Kur'an-ı Kerim'in apaçık olarak indirilmesi nasıl anlaşılmalıdır?
- Herkes onun mealini okuyarak kendi hayatına uygulayabilir mi?
- Bizler acizane günahkar insanlarız. Bazen anlamadığımız meseleleri saygı değer hocalarımıza soruyoruz. Ama bazı kardeşler Kur'an'dan ayetler getirerek, Kur'an'da her şeyin anlaşılır olduğunu kimsenin fikrine bakılmaksızın anlaşılacağına dair ayetler söylüyorlar.
- Bu tip insanlara karşı âlimlerin her şeyi bildği bizlerin bu kıt zihinle bu ayetleri anlayamadığımızı anlatacak bir yazı istiyorum sizlerden...
Değerli kardeşimiz,
Kur’an, bitmez ve tükenmez bir denizdir. Bir derya gibidir. Gördüğümüzde deniz olduğunu anlarsınız. Bu denizin içerisinde dalgaları ve balıkları müşahede edersiniz. Ve hatta kıyısında yüzebilirsiniz. Fakat herkes denizin içerisinde ne var ne yok aynı derecede anlamaz. Nasıl ki denizin kıyısında yüzme bilmeyenler yüzer. Daha derin yerlerde daha iyi yüzücüler yüzer...
Fakat bu yüzücülerin de yüzemedikleri derinlikte yerler var. Buralarda artık bir gemiyle gitmeniz gerekecektir. Hatta bazı yerler var ki deryalarda en büyük transatlantik gemiler bile zorla yüzebilir. İşte Kur’an apaçık bir kitaptır (denizi deniz olarak görülmesi gibi). Ama bunda en ami ve cahil insanlardan tutun en büyük âlimlere kadar herkesin anlayacağı ilim vardır. İşte müteşabih ayetler de bunlardandır. Hadisler içinde aynı şeyi söylemek mümkündür.
Üstat Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde, Kur’an’ın, “yetmiş bin perdelerden geçerek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatablara feyzini dağıttığını ve nurunu neşrettiğini” ifade eder.
Bu kâinat kitabı gibi Kur'an-ı Kerim de perde perde mânâlarla sarılı, iç içe nice sırlar ve hikmetlerle dolu. Bir perde seyredilmeden ikincisine geçilemiyor. O ilâhî fermanın menbaı olan kelam sıfatına gerçek mânâda muhatap olmak için, beşerin önünde sayılamayacak kadar perdeler var.
Sahabeleri, müçtehitleri, mücedditleri, bütün evliya ve asfiyayı ve nihayet tüm müminleri aynı Kur’an’ın terbiye ettiği düşünülürse, o Kelam-ı Rabbanî ile aramızda yetmiş bin perde olduğu açıkça görülür. Bütün bitkiler aynı güneşe yüzlerini dönerler, ama her biri kendi kabiliyetine göre ondan istifade eder ve feyiz alırlar. Bir bahçedeki her ağaç aynı toprağa dikilmiş, aynı su ile sulanmıştır ama, her birinin başında ayrı meyveler boy göstermiştir.
Kâinat kitabı ve Kur’an-ı Kerim... Her ikisinde de yetmiş bin perde var. İnsanoğlu kalp, ruh ve akıl sahasında mesafe kat ettikçe farklı tecellilere mazhar olacak ve rabbini tanıma vadisinde her an biraz daha yol alacaktır.
Bu perdelerin aşılması, öncelikle nefisteki engellerin kalkmasına bağlı. Tembelliğimizi ne ölçüde yenersek, gayret vadisinde o kadar ileri gideriz. Cehlimizi ne kadar alt edersek, ilimde terakkimiz o nispette fazla olur. Ve gafletten uzaklaştıkça huzura yaklaşırız.
Cenâb-ı Hakk'ın, yetmiş bin perde arkasında olması bize şu dersi de vermiş oluyor: İnsanoğlunun aczi, fakrı, kusuru, cehli, kısacası bütün noksan sıfatları da yetmiş bin perde.
- Kur’an ve hadisteki hükümler, aklımıza ters düştüğünde nasıl davranmalıyız?
Önce şunu önemle belirleyelim: Akılla naklin tearuz etmesi halinde, nakli tevile yetkili olan akıl, söz konusu meselede mütehassıs olan, sözü ve reyi geçerli bir akıldır. Konu âyet ise, tevile yetkili şahıs, sahasında söz sahibi bir tefsir âlimidir. Âyet fıkhî bir hüküm ihtiva ediyorsa, söz hakkı, fıkıh âlimlerine, müçtehitlere ait olur. Bahse konu olan bir hadis-i şerif ise, bu defa vazife, hadis ilminin mütehassıslarına düşer. Yoksa, ilimden nasipsiz, sadece kendi hevesini ve nefsini ölçü tutan insanların aklı, bu konuda söz hakkına sahip olamaz.
Önce naklin birinci şubesi olan âyet-i kerimelerden bir misâl verelim: Fetih suresinin onuncu âyetinde, “Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir.” buyrulur. Akıl, bütün madde ve mânâ âlemlerinin yaratıcısı olan Allah’ın, el sahibi olmaktan münezzeh olduğuna hükmeder. Nakilde ise elden söz edilmektedir. İşte burada akıl ile nakil tearuz etmişlerdir. Bu durumda, akıl esas alınarak naklin tevili cihetine gidilecektir.
Tefsir âlimleri bu gibi müteşabih âyetlerin tevili konusunda iki guruba ayrılmışlardır. Mütekaddimîn denilen önceki müfessirler, müteşabih âyetleri tevil etmemiş, “Bununla ne murat edildiğini en iyi bilen Allah’tır.0” diyerek susmayı tercih etmişlerdir. Müteahhirîn üleması ise, “Akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur.” Kaidesinden hareketle, bu gibi âyetlerin tevili yoluna gitmişler ve “el”den maksadın “kudret” olduğunu ifade etmişlerdir. Bu bir tevildir ve bu tevili yapmaya da tefsir âlimleri yetkilidir. Bir başka misâl: Bakara suresinin 154. âyetinde buyurulur:
“Allah yolunda öldürülmüş olanlara ‘ölüler’ demeyiniz. Hayır onlar diridirler, fakat siz bilmezsiniz.”
Akıl, o insanların öldüğüne hükmetmekte, nakil ise “onlara ölü demeyiniz” buyurmaktadır. İşte burada da, akıl esas alınmış,
“Her nefis ölümü tadıcıdır...” (Enbiya, 21/35)
âyeti gereğince, şehitlerin de ölümü tattıklarına hükmedilmiş, onların cenaze namazları kılınmıştır. Ama kabir âleminde, bu iman kahramanlarının kendilerini ölmüş bilmedikleri ve diğer ölülerden çok daha farklı bir kabir hayatı sürdükleri kanaatine varılmıştır.
Bir başka âyet-i kerime:
“Onun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır.” (Bakara, 2/255)
Cenâb-ı Hak hakında maddî bir kürsi ve taht düşünülemeyeceği için bu âyette geçen “kürsi” kelimesi, “Allah’ın saltanat ve kudreti”, “ilâhî azamet ve kibriyanın bir tasviri” olarak tevil edilmiştir.
Bu kaide hadis-i şerifler için de aynen uygulanır.
“Dünyanın Cenâb-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” (İbni Mace, Zühd 3; Tirmizi Zühd: 13)
hadis-i şerifini düşünelim. İlâhî isimlerin tecelligâhı ve ahiretin tarlası olan bu dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olmadığına akıl ihtimal vermediğinden, akıl ile nakil tearuz etmiş oluyor. Burada akıl esas alınır ve “dünya ehemmiyetsiz değildir” hükmünden hareketle, nakil tevil edilir.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki açıklaması aynen şöyledir:
“Hakikatı şudur ki: ‘İndallah’ tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur madem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i ilâhîye ve bir ihsan-ı ilâhîye müvazeneye gelmediği demektir.” (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz)
Bir başka misâl: Allah Resulü (a.s.m.) Bir tesbih hakkında, “Onu okuyanlara Musa (a.s.) ve Harun (a.s.) kadar sevap verileceğini” müjdeler. Bir müminin, bir tek tespih ile bir peygamber kadar sevap kazanmasını akıl almaz. Ve bu noktada akıl ile nakil yine tearuz ederler. Burada da akıl esas alınarak, bir müminin peygamber kadar sevap alamayacağına hükmedilir ve nakil, yani hadis-i şerif tevil edilir.
Nur müellifinin bu konudaki harika tahlilinden iki bölümü nakledeceğiz:
“Hakikatı şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine bir tek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, o iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir.” (bk. age.)
“Hazret-i Musa (a.s.) ve Harun’un (as) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve malûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Musa (a.s.) ve Harun’un (a.s.) Deniz-misâl âyine-i ruhlarına in’ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevaptır. Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir.” (bk. age.)
Üçüncü misâl: “Arzın öküz ve balık üzerinde olduğuna” dair hadis-i şerif hakkında da akılla nakil tearuz etmişlerdir. Akıl, dünyanın öküz ve balık üzerinde olmadığını bilmektedir. O halde, miraç mucizesine mazhar olmuş o en büyük elçinin (a.s.m.) Bu hadis-i şerifi elbette tevil edilecektir.
Nur Külliyatı'nda bunun mecazi bir mânâ olduğu beyan edilerek çok güzel açıklamalar getirilir.
Özet olarak arz edelim: devletin kılıç ve kalem, yani ilim ve kuvvet üzerinde olması gibi, insanların büyük çoğunluğunun geçimleri de deniz hayvanları ve ziraat üzerindedir. Bu hakikat, “arzın öküz ve balık özerinde olması” şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca, bir rivayete göre, bu hadisin tümü birden söylenmemiş