Valiye Peygamberimizin tavsiyeleri nelerdir?
- Yemen'e vali tayin edilen Muaz b. Cebel'e Peygamber Efendimiz (asm) ne gibi tavsiyelerde bulunmuştur?
- Konuyla ilgili hadisi paylaşıp açıklamasını yapar mısınız?
Değerli kardeşimiz,
Bu konuyu Muaz b. Cebel Hazretlerinin kendisi rivayet etmektedir. Hz. Muaz (ra) şöyle dedi:
Resûlullah (asm) beni (yönetici olarak Yemen’e) gönderdi ve şunları söyledi:
«إنَّكَ تَأْتِي قوْماً مِنْ أَهْلِ الْكِتَاب ، فادْعُهُمْ إِلَى شََهَادة أَنْ لا إِلَهَ إلاَّ اللَّه ، وأَنِّي رسول اللَّه فإِنْ هُمْ أَطاعُوا لِذَلِكَ ، فَأَعْلِمهُمْ أَنَّ اللَّه قَدِ افْترضَ علَيْهم خَمْسَ صَلَواتٍ في كُلِّ يومٍ وَلَيْلَةٍ ، فَإِنْ هُمْ أَطَاعُوا لِذلكَ ، فَأَعلِمْهُمْ أَنَّ اللَّه قَدِ افْتَرَضَ عَلَيهمْ صدَقَةً تُؤْخذُ مِنْ أَغنيائِهِمْ فَتُرَدُّ عَلَى فُقَرائهم ، فَإِنْ هُمْ أَطَاعُوا لِذلكَ ، فَإِيَّاكَ وكَرائِمَ أَمْوالِهم . واتَّقِ دعْوةَ الْمَظْلُومِ فَإِنَّهُ لَيْس بينها وبيْنَ اللَّه حِجَابٌ »
“Sen kitap ehli olan bir topluma gidiyorsun, onları, Allah’dan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın Resûlü olduğuma şahitlik etmeye davet et. Eğer onlar, bu davete uyup itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine her bir gün ve gecede beş vakit namazı kesin olarak farz kıldığını bildir. Şayet buna da itaat ederlerse, Allah Teâlâ’nın, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere, kendilerine zekâtı mutlak surette farz kıldığını bildir. Buna da itaat edip uydukları takdirde, onların mallarının en gözde ve kıymetli olanlarını almaktan sakın. Mazlumun bedduasını almaktan da son derece çekin, çünkü onun bedduası ile Allah arasında bir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63, Meğâzî 60, Tevhîd 1; Müslim, İmân 29, 31).
Muâz İbni Cebel, sahâbe arasında önemli görevler üstlenmiş biri idi. Onun bu resmî görevleri, henüz genç yaşlarında iken, Resûl-i Ekrem (asm)’in emriyle başlamış, daha sonra da devam etmiştir.
Peygamber Efendimiz (asm), Muâz b. Cebel’i Tebük Gazvesi’nden sonra hicrî dokuzuncu yılda Yemen’e vali ve kadı olarak göndermişti. Ayrıca zekât memurlarının topladıkları zekât mallarını teslim almaya da onu vekil tayin etmişti.
Tirmizî’nin rivayetinde belirtildiğine göre, Resûlullah (asm) Muâz’ı Yemen’e gönderirken, kendisine şu soruları sorup cevaplarını almıştı:
- Yemen’de ne ile hüküm vereceksin?
- Allah’ın kitabı ile.
- Kitap’ta bulamazsan?
- Resûlullah’ın sünneti ile hüküm veririm.
- Sünnette de bulamazsan?
- Kendi reyimle ictihad ederim. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
“Resûlünün elçisini, Resûlünün hoşnud olduğu şeyde muvaffak kılan Allah’a hamdederim.” buyurdular.
Peygamberimiz Yemen’i beş vilâyete ayırmıştı. Muâz’ın gittiği yer Cened vilâyeti idi. Hz. Muâz, Yemen’e gönderildiği esnada, Yemen halkının büyük çoğunluğu Ehl-i kitap, yani Hristiyan ve Yahudilerden müteşekkildi. Resûl-i Ekrem Efendimiz özellikle Ehl-i kitap olmalarını anarak, onları diğer müşriklerden ayırdı. Fakat onların Allah inancı bozuk olduğu ve bu konuda şirke düştükleri için, Muâz’a kendilerini bir olan Allah’a ve Muhammed (asm)'in Allah’ın Resûlü olduğuna inanmaya davet etmesini emretmişti.
Çünkü Kur’an onlara bu davetin yapılmasını emretmektedir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), dört halife ve onlardan sonra gelen bütün halife ve yöneticiler Ehl-i kitâbı İslâm’a davet etmişlerdir. Şayet onların inancı makbul sayılsaydı Kur’an’ın pek çok âyeti onları İslâm’a daveti emretmez, Resûl-i Ekrem Efendimiz de onları Müslüman yapmak için uğraşmaz ve kendileriyle savaşmazdı.
Müslüman yöneticiler, kumandanlar ve bütün görevlilerin vazifesi, hangi din ve inanca bağlı olursa olsunlar bütün insanları öncelikle İslâm’a davettir. Bu davetin ilk merhalesi de kelime-i şehâdet, yani Allah’dan başka ilah olmadığını ve Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu kabul etmeye çağırmaktadır. Bu görev yerine getirilmeden, başka din mensuplarıyla savaşmak caiz görülmez. Fakat daha önce dine davet edilip kabul etmemiş olanların tekrar davet edilmesi icab etmez. Bazılarının zannetiği veya iddia ettiği gibi, Yahudi ve Hristiyanların geçerli sayılacak bir imana sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Onların Allah inancı, tevhid akîdesinin tamamen dışında olup, Yahudiler Allah’ı mahlûkâta benzetmek ve cisimleştirmek, Hristiyanlar da Allah’a çocuk ve zevce isnad etmek, teslisi, uluhiyyeti baba-oğul-ruhu’l-kudüs diye üçe izafeyi caiz görmek suretiyle doğru yoldan ve tevhid akidesinden sapmışlardır. Böyle olduğu içindir ki, Kur’an’ın pek çok âyetinde onların şirkinden ve küfründen bahsedilmiş, Resûlullah (asm)’in zamanından beri kendileri dine davet edilmiş ve onlarla cihad edilegelmiştir.
Ancak Ehl-i kitaptan olanlara karşı takınılan tavır, müşriklere ve putperestlere karşı takınılan tavırdan farklı olmuştur. Gerek Kur’an’ın âyetlerinden, gerek Peygamber Efendimiz (asm)’in hadislerinden ve özellikle tarih içinde dinimizin bu iki ana kaynağına dayanan uygulamalardan, konuyu açıklıkla görüp anlamamız mümkündür.
Hadis-i şerifte görüldüğü gibi, İslâm’a davet edilen toplumların veya fertlerin sadece kelime-i şehadeti dil ile ikrar etmeleriyle yetinilmemekte, bu temel esası kabul ettikten sonra onun getirdiği ibadetlerin kabulü istenilmektedir.
İslâm'ın beş esasının şehâdet gibi itikadî, namaz gibi bedenî ve zekât gibi malî nitelikli ibadetlerden meydana geldiği görülmektedir. Bu sebeple Hz. Peygamber (asm), bu üç niteliği birinci dereceden üzerinde bulunduran şehâdet-namaz-zekât üçlüsünü zikretmekle onların öncelik ve önemini vurgulamış olmaktadır.
Bir kimsenin İslâm’ı kabul ettiği kelime-i şehâdeti ikrarıyla, yani dil ile söylemesiyle anlaşılır. Bundan sonra o kimsenin uyması ve yerine getirmesi gereken farzlar, emirler ve yasaklar vardır. Çünkü bunların hepsi kelime-i şehâdetin muhtevasında mevcuttur. Onların başında beş vakit namaz gelir. Peygamber Efendimiz (asm) de Hz. Muâz’a, kelime-i şehâdetten sonra uyulmasını isteyeceği ilk şeyin günde beş vakit namaz kılınması olmasını emretmiştir. “Namaza itaat ederlerse” denilmesi, önce namazın üzerlerine farz kılındığını ikrar etmeleri, sonra da bilfiil namaz kılmak suretiyle emre itaat ettiklerini göstermeleri gerektiği içindir.
Namaz zengin, fakir, kadın, erkek aklı yerinde ve büluğ çağına ulaşmış olan her Müslümana farzdır. Burada sadece namaz ve zekât zikredilmiştir. Oruç ve haccın zikredilmemiş olması, İslâm’ın bu iki temelinin henüz o sırada farz kılınmadığı veya daha az öneme sahip olduğu gibi anlamlara gelmez. Çünkü oruç hicretin ikinci yılında, hac da hicretin dokuzuncu yılında farz kılınmıştı.
Dinin bir emrinin, bir tâlimatının önemsizliği de söz konusu olamaz. O halde, Peygamberimiz (asm), o zaman için, Yemenliler açısından daha mühim ve öncelikli olanları bildirmek istemiştir. Burada farz kılınış sırasına veya öncelikli farz sırasına göre bir sıralama söz konusu olmayıp, nelerin farz olduğunu ve yerine getirilmesi gerektiğini bildirip öğreten bir açıklama vardır. Ayrıca bu talimat, kelime-i şehadet getirip Müslüman olan bir kimsenin, dinin bütün emirlerini kabul etmiş sayılacağının da delili olmaktadır.
Kâfirler ilk önce yalnızca iman etmekle mükelleftirler; dinin diğer emirlerini yerine getirmekle mükellef değildirler; onları tedricen yerine getirirler, diyen âlimler de bu hadisi delil olarak gösterirler. Çünkü burada dine davette bir sıralama vardır.
Namazdan sonra yerine getirilmesi istenilen ibâdet, yegâne mâlî ibadet olan zekâttır. Çünkü malda zekâttan başka farz olan bir hak yoktur. Zekât ise, sadece zengin Müslümanların üzerine farzdır. Zekât, zenginin malından fakire vermesi gereken paydır.
“Zekâtın, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmesi” ifadesine bakarak, zekâtın toplanıldığı belde veya şehirden dışarı çıkarılmasının câiz olmayacağı görüşünü benimseyenler olmuş, ancak ulemanın büyük çoğunluğu bunun doğru olmadığını, fakirler ve zekât verilmeye layık olanlar nerede varsa onlara verilmesinin, şehir ve ülke hudutları dışına çıkarılmasının câiz olacağını kabul etmişlerdir. Sadece Ömer b. Abdülaziz buna muhalefet ederek, Horasan’dan Şam’a getirilen zekâtı tekrar oraya iâde etmiştir.
Yukarıda zekâtla ilgili sözden Şâfiîler, sabî ve mecnunun mallarından zekât verilmesi gerektiği hükmünü çıkarmışlardır. Hanefîlere göre ise, zekâtın farziyeti için akıl ve büluğ şart kılındığından, sabî ve mecnunun mallarına zekat düşmemektedir.
Zekât son derece önemli sosyal nitelikli bir ibadettir. Zekâtı verip vermemek kişilerin kendi tercihlerine bırakılmış olmayıp, İslâm devleti bu maksatla kurduğu teşkilâtla bu farzın yerine getirilmesini sağlar. Zekât memuru, malın en gözde ve en kıymetli olanını seçip almaz. Bununla beraber en kıymetsiz ve kötü olanını da almaması gerekir. Orta halli olanı alır.
“Zenginlerinden alınıp” sözü, devlet başkanının veya onun yetkili kıldığı kimselerin, zekât verecek miktarda malı olanlara, görevli memurlar gönderip zekât toplattırabileceğine delil kabul edilir.
Mazlumun duasının ve bedduasının makbul olacağı bu hadisten bir kere daha anlaşılmaktadır. Bir görevli, kendisine zekât farz olan bir kimsenin malının en kıymetli ve en gözde olanını alırsa, bu bir nevi zulümdür. Veya zekât verene karşı sert davranırsa, diliyle ona eziyet etmiş olur ki, bu da bir zulümdür. O halde zulmün her çeşidinden sakınmak, kaçınmak ve uzak durmak gerekir.
Allah ile mazlumun arasında bir perde olmaması, isteğinin hemen kabul edileceğine delil sayılır. Çünkü perde bir engeli ifade eder, oysa mazlumun duası ile Allah’ın arasında böyle bir engel bulunmamaktadır. Bu tavsiye hem zâlimin zulmünü önlemeye hem de mazlumu sabretmeye teşvik edici niteliktedir. Dilimizde haksızlığa karşı sıkça kullandığımız “Zâlimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var.” atasözümüz gerçeği ne kadar veciz ifade etmiştir.
Haksızlığa uğrayanın Müslüman olması da şart değildir. Hangi din ve ırka mensup olursa olsun, insanlara zulüm yapmak dinimizde haram kılınmıştır. Hatta bunu daha geniş manada yorumlamak mümkündür. Yani İslâm, bütün canlılara, insanlara, hayvanlara ve bitkilere bile merhametsizliği yasaklamıştır. Onların her birine karşı insanoğlunun görevleri vardır.
Özet olarak;
- Gayri müslimlerin ilk davet edilecekleri, kelime-i şehadet, Allah’dan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed (asm)’in onun kulu ve resûlü olduğuna iman esasıdır.
- Her şeyin bir önem ve öncelik sırası vardır. Eğitim ve tebliğde bu önceliklere dikkat etmek gerekir.
- Bu hadis-i şerifte de İslâm tebliğinde takip edilmesi gerekli sırayı ve o sırada zekâtın yerini bulmaktayız: Kelime-i şehâdet-namaz-zekât.
- Kâfirlerle savaşılmazdan önce, kelime-i şehâdet getirerek İslâm’a girmeleri istenir.
- Kelime-i şehâdet getirenin Müslüman olduğuna hükmolunur. Namaz ve zekât gibi farzları yerine getirmesi daha sonra istenilir.
- Her gün beş vakit namaz kılmak, her Müslümanın üzerine farzdır.
- Zenginlerin mallarından zekât vermeleri farzdır. Zekât, fakirlere ait bir haktır. Kâfire ve dinen zengin olana zekât verilmez.
- Malda, zekât dışında farz olan bir hak yoktur.
- Zekât toplama işi devlet başkanının sorumluluğu altındadır. O bunu görevlendireceği memurlarla gerçekleştirebilir. Zekât toplamakla görevli memur, malın en iyisini değil, orta hallisini zekât olarak alır.
- Mazlumun duası ve bedduası Allah Teâlâ tarafından reddedilmez.
- Devlet reisi, valilerine nasihat ve tavsiyede bulunmak, Allah’dan korkmalarını istemek, zulümden sakındırmak gibi görevleri yerine getirmek zorundadır.
- Devlet başkanı, görevlendireceği kişilere görevleriyle ilgili özel talimat verebilir. (bk. Riyazü’s-Sâlihîn Tercüme ve Şerhi, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Erkam Yay., H. No: 210, 1079, 1211)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Peygamberimiz, kendi peygamberliğini tasdik etmiş midir? Kelime-i şehadetin kaynağı nedir?
- Nasıl biat edilir?
- Şehadet ederim cümlesi hangi anlamdadır?
- Müslüman olmak için neden kelime-i tevhid değil de kelime-i şehadet getiriyoruz?
- Hayber nasıl fethedildi?
- Hz. Peygamber "... Ebubekir hiç tereddüt etmeden tebliğimi hemen kabul etti" buyuruyorlar. Oysa ki Hz. Hatice ve amcası Varaka b. Nevfel de hemen kabul etti?
- İCMÂLÎ ÎMAN
- İslam'ın şartları nasıl belirlendi? Cihad İslam'ın şartlarından mıdır? Bazı sitelerde ve bazi kişilerden İslam'ın şartı altı olduğunu duydum, okudum; yani altıncı şartın cihad olduğunu duydum...
- HZ. EBÛ BEKİR MÜSLÜMANLARIN SAFINDA
- Hz. Ebu Bekir'in Müslüman olması nasıl olmuştur?