Alevilik nasıl ortaya çıkmıştır? İnsanın hidayette (Ehl-i sünnet çizgisinde) kalmasına engel olan sebepler nelerdir?..

Tarih: 13.02.2007 - 14:31 | Güncelleme:

Soru Detayı
1) Alevilik nasıl ortaya çıkmıştır; niçin bu kadar yaygın bir coğrafyada kabul görüyor? İnsanları Müslümanlıkta Ehl-i sünnet dışında arayışa veya inanışlara iten sebepler nelerdir?..
Cevap

Değerli kardeşimiz,

İnsanların doğru yoldan sapmalarının sebebi cehalet ve kibir gibi hastalıklardır.

İnsanın Hidayette Kalmasına Engel Olan Sebepler

İnsan "daima itaat etme" karakterinde olan meleklerden farklı yaratılmıştır. Melekler gereği kadar Allah'ı tesbih ve takdis ettikleri halde Allah, inkâra da kabiliyetli olan, ancak kavşak noktasına geldiğinde iman ve itaatı tercih edecek bir varlık (insan) yaratmayı uygun görmüştür. Bunun bir diğer anlamı, kavşak noktasında dalalet ve inkâr yolunu gösteren işaretler tam anlamıyla insanın karşısına çıktığında bazı kuvvetler bu yolu da tercih etmesini akla telkin edecekler, demektir. İşte bu iç kuvvetler ya da telkin odakları insanın hidayetine engel olan sebeplerdir.1

İnsanın cüzi iradeye sahip olması bir bakıma bağımsız olması anlamına da gelir. Denebilir ki bağımsızlık, özel bir donanıma (enaniyete) sahip olan insana verilen ve onu motive eden önemli bir karakterdir. Bu karakterin kontrol altına alınıp insanın yaratılış gayesine uygun olarak yönlendirilmesi, Kur'an'ın tasvip, hatta teşvik ettiği başlıca gayesidir. Ama insan nefis ve şeytanın etkisinde kalarak kendini hiçbir güce karşı sorumlu hissetmezse, Allah'ın çok şiddetli kınama ve azarlarına muhatap olur. Fakat her halukarda insan kendisini haklı görmek ister. İşte özgürlüğünün ve bağımsızlığının değerini idrak edemeyen insan, doğru yolu arayıp bulmasına engel olan birçok psikolojik davranış sergilemektedir.

1. Şeytan:

Şeytan, insanın dünya hayatında dengelenmesi için Allah tarafından yaratılan manevi bir varlıktır. Fakat insanı azdıran, doğru yoldan saptıran ve insanı kandırabilen ölçüt bir varlıktır. Tarih boyunca insan aklına hep şu soru gelmiştir:

Allah adil, hakim, güzel ve rahim ise, neden şeytanla birlikte birçok çirkinlik, adaletsizlik ve hastalık yaratılmıştır?

Bu soru insan zihnini çok meşgul etmiştir. Özellikle çirkinliklere sebep olan ve insana çirkin fiiller yaptıran şeytanın yaratılması birçok insanın aklını karıştırmıştır. Oysa şunu iyi bilmek gerekir: Birçok güzelliğin ortaya çıkmasına sebep olan bir çirkinlik de güzel sayılır. Söz gelimi, eğer şer ve çirkinlik yaratılmamış olsaydı, hayrın ve güzelliğin dereceleri bilinmezdi, hatta güzelliğin bir tek derecesi olurdu ve güzel şeylerin mahiyeti tam olarak anlaşılmazdı. Bu yüzden İslam inancına göre çirkinin icadı çirkin değildir. Kuşkusuz, yaratıklar için azim faydalar ihtiva eden yağmurun yağmasından zarar gören tenbel bir insanın durumu yağmurun yağmasını hayırsız hale getirmez. Bu itibarla beşerin yükseliş veya alçalışının temeli olan manevi yarışta önemli bir görev üstlenmiş olan şeytanın yaratılması da hayırdır, şer değildir.2

Başka bir ifadeyle beşerin manen tarakki etmesi için şeytan bir kamçı görevini üstlenmiştir. Eğer şeytan yaratılmamış olsaydı insanların makamları sabit olurdu. Oysa Allah, meleklerin dışında, makamları değişebilen bir varlık tasarladığı zaman Hz. Âdem (as)'i yaratmıştı. Böylece insanoğluna kuyunun dibi ile minarenin ucu arasında veya alay-ı illiyinden esfel-i safiline kadar değişebilen manevi makamlar ve fırsatlar verilmiştir. Dolayısıyla şeytanın insan türüne düşman oluşu bir kanundan kaynaklanmaktadır. Hadislerde yer alan ifadesiyle insan, "meleklerden gelen iyi düşünceler ile şeytandan gelen vesveseler"3 gibi iki ciddi etken arasındadır. Ama ne yazık ki, insanlar şeytana uyarak dalalete düşerler. Şeytan, gözle görülen birçok hakikatı bile insana inkâr ettirir.

2. Heva:

"Heva" insan nefsinin önerdiği sınırsız ve sorumsuz arzu ve isteklerdir. İnsan bu arzu ve isteklere uyarak doğru yoldan ayrılır, sapıklığa düşer. Heva kavramının geçtiği pek çok ayete baktığımızda hevanın ne olduğunu anlamamız mümkündür. Denebilir ki heva, vahyin zıttı ve sapıklığın ilk sebeplerindendir. Her insandaki heva farklı olduğu için belirli bir ölçüsü yoktur. Bu açıdan kendi hevasına uymak dalalet olduğu gibi, başkalarının hevasına uymak da dalalettir. Başta Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak üzere insanların hevalarına uymamaları istenmiştir. Özellikle Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi sorumlu mevkilerde olanların, vahiy çizgisinde kalmaları ve başkalarının hevasına uymamaları emrolunmuştur.

Maide Suresi'nde geçen bir ayette, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi ve kendine indirilen gerçeği bırakıp onların (Ehl-i kitabın) arzularına uymaması istenmektedir.4 Necm Suresi'nde geçen bir ayette ise

"O kendi hevasına göre konuşmaz, söyledikleri, vahyedilenden başka bir şey değildir."5

buyrulmaktadır. Başka bir ayette ise Hz. Peygamber (s.a.v.)'in davet prensipleri açıklanırken uyacağı esaslar da beyan edilmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v.) davete devam edecek, inanmayanların heva ve heveslerinin eseri olan teklif ve ısrarlarını asla dinlemeyecektir. Ayet şöyle:

"Sen tevhide davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir."6

Vahiy çizgisinden çıkanların nefsin dizginlenemeyen arzu ve isteklerine uyacağı ve böylece kendini ateşe atıp yardımsız kalacağı belirtilmiştir. Bakara Suresi'ndeki bir ayette özellikle Yahudi ve Hristiyanların arzu ve isteklerine uymama konusunda sebat göstermesi için Hz. Peygamber (s.a.v.) ve dolayısıyla müminler uyarılmıştır. Çünkü değiştirilmiş bir dinin mensupları olanlar, Allah'ın peygamberlere indirmediği indî görüşleri din diye takdim etmeye çalışırlar. Dolayısıyla heva ve heves mahsulü olan bir takım kurallara Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ve müminlerin uymamalarını isterler. Allah ise uyarıyor. Ayet şöyle:

"Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı olmazlar. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden (vahiyden) sonra onların arzularına uyacak olursan and olsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır."7

Allah'ın heva ve hevese uymama yönündeki ısrarlı emirleri sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve müminlere mahsus bir durum değildir. Daha önce gelmiş peygamberler için de aynı ısrarlı talep söz konusu olmuştur. Nitekim İsrailoğullarının peygamberlerinden olan Hz. Davut (as) için de aynı uyarıları görüyoruz.

"Ey Davut! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap verdır."8

Anlaşılıyor ki, Allah'ın emrettiği yoldan sapmanın en önemli göstergesi ahiret gününe inanmamaktır. Kıyamet gününde takdir edilen çetin azap da bu inançsızlığa karşılıktır.

Kur'an'a göre nefse (hevaya) uymanın en çirkin ve en affedilmez şekli insanın kendi hevasını (nefsini) tanrı edinmesidir. Bu şu şekilde olabilir: İnsan yaratılış itibariyle nefsini çok sever. Hatta denebilir ki, insan kendi nefsi kadar hiçbir şeyi sevmez. Tanrıya layık övgülerle övülmekten hoşlanan insan nefsini bütün ayıp ve kusurlardan uzak tutmak ister. Haklı olsun veya olması insan daima kendisini müdafaa eder. Öyle ki, yaratıcıya hamd ve şükür etmek için kendisinde yaratılan azaları kendi nefsini övmek için kullanır. İşte insanın bu tutumu, onu

"Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir?"9

ayetinin hükmüne mazhar ediyor.

Kur'an özellikle Ehl-i kitabın vahiy yerine kendi hevalarına uydukları için sapıklığa düştüklerini açık bir dille ifade eder.

"De ki: eğer doğru sözlü iseniz, Allah katından bu ikisinden (Kur'an ve Tevrat'tan) daha doğru bir bir kitap getirin de ben ona uyayım. Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki, onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?"10

Bütün bu ayetler, insanın kendi arzu ve hevesine uyarak Allah'ın yolundan ayrıldığını ve dalalete düştüğünü açıkça ifade eder.

3. İstiğna:

İnsanın kendisini yeterli görmesi, kendi ayakları üzerinde durabileceğini sanması anlamına gelen istiğna, insanın doğru yola gelmesinin en büyük engellerinden biridir.

"Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. Kuşkusuz dönüş Rabb'inedir"11

ayeti insanın her zaman müstağni davrandığını ve kendi kendine yeterli olduğunu sandığını ifade eder.

Kur'an-ı Kerim eski kavimlerin helak oluşlarını anlatırken güçlerine ve eserlerine güvenerek Allah'a ve peygamberlere meydan okuyanların hazin sonlarını anlatır ve insanların bu tablolardan ibret almaları gerektiğini vurgular:

"Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur? Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından daha da sağlamdılar. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda vermemiştir. Peygamberleri onlara apaçık bilgiler getirince, onlar kendilerinde bulunan (beşeri) bilgiye güvendiler (onu alaya aldılar). Alaya aldıkları şey kendilerini boğuverdi."12

Bu manada birçok ayet vardır. Kur'an'da, kendi gücünü yeterli görüp babasına inanmayı reddeden Nuh'un (as) asi oğlundan13 tutunuz da, peygamberlerine

"Ey Salih, sen kim oluyorsun ki, babalarımızın taptıklarına tapmamıza engel oluyorsun"14

diyen Semud kavmine kadar, elçilerin doğru yola davetleri karşısında istiğna gösteren kavimlerin acı akibetlerini anlatan sahneler pek çoktur.

Kuşkusuz istiğnadan vazgeçmeyen bu karakterdeki kimselerin hidayete ermesine karşı Allah da müstağni davranır. Nitekim bazı peygamberlerin inkârcı toplumlarına gelen azapların asıl sebebinin o kavimlerin "Bir beşer mi bizi doğru yola götürecekmiş" diyerek istiğna gösterip yüz çevirmeleridir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.v.) âma olan Abdullah b. Ümmi Mektum'u dinlemekten vazgeçip Velid, Utbe b. Rabia ve Ümeyye b. Halef gibi Kureyş'in ileri gelenlerini dinlediği için Allah tarafından uyarılmıştır. "Kendini sana muhtaç görmeyene (müstağni davranana) gelince, sen ona yöneliyorsun. Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin. Fakat koşarak ve Allah'tan korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun."15 ayetleri, haşyet ve gayret içinde hidayete koşana aldırmadan, doğruya karşı burun kıvırıp isteksiz davranan müşrik reislerine nasihat eden Hz. Peygamber'in açıkça kınandığını ifade etmektedir.16

4. Ümitsizlik:

İnsanın ümidini kaybetmesi hayatla ilgili bütün girişimlerini akim bıraktığı gibi, doğru yola ulaşmasını ve eğer ulaşmış ise onu devam ettirmesini güçleştirir. Özellikle hayatında refah içinde yaşamış bulunan insanlar bu refahtan kısa bir süre bile ayrılacak olsalar her şeylerini yitirdiklerini hissederek büyük bir umutsuzluğa kapılırlar. Kur'an-ı Kerim temelde Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin müminlere yakışmadığını ancak inkârcıların Allah'tan ümit kestiklerini vurgular.17 Bu da gösteriyor ki, ümidini kaybetmiş insanların düşecekleri yer dalalet çukurudur.

Allah, insanın mal, sağlık ve refah gibi dünyevi mutlukların kaynağı olan ve kendisine faydalı şeyleri istemekten usanmadığını, fakat kendisine fakirlik, mihnet, sıkıntı gibi üzüntü verici şeyler dokunduğunda ümitsizliğe kapıldığını ifade eder.28 İnsan ruhsal yapısı bakımından, kendisine iyilik, bolluk ve bereket verildiği zaman doğru yoldan yüz çevirir. Fakat kendisine bir şer, bir darlık geldiği zaman bağırıp çağırır ve ümitsizliğe kapılır.

Bir de salih amellerde muvaffak olamayan bazı insanlar Allah'ın azabından korkmaya başlar. Bu korku onları ümitsizliğe götürür. Dini inançlarına aykırı gördükleri en ufak bir mesele gözlerinde büyümeye başlar ve dinin aleyhine kullanılmak üzere büyük bir bürhana dönüşür. Sonuçta şeytanın da desteğiyle dinden çıkar ve dalalet bataklığına düşerler. Böyle durumlara düşen insanların müracaat edecekleri kaynak yine dinin temeli olan Kur'an-ı Kerim'dir.29 Allah şöyle buyruyor:

"Ey nefisleri aleyhinde aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Şüphesiz Allah tüm günahları affeder. Çünkü O bağışlayandır, esirgeyendir."20

Kuşkusuz ayette yer alan "tüm günahlar" deyiminden maksat şirkin dışında kalan günahlardır. Çünkü başka ayetlerde şirkin dışındaki tüm günahların affedileceğinden söz ediliyor.

5. Kibir ve Gurur:

Kibir, insanın kendisinde bir büyüklük, bir yeterlilik ve bir üstünlük hissetmesidir. Oysa insanın yaptığı iyilik ve güzelliklerle bile övünmeye hakkı yoktur. Çünkü iyi ve güzel şeyleri yapmak zaten insanın görevidir. Dikkat çekicidir ki, insanın vücudu bile ona ait değildir. Çünkü Allah insan vücudunu bir sanat eseri olarak yaratmış, insan ruhunu bir misafir olarak o vücutta emaneten durdurmaktadır. Dolayısıyla insan vücudunda yapılan binlerce tasarruftan ancak bir tanesi insana ait olabilir. Hatta yemek ve içmek gibi, insanoğlunun kendisini yüzde yüz tercih edici ve belirleyici olarak kabul ettiği konularda bile insanın tasarrufu yüzde bir bile değildir.21 Şu halde insanın gurur ve kibre kapılarak kendisini kendine malik zannetmesi ve kendisini iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı kabul etmesi doğru değildir.

İnsan kibir ve gururla, maddi ve manevi bütün güzelliklerden mahrum kalır. Bir insan gurur saikasıyla başkalarını dinlemeye tenezzül etmeyip kendini yeterli görüyorsa eksiktir. Kuşkusuz, nefsinin arzularına tapan ve bu sebeple Allah ve Peygamber sözü dinlemeyen insanlar için yapılacak bir tek şey kalıyor; o da kendi nefislerine itaat etmektir. Bu tip insanlardaki kibir ve gurur onları alabildiğine kötülüklere ve dalaletlere sürüklemektedir. Gurur ve kibirlerinin esiri olan bu insanları esaretten kurtarmak da kolay değildir. Her şeyin en iyisini ve her yolun en doğrusunu kendileri biliyor sandıkları, düşünme ve anlama kapılarını kapattıkları ve son derece inatçı ve katı bir tutum içinde oldukları için dalalet batağına battıkça batıyorlar.

Tıpkı avcıya görünmemek için başını kuma sokan bir deve kuşu gibi, kibirli insanlar da hakkın sesine karşı parmaklarını kulaklarına sokuyorlar. Kavminin inatçı, söz dinlemez ve ısrarcı tutumlarını Allah'a arzeden Hz. Nuh'un (as) Allah'a yakarışı; kibir ve inatlarının kurbanı olanlara güzel bir örnek oluşturur:

"(Sonra Nuh) Rabb'im! dedi, doğrusu ben gece gündüz (kavmimi) imana davet ettim. Fakat benim davetim ancak kaçmalarını arttırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarının bağışlanması için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar. (Beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler ve kibirlendikçe kibirlendiler."22

Kibir ve gururlarının kurbanı olan Mekke müşriklerinin reisleri hakkında nazil olan bir diğer ayette Allah, kibir ve gururlu insanları ağır bir ifade ile tehdit etmektedir:

"Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin! O ki, Allah'ın kendisine okunan ayetlerini işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki onları hiç duymamış gibi (küfründe) direnir. İşte onu acı bir azap ile müjdele!"23

Sonuç

Özgür bir iradeye sahip olma, aklını kullanarak iyiyi ve doğruyu seçebilme ve özgürce karar verme özelliklerine sahip olan insanın, aldığı kararlar ve yaptığı tercihler ile sahip olduğu temel haklar arasında önemli bir ilgi söz konusu. Kur'an açık bir şekilde "Dinde zorlama yoktur."24 der. O halde insan din seçiminde özgür demektir. Yani insan özgür yaratıldığı için dinini seçerken özgürlüğünü kullanmış olur. Eğer fiillerinden sorumlu olacak, hesaba çekilecek ve sonuçta bir cezaya müstahak olacak veya bir mükâfatı hak edecekse özgürlüklerini kullanması gerekir. Fakat insan, özgürlüğünü ancak doğru istikamette kullandığı zaman mükâfatı hak etmektedir. Unutmamak gerekir ki, ceza ve mükâfat özgürce davranmanın ve tercihte bulunmanın bedelidir. Eğer insanın seçimi nefis ve şeytan tarafından kontrol ediliyor ve sonuçta denetimsiz bir yaşama biçimine sürükleniyorsa seçimini iyi yapmamış demektir.

Allah insanın sahteci ve geçici olan güzelliklere ve menfaatlere talip olmasını istemiyor. Sahteci ve geçici iyilik ve güzellikler insana sadece bu dünyada fayda temin edebilir. Ahirette ise sonu hüsrandır. Kur'an şöyle der:

"Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz (aklınıza gelen ve nefsinizin hoşunuza giden işleri yapmanız) gerçek iyilik ve güzellik değildir. Ancak gerçek iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, mala olan sevgisine rağmen yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış kimselere, isteyip dilenene ve özgür kalmaları için kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösteren ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutumudur. İşte bunlar doğru olanlardır ve takva sahibi olanlar da bunlardır."25

Bu ayette yer alan on beş maddeye riayet eden insan gerçek mümindir ve gerçek iyiliği yakalamıştır. Bu maddelerin ilk beşine inandığı halde sonrakilerden bir kısmını yerine getirmeyen kimse ise kısmen doğru yoldan ayrılmıştır.

Öz

Kur'an'ı inceleyerek okuyabilen herkes, Kur'an'ın, insanın düşünce kaynaklarına hitap eden "ilahi irade" ile insanın seçme yeteneğinden (cüzi irade- ihtiyar) ve geniş olan fikir özgürlüğünden ve buna bağlı olarak insanın sorumluluğundan söz eden bir kitap olduğunu görecektir. Yani Kur'an'ı okuyabilen her insan, ihtiyar ve irade sahibi olan insanın, aynı zamanda ilahi iradenin tesiri altında olduğunu kabul edecektir.

Kur'an'a göre insanın cüz'i (sınırlı) bir iradesi vardır. Bu sınırlı irade çerçevesinde kendi hareketlerinin hâkimidir. Bu yüzden insan, hareketlerinden ve sahip olduğu yeteneklerin iyi veya kötü yönde kullanılmasından sorumludur. İnsan kendi arzu ve isteklerine göre hayat yolculuğunda ya yücelir ya da sukut eder, alçalır. Allah'a inanan ve Allah'tan yardım isteyen herkes mutlaka yardım görür.

İnsanın hiçbir hareketi cebir (zorunluluk) altında değildir. Hiçbir insan cennetlik veya cehennemlik olmak üzere yaratılmamıştır. Bilakis her insanın amelleri, akıbeti hakkında etkileyicidir. İşte İslam'ın, Allah'ın mutlak hâkimiyeti ve insan iradesinin özgürlüğü hakkındaki temel öğretileri bu merkezdedir.

Bu makalede; kâinatta, insanı hidayete teşvik eden ilahi, doğal, psikolojik ve sosyal unsurlar ile insanı dalalete ve sapıklığa sevkeden sebepler anlatılmaktadır.

Dipnotlar:

1. Bilal Temiz, Kur'an-ı Kerim'de Hidayet Kavramı, (basılmamış doktora tezi), s. 190, İzmir, 1996.
2. Said Nursi, Şualar, s. 33; Zehra Yayıncılık, İst., 2001.
3. Tirmizi, Sünen, Tefsir, 2. sure.
4. Maide, 5/48 vd.
5. Necm, 53/3-4.
6. Şura, 42/15.
7. Bakara, 2/ 120.
8. Sad, 38/26.
9. Casiye, 45/23.
10. Kasas, 28/50.
11. Alak, 96/6-8.
12. Hud, 11/42-44.
13. Mümin, 40/82-83.
14. Hud, 11/ 62, 68.
15. Abese, 80/5-10
16. Bu konuda geniş bilgi için bk. Bilal Temiz, Kur'an-ı Kerim'de Hidayet Kavramı, s.191.
17. Yusuf, 12/87; Hicr, 15/ 56; Ankebut, 29/23.
18. Fussilet, 41/49.
19. Said Nursi, a.g.e., s. 68.
20. Zümer, 39/53.
21. Said Nursi, a.g.e., s. 69.
22. Nuh, 71/ 5-7.
23. Casiye, 45/7-8.
24. Bakara, 256.
25. Bakara, 177.

(Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ, Harran Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi).

İlave bilgi için tıklayınız:

Aleviliğin bozulma nedeni nedir?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun