İmanın artması ve eksilmesi konusunda bilgi verir misiniz?
Değerli kardeşimiz,
İman artıp eksilmez. Yani iman edilmesi gereken şeyler yönünden artıp eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden parlaklığı, kuvveti artıp eksilir. Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır.
'İnanmak' 'İman etmek' midir?
“İnanıyorum, öyle ise vardır, böyledir.” deyip kestirip atmaya hakkımız yoktur. Yaratıcı kendi sıfatlarından emin olarak “bakınız, düşününüz, aklediniz, şuurunuzla sınayınız, kendi duygularınızla karşılaştırınız” gibi hitaplarla, insanı inancını teyide, yakîn ve emniyet düzeyine çıkarmaya davet ediyor.
İMAN; emanet, eman, emniyet ile aynı kökten gelen bir kelimedir. İnanmak ile ilintisi varsa da, kök olarak tamamen farklıdır. İman ve emniyet kelimelerinin ortak kökü olan ‘emn’ güvenir ve güvenilir bir hal üzere olmayı, içsel bir güven duygusunu ifade eder. ‘Emniyet’ karşılıklı güven duygusunu tanımlayan bir kavram iken, ‘iman’ içsel güven duygusunun derin bir bilme ile gerçeklenmiş halidir. Derinleşmiş bir bilginin ilgili konuda bilinmeyeni, görünmeyeni tarif edebilme gücü vardır. Zaten, görülen bir olguda inanç duygusuna da, ileri düşünceye de yer yoktur.
Düşünürlerin dünyalarına gittiğimiz zaman, meşgul oldukları konulardaki kanaatlerinin bilgi ve inanç denklemi üzere kurulduğunu görürüz. Örneğin Galileo dünyanın döndüğünü görmediği halde, dünyanın döndüğünden emin olan biridir. Çünkü bu noktadaki bilgisi Galileo’ye dünyanın döndüğünü neredeyse görüyormuşçasına bir yakınlık telkin etmiştir. Dünyanın döndüğüne dair Galileo’nin iç dünyasında oluşan inanç derinlemesine bilme halinden sonra gelmiş, ilgili konuda imanî bir tarza geçmiştir. Galileo için “Dünyanın döndüğüne inanıyordu” gibi bir tanım yetersiz kalacaktır. “Dünyanın döndüğünü görmüştü” demek ise, gerçeği ifade edemeyecektir. “Delilleri takip ederek dünyanın döndüğüne dair hissinde yakîne ulaşmıştı. Dünyanın döndüğüne, âdeta görürcesine bilir derecede inanıyordu, dünyanın döndüğünden emindi.” demek ise gerçeğin ifadesi olacaktır.
Bu örnekten hareketle, şunu diyebiliriz: ‘Emn’ kökünden gelen ‘iman’, görünen âleme bakarak görülmeyen boyutlar hakkında çıkarımlarda bulunmak, bu çıkarımları delillendirmek anlamında kullanabileceğimiz bir kavramdır. Meydanda bir denge ya da bir olay var ise ve bu olay, bu denge görünen boyuttaki etkenlerle açıklanabilmekten uzak ise, şu an için göremediğimiz bir etkenin varlığına, onun varlığının zaruretine dair çıkarımda bulunmanın ismidir iman ediş. İman ise, bu düşünsel ve duygusal yolculuğun sonunda varılan noktanın tarifidir. Bu açılardan bakılınca ‘inanç ve düşünce’ eylemlerinin çakışmasıyla açığa çıkabilecek olan ‘iman’ın, beş duyunun tarifte yeterli olamadığı bir noktada geçerli olduğu görülecektir.
İman ile inanç arasında gerçek bir bağ olmakla birlikte, tanımlanabilir bir fark vardır. Bu nüansı açabilmek için görülebilir bir örnekten başlamak anlamayı kolaylaştırıcı olacaktır. İsmi duyulmuş birinin sadece varlığını bilen biri için, bir inanç durumu söz konusudur. Onun hakkında malumat sahibi olan birinin ilgili şahısla bilgi bazında bir yakınlığı vardır. Onunla arkadaşlığı olan birinin durumu ise, ilerlemiş yakınlıktır ve bu yakınlık bilgi derecesindeki yakınlığa oranla, tanımaya ve tanımlamaya daha uygundur. Tüm bu ilişki boyutlarından sonra, sevginin ve feragatın da devreye girmesiyle, ileri derecede duygusal ve çoğu zaman dönüşsüz bir yakınlık gerçekleşir. Gerçeğe en uygun tanımlama veya tanıma, bu son mertebede husule gelir. Bu mertebedeki bir ilişki içerisinde, eğer ilgili kişiler çirkinliklerden uzak iseler, gerçek bir güven duygusu ilişkiyi bağlayacaktır.
Perdeli bir diyarda yaşayan varlıklar olarak bu görünen boyutun görünmeyen Yaratıcısı ile, kendi irademiz dahilinde doğrudan bir yakınlık kurabilmemiz mümkün değildir. Zaten böyle bir yakınlığın—içsel bir emniyet duygusu oluşmadıkça—pek bir faydası olamayacağını da, İblis’in durumundan çıkarsayabilmemiz mümkündür. Diğer taraftan, bu görünen âlemi irdeleyerek, varlıkların ilişkilerinde etken olarak kendilerini gösteren sebeplerin dengeleri; bu dengeler içerisinde kendini gösteren ilim ve iradeyi; bu ilişkilerde açığa çıkan rahmeti, şefkati ve sevgiyi netice verip veremeyeceğine bakarak, görünmeyen ama varlığı zarurî olan, bilerek, görerek, işiterek, etki altında kalmadan hür bir iradeyle iş gören bir kudretin varlığını ispat etmek mümkündür.
Girdiğiniz bir ortamda mükemmel bir sofraya karşılık küçük bir çocuktan başka biriyle karşılaşmadıysanız, çocuğun yeteneklerinin görünen mükellef sofrayı netice vermesini mantık dışı buluyorsanız, gördüğünüz ortamın dışına doğru zihnî çıkarımlarda bulunmak zorundasınızdır. Sofranın ancak çocuğun varlığında hazırlanıyor olması veya çocuğun eliyle hazırlanıyor olması, sizi sofrayı hazırlayanın gerçekten o çocuk olduğuna inanma mecburiyetinde bırakamaz. Evrendeki olgulara dikkatlice bakınca da, etken gibi görünen sebeplerin olsa olsa birer uslu çocuk gibi olduğunu fark edersiniz. Neticeler ise başlangıçlara oranla harikulâdedir. Bu harikulâdelik, bu mükemmellik sebeplerin ellerinde gelmiştir, doğru. Ancak mükemmel neticeleri aciz ve cahil sebeplerin ellerinde görmek, salim bir zihinde, bunları onların yaptığına dair bir delil teşkil etmez.
İslâm dininde kullanılan ıstılahî anlamıyla ‘iman,’ Yaratıcının hem varlığından hem güvenilirliğinden emin olmaktır. Yalnızca var olduğunu bilmek bizim gibi perdeli bir diyarda yaşayan varlıklar için imanın birinci mertebesi olan inançtır. İmanı tamamlayan unsur ise Yaratıcıya karşı insanın iç dünyasında, enfüsünde oluşan güven duygusudur. Böyle bir duygu ise ancak yakından tanıyarak O’nun Kendisini terk etmediğimiz sürece bizi terk etmeyeceğinden, zulmetmeyeceğinden, en ince meselelere vâkıf ve hâkim olduğundan, kudretinden, azametinden, rahmetinden.. emin olmakla mümkündür. Özetle, iman, her hal ve şart altında Cenab-ı Hakk'tan emin olmakla mümkün olacaktır.
İslâm alimlerinden Ebu Hanîfe ve İmam Buharî, imanın inanç basamağına atfen, “İman artmaz ve eksilmez” demişlerdir. Doğrudur; Allah’ın varlığını bilmek, inanmak, artıp azalmayacak bir niteliğe sahiptir. İmanın birinci basamağı olan Allah’ın varlığını bilmek kalbde yerleşmemişse, diğer basamakların tasavvuru mümkün değildir. Ancak iman salt Allah’ın varlığını bilmek anlamında olmadığı için, diğer basamaklarda bir yükseliş elbette mümkündür. İnsanın Zât-ı Akdes’e yakınlık ve ‘O’na güvenmek, itimat etmek, sırtını yaslayabilmek’ anlamlarındaki ‘emin olma’ mertebelerinde sürekli iniş ve çıkışları vardır. Allah’ın varlığından şüphe eden biri olmadığı halde İblis’i mü’min olarak tasavvur edemeyişimizin nedeni, İblis’in Rabbi’l-âlemîn’e güvenmeyişidir. İblis’e göre, âlemlerin Rabbi Âdem’in yaratılışı ve diğer varlıklara üstün tutuluşu işinde ciddi hatalar yapmıştır. Bu tanımlarla bakılınca, İblis Allah’ın varlığını bilmekte, ancak ona iman etmemektedir. Çünkü, O’ndan emin değildir.
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) bir hadisinde
“İlimden ilk kaldırılacak olan şey huşûdur. Sonra emanet kaldırılır…”1
diyerek, Allah ile kul arasında bir bağ, bir münasebet olan imanın insan kalbinde yansıması olan, ‘etkisi hissedilebilen derin sevgi ve saygı’ diye tanımlayabileceğimiz ‘huşû’ ile, insan-insan ilişkilerinde yansıyan şekli olan ‘emniyet’i ilim nevinden ifade etmiştir. İlâhî hitap olan Kur’an ise,
“Ancak, ilimde derinleşmiş olanlar anlar...”2
diyerek, gayba dair mesajı kavramakla ilim ehli olmayı buluşturmuştur.
İnsanın enfüsünde oluşan imanın sosyal hayata yansıyan şekli olan ‘emniyet,’ insan-insan ilişkilerinde güvenilir bir hal ve durumda olmayı gerektirir. Mü’min kendisinden, elinden ve dilinden emin olunan kimsedir. Yaratıcısının kendisine ve kardeşleri konumundaki diğer insanlara vermiş olduğu en yüce değer olan kişiliğine zarar vermemek için zinadan, hırsızlıktan, kibirden, ahde vefasızlıktan, zulümden, özellikle yalan ve hile halinden kaçınır; yeri geldiğinde hakkını yine aynı nedenle arar. Emanete hıyanetin olduğu bir ortamda ilişkideki emniyet yerini şüpheye bırakmış demektir. Böyle bir ortam, toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunda ciddi derecede—tarif ettiğimiz şekliyle—bir iman zaafına delalet eder. Bu zaaftan kurtulabilmek için geç kalınmadan bireylerin düşünsel açıdan beslenebilme, bilgilenebilme yollarının açılması gerektiğine işaret eder.
“İnanıyorum, öyle ise vardır, böyledir.” deyip kestirip atmaya hakkımız yoktur. Yaratıcı kendi sıfatlarından emin olarak “bakınız, düşününüz, aklediniz, şuurunuzla sınayınız, kendi duygularınızla karşılaştırınız” gibi hitaplarla, insanı inancını teyide, yakîn ve emniyet düzeyine çıkarmaya davet etmektedir. Teknolojinin fuarlarına, ‘show-room’larına, sanatçıların sergilerine, konserlerine, işinde ehil insanların söyleşilerine büyük bir merakla akın akın giden, siyasal tartışmaları ve söylemleri büyük bir ilgiyle takip eden, dizilerin sonunu, maçların sonucunu merakla bekleyen insanların kâinattaki ihtişamlı gösterilere, derin anlatımlara, sanatlı sergilere, anlamlı söyleşilere ilgisizliğinin mazeret kabul eder bir tarafı yoktur.
Ya her şeye ilgimizi keseceğiz, ya da her şeyle gerçekten ilgileneceğiz. Yoksa, bu çelişik durum, dayanağa en muhtaç olduğu bir zamanda korkarız ki insanı dayanaksız ve mazeretsiz bırakacaktır.
O halde, ‘inanmak’la kalmayıp, ‘iman edelim.’ İman edelim ki, emin olalım Rabbimizden…
Dipnotlar:
1. Sünen-i Tirmizî, İlim, 5.
2. bk. Kur’ân, 29:43.
(Salih Özaytürk, karakalem.net, 2010)
İlave bilgi için tıklayınız:
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- HAKKU'L-YAKÎN
- İman artar veya eksilir mi?
- İmanımızı nasıl kuvvetlendiririz?
- İMAN
- Dünya'nın düz olduğuna dair ateistlerin Kur'an'dan gösterdikleri ayete karşılık ne cevap verilebilir?
- Ateizmin bir inanç olduğunu nasıl ispatlarız?
- Görmediğimiz şeylere neden kesin bir şekilde inanmamız gerek?
- El- Mümin
- İnanmak ile yakinen inanmanın arasındaki fark nedir?
- Tahkiki imanın zararı var mıdır?