Bir Kul Olarak Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselam

Hz. Peygamber’in kulluk ve ubudiyet yönünü inceleyeceğimiz bu çalışmaya, bazı hususları nazar-ı dikkate vererek başlamak istiyoruz.

Kulluk ve ubudiyet, hiçbir insanı dışarıda bırakmaksızın, bütün insanlığa bir sorumluluk olarak yüklenmiş olup, Kur’an-ı Kerim’in ağırlıklı bir şekilde ele aldığı mevzulardandır. Yüce Rabbimiz, “Ben, cinleri ve insanları, Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56) buyurmaktadır. Âyette belirtildiği üzere, kulluk ve ubudiyet, insanların ve cinlerin yaratılış gayesi olarak açıklanmaktadır. Bu âyetten ve Kur’an-ı Kerim’in genelinden çıkarılabilecek sonuçlara göre, bütün mahlukatı var eden bir yaratıcı vardır ve yaratılan varlıklarla bu yaratıcı arasındaki ilişki, yaratılanların O’nu tanıması (marifet), O’na, ibadet etmesi, O’na kulluk yapması şeklinde ortaya konulmaktadır. Peygamberler de insan olmaları hasebiyle ve ayrıca kulluk ve ubudiyet hususunda seçilen, örnek kimseler olmaları sebebiyle, bu gerçeğin dışında değerlendirilemezler. Zaten bütün peygamberler, Allah’a kulluk ve taatte son derece titiz davranmışlar ve tebliğ ettikleri hususları önce bizzat kendileri uygulayarak, ümmetlerine örnek olmuşlardı.

Öte yandan peygamberlerin gönderiliş amaçları arasında zikredilenlerden biri de kulluk ve ubudiyettir. Nitekim Kur’an’da; “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, benden başka ilâh yoktur, o halde bana kulluk edin diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiyâ, 21/25) buyrularak, peygamberlerin temel misyonuna işaret edilmektedir.

Diğer bir âyette de “Gerçek şu ki, biz, her toplumun içinden ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının (mesajıyla gönderdiğimiz) bir elçi çıkardık. Allah, o geçmiş nesillerden bir kısmını hidâyetiyle doğru yola yöneltti; bir kısmı da sapıklık içinde bırakılmaya müstahak oldu. O halde, şimdi, yeryüzünde dolaşın ve hakkı yalan sayanların sonunun nasıl olduğunu görün!” (Nahl, 16/36) buyurulmuş, bütün peygamberlerin “Allah’a ibadet ve tağuttan ictinab” esası çerçevesinde vazifeli oldukları vurgulanmıştır.

Yukarıdaki ayetlerde ifade edilenlere, peygamberler hem birer kul olmaları yönüyle muhatap olmuş, hem de bu gerçekleri tebliğ ederek, hayata geçirilmesine örneklik etme sorumluluğunu üstlenmişlerdir.

Hz. Peygamber’e hitap eden şu âyetler de peygamberlerin konumunu, Kur’an perspektifinden çok net bir şekilde ortaya koymaktadır:

“De ki (ey Peygamber) Ben size Allah’ın hazineleri bendedir, demiyorum; ne insan idrakini aşan şeyleri bildiğimi söylüyorum ve ne de size Ben bir meleğim, diyorum. Ben sadece bana vahyedileni yerine getiriyorum. De ki, hiç gören ile görmeyen bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?” (En’âm, 6/50);

“(Ey peygamber) De ki: Allah dilemedikçe, kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı uzaklaştırmak benim elimde değil. Eğer insan kavrayışının ötesinde olanı bilseydim, muhakkak ki, bahtiyarlık adına ne varsa ondan payıma daha çoğu düşerdi ve kötülük asla yaklaşamazdı bana. (Ama) ben sadece bir uyarıcıyım ve inanan bir topluma iyi haberler getiren bir müjdeci.” (A’râf, 7/188);

“De ki: Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Tanrınızın bir ve tek Tanrı olduğu vahyolundu bana. Öyleyse, artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koysun ve Rabbine özgü kullukta hiç kimseyi, hiçbir şeyi (O’na) ortak koşmasın.” (Kehf, 18/110)

Peygamberlerin insan olmaları yönüne işaret eden bu âyetlerin yanı sıra, onların kulluk yönünü vurgulayan âyetler de vardır.

Meselâ, İsrâ sûresinin ilk âyetinde, Yüce Allah, Peygamberimizi kulluk yönüyle tanıtmakta, kendine nispet ederken “abdihî” ifadesini kullanmaktadır. Yine aynı şekilde Kehf suresinin ilk ayetinde de peygamberimiz kendisine kitabın indirildiği kul olarak tanıtılırken “abduhû” kelimesi kullanılmaktadır.

Diğer peygamberler de kulluk ve ubudiyet açısından farklı bağlamlarda ve çeşitli ifadelerle tanıtılmaktadır. Hz. İsa için “Ne İsa, Allah’ın kulu olmaktan kaçınacak kadar gurura kapıldı, ne de ona yakın olan melekler. O’na kulluk etmeyi gururlarına yediremeyenler ve küstahça böbürlenenler (bilsinler ki Hesap Günü) Allah hepsini kendi katında toplayacaktır.” (Nisâ, 4/172) denilmektedir. Yine Hz. İsa’nın ağzından “Ben Allah’ın kuluyum. O, bana ilahi mesajı bahşetti ve beni peygamber yaptı.” (Meryem, 19/30) denilerek, Hz. İsa’nın “abdullah” oluşuna dikkat çekilmektedir.

Hz. İsa’nın “onurlandırılan ve İsrailoğulları için örnek kılınan bir kul” (Zuhruf, 43/59) olduğu vurgulanmaktadır. Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarının kıssaları anlatılırken, bu iki peygamber “kullarımızdan iki sâlih kul” (Tahrîm, 66/10) denilmek sûretiyle dile getirilmektedir.

Hz. Nuh, “O, gerçekten de çok şükreden bir kuldu” (İsrâ, 17/3) ifâdesiyle tanıtılmaktadır. Hz. Zekeriya, “Kulu Zekeriya’ya Rabbinin bahşettiği rahmeti dile getiren bir anmadır, bu.” (Meryem, 19/2) ifâdesiyle anılmaktadır. Hz. Süleyman’ın “ne güzel bir kul” olduğu ve “her zaman Rabbine yöneldiği” (Sâd, 38/30) anlatılmaktadır. “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla” (Sâd, 38/41) denilerek, yine bir peygamber, Rabbine kul olarak nispet edilmektedir.

Tüm bu âyetlerde ortaya konulduğu üzere, peygamberlerle yaratıcı olan Allah’ın ilişkisi KUL ve RAB düzleminde ifâde edilmektedir.

Aslında Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtildiği üzere tüm mahlûkatın Allah karşısındaki konumu kulluk olmadır. Nitekim “Göklerde ve yerde var olan her şey sınırsız rahmet sahibinin huzuruna ancak ve ancak birer kul olarak çıkmaktadırlar.” (Meryem, 19/93) âyeti bu hakikati açıkça ortaya koymaktadır. Kur’an’ın bu âyetinin, Hz. İsa’yı, onun kul oluşunu, onu haşa Allah’ın oğlu olarak gören ve ona uluhiyet isnat edenlerin yanlışlığını zikreden bir bağlamda gelmesi de manidardır.

Dikkatlerden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de peygamberlerin kullukları ile peygamber oluşları hususunda nasıl bir telakki ve tasavvura sahip olunacağı, var olan anlayışlardaki ifrat ve tefrit boyutlarının nasıl değerlendirilmesi gerektiğidir.

Kanaatimize göre, peygamberlerin değerlendirilmesinde önceki dönemlerin (muhtemelen o dönemlerin din ve vahiy anlayışlarına paralel olarak gelişen) yüceltici ve kutsallaştırıcı yaklaşımı ne kadar yanlışsa; modern zamanların pozitivist ve rasyonalist etkileriyle oluşan indirgemeci ve sıradanlaştırıcı yaklaşımları da en az o kadar yanlıştır.

Hz. Peygamber’in bizzat kendi ifadelerinden hareket ederek, onun beşeri yönünü ön plana çıkarmaya ve sıradanlaştırmaya çalışanlar, onun kendisine vahiy gelen bir peygamber olduğunu, bizzat Allah’ın övgüsüne mazhar olan, seçkin bir insan olduğunu düşünmeli; ona insanüstü vasıflar ve özellikler atfederek, onu yücelttiğini zannedenler de yine bizzat onun dikkat çektiği, Hz. İsa’nın Hristiyanlarca yüceltilmesi hatasında olduğu gibi bir hataya düşmemelidir. Vasat ümmet olmanın bir gereği ve sonucu olarak, âdil ve dengeli bir yaklaşımla ve yine Kur’an’da ve onun ifadelerinde geçtiği şekliyle “ALLAH’IN KULU VE RASÛLÜ” olduğuna dikkat edilmelidir. Son derece sorumluluk sahibi, müttaki ve seçkin bir kul; âlemlere rahmet olarak gönderilen mütevazı bir resûl. İnsanlığı ele alınırken resullüğü, vahye muhataplığı ele alınırken tevazuu devreye giren örnek şahsiyet.

Bu hatırlatmalardan sonra Hz. Peygamber’in nasıl bir kul olduğu hususunu ele almaya başlayabiliriz.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), her konuda olduğu gibi kulluk ve ubudiyet konusunda da ümmetine örnek olmuş; peygamberliği onun bir beşer olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi, bir kulun yaratıcısına ibadet etmesi mükellefiyetinden de azade kılmamıştır. Hz. Peygamber de ümmetin diğer fertleri gibi her türlü emir ve yasağın muhatabı olmuş, hatta bazı durumlarda (mesela gece namazı) bizlere göre ek mükellefiyetlerle daha ağır bir sorumluluk üstlenmiştir.

Peygamber oluşundan dolayı hiçbir zaman ayrıcalıklı biriymişçesine tavır ve davranışlarda bulunmayan Efendimiz, “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede haddi aştıkları gibi beni övmede siz de haddi aşmayın. Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisidir deyin.” (Buhârî, Enbiyâ 48) buyurarak kul olma bilincinde de bizlere güzel bir örneklik sergilemiştir.

“Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kulluk konumuna Kur’an perspektifinden bakıldığında şunları söylemek mümkündür:

“O, Rabbinden indirilene tâbi olan” , “ona sımsıkı sarılan”, “sırat-ı müstakim üzere olmakla emrolunan” , “ilk müslüman olan” , “kulluğunu yerine getirmek için elinden geldiğince amel eden” , “Allah’ı zikreden” , “muvahhid olarak hak dine yönelen” , “Allah’a tevekkül eden” , “isyan ve şirk durumuna düşüp de Allah’ın azabına uğramaktan korkan” , “Allah’a sığınan” , “eda etmekle emrolunduğu namazı” ve “bütün ibadetleri, hayatı, ölümü âlemlerin Rabbi olan Allah için olan” , “Allah’a iman eden” , “O’na kulluk eden” , “sıkıntılara sabreden” , “Allah’a şükreden” , “O’na duâ eden” , “Allah’ı hamd ile tesbih eden” , “secde yapan” , “Kur’an okuyan” , “Allah’tan bağışlanma dileyen” , “ahirete yönelmiş” ve “şeriata tâbi olmuş” bir kulluk konumu vardır.” [Yasin Pişgin, İnsan ve Peygamber Olarak Hz. Muhammed (s.a.s.), İlâhiyat Y. Ankara 2002, s. 59]

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.s.), hamd, tesbih, secde, ibadet, sabır gibi emirler; müşriklere itaat etmeme, aceleci olmama gibi nehiylerle muhatap olmuş, bu türden emir ve nehiyler karşısında samimi ve ihlaslı bir kulun nasıl davranması gerekiyorsa Hz. Peygamber de o şekilde davranmış, sorumluluklarını en güzel bir şekilde yerine getirmeye gayret etmiştir.

"Ey örtünüp, bürünen! Birazı hariç geceleri kalk namaz kıl ...” (Müzzemmil, 73/1-4) âyetleri mü’minlere gece namazını farz kılmış, sonra bu farz nâfileye dönüştürülmüş (73/Müzzemmil, 20), daha sonra da “gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl.” (İsrâ, 17/79) âyetiyle bu emir, Hz. Peygamber’e mahsus bir yükümlülük haline getirilmiştir.

Sahabeler, Hz. Peygamber’in hayatı boyunca gece namazına devam ettiğini rivâyet ederler. Hatta gece namazına olan bu itinası dolayısıyla bazı sahabelerin “Allah senin geçmiş ve gelecekteki bütün günahlarını bağışladığı halde bu kadar zahmete niye katlanıyorsun?” diye sorduğu, Hz. Peygamber’in de “Şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdiği rivâyet edilir (Tirmizî, Şemâil 44).

Efendimizin gece namazlarında kıyamda uzun sureler okuduğu, rüku ve secdeleri de uzun tuttuğu, âyetlerin derin anlamları üzerinde düşündüğü, namazların peşinden duâlar yaptığı, Allah Teâlâ’yı zikrettiği, bol bol tövbe ve istiğfar ettiği de gelen rivâyetlerden anlaşılmaktadır.

Bütün mü’minleri bağlayan farz ibadetler yanında Efendimizin nafile ibadetlere de önem verdiği, farz olan namazlar yanında her vesileyle bolca nafile namaz kıldığı, Ramazan orucuna ilaveten çokça nafile oruç tuttuğu da bilinmektedir.

Hz. Peygamber’in ibadetler konusunda en çok dikkat ettiği husus devamlılıktır. Kendisi ibadetlerini hiç terk etmemiş, ashâbına da “en hayırlı ibadetin devamlı yapılanı olduğunu” söylemiştir (Buhari, Savm 52; Teheccüd 7, 18, İman 32).

İbadetlerle ilgili olarak kişilerin ibadet etme gayretiyle ağır yükler altına girmemesini, kendi uygulamaları dışında yanlış ibadet alışkanlıklarına tevessül edilmemesi gerektiğini belirtmiştir. Bu çerçevede adeta ruhbanlık anlayışına kapı aralayacak girişimlere engel olmuştur. Mesela kendini hadım ettirmek isteyen, evlenmek istemeyen, sürekli oruç tutmak isteyen, sürekli namaz kılmak isteyen, Kur’an’ı çok kısa zaman dilimlerinde hatmetmeye çalışan sahabelere uyarılarda bulunmuş, kendisini takip etmeleri gerektiğini, itidalli olmaları gerektiğini hatırlatmış ve bazı yanlış telakkileri daha baştan düzeltmiştir.

Efendimiz pek yüksek bir kulluk şuuruyla ibadetlerini yerine getirmiş, iman, ibadet ve her türlü davranışında ümmetine örnek olmuş, çevresinde Allah Teâlâ’ya ibadet etmeyi vazgeçilmez bir çabayla sürdüren ve ibadet şuuruna eren bir sahabe topluluğu oluşmasına da öncülük etmiştir.

Hz. Peygamber, Allah Teâlâ’nın eşsiz lütuflarına mazhar olmasına rağmen mütevazı bir kul olmayı, Allah’ın kulu olarak anılmayı tercih etmiş ve bunu pek çok vesilelerle dile getirmiştir.

“Acemlerin birbirlerini ta’zim ederek ayağa kalktıkları gibi benim için ayağa kalkmayın. Çünkü ben kulun yediği gibi yemek yiyen, kulun oturduğu gibi oturan bir kulum.” buyurması, ondan bahsederken sahabelerin “merkebe binerdi, arkasına adam bindirirdi, yoksulları ziyaret ederdi, fakirlerin yanına otururdu, kölenin davetine icabet ederdi, sahabelerin arasında oturduklarında kimseyi rahatsız etmeden mecliste boş bulduğu yere otururlardı.” (Ebû Dâvud, Edeb 152) şeklinde ifadeler kullanması onun tevâzuuna işaret etmektedir.

Aşağıya aldığımız rivayetler de “âlemlere rahmet olarak gönderilen” bir peygamberin nasıl bir tevazu örneği sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır. Hz. Âişe validemiz anlatıyor: “Rasûlullah evinde herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder, koyun sağar, hayvanlara yem verir ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu.” (Buhârî, Edeb 40)

Sofraya hizmetçisiyle beraber oturduğu, çocuklara selâm verdiği, hastaları ziyaret ettiği, cenazelerde bulunduğu, kölelerin davetine icabet ettiği de rivayetler arasındadır. (Buhârî, Et’ıme, İsti’zan)

Bir gün yanına gelen ve (belki de peygamber olmasından dolayı) titreyen adama “Kardeşim korkma! Ben de senin gibi anası kuru ekmek yiyen bir insanım” demiştir (İbn Mâce, Et’ıme 30). Peygamber Efendimizin meclisine ilk defa gelenler, ashabı arasında kimin Hz. Muhammed (s.a.s.)olduğunu ancak o konuşursa ya da ashabın ona karşı davranışlarından anlayabiliyorlardı.

“Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Resûlünün huzuruna girdi. Efendimiz yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına, hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de içinde birkaç avuç arpa bulunan bir torba vardı. İşte Allah Rasûlünün odasında bulunan eşya bunlardan ibaretti. Hz. Ömer, bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Rasûlü niçin ağladığını sorunca Hz. Ömer “Ya Rasûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, sen sadece kuru bir hasır üzerinde yatıyorsun ve o hasır senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Hz. Ömer’e şu karşılıkta bulunur. “İstemez misin ya Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun.” (Buhârî, Tefsir (66) 2). Başka bir rivayette “Dünya ile benim ne alakam olabilir? Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen bir yolcu... Sonra da orayı terk edip yoluna devam eden ...” (Tirmizi, Zühd 44)"

Ashâb-ı Kiram’ın kendisine hürmeten kullandığı bazı ifadeleri düzelten Allah Resûlü (s.a.s.), bir defasında kendisini “ey kâinâtın en hayırlısı” diye çağıran kişiye dönmüş ve “o, İbrahim’di” demiştir (Müslim, Fezâil 43). Başka bir rivayette “Beni Yunus b. Matta’ya üstün tutmayın. Peygamberler arasında tafdil (daha faziletli olduğunu söyleme) yapmayın. Beni, Mûsâ’dan daha hayırlı görmeyin. Ben şüpheye düşme hususunda İbrahim’e göre daha zayıfım. Yusuf’un kaldığı kadar hapiste kalsaydım kralın davetine hemen uyardım.” (Buhârî, Enbiyâ, Kitabu’t Ta’bîr) ifâdeleriyle kendisine aşırı ta’zimde bulunulmasını yasaklamıştır.

Abdullah b. Mes’ud (r.a) anlatıyor: “Bedir savaşına giderken her üç kişiye bir deve düşüyordu. Peygamber’in (s.a.s.)binek arkadaşları Ebû Lübâbe ile Ali idi (Allah her ikisinden de râzı olsun). Yürüme sırası Rasûlullah’a gelince adları geçen iki zat: ‘Yâ Rasûlallah! Sen bin, biz yürürüz’ dediler. Allah Rasûlü: “Ne siz benden güçlüsünüz, ne de ben sevaba sizden daha az muhtacım” buyurmuşlardır.” (Ahmed bin Hanbel, Nesâî)

Abdurrahman b. Avf (r.a) anlatıyor: “Bir defasında Peygamberimiz (s.a.s.), evinden çıktı, kendi özel odasına doğru yönelip içeri girdi. Kıbleye karşı durarak secdeye vardı. Secdesini o kadar uzattı ki öldü sandım. Hemen yanına yaklaşıp oturdum. Başını kaldırdı ve: “Kimsin?” diye sordu. “Abdurrahman,” dedim. “Ne istiyorsun?” “Yâ Rasûlallah,” dedim. “Öyle bir secde yaptın ki Allah ruhunu kabzetti diye endişe duydum.” Rasûlullah: “Cibril bana gelerek Allah’ın şöyle buyurduğunu müjdeledi: Kim sana salavat getirirse ben de ona rahmet ederim. Kim sana selâm verirse ben de ona selâmet dilerim. Ben de şükretmek için Allah’ın huzurunda secdeye kapandım” buyurdu” (Ahmed bin Hanbel).

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullahtan sonra, ondan daha çok ‘estağfirullahe ve etûbu ileyh’ diyen birini görmedim” (Ebû Ya’lâ)

Huzeyfe (r.a) anlatıyor: “Resûlullah’a dilimin keskinliğinden yakınarak ‘ey Allah’ın Resûlü, çoluk-çocuğuma karşı acı bir dilim var, beni ateşe sokacağından korkuyorum’ dedim. Rasûlullah: “Niye istiğfar etmiyorsun? Gerçek şu ki ben her gün yüz defa istiğfar ediyorum” buyurdu.” (Ebû Nuaym)

Eşsiz bir tevâzû örneği sergileyen peygamberimiz, geçmiş ve gelecek bütün günahları affedildiği halde istiğfar etmekten de geri durmamış, gerek bağışlanma dilemede ve gerekse tövbe etmede ümmetine öncülük vazifesini bihakkın ifa etmiştir. Onun tövbe ve istiğfarı, günahlar için olmayıp, Rabbine kulluğunun bir göstergesi ve ümmetine örnekliğinin uygulamadaki yansıması olsa gerektir.

Tüm bu anlatılanlara ilaveten, Hz. Peygamber’in bizzat kendisi de pek çok defalar bir insan olduğunu hatırlatarak, yaşanan olaylarda kendisinin de bir beşer olduğu gerçeğinin altını çizmiştir. Meselâ hurma ağaçlarını aşılayan Medinelileri gördüğünde merak edip sormuş, sonra “bu işlemin bir faydası olacağını zannetmiyorum” demiş, aşılamanın bırakılması ve o yıl hasadın az olması üzerine de “ben ancak bir beşerim, size dininizden bir şey emredersem onu alınız, ancak kendimden bir şey emredersem, ben de bir beşerim” buyurmuştur (Müslim, Fezâil 43, 38).

Kendisine getirilen davalarla ilgili olarak şunları söylediği de rivayet edilmektedir:

“Ben de yalnızca sizler gibi bir insanım. Siz birbirinizle olan davalarınızın çözümü için bana başvuruyorsunuz. Mümkündür ki bir taraf kendisini diğerinden çok daha iyi savunabilir. Eğer ben buna dayanarak onun lehine hükmeder de gerçekte kendisine ait olmayan bir şeyin ona verilmesi kararını verirsem, o bundan küçük bir parça dahi almasın. İyi bilsin ki o, onun için ateşten bir parçadır.” (Muvattâ, Akdiye 36, 1)

Hz. Peygamber, bir beşer olması yönüyle, insanların yaşayabildiği pek çok olayı bizzat yaşamış ve bu olayların garipsenmemesi gerektiğini belirtmiştir. Meselâ bir defasında namaz kıldırırken yanılması üzerine şöyle buyurmuştur: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum.” (Müslim, Mesâcid 92-94)

Bir başka örneğe göre, Hz. Peygamber (s.a.s.), kişinin hâmile olan eşine yaklaşmasının sakıncalı olduğunu söylemiş, fakat bu kararının yanlış olduğunu anlayınca şöyle buyurmuştur:

“Ben hâmile olan kadına kocasının yaklaşmasını yasaklamak istemiştim. Fakat Farslıların ve Rumların bunu yaptıklarını ve çocuğun bir zarar görmediğini haber alınca bu kararımdan vazgeçtim.” (Müslim, Nikâh 24)

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) beşerî yönünün en bariz göstergelerinden biri de vahye muhatap olduğu zaman, korkması ve tedirginlik sebebiyle evine gidip, örtülere bürünmesidir.

Hz. Peygamber de (s.a.s.) diğer insanlar gibi her yönüyle bir insandı. Yani o da biyolojik, psikolojik ve sosyal yönlerden bir insandı. Onun peygamberliği, beşeriyetini ortadan kaldırmamıştır.

Hz. Âişe’nin rivayet ettiğine göre “bir adam Hz. Peygamber’e gelip, oruca niyetli bir şekilde cünüp olarak sabahladığını ifade ederek ne yapması gerektiğini sordu. Hz. Peygamber de “Ben de oruca niyetli bir şekilde cünüp olarak sabahlıyorum, sonra yıkanıyorum ve orucuma devam ediyorum.” dedi. Adam da “Yâ Rasûlallah, sen bizim gibi değilsin. Allah senin gelmiş, geçmiş bütün günahlarını affetmiştir. Allah, sana dilediğini helâl kılar” deyince, Hz. Peygamber (s.a.s.) kızdı ve “Allah’a yemin ederim ki Allah’tan en çok korkanınız ve O’ndan neyle sakınacağını en çok bileninizin ben olduğumu zannediyorum.” demiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber de ümmetinin mensupları gibi kullukla yükümlüdür.

