Peygamberimizin beşerî ve nübüvvet yönlerini açıklar mısınız?

Tarih: 14.04.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Allah, her asrın ve her bölgenin ihtiyacına uygun olarak, bir peygamber göndermiştir. Onun için peygamberler, temel inanç konularında birlik içinde olmalarına rağmen, pratiklerde birbirlerinden farklı hareket etmişlerdir.

Peygamberimiz (asm) ise, eski çağlara oranla dünyanın medenileştiği, bir şehir hükmüne geçtiği dönemde dünyaya geldiği ve ihtiyaçlar arttığı için, geçmiş peygamberlerin bütün hususiyetlerini ruhunda derc etmiş ve son peygamber olduğunu göstermiştir. O'nun (asm) varisleri olan alimler ise, temel ruhu muhafaza etmekle beraber yaşadıkları asra en uygun olan hükümleri seçmişlerdir. Bu şekilde İslam tarihinde birçok mezhep ortaya çıkmış, dolayısıyla yeni bir din ve şeriata ihtiyaç kalmamıştır.

Peki, neden bir Arap ve ümmi bir zat?

Ali Şeriati, “Muhammed'i (a.s.m.) tanıyalım.” adlı kitabında diyor ki:

“Allah, peygamberlik için hiç kirlenmemiş ruhları seçer. Eğer âlim, şair veya kâhin gibi bir kul seçilseydi, Kur'an için: 'Bu adam bilgilidir, kendi bilgisinden üretiyor, bize sunuyor.' diyeceklerdi. 'Bütün peygamberler çobanlık yapmışlardır.' hadisi, bu hakikata dikkat çekmektedir.”

İşte insanların şüpheleneceği bütün kapılar kapalı olduğu içindir ki, müşrikler Hz. Peygamber (asm)'e ancak, 'delidir' veya 'sihirbazdır' diyebilmişlerdir. Kur'an:

“De ki: Allah dileseydi onu ben size okumazdım, o da size bildirmezdi. Bundan evvel de ben sizin aranızda bir ömür geçirdim. Hiç düşünmez misiniz?" (Yunus, 10/16)

demekte, O'nun (asm) deli veya sihirbaz olmadığını gösterip, vahiy hakikatını kabul etmeyen o müşrikleri susturmaktadır. Çünkü onlar ona “Muhammedü'l emin” diyorlardı.

Peygamberimiz (asm)'in ahlâkının en önemli özelliği, Allah vergisi oluşudur. O bütün güzel vasıfları, çalışıp, emek verip, bir çaba sonucu kazanmış değildir. Onun ahlâkı Allah tarafından ihsan edilmiş, ikram edilmiştir. Yüce Allah onu insanların örnek alacağı kusursuz, eksiksiz ve seçkin bir şekilde yaratmıştır.

O dünyaya gözünü açıp kapayıncaya kadar hep aynı huy ve ahlâk üzerinde yaşamıştır. Ondaki güzel vasıflar yaratılışında mevcuttu. Onu eğiten, edep ve ahlâkın en üstün özellikleriyle süsleyen Yüce Rabbidir.

İşte bundan dolayı, onu kendisine örnek kabul eden insan, onu ne kadar taklit edebilirse, o kadar istifadesi fazla olur, o nurdan aldığı feyiz, o nisbette çoğalır.

Peygamberimiz (asm)'in ahlâkının en belirgin özelliklerinden birisi de, insan yaratılışında var olan birbirine zıt ve ters huyları en mükemmel şekilde bağdaştırıp, bütün duyguların ideal noktasını bulmasıdır. Hiçbir şekilde aşırılığa kaçmadan, orta yola, doğruya ulaşmasıdır.

Peygamberimiz (asm), herkesin arzu edip de bir türlü ulaşamadığı en üstün değerleri ve olgunluğu mükemmel bir şekilde hayâtı boyunca ümmetine göstermiş, bütün insanlığın gözleri önüne sermiştir.

Bazı anlar olmuş, en cesur bir fedai olarak, düşmanın kat kat üstünlüğüne hiç aldırmadan, binlerce düşmana tek başına meydan okumuştur. Ama bu halinde bile yumuşak kalpliliğini, merhametini geri bırakmamıştır.

Meselâ bir savaş sonrası, öldürülmüş olarak gördüğü düşman çocuklarına o kadar acımıştı ki, düşman da olsa çocukların öldürülmemesi gerektiğini, çünkü onların suçsuz ve cennetlik olduklarını haber vermişti.

O, bütün insanlığın kurtuluşu ve İslâmın dünyaya yayılması gibi yüce bir gaye için zihnini yorarken; bu arada binleri bulan ve Arabistan'ın her tarafına dal budak salan ümmetinin halini ve işlerini düşünürken; çevresinde bulunan yoksul ve fakir Müslümanları hiçbir zaman unutmamış; kendi çoluk çocuğunu, onların eğitim ve ihtiyaçlarını da ihmal etmemiştir. Birincisini büyük görürken, öbürünü küçümsememiştir.

Bu kadar ağır ve sorumluluk isteyen bir görev üzerinde bulunduğu halde, o yine kendisini Rabbine vermiş, günün büyük bir kısmını ibadet ve zikirle geçirmiştir.

Kalbi her an Allah'a bağlıdır. Bu haliyle dünya ile ilişkisini kesmiş gibi görünse de, yine o dünyanın içindedir. Bütün işlerinde Allah'ın rızasını gözetmiştir.

Peygamber Efendimiz (asm), dava arkadaşlarını gözü gibi korumuş, onlara ana-babalarından görmedikleri şefkat ve yakınlığı göstermiş, kendi şahsına yapılan kötülüğü affetmiş, intikam almayı düşünmemiştir. Kendisini öldürmek için tuzak kuranları yakaladığında serbest bırakmış, ama Allah düşmanlarını asla bağışlamamış, onların yakasını bırakmamıştır.

İçi bozuk, dıştan Müslüman gibi görünen münafıkların kalbine devamlı cehennem korkusunu vermiş, âhiretteki acı hallerini hatırlatmıştır.

İslâm toprakları, güneyde Yemen'e kuzeyde İran ve Suriye sınırına dayandığı sırada Peygamberimiz (asm), Arapların sultanı, Arabistan'ın hakimi idi. Savaş sonrası düşmanın bırakıp gittiği mallar ve ganimetler mescidin içini doldururken, en kıymetli mallar Müslümanların eline geçtiği halde, yine o kuru bir hasır üzerinde yatacak kadar engin ruhlu; içi ot dolu bir yastığa yaslanacak kadar mütevazı; her türlü imkân mevcutken, açlık sıkıntısı çekecek kadar kanaatkar ve tok gönüllü idi.

Hz. Ömer (ra)'in "Bizans kralı ve İran şahı dünya nimetleri içinde yüzerken, Resulullah (asm) kuru hasır üstünde yaşıyor." diyerek ağlaması üzerine, sahabîsinin gönlünü hoş tutan yüce Peygamberimiz (asm):

"Yâ Ömer, varsın, Kisra ve Kayser dünya nimetlerinden zevklerini alsınlar, keyif sürsünler. Âhiret nimeti bize yeter."

diyerek tevekkül ve rızasını dile getiriyordu.

Peygamberimiz (asm)'in ahlâkı bir meleke halindeydi, öz olarak mevcuttu. Güneş nasıl ışık saçar, çiçekler nasıl rengi ve kokusuyla ortalığı cennete çevirip burcu burcu kokular saçarsa; ağaçlar nasıl türlü türlü meyveler verir, yaratılışlarında var olanları ortaya çıkarırsa; Resul-i Ekrem Efendimiz (asm)'in ahlâkî hayâtı da o şekilde normal bir seyir içinde cereyan ediyordu.

Öyle ki, her gören, Peygamberimiz (asm)'in o faziletle birlikte yaratıldığı kanaatine varırdı. Hiç kimse ondan o fazilete aykırı bir şeyin görüleceğine inanmazdı. O her zaman muhtaçlara yardım eder; zayıfları korur; tatlı sözlü, güler yüzlü bulunur; izzet ve vakarını muhafaza eder; tevazu ve hoşgörüsünü hiç kimseden esirgemezdi. Güneş nasıl ki, Allah'a inananın da, inanmayanın da üzerine doğarsa, Peygamberimizin dünyayı kaplayan şefkati de küçük-büyük, gençi htiyar, müslim gayri müslim herkese aynı şekilde yayılırdı.

* * *

Peygamberimiz (asm)'in Beşeri Özellikleri

Cenab-ı Hak, Resul-i Ekremi (asm) insanlara bir peygamber, bir örnek ve bir muallim, öğretmen olarak göndermiştir. Ümmetinin her hususta tek rehberidir. Bütün Müslümanlar onu hal ve hareketlerinde örnek alırlar. Nitekim âyet-i kerimede bu hakikata işaret edilmektedir:

"And olsun ki, Resulullah'ta sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için çok mükemmel bir örnek vardır."1

Resulullah Efendimiz (asm)'in bu hususiyetinden dolayı bütün hâl ve hareketleri mucizevî olmamıştır. Cenab-ı Hak onu insan suretinde göndermiştir. İnsanlar içtimaî hayatındaki hal ve tavırlarını ondan öğrenirler. Ona bakarak yaparlar. Dünyevî ve uhrevî saadetlerini ancak onu örnek almakla kazanabilirler. Çünkü her cihetiyle rehberdir. İnsan suretinde değil de, melek suretinde gönderilmiş olsaydı, insanlar onu nasıl örnek alırlardı? O ümmetine nasıl rehber olabilirdi?

Yemek ve içmek, zarurî ihtiyaçlarını gidermekten, günlük yapılması gereken ibadetlere kadar her hususta Resul-i Ekremi (asm) örnek alırlar. Hz. Peygamber (asm) hayatının her safhasında harikulade olsaydı, meselâ yemeden içmeden yaşasaydı, gerçek mânâda ümmeti onu örnek alamazdı. Diğer taraftan her cihetle hârika olsa, bütün halleriyle mucize gösterseydi, bu defa imtihan sırrı bozulur, herkes onu tasdik etmeye mecbur olurdu. Böyle bir durumda Hz. Ebû Bekir (ra) ile Ebû Cehil arasında bir fark kalmazdı.

İşte bu hakikati idrak etmeyen kimseler Resulullah (asm)'ı sadece maddî cihetiyle nazara verdiklerinden, onun yüce şahsiyetini göremiyorlar.

Evet, Resul-i Ekremin (asm) yaşayışı ve vasıfları siyer kitaplarında bütün teferruatıyla açıklanmıştır. Fakat siyer kitaplarında açıklanan cihetler onun beşeriyet yönüne bakar. O cihetle o da diğer insanlar gibi üşümüş, diğer insanlar gibi hastalanmış, diğer insanlar gibi harbe katılmış, hattâ yaralanmıştır. Bunlar anlatılırken, dâima manevî yüksek mertebesiyle beraber anlatılmalıdır.

Bediüzzaman'ın ifadesi ile:

"Her gün, hatta şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalatına ilave oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Halik-ı Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan o Zat-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemâlâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz."2

İşte Peygamberimiz (asm)'in hayatı ve mübarek sureti anlatılırken dâima bu manevî cihetleri de nazara verilmelidir. Yoksa sadece beşerî tarafını nazara vermek kâfi değildir. Peygamber Efendimiz (asm) düşünüldüğü zaman iki cihetiyle mütalaa edilmelidir. Onun beşerî mahiyeti ile birlikte, hakiki mahiyeti, risalet ciheti, nuranî ve manevî şahsiyeti de düşünülmelidir.

Resulullah (asm)'ın beşerî mahiyetinden böylesine kudsî, böylesine yüce manevî bir şahsiyetin çıkmasını ve maddî şahsiyeti ile beraber bu manevî şahsiyetinin de mütalaa edilmesi gerektiğini Bediüzzaman güzel bir misalle açıklamakta; tavus kuşunu misal olarak vermektedir. Tavus kuşunun yumurtasına hararet verilir, o yumurtadan bir tavus civcivi çıkar. Daha sonra bu civciv mükemmel, her tarafı kudret eliyle yazılmış, süslenmiş bir tavus kuşu olur. Gittikçe büyür, güzelleşir.

Tavus kuşu ile yumurta arasında bir münasebet kurulduğunda, insan başını o âdi yumurtadan kaldırıp o güzel tavus kuşuna bakmalıdır. O gözle dikkat etmelidir. Aksi takdirde böyle bir yumurtadan böyle hârika güzel bir kuşun çıkmasına aklı bir türlü inanmayacaktır. Hele o kuşun vasıflarını, özelliklerini, rengârenk oluşunu bir türlü kabul edemeyecektir. Fakat yumurta ile beraber kuşu da nazara alırsa inkâr edemeyecek, kuşun hakiki mahiyetini rahatlıkla kabul edecektir.

Evet, bu misalde olduğu gibi, "Resulullah (asm)'ın beşerî tarafı o çekirdek gibidir. Risalet vazifesi ile güneş gibi parlayan manevî ciheti ise Cennetteki tayr-ı hümâyûn (Cennette bir çeşit güzel kuş) gibidir... Onun için çarşı içinde bir bedevî ile niza eden o zâtı düşündüğü vakit; Refrefe binip, Cebrail'i arkada bırakıp, kab-ı kavseyne koşup giden zât-ı nurânisine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak."3

O halde Peygamberimiz (asm)'in bazı ahvalini, bilhassa insanî taraflarını ümmetine her yönüyle imam ve rehber olması cihetine hamledip, onlarla beraber devamlı o yüce şahsiyetini, manevî mertebesini beraber mütalâa etmek gerekir.

Dipnotlar:

1. Ahzap Suresi.21.
2. Mektubat, 89.
3. a.g.e. 90.

(Mehmed Paksu, Meseleler ve Çözümleri-I)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun