Hukuklar birleşiyor
“İmandan sonra en mühim ve en lâzım âmâl-i salihadır. Salih amel ise maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.” Mesnevî-i Nuriye
Günümüzde insan haklarından çokça söz edilir. Ama bu sözler her nedense uygulamaya bir türlü konulamaz. Sadece beyannamelerde, bildirilerde, makalelerde mahpus kalır.
“İnsan hakları” tabiri aslında caydırıcı bir ifade değil. Hak ve hukukun korunması sadece insanoğlunun insafına ve vicdanına bırakılmış. Belli bir müeyyidesi yok. En kötü ihtimalle bir “kınama” cezası alıyorsunuz ve yaptığınız yanınıza kâr kalıyor.
Ama, “kul hakkı” ifadesi böyle değil. Bu ifadeyle insanın başıboş bir varlık olmadığı, Allah’ın kulu, O’nun mülkü, O’nun mahlûku olduğu zihinlerde iyice tesbit edilir ve nefisler, ‘kul hakkına tecavüzün kesinlikle cezasız kalmayacağı’ tehdidiyle karşı karşıya kalır.
Gel gör ki, bugünün madde, menfaat ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kul olduğunu unutanlar, hâliyle kul hakkını da hatırlamaz oldular. Kul hakkının bu ilk basamağında tökezleyenler insaf, merhamet, adalet duygularını da kaybettiler.
“Ben kulum” diyen insan, bunun gereğini yerine getirecektir. “Ben falan devletin raiyetiyim” dediniz mi, sizden o beldenin bütün kanunlarına harfiyen uymanız istenir.
Âlemlerin Rabbine inanan ve O’nun kulu olduğunu idrak eden bir insan da kul olarak yaşamaya mecbur.
Nurlardan nuranî bir cümle:
“İmandan sonra en mühim ve en lâzım âmâl-i salihadır. Salih amel ise, maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.” Mesnevî-i Nuriye
Bir insanın padişaha karşı iki çeşit isyanı olur. Birincisi, onun zâtına cephe almak, emirlerine isyan etmek. Diğeri ise, padişahın raiyetine zarar vermek. Birincisi hukukullaha, ikincisi ise kul hakkına misâl.
Allah’ın kul üzerindeki en büyük hukuku: İman.
Kul, kendisini yoktan var eden Rabbine imanla mükellef. Bunu “tevhid” takib ediyor. Allah’ı bir bilmek de kul üzerinde İlâhî bir hak. Nitekim, Allah’a şirk koşmak affa girmiyor.
“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi, 48)
Hukukullahın üç mühim şubesi: Tesbih, hamd ve tekbir. Yâni, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih, bütün medih ve senânın ancak O’na lâyık olduğunu ilân ve O’nun sonsuz kemâlinin kulun idrak sahasına girmekten münezzeh olduğunu itiraf etmek.
İlâhî san’at ve hikmetleri tefekkür etmek, nimetleri şükürle karşılamak da hukukullah cümlesinden.
Müşrik yahut dinsiz bir insan hukukullaha ait bu kadar vazifeden hiçbirini yerine getirmediği halde, günün birinde iman edince, Cenâb-ı Hak onun mazideki bütün borçlarını bir anda siliyor ve kul, hukukullahdan yana tertemiz olabiliyor.
Yine Üstadın cümlesine dönelim, imanı, salih amel takib ediyor. Salih amel, kulun kendi iradesiyle tercih edip işlediği bütün güzellikler.
Yaptığımız ticaret dürüst ise salihtir. Ettiğimiz ibadet ihlâslı ise salihtir. Gördüğümüz eşyayı, İlâhî birer eser olarak tefekkür edebiliyorsak bakışımız salihtir. Dinlediğimiz sözler, düşündüğümüz fikirler, kurduğumuz hayâller, sevdiğimiz mahbuplar meşru ise, helâl dairesi içinde ve rıza çizgisinde ise salihtir. Bunlar içerisinde, “maddî ve mânevî hukuk-u ibada tecavüz etmemek” çok önemli olmalı ki, salih amelin tarif cümlesine dahil olmuş.
Hukuk-u ibad, yâni “kul hakkı” geniş bir mefhum. Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüzler maddî hukuk, kalp ve ruhuna verilen zararlar ise mânevî hukuk olarak değerlendirilmeli.
Kulun maddî hukukuna en büyük tecavüz, öldürme hâdisesi. İnsanın yaşama hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine ibadetten alıkoyma, İlâhî eserleri tefekkürden, rahmanî nimetlere şükürden menetme cinayeti. Allah’ı tesbih eden yetmiş trilyona yakın hücrenin bütün bu tesbihlerini bir kurşunla delip geçme, yahut bir bıçakla kesip atma ihaneti.
Ve insan hayatına son vermenin günümüzdeki en yaygın şekli: Trafik kazaları... Alkol yahut acelecilik uğruna nice canlara kıyma, nice yuvaları söndürme felâketi.
Fıkıh âlimlerimiz katlin üç yerde câiz olduğunu söylerler.
“İmandan sonra küfre girme”, “evli olduğu halde zina etme” ve “haksız yere bir insanın kanına girme.” Bunlar dışında insanın hayatına son verilemiyor.
“Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi, 32) mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri, şu enteresan beyanda bulunur:
“Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için de olsa heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” Sünuhat
Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, O’nun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile, bütün insanların katli arasında fark yoktur.
İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem, O’nun kahrına hedef olurum” diye düşünemiyor.
Aslında bu hakikat, “herkesçe kolayca anlaşılabilmeli” diye geliyor insanın aklına. Çünkü kime sorsak kendisini de diğer insanları da Allah’ın yarattığını söyleyecektir. Ama iş münakaşaya dökülüp de nefis kalbe, hissiyat akla hâkim oldu mu, artık kulluk unutuluyor, adalet unutuluyor, âhiret unutuluyor. İşte bu unutmanın kula pahalıya mâl olmaması için İlâhî ikazlar geliyor ve ona Allah’ın bir kuluna yapılacak haksızlığın ebed yurdunda dehşetli bir cezayı netice vereceği ikaz ediliyor.
Bu rahmanî ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü de (a.s.m.) ümmetini defalarca ve değişik şekillerde ikaz etmiştir.
Sadece üç misâl:
“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Müslim)
“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.”(Müslim)
“Kaçmayarak, yalnız Allah’dan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi.” (Müslim)
Bu son Hadis-i Şerifden çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik de kul hakkını kaldırmıyor.
Allah yolunda canını veren bir mü’min bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak kula bırakmış.
Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir mü’minin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.
“Tövbekâr olanlar hakkında hukukullah dâvâsı takib edilmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvâsı kalır.” Hak Dini Kur’an Dili
Meselâ, gıybet eden bir insan gıybet ettiği kimseden helâllık almadıkça bu cürmün ağır cezasından kendini kurtaramaz.
Nur Külliyatında gıybetin câiz olduğu birkaç madde sıralanırken, “Bir de o gıybet eden adam fâsık-ı mütecahirdir. Yâni, fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor” ifadesine yer verilir. Demek ki, bir günahı âşikâre olarak, bütün insanların gözü önünde sıkılmadan işleyen kimsenin gıybeti câiz. Bu cevazın da yine kul hakkıyla yakın alâkası var. Çünkü gizli günah işleyen bir insan Allah’ın emrine muhalefetle sadece kendisine zarar veriyor. Ama aynı günahı, insanlar arasında işlediğinde onların hukukuna da tecavüz etmiş oluyor. Zira, insanların bedenlerine indirilen darbeler gibi ruh dünyalarına, kalp huzurlarına verilen zararlar da kul hakkına girmekte. Meselâ, müstehcen bir kıyafetle insanların karşısına çıkan bir kadın, onları günaha soktuğu gibi, “sebep olan işleyen gibidir” hükmünce, o günahın bir misli de kendisine yazılıyor ve onun hayâsızlığını yadırgamak gıybet olmuyor. Bu yadırgama başkalarını aynı günahtan menetmek niyetiyle olmalı. Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle, “garazsız ve sırf hak ve maslahat için” yapılmalı. Yoksa, hazır cevazı yakalamışken gönlümce, doyasıya bir gıybet edeyim mânâsına değil.
...
Kur’an-ı Hakîm’de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tesbit eden birçok âyetlerden sonra, “İşte bu Allah’ın hudududur, onu tecavüz etmeyin” mealinde İlâhî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek, kimden yardım dileyecektir?
İnsan, Allah’ın kulu olduğundan onun hukukuna riayetsizlik de İlâhî azabı netice veriyor ve bu noktada hukuklar birleşiyor.
Kendi parmağımızı niçin kesemez, hayatımıza neden kast edemeyiz? Çünkü, ne beden bizim, ne de ruh. Haneyi harab etmeye de hakkımız yok, misafiri oradan çıkarmaya da. Yaparsak ne olur? Allah’ın mahlûkatında O’nun rızası dışında tasarrufa kalkışmış oluruz. Bu ise hem hukukullaha karşı bir isyan, hem de kul hakkını ihlâl. Demek ki aynı fiil ile iki hukuka birden tecavüz ediliyor.
Allah bütün mülkün mâliki. Her varlığına müstakil bir şahsiyet lûtfetmiş. Bir insana zarar vermek, onun nefsine baktığı cihetle kul hakkına tecavüz, Allah’ın eseri olması cihetiyle de hukukullaha riayetsizlik.
Her insan bu dünyaya İslâm fıtratı üzere gelir. Günahlar o fıtratı bozar ve insanı azaba müstehak kılar; hem Allah’a isyan, hem de kul hakkına taarruz suçlarından.
Bir kalbi kırmak, yahut bir dalı koparmak da öyle.
Allah’a kulluk yapmayan bir insan kendi nefsini cehenneme atması sebebiyle kul hakkına da en büyük tecavüzü yapmış oluyor.
“Hem o tarik-üs-salât (namazı terkeden), kendi nefsine mâlik olmadığı için, kendi Mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder.” Lem’alar
Cenâb-ı Hakk’ın, âsi insanları birçok âyet-i kerimesinde “zâlim” olarak vasıflandırmasındaki ince sırrı bu ifadelerde yakalamak mümkün.
Kul hakkı içerisinde en büyük pay bizzat insanın nefsine düşüyor. Çünkü her hareketi, her sözü, her hâli o nefse ya fayda yahut zarar veriyor. Dolayısıyle, zulmün en büyüğünü, âsi insan bizzat kendi nefsine yapmış oluyor.
Bazılarıyla karşılaşırsınız; “benim Allah’ın hiçbir kuluna bir zararım dokunmamıştır” diye övünür ve ilâve eder: “Günah işliyorsam onun sorumluluğu bana ait.”
Bu zavallılar kendilerinin de Allah’ın kulu olduklarından gâfildirler.
Kur’an-ı Kerim’den ibretli bir işaretle bahsimize son verelim:
En’am Sûresinde: ‘Ölü etinin’, ‘dökülen kanın’, ‘hınzır etinin’ ve ‘Allah’dan gayrısının ismiyle kesilen hayvan etinin’ haram olduğu zikredildikten sonra, “Bunlarda da her kim muzdar olursa ve diğer bir muzdara tecavüz etmediği ve zaruret miktarını aşmadığı takdirde hiç şüphe yok ki, Allah Gafur ve Rahîm’dir.” buyrulur.
Müfessir efendilerimiz âyetteki bir inceliğe dikkatimizi çekerler: Zaruret hâlinde bulunan, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir insanın, sözü edilen murdar gıdalardan ölmeyecek kadar yemesine müsaade edilirken, enteresan bir şart daha ileri sürülüyor:Diğer bir muzdara tecavüz etmemek; onun o murdar gıdadan faydalanmasına engel olmamak.
Bu şart, Cenâb-ı Hakk’ın kul hakkına verdiği azim ehemmiyetin en berrak bir göstergesidir.