Zaten, Hz. Peygamber’in, Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmış olması, Kur’anın teyidiyle “örnek alınması gereken biri” olması ve “yüce bir ahlâka sahip olması” gibi hususiyetleri bizlere onun örnek şahsiyetinin birer yansıması olup, onun daha çok kulluk yönüne vurgu yapmaktadır.

Peygamberler vahyin ilk muhatapları, ilk mü’minleri ve ilk uygulayıcıları olmuşlar, kendilerine gelen vahyi hiçbir şekilde değiştirmeksizin almışlar, vahye tabi olması gereken herhangi bir kul gibi, iman ettikleri esasların toplumlarında yaygınlaştırılması için mücadele vermişler ve her yönden ümmetlerine örnek olmuşlardır.

Hz. Peygamber’in en bariz vasıflarından biri de, onun huşu içinde ve ihsan makamında Allah’a ibadet eden bir kul oluşudur. “De ki: Dini Allah’a halis kılarak, O’na ibadet etmekle emrolundum” (Zümer, 39711) âyetinde belirtilen ihlâslı kul olma özelliği Hz. Peygamber’in hayatında göze çarpan en önemli özelliklerdendir.

Hz. Peygamber, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd, 11/112; Şûrâ, 42/15) âyetlerinin gereğini yerine getirme husûsunda çok gayret sarf etmiş, “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de kendisine hitaben ifade edilen tüm emirleri yerine getirmede ve bütün nehiylerden kaçınmada Hz. Peygamber, son derece titiz davranmıştır.

İbadetlerde az da olsa devamlılığı tavsiye eden Hz. Peygamber, sadece ibadet zamanlarında değil, hayatının her anında Rabbi olan Allah ile sürekli irtibat halinde olmaya çalışmıştır. Elbise giyerken, çıkarırken, yatarken, uykudan uyandığında, eve girerken, evden çıkarken, kısacası her işinde duaları olan Hz. Peygamber’in, bir an bile Allah ile irtibatını kesmemeye, her zaman ve mekânda, Allah’ı hatırlayacak bir amelde bulunmaya çaba sarfettiğini görmek mümkündür.

Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur’ân-ı Kerim’de insanlara yönelik olarak “vahyi alması”, “tebliğ etmesi”, “beyan etmesi”, “ta’lim”, “tezkiye” gibi pek çok vazifesinin yanında; “iman etmesi”, “namaz kılması”, “emrolunduğu gibi dosdoğru olması” gibi emirlere de muhatap olmuş ve bütün emrolunduğu şeyleri en güzel örnekliklerle yerine getirerek, tebliğ ve irşad vazifesi yanında, kulluk ve ibadet sorumluluğunu da bihakkın yerine getirmiştir.

Hz. Peygamber’in kulluğu ve ibadet anlayışı değerlendirilirken dikkat çeken noktalardan biri de onun sanki bütün hayatını ibadetle geçiren birisi gibi algılanabileceği hususudur. Evet, onun bütün hayatı ibadet şuur ve bilinciyle geçirilen bir hayattır, ama o, çok yoğun ve samimi bir kulluk şuuru içinde olmakla beraber, bu durum onu, sosyal hayattan ve insanlara karşı olan sorumluluklarından uzaklaştırmamıştır. Nihayetinde ibadeti yaratılışın gayesi perspektifinden ele alırsak, Hz. Peygamber, hayatının bütün yönleriyle bu yaratılış sırrını en iyi anlayan ve en güzel bir şekilde hayatında uygulayan bir kul olarak çıkar karşımıza.

Kendisine gelerek, geceleri hep namaz kılacağını, hep oruç tutacağını, hep ibadet ederek hiç evlenmeyeceğini söyleyenlere “Allah’tan en çok korkanınız, O’nun emirlerine uyma konusunda en hırslı olanınız ben olduğum halde ben de bazen oruç tutuyorum, bazen de tutmuyorum, gecenin bir bölümünde ibadetle meşgul oluyorum, diğer bölümünde de uyuyorum ve kadınlarla da evleniyorum” (Buhârî, Nikâh 1) buyurarak kendi ibadet anlayışının toplumdan tecrid edilmiş bir ruhban anlayışı olmadığına dikkat çekmiştir.

Hz. Peygamber’i, bir kul olarak ele aldığımız bu çalışmada, en başta dikkat çekilen değerlendirme yanlışlarına düşmemek için; yani onu çok farklı ve ayrıcalıklı görme ve tabiri caizse uçurma hatasına düşmemek ya da sıradanlaştırma, aleade bir beşer konumuna indirgeme yanlışını yapmamak için şu hususları da göz önünde tutmamız gerekmektedir:

Evet, Hz. Peygamber (s.a.s.), yemek yiyen, uyuyan, çarşılarda gezen, sevinen, üzülen, kızan, ibadet eden bir beşer ve bir kuldur. Ama o, aynı zamanda birtakım özellikleri de olan özel ve seçkin bir kuldur. Meselâ;

- Alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
- Bir numûne-i imtisaldir.
- Yüce bir ahlâka sahiptir.
- Kendisine iman ve itaatin farz olduğu birisidir.
- Kendisine sevgi ve saygı duyulmalıdır.

Onu diğer insanlardan ve diğer kullardan ayıran bazı özellikleri de söz konusudur. Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde vurgulanan bu özelliklerden bazıları aşağıda verilmiştir:

- Geceleyin diğer insanlardan ayrı olarak, namaz kılmakla emrolunmuştur.
- Ona ve akrabalarına zekât verilemez.
- Allah ve melekler ona salât ü selam getirmiş ve mü’minlere de ona salât ü selam getirmeleri emredilmiştir.
- Ona herhangi bir şekilde eziyet verecek, onu rencide edecek davranışlar şiddetle kınanmış, buna cüret edenler lanetlenmiş ve dünyevi ceza ve uhrevi azapla tehdit edilmişlerdir.
- Mü’minlerin kendi aralarında yüksek sesle konuştukları gibi, peygamberle konuşmamaları, ona odaların ötesinden bağırarak, hitap etmemeleri emredilmiştir.
- Bir ortamda ondan izin almadan ortamın terk edilmesine bile müsaade edilmemiştir.
- Mü’minlere, onun evine çağrılmadan gidilmemesi, eğer yemek vaktinin dışında ise yemek vaktini beklememeleri, yemeğe davet edilmişlerse, yemeği yer yemez, konuşmaya dalmadan ayrılmaları gerektiği hatırlatılmıştır.
- Kendisine vahiy gelmesi.
- Kur’an-ı Kerim’le birlikte kendisine hikmetin de verilmesi.
- Kendisine Kevser’in verilmesi.
- Rasûlü’s Sakaleyn (hem insanların hem cinlerin peygamberi) olması.
- Son peygamber olması.
- Risâletinin evrensel olması.
- Hanımlarının, mü’minlerin anneleri olarak tavsif edilmesi.
- Geçmiş gelecek tüm günahlarının affedilmesi.
- Ona ganimetlerin helâl kılınması.
- Kendisi hakkında diğer peygamberlerden söz alınması.
- Kendisiyle görüşme yapılmadan önce bir sadaka vermenin gerekliliği.
- Kendisine Makam-ı Mahmud’un verilecek olması.
- Ümmetinin en hayırlı ümmet olması.
- Hayatına ve beldesine yemin edilmesi.
- Kendisine itaatin Allah’a itaat olması.
- Kadir Gecesi’nin verilmesi.
- Savaşlarda meleklerle desteklenmesi.

Tüm bu anlatılanların sonucu olarak şunları söylememiz mümkündür:

- Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur’an’a ve sahih hadislerdeki kendi beyanlarına göre bir insandır.

- O, aynı zamanda “âlemlere rahmet” olarak gönderilen ve insanlar arasından seçilen bir peygamberdir.

- Onun peygamberliği, beşerî boyutunu ortadan kaldırmadığı gibi, beşerî yönü de alelâde bir beşer gibi değildir.

- O, bir beşerin ihtiyaç duyduğu her şeye ihtiyaç duymuş, bir beşerin hayat yolunda çekmiş olduğu bütün zorluk ve sıkıntıları çekmiş ve ihtiyaçlarını karşılamak için çabalamıştır.

- Bütün ayırıcı vasıfları ve Allah katındaki değeri, onu kulluk ve taatten alıkoymamıştır.

- O, “Allah’ın kulu” ve “Resûlü”dür (abduhû ve rasûluhû).

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun