Sizce insanlar arası ilişkilerde her şey karşılıklı mı olmalı?
İyilik, karşılık beklemeden yapılan yardımdır. İslam dini mü’minlerine hem kendi yarar ve çıkarlarını, hem de başkalarının ve toplumun yarar ve çıkarlarını düşünmelerini ister, başkaları ve toplumun hayrına olan hususların gerçekleştirilmesini önemle tavsiye eder ve ferdi kurtuluşu geniş ölçüde buna bağlar. İslam dini kişi ve bireyleri kurtuluşa davet ederken bunun yolunu başkalarını düşünmek, onlara iyilik yapmak, toplum ve kamu yararına çalışmak olarak gösterir. İslam ahlâkının kural ve ilkeleri tamamıyla bu hedefe yöneliktir. Zekat, sadaka, fitre, fidye ve kurban gibi mâlî ibadetlerden maksat da budur. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetler de bu hususu içerir. Bir anlamda din başkasının iyiliği ve kurtuluşu için çalışma anlamına gelir. Onun için Hz. Peygamber (asm),
“Allah Teâlâ’nın senin aracılığınla bir kişiyi hidayete erdirdiği gün tüm hayatındaki günlerin en hayırlısıdır.” (Buhari, Cum’a, 39; Müslim, Fezailu’l-kur’an, 32)
buyurmuştur. Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de insanların Allah’ın yoluna davet edilmesi ve ilahi hükümlerin tebliğ edilmesi hususuna büyük önem verilmiştir. Hz. Peygamber (asm) Veda Haccı’nda bir hutbe irad ettikten sonra:
“Bu sözlerimi burada bulananlar bulunmayanlara duyursun.”buyurmuştur.
Fakir fukarayı korumak, yetimleri kollamak, dul ve yaşlı olanlara yardım etmek, gariblere sahip çıkmak, yolcuları barındırmak, hastalara destek olmak, özürlüleri himaye etmek, köle âzâd etmek İslam’da en çok sevap olan işlerden sayılmıştır. Hayır ve iş hayrat yapma İslam’da önemlidir ve amaç, karşılık beklemeden, daha doğrusu karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek başkalarına iyilik yapmak ve yararlı olmaktır.
Hayr olmak üzere yapılan bir işin karşılığı iyilik yapılan kişi, kuruluş, zümre ve toplumdan değil, sadece Allah Teâlâ’dan beklenir. Allah’tan ecir ve sevap beklenir. Ödüllendirmesi istenir. Hatta bunun için Allah’a dua ve niyaz edilir. Allah Teâlâ’dan beklenen karşılık uhrevîdir, manevîdir, ama dünyevî de olabilir.
Yapılan bir hayır işi karşılığı Allah Teâlâ’dan başkasından maddî olarak beklenirse, o iş hayır ve hayrat olma özelliğini, manevî değerini yitirir, hayır olmaktan çıkar. Ama insanlardan da manevî bir karşılık, ahirette faydası dokunan bir dua beklenebilir. Mesela yapılan bir çeşmeye sahib-i hayratın ismi yazılır, o çeşmeden içenler hayrat sahibine dua etmeleri beklenebilir. Ama çeşmeden içenlerin fiilen dua etme gibi bir yükümlülükleri yoktur. Çeşmeden su içip susuzluklarını gidermeleri de lisan-ı hal ile dua sayılır. Hatta hayvanların ve kuşların su içmeleri bile hayrat sahibine sevap kazandırır.
Hayrat sahiplerine dua kadirbilirliğin bir gereğidir ve güzel bir şeydir. Hz. Peygamber (asm) bir hadislerinde hayrat meselesini şu şekilde izah etmiştir:
“İnsanoğlu ölünce amel defteri kapanır, şu üç şey dışında artık ameline sevap ve günah yazılmaz: Kendisinden sonra iyi ve erdemli bir veya daha fazla evlad bırakmışsa. (Hayrü’l-Halef) İstifade edilen bir ilim bırakmışsa, bilgili ve hizmet ehli bir veya daha fazla öğrenci yetiştirmiş veya eser bırakmışsa, hayır işlemiş ve hayrat yapmışsa (sadaka-i câriye) (Müslim,Vasaya, 14; Ebu Dâvud, Vasaya, 14)
Müslümanlar tarafından kurulan vakıfların gayesi de hayırdır, ayrım gözetmeden tüm insanlara iyilik etmektir, karşılığında Allah’tan sevap beklemektir. Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde mü’minler değişik şekillerde bu işe teşvik edilmişlerdir:
a) “Hayırda yarışınız.“ (Bakara, 2/148; Mâide, 5/48)
b) “Kim zerre kadar hayır yaparsa karşılığını görür.” (Zilzâl, 99/7)
c) “Allah yaptığınız hayrı bilir.” (Bakara, 2/197, 125)
d) “Hayır işleyiniz, umulur ki kurtulursunuz."( Hac, 22/77)
Kur’an’da geçen aşağıdaki ifadeler de aslında başkalarını düşünmek ve hayır işlemek anlamına gelir:
aa) Birr (iyilik):
"Hoşunuza giden mallardan vermedikçe iyiler düzeyine ulaşamazsınız.” (Âl-i İmran, 3/92)
“İyilerin yeri cennettir.” (İnfitar, 82/13; Mutaffifîn, 83/22)
bb) İnfak (harcama, verme):
“Ey iman edenler! Size vermiş olduğumuz rızıktan infak ediniz.” (Bakara, 2/254. 195, 267; Münafikûn, 63/10)
cc) Sadaka (sosyal yardım):
“Sadakalar fakirler, yoksullar... içindir.” (Tevbe 9/60),
“Sadakayı alan Allah’tır..." (Tevbe, 9/104, 58, 79; Bakara, 2/264, 276)
Kur’an’da sadaka zekat anlamında da kullanılmıştır. Sadaka dilenciye verilen cüz’î bir paradan ibaret değildir.
dd) Allah’a ödünç verme (Karz-ı hasen):
“Allah’a güzel bir biçimde borç verirseniz O, bunu kat kat fazlasıyla geri verir.” (Tegâbûn, 64/17; Bakara, 2/245; Müzzemmil, 73/20)
Bu ayetler başkalarına mâlî ve maddî olarak yardımda bulunmak, Hak Teâlâ’ya ödünç vermek şeklinde nitelenmiştir.
İşte bu ve benzeri ayetler ve aynı anlama gelen hadisler, başkalarını düşünmenin ve elden geldiğince onlara yardımda bulunmanın gereğini kuvvetle vurgulamaktadır. Başkalarının yardımına koşmak, fakirleri, miskinleri, acizleri, kimsesizleri gözetmek, derdi ve sıkıntısı olanların derdine çare bulmak, sıkıntılarını ortadan kaldırmak veya hafifletmek bütün dinlerde, ama daha fazla İslam’da çok önemlidir.
İslam’da bir de İsâr (diğerkamlık) denilen ahlâkî ve dinî bir davranış vardır. Bu da “Bir kimsenin kendi menfaatından çok başkalarının menfaatına öncelik vermesi” şeklinde tanımlanır. Hak Teâlâ buyurur:
“İhtiyaçları bile olsa başkalarını kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9)
Bu ayet Medine’nin yerli halkı olan Ensar’ın Mekke’den buraya muhacir olarak gelen Müslümanlara karşı takındığı tavrı dile getirmektedir. Gazalî, İsâr konusunda güzel örnekler verir:
"Sahabeden biri ihtiyacı için bir koyun kellesi alıp eve getirir, komşusunun buna ihtiyacı olduğunu anlayınca ona gönderir, komşusu muhtaç durumdaki bir başkasına gönderir. Kelle yedi kişiyi dolaştıktan sonra ilk sahibine gelir."
Huzeyfe el-Adevi Yermuk savaşında bir testi su alarak şehidler ve yaralılar arasında dolaşmaya başlar. Can çekişen amcasının oğluna rastlar, suyu ona vermek ister, ama şehid olmak üzere olan amcasının oğlu bu halde iken bile suyun yaralı durumdaki Hişam’a verilmesini göz işaretiyle anlatır. Hişam da benzer durumda olup can çekişmekte olan başka birine suyun verilmesini ister. Sonuçta üçü de suyu içmeden ruhlarını teslim ederler. (İhya, III/252)
Bişr b. Haris hasta iken üzerindeki elbisesini bir yoksula vermiş ve ödünç aldığı bir elbisede can vermişti.
Tasavvufta fütüvvet ehli denilen zümre, özellikle cömertlik ve İsâr ile tanınmışlardır. Mürüvvet (adamlık da) bu anlama gelir.
İslam dini bir mü’minin sadece kendisini düşünmesini, -helâl yoldan kazanmış ve zekatı da verilmiş olsa bile- servetinden muhtaçları, fakirleri ve darda olanları yararlandırmamasını tasvip etmemiş; böyle bir davranışı, merhamet, şefkat, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma gibi değerler açısından hatalı bulmuştur. Bunun için de savurganlık ve harvurup harman savurma kadar cimriliği ve pintiliği de reddetmiştir.
“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” diyor, Allah Resûlü (asm).
Bencillik (egoizm) en kötü şeydir. Sadece kendi çıkarları ve yararını düşünen bunun için başkalarına zarar vermekten çekinmeyen, onların hakkını yemekte bir sakınca görmeyen, kamuya ait malları zimmetine geçiren, çıkarcı, bencil, haris ve tamahkâr kişilere menfaatperest ve paranın kulu denir. Bunlar Allah Teâlâ’ya değil hevâlarına ve çıkarlarına taparlar. (bk. Furkan, 25/43)
Hz. Peygamber menfaatperest kişileri kastederek: "Altına, gümüşe kul olanlar sürünsün.” (Buhari, Rikak, 10; Tirmizi, Zühd,42; İbni Mâce, Zühd, 8)
buyurmuştur. Böyle kişiler Hak Teâlâ’nın değil, paranın kulu, mal ve servetin kölesidirler. Onlar para ve servetlerini kaybedecek olsalar ruh ve beden sağlığını da kaybetmekte, hatta intiharı bile düşünmekte, bazan da bunu gerçekleştirerek talihsizliğin bir örneğini vermektedirler.
Gittikçe maddîleşen dünyamızda faydacılık, akılcılık, bireycilik ve liberalizm adına bizi biz yapan özdeğerlerimiz yıpratılmakta, aşındırılmakta, adetâ; “altta kalanın canı çıksın” gibi bir anlayış oluşturulmaktadır. Bugün yeteri kadar bir mü’min din kardeşinin halinden habersizse, onunla hemhâl değilse, dertlerini dert edinmiyorsa, sıkıntıları için çare aramıyorsa, insanların acıklı halleri yüreğini sızlatmıyorsa... bütün bunlar bencilliğin, çıkarcılığın, açgözlü ve doymaz olmanın sonucudur. Küreselleşen yeni hayat tarzına şartların elverdiği nisbette uyum sağlarken dinî, ananevî ve ahlâkî değerlerimizi yitirmemeliyiz. Çünkü bu değerleri yitirmemiz kendimizi yitirmemezi demektir