Başına İşkembe Konulduğu An

Bu günlerden itibaren Hz. Muhammed’in putperestlerden gördüğü eziyetlerin en hafifi, alay edilmektir. “Övülmüş” anlamına gelen Muhammed ismini “Yerilmiş”  anlamı taşıyan “Müzemmen” le değiştirirler. Ama bunda onların akıllarının ermediği çok ince bir hikmet de vardır. Müzemmen ismi sayesinde, gerçekte Hz. Muhammed’e değil kendi zihinlerinde oluşturdukları sanal bir varlığa sövmüş olurlar. Ve Hz. Muhammed’de bu ilginç gerçeğe dikkat çeker. Müslüman arkadaşlarına:

“Hayret etmiyor musunuz?” der, “ALLAH benden Kureyş’in eziyetini nasıl kaldırıyor. Onlar Müzemmen’e sövüp, onunla alay ediyorlar. Oysaki ben Muhammed’im!”

 Fakat bu hiçbir şeydir.

Safa tepesinin arkasında yalnız olarak namaz kılmaktadır. Ebu Cehil ve avenesinin hücumuna uğrar, topukları tekmelenir, başını toprak, üzerine deve dışkısı atılır. Ve bu arada O, sadece:

“Kureyşliler! Bana vuruyorsunuz ama ben sizin peygamberinizim!” demektedir.

Mekke egemenleri Kâbe’nin yanında Hicr denilen yerde oturmuş, Hz. Muhammed’i çekiştirmektedir. Ve bir türlü O’na hak ettiği(!) cezayı veremedikleri için de birbirlerini kınamaktadır. Tam bu sırada Hz. Muhammed çıkagelir, Kâbe’yi tavafa başlar. Kureyş kendisine laf atar. O önceleri sabreder. Fakat ikinci tavaf, derken üçüncü tavaf laf atmalar devam eder. Ve Hz. Muhammed’in de sabrı taşar. En sonunda karşılarına dikilir:

“Kureyş topluluğu!” der,”duyuyor musunuz? Canımı kudreti elinde tutan varlığa yemin ederim ki ben dünyaya bu dava uğrunda feda olmak için geldim!” Samimiyeti, kararlılığı, ciddiyeti ve hiçbir kelimenin tanımlayamayacağı o özel manevi hali… Kureyşlileri kanı damarlarında donar. Kilitlenirler. Söyleyebildikleri tek şey, özür dilercesine:

“Vazgeç Muhammed!” demek olur. “Sen cahil bir adam değilsin, uyma bizim laflarımıza!” ve ertesi gün aynı yerde yine aynı ekip olarak toplandıklarında bu kez de dünkü pısırıklıklarına pişman olurlar:

“O kadar kalabalık olduğumuz halde” derler, “nasıl oldu da bize o şekilde kafa tutmasına bir şey yapamadık. Bir de adeta özür diledik” Pişmanlıkları hınca dönüşür, birbirlerini bilerler. İlk fırsat ta dünün intikamını almaya karar verirler. Ve çok geçmez Hz. Muhammed yine görünür, yine yalnızdır. Bu kez bir kabadayı topluluğu halinde önünü keser, çevresini kuşatırlar. En belalılarından biri, Ebu Muayt oğlu Ukbe, kavgayı başlatabilmek için sırıtarak sorar:

“Sen bizim tanrılarımızı inkâr ediyor musun?” O’nun cevabı tek kelimedir:

“Evet!” Bu tek kelime sanki bir hücum emri olur. Hep birden üzerine çullanırlar. Olayı başlatan Ukbe, en hırlılarıdır. Hz. Muhammed’in kendi elbisesini boynuna dolamış onunla boğmaya çalışır. Hz. Muhammed’in soluğu kesilir, dizleri üzerine düşer ve kendisini son anda kurtaran Hz. Ebu Bekir olur:

“Rabbim ALLAH’tır dediği için bir insanı öldürecek misiniz?” der. Kureyş’li saldırganları dağıtır.

Bir başka gün Hz. Muhammed’i kurtaran on bir yaşındaki kızı Fatıma olur. Olay yine Kâbe’de olur. Hz. Muhammed yine tek başınadır ve namaz kılmaktadır. Saldırganlar ise bu konuda Kureyş içinde daima başı çeken yedi kişilik özel(!) bir gruptur. Gitgide daha çok hırslanarak ve söylenip birbirlerini tahrik ederek önce bir süre Hz. Muhammed’i seyrederler. Sonra Ebu Cehil’in gözüne bir gün önce putlara kurban edilerek orada kesilmiş bir devenin bağırsakları takılır. Aklına da çok parlak bir fikir! Gözleri ışıldayarak kafadarlarına döner:

“Şu bağırsakları” der, “kim yere kapandığı zaman Muhammed’in boynuna geçirir!” Bu işlerin adamı Ukbe’dir. Hiç düşünmeden kalkar yerinden ve dudaklarında şeytanca bir sırıtmayla yerden, bir gündür kızgın Arabistan güneşinin altında iyice kokuşmuş olan bağırsakları alır ve olup bitenden habersiz Hz. Muhammed’in sırtına bırakır. Hz. Muhammed, deve dışkısı ve kanının altından havasız kalır yavaşça boğulmaya başlar. Kureyş’li sadistler ise gördükleri karşısında yıkılmamak için birbirlerine tutunarak, göğüslerini yumruklayarak ve gözyaşları dökerek gülmektedirler. Bütün yaşamları boyunca hiç bu kadar eğlenmemişlerdir. Hz. Muhammed’i ise en küçük kızı Fatıma kurtarır. Zayıf bedeni, minik elleri deve işkembesine zar zor güç yetirir. Bir yandan hırsından ağlamaktadır küçük Fatıma ve bir yandan da işkembeyi çekiştirirken babasına bunları yapan insanlara var gücüyle sövüp saymaktadır. Nihayet babasının sırtından bağırsağı sıyırmayı başarır. Hz. Muhammed ise önce namazını bitirir. Sonra kahkahaları hala kesilmemiş olan sadistlerin karşısına geçer. Başından aşağıya doğru kokmuş kan ve dışkı karışımı sızmakta olduğu halde ellerini açar:

“ALLAH’ım” der, “Kureyş’i Sana havale ediyorum!” donup kalırlar. Çünkü bilirler ki Muhammed gibi birisinin, hem de bu haldeyken, hem de bu yerde yapacağı dua mutlaka kabul edilecektir. Fakat artık iş işten de geçmiştir. Yapılan şey gerçekte Hz. Muhammed’in onuruna değil O’nun ve Âlemlerin Rabbi olan ALLAH’ın gayretine dokunmuştur ve elbette ona göre bir bedeli olacaktır. Hz. Muhammed’in o anda okumakta olduğu beddua sadece bu gerçeğin bir gereği ve yansımasıdır. Ve Hz. Muhammed duasına devam eder:

“ALLAH’ım bu topluluğu Sana havale ediyorum. ALLAH’ım Ukbe’yi Sana havale ediyorum! ALLAH’ım Ümeyye’yi Sana havale ediyorum.” Sonra Utbe, Şeybe, Velid ve Umare der, yedi ismin hepsini tek tek sayar. Duydukları yedi kafadarı fazlasıyla rahatsız eder, korkutur.

Olayların akışı gösterir ki ALLAH O’nun o duasını sekiz sene sonraya vadeli olarak kabul etmiştir. Çünkü o yedi kişinin hepsi Bedir günü Müslüman kılıçları altında parçalanacaktır.

Fakat şimdilik Hak tarafında olanların sınav ve pişme, olgunlaşma günleridir. Ve o yüzden Müslümanların daha çekeceği vardır. Özellikle Hz. Muhammed ile Hz. Ebu Bekir’in.

Habeşistan’a göçenlerden sonra Mekke’de imanını açığa vuranların sayısı kırktan daha azdır. Mekke nüfusu ise 4000’den fazla… İşte bu güç dengesi(!) içinde, Hz. Ebubekir, Kâbe’de, yanında Hz. Muhammed’de olduğu halde ayağa kalkar ve insanları açıkça İslam’a davet etmeye başlar. Kureyş eliti bu davranışı doğrudan kendi egemenliklerine yöneltilmiş ve hem gerçek hem de, Kâbe’de yapıldığı için, sembolik anlam taşıyan açık bir saldırı olarak kabul ederler. Ve cevapları da ona göre olur. Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir öldürülesiye dövülür. Hz. Ebubekir’i döve döve yere yıkıp üzerine çıkarlar. Özellikle Rebia oğlu Utbe, ayakkabısının demir ökçesi ile burun kemiğini kırar, burnu yüzüyle bir olur, belirsiz hale gelir. Hz. Muhammed’de ona yakın ölçüde dayak yer. En sonunda ikisini de dayaktan öldü zannedip, bırakırlar. Daha sonra olay yerine gelen akrabaları Teymoğulları Hz. Ebubekir’i baygın halde bir çarşafın içine koyarak evine taşır. Durumu o kadar ağırdır ki, öleceğini düşünürler ve boy onurlarına dokunduğu için tekrar Kâbe’ye gidip, duyururlar:

“Eğer Ebubekir ölürse ALLAH’a yemin olsun ki biz de ona karşılık mutlaka Utbe’yi öldürürüz!”

Sonra da tekrar Hz. Ebubekir’in evine dönüp, başında beklemeye başlarlar. Hz. Ebubekir ise ancak akşama doğru kendine gelebilir. Annesi Ümmülhayr, bir yandan ağlamakta ve bir yandan da oğlunun vücudundaki yaraları ve kurumuş kan lekelerini ıslak bir bezle silmeye çalışmaktadır. Ve görür ki elini Hz. Ebubekir’in başında nereye değdirmişse bir avuç saç köküyle birlikte elinde kalmaktadır. Ümmülhayr’ın gözlerini açan oğluna ilk sözü:

“Bir şeyler yesen, içsen” olur. Hz. Ebubekir ise onu duymaz bile:

“ALLAH’ın Elçisi ne durumda?” der. Bu kadarı akrabaları olan Teymoğullarına fazla gelir, söylenirler:

“O’nun yüzünden ölmesine ramak kaldı ve hala gözünü açar açmaz Muhammed diyor!” Kızgınlıkla Hz. Ebubekir’in evini terk ederler. O ise oralı bile olmaz:

“O ne yapıyor nerededir?” der. Hz. Muhammed’in iyi olduğu haberini almadıkça bir şey yiyip, içmez. Başka hiçbir şeyle ilgilenmez. Annesi de ısrarla:

“ALLAH’a yemin olsun ki benim arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok!” deyip, durur. Haklıdır da. Hz. Ebubekir:

“O zaman Hattab’ın kızı Ümmü Cemil’e sor!” der. Hz. Ömer’in de kız kardeşi olan Ümmü Cemil onların komşusu ve gizli Müslümanlardandır. Ondan Hz. Muhammed’in Erkam’ın evinde güvende ve bir ölçüde iyi durumda olduğu haberini alınca rahatlar. Ve sonra gece karanlığından yararlanarak, annesine ve Ümmü Cemil’e tutunup, O’nu görmeye Erkam’ın evine gider. Birbirlerini görünce kucaklaşırlar. Bir yandan da hıçkıra hıçkıra ağlamaktadırlar. Ve onlarla beraber Erkam’ın evinde olan bütün Müslümanlar da. Hz. Ebubekir, peygamberinin yüzünü, gözünü öper. Hz. Muhammed’de ısrarla ona nasıl olduğunu, canının çok yanıp yanmadığını sormaktadır. Hz. Ebubekir ise O’nu iyi durumda görmüş olmanın mutluluğuyla:

“ALLAH’ın Elçisi!” der, “o fasık adamın yüzümü gözümü belirsiz hale getirmesinden başka bir sıkıntım yok, iyiyim!” sonra o rahmetle dolu havayı fırsat bilir, Hz. Muhammed’den annesinin de İslam’ı kabul etmesi için dua etmesini ister. Anne Ümmülhayr’a o gün yaşadıkları yetmiştir zaten, peygamberin duası anneye çıkartılmış bir davetiye olur aynı zamanda. O evde o da Müslüman olur.

Gün içindeki şiddet, acı ve hüzün gün sonunda büyük bir ferahlığa dönüşür, böylelikle. Ama o günlerin kazancı sadece Hz. Ebubekir’in annesi Ümmülhayr’dan ibaret değildir. Biri daha vardır. İslam’ı kabul etmesiyle Hz. Muhammed’i ve bütün Müslümanları mutluluğa boğacak biri… Sadece birkaç hafta sonra…

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun