İslâm’ın cihad anlayışına bir açıklama
“Kim (cihad bahanesiyle) bir evde darlık (ve sıkıntı) meydana getirir veya bir yolu keser ya da bir mü’mine eziyet verirse, onun yaptığı cihad değildir.” (Ebu Davud, Cihad, 89)
Mekke döneminde Müslümanlar zayıf ve güçsüz oldukları için, Allah, onları müşriklerden gelen her türlü zulme, baskıya, işkenceye sabır göstermekle yükümlü tutmuştu. O dönemde müşrikleri tahrik edecek her türlü davranıştan, düşmana mukabeleden, meydan okumaktan Müslümanlar kaçınıyor, ibadetlerini müşriklere göstermeden gizli gizli yerine getiriyorlardı.
Müşriklerin baskısı iyice ağırlaşıp kan kaybı boyutlarına varınca, Allah bu baskıya dayanamayan Müslümanlara hicret kapısını açtı. O devirde en güvenli ülke olan Habeşistan’a, Mekke’deki baskıdan bunalan Müslümanlar 2 ayrı zamannda 2 ayrı hicret kafilesi halinde hicret ettiler.
Bu dönemde asıl olan Müslümanın dinini rahatça yaşaması, zulüm ve baskılar karşısında özgüvenini kaybetmeden dik durması, kendini inancından vazgeçirecek bir ümitsizlik içine düşmekten korunması idi.
Medine’ye hicret edildikten sonra, Müslümanlar sayıca hızla çoğaldılar. Güçlendiler. Organize oldular. Müşriklerden gelecek saldırı ve tecavüzlere karşı koyabilecek bir kuvvete ulaştılar. Bunun üzerine, Allah, Müslümanlara, cihad denen düşman saldırılarına karşı koymak, mukabele etmek iznini verdi. Bu izin, düşmanla savaşa girme demekti. Bu izin, İslâmın yaşanmasını tebliğinde ve yayılmasında artık kuvvetin kullanılabileceği anlamına geliyordu.
Müslümanlara verilen cihad izni ilk önceleri, sırf düşmanın Müslümanlara saldırılarını önlemek, İslâm toplumuna verecekleri zarar ve yıkımın önüne geçmek, Müslümanın inancını özgürce yaşamasının önündeki her türlü engeli bertaraf etmek içindi. Bu maksatla Bedir, Uhud, Hendek savaşlarına girmişler, pek çok sayıda gazaya çıkmışlardı.
Müslümanlar daha da güçlenince, İslâmın cihad kavramına fetih gayesi de ilave edildi. Bu fetih, sadece toprak fethi değildi. Asıl olan gönüllerin fethiydi. İnsanlara İslâmın en güzel şekilde, sunumu ve anlatılması idi. İnsanlardan İslâm inancı ile buluşturulması gayreti idi. İslâmın tebliği önündeki her türlü engelin kaldırılması, artık cihadın kapsamı içine giriyordu.
Cihadın savunmadan fetih boyutuna geçmesindeki bir gaye de, Müslümanların ve İslâm devletinin güvenliğinin sağlanması idi.
Fetih amaçlı cihadlarda 2 gaye birlikte takip ediliyordu. Birincisi, insanların İslâm dinini tanımalarını sağlamak, İslâmın güzelliklerini onlara anlatmak ve fiilen yaşayarak da göstermekti.
İkincisi ise, İslâmı kabul etmeyen devlet ve ülkelere İslâm devletinin gücünü göstermek ve onları barışa zorlayarak, düşmanca saldırı ve tecavüzlerden caydırmaktı. Cihadın içinde savaş, en son alternatifti. Düşman İslâmı kabule yanaşmadığı gibi, İslâm devletinin otoritesine boun eğerek barışa da razı olmazsa, onlara karşı kuvvet kullanımı kaçınılmaz hale geliyordu. Bu durumda savaş sonucu elde edilen ülkeler, İslâm topraklarına katılıyor, savaş sırasında düşmandan ele geçen eşya ve mallar da ganimet sayılıyordu.
Savaş demek şiddet demektir.
Savaş demek can kaybı, ölümü demektir.
Ancak, İslâmın cihad anlayışında, savaştaki şiddete ve öfkeye büyük sınırlamalar getirildiği görülmektedir. İnsan kanı akıtmayı en asgari seviyeye düşürecek tedbirlere büyük yer verilmiştir.
Bu tedbirlerin başında; savaşta çocukların, kadınların, yaşlıların, din adamlarının kesinlikle öldürülmesinin yasaklanması gelir.
İslâm sadece savaşa katılan askerlerin öldürülmesine izin verir. Bir insanı esir almak mümkün iken, onun öldürülme cihetine gidilmesi de doğru bulunmaz.
Allah Resûlünün, savaşta insan kaybını iyice azaltmak için başvurduğu taktiklerden biri de üzerine yürünecek düşmanı, savaş hazırlığına girişmeden gafil yakalamaktı. Çünkü düşmanın savaş hazırlıklarını yapması demek, savaşın çok kanlı geçmesi, uzun sürmesi ve sonuçta pek çok insanın ölmesi demekti.
Allah Resûlünün bu taktiğinin ne derece işe yaradığını; Mekke’nin fethi gibi büyük bir savaşın, çok az sayıda insanın ölümüyle neticelenmesinde görmekteyiz.
O halde İslâmın cihad anlayışında, gayeye en az insan kaybı ile ulaşmanın esas alındığını belirtmemiz yanlış olmaz.
Zaten İslâmın ana hedefi, gönderiliş gayesi, insanları yok etmek, hayatları ve ocakları söndürmek değildir. İslâm, insanlara sonsuz bir hayatı ve ebedî mutluluğu kazandırmak için gelmiştir.
Allah Resûlünün, “ben insanlara rahmet için geldim, azap için değil” sözünden de bu manayı çıkarmak mümkündür.
Bugün, bazı Müslümanlar, ne yazık ki cihadı çok yanlış şekilde anlayıp uygulamaktadırlar. Cihad etmeyi; adam kesmek, insan doğramak, kelle uçurmak, yeryüzünde canlı tek bir kafir bırakmamak şeklinde uygulayan, inanları canlı bombalar haline getiren cihad anlayışları, İslâma en büyük zararı vermektedir.
İnsanların İslâmı tanımalarının önündeki engellerin kaldırmak demek olan cihad kavramı, ne yazık ki günümüzde insanların İslâmı kabul etmelerinin önündeki en büyük engel haline getirilmiştir.
İslâmın cihad anlayışında yanlış anlaşılan bir konuya daha değinmeden geçemeyeceğim.
Cihad, dahilde, yani bir İslâm ülkesinde, Müslümanlar arasında geçerli olmaz. Yani Müslüman Müslümana karşı cihad yapamaz. Dahildeki ayaklanmalara, insan öldürmelere, İslâm, cihad değil, bağy adını vermiştir.
Bâğyden, İslâm mücahidi olmaz. La ilahe illallah diyen bir mü’minin, Lailahe illallah diyen bir mü’mini kafasına göre kafir sayıp öldürmeye ve bu yaptığı caniliğe de cihad adını vermeye hakkı da yoktur, haddi de değildir.
Cihad, İslâm ülkesi dışındaki, Müslümanlar için tehdit oluşturan insanlara karşı verilen meşru bir mücadeledir. Gayesi Müslümanın can ve mal güvenliğini garantiye almak, dışarıdan gelebilecek her türlü tehdidi fiilayata geçmeden önlemektir.
EN BÜYÜK CİHAD, NEFİSLE YAPILAN CİHADDIR
Müslümanın İslâmı yaşaması önündeki en büyük engel, çoğu zaman dış düşman değildir. İnsanın kendi içindeki nefs-i emmare dediğimiz, gayr-i meşru arzu ve istekleridir. İnsan kendi nefsine söz geçiremezse, onu terbiye edip İslâmın emir ve yasaklarına boyun eğer hale getiremezse, onun dışarıda İslâmı yaşamasını engelleyen bir düşman aramasına gerek yoktur.
Nefsin kendisi, onun için en büyük engeldir. Bu sebepledir ki, İslâmda en büyük cihad kişinin nefsiyle giriştiği mücadeledir. Dış düşmanla yapılan savaş, nefisle yapılan savaşın yanında küçük kalır. Çünkü dış düşmanla yapılan savaşta, mü’min öldürülürse şehit olur. Hayatta kalırsa gazi sayılır. Ama nefisle girişilen savaşı kaybeden mü’min, her şeyini kaybeder. Manen müflis hale gelir.
Allah Resûlünün, Bedir savaşından Medine’ye dönerken:
- Küçük cihadı bitirdik, şimdi büyük cihada dönüyoruz, dediği rivayet edilir ki, burada kastedilen küçük cihad, Mekkelilerle yapılan Bedir Savaşı; büyük cihad ise nefisle mücadeleye girişmektir.
Dış düşmanla yapılan savaşlar, belli bir yerde, belli bir zaman için söz konusudur. Ama nefisle yapılan cihadın yeri ve zamanı yoktur. 24 saat kesintisiz her yerde sürdürülen bir mücadeledir.
Son olarak şunu da söyleyebiliriz: Nefisle yapılan cihadı kazanamayan bir Müslümanın dış düşmanla yaptığı cihadı kazanacağı şüphelidir. Cephede mücahid sayılmak için, içteki nefisle savaşın mutlaka kazanılması şarttır.