestezik ailelerin de varlığı bilinmektedir. Mesela harfleri renk olarak algılayan bir babanın bu özelliğinin oğluna da geçtiği değişik vakalarla tespit edilmiştir. Çocukluğundan itibaren bu tür özelliklere sahip kişilerin büyüsel yetileri olduğu zannedilir. Böyle kişilerin çocuklukları, otistik özellikleri andıran gelişim bozukluğu türündeki garipliklerle doludur. Bu bulgular, sinestezinin genetik temel olduğunu göstermektedir.

Sinestezi, beyin hücre gelişimi ve sinir devrelerinin özellikleri ile açıklanırken, LSD gibi bazı uyarıcı kimyasallarla sinestezik algılama yaparak hayali yaşantıları ortaya çıkarır.

Farmakolojik sinestezi, biyolojik temeli göstermesi bakımından önemlidir. Sinestezik durumlar, dışsal girdi olmadan -kişinin arzusunun dışında ve ilaç almanın haricinde- epilepsi (sara) nöbeti esnasında da meydana gelebilmektedir. Sinir devrelerinin uyarılması, hayal kurmayla birlikte gerçekleştiği gibi, epilepsi nöbetinde de oluşabilir. Ancak kavramsal sinestezide kavramsal gerçekler karışır.

Sinestezi tartışmaları bilim adamlarına, “Gerçek nedir?” sorusunu sordurmaktadır. Algıladıklarımızın ne derece gerçek olduğunu kuantum fizikçileri de incelemektedirler.

Goethe Bir Sinestezikti

Goethe’nin edebiyatçılığı dışında bilinmeyen bir yönü daha vardır. O, bir sinestezikti. Gerçekleri algılamayı çok önemsiyordu. Hatta, “Dünyaya çığır açmak için iki şey gerekir: İyi bir kafa ve büyük bir miras… Ben kendi adıma Newton öğretisinin hatasını miras aldım.” diyerek Newton’u eleştirdi. Newton fiziğinin, gerçekleri açıklayamadığını ve hakikatin beynin bilinmeyen fonksiyonlarının açıklanmasıyla ortaya çıkacağını söylüyordu. 1810’da Renkler Kavramı isimli bir kitap yazmıştı. Goethe, görsel yanılmaların nörolojik gerçek olduğunu söylüyordu. Bu arayışlar, Avrupa’daki rönesansın uzantısını temsil ediyordu ve Newton fiziği ile devreye giren, indirgemeci materyalist bakışın değiştiğine dair ilk sinyallerdi.

Orta Çağ’dan evvel, her şey ruhani indirgemecilik fikriyle açıklanmaya çalışılıyordu. Newton’la birlikte materyalist indirgemecilik dünyaya hâkim oldu. Bugün ise holistik yani “bütüncül” yaklaşımlı iki gerçeklik değerlendirmesi birleşmektedir. Holistik yaklaşıma göre, her şey bir diğeri ile ilişkilidir ve birbirine bağlıdır. Gözlemler sonucu oluşan bilimsel prensipler de bu görüşü desteklemektedir.

Gen Varyantları

Genetik varyantların keşfi diyebileceğimiz dikkat çekici çalışmalardan birisi, “yenilik arayışı geni” idi. 1996’da Kudüs’teki Herzog Hastanesi’nden Psikolog Richard Ebstein ve arkadaşları, yenilik arayışı test skoru yüksek kişilerde, dopamine cevap veren sinir hücrelerinin alıcısında (reseptör) belirgin farklar olduğunu tespit ettiler.

2006 senesinde Nörobilimci Andreas Meyer-Lindenberg ve ABD’nin ünlü araştırma enstitüsü NIMH’teki meslektaşları, şiddetle ilişkili gen versiyonu taşıyan kişiler üzerine bir araştırma yaptılar. Buna göre, bu genin baskın olduğu kişilerin heyecanı yöneten beyin bölgelerinde, hacmin azaldığı görüldü. Bu kişiler öfke ve korku ifadeli yüzlere baktıklarında, amigdala bölgesinde yüksek bir faaliyet gerçekleşiyordu. Korku ile ilgili beyin bölgesinde de baskılanmış aktivite tespit edildi.

Benzer bir çalışma, 2007 senesinde yine NIMH (National Institute of Mental Health) tarafından gerçekleştirildi. Dopamin D4 gen varyantı ile dikkat eksikliği arasındaki ilişkiyi araştıran uzmanlar, 105 hiperaktif çocuk ile 103 sağlıklı çocuğu incelendiklerinde; gen varyantı taşıyan çocukların beyinlerinin ön bölgesinde doku inceliği olduğunu ortaya koydular.

Korku Geni

Beyindeki serotonin sinyalizasyonundan kaynaklanan duygu durum bozuklukları artık kesin olarak bilinmektedir. Bilim adamları, serotonin sinyalizasyonunda rol oynayan “serotonin taşıyıcı protein” üreten bir gen formu tanımladılar. Klaus-Peter Lesch ve NIMH çalışanları, serotonin taşıyıcı proteini üreten genin iki formundan bahsetmişlerdi. 1996’da yapılan araştırmaya göre, uzun gen formu olan sinir hücresi daha fazla serotonin taşıyıcı protein üretiyordu. Kısa gen taşıyanlarda ise, kaygı yüksekti. NIMH’ten Ahmad Hariri ve arkadaşları 2002’de fonksiyonlu MR beyin görüntüleme çalışması yaptılar. Bu çalışma, kısa gen formu taşıyan 14 kişide kaygı ve endişeyi yüklenmiş olan amigdala bölgesinin diğer kişilere göre daha aktif çalıştığını gösteriyordu.

Takıntı Geni

Zihinsel geviş getirme olarak ifade edilen ve düşünce tekrarlarını anlatan “ruminasyon” ile ilintili olarak beyindeki takıntı geninden söz edilmektedir. Şanssızlık, başarısızlık, ümitsizlik durumlarında genetik varyantın depresyon riskini artırdığı bilinmektedir.

Aşırı negatif deneyimler söz konusu olduğunda, uzun gen sahibi olanların depresyona karşı daha iyi korundukları ortaya çıkmıştır. Virginie Commonwealth Üniversitesi’nden Psikiyatrist ve Genetik Bilimci Kendler; boşanma, iş kaybı, hırsızlık, hastalık gibi stresli yaşam olayları ile depresyon oluşumu arasındaki bağlantıyı, 549 ikiz üzerinde yaptığı bir çalışmanın sonucuyla doğrulamıştır. Bu araştırmada serotonin taşıyıcı protein üreten genin iki kısa formuna sahip olan kişilerin, depresyona girme eğilimlerinin uzun gen sahiplerinden daha yüksek olduğu ortaya çıkmıştır.

Yine bir diğer araştırmada, talihsiz yaşam olaylarına karşı savunmasız kalmanın düşünce tekrarına meyletme durumu araştırılmış ve kısa serotonin taşıyıcı gene sahip olanların, takıntılı şekilde bir şeylerin üzerinde durma ihtimallerinin daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Stres, serotonin taşıyıcı protein eksikliği ile birleştiğinde depresyon riskini artırmaktadır (Canlı, 2008).

Genetiği değiştirilmiş farelerde stresli yüzme testi yapıldığında, normal farelere göre daha hareketsiz kaldıkları gözlemlenmiştir. Bu da korkuyu atlatmakta zorlanmanın, genlerle arasında anlamlı bir nedensellik ilişkisi olduğunu göstermiştir.

Genetik varyasyonları inceleyen “Human HapMap Project” ve genetik kodu açıklığa kavuşturan “Genome Project”in desteği ile genetik profilimiz ile mizacımız, karakterimiz ve davranışlarımız arasındaki ilişki daha iyi anlaşılacaktır. Kalıtım molekülleri tıbbın önünü açarken, bütün ruh bilimcilerin ilgi alanı olmaya da devam edecektir.

Kötülük Geni

ABD’deki "Maryland Çocuk Sağlığı ve İnsan Geliştirme Enstitüsü"nden Dr. Steven Suomi “bed behaviour” yani kötü davranış geninin, beyinde serotonini azalttığını belirtmiştir. Kötü davranış geni duygusal ihmal, çocukluk travmaları ile aktif hale geçmektedir. Anne sevgisi, güven ve benimseme ile de genin olumsuz etkileri yok olmaktadır.

Annelerin çocuklarını eğitirken, onların beyin kimyalarının işleyişinde ne tür değişiklikler yaptıklarını bilmelerinin önemi araştırmalarla gün yüzüne çıkmaktadır.
* * *

İkinci sorunuzun cevabı için tıklayınız:

Yarık beyin vakası olan bir kişinin beynin solu ateist sağ tarafı ...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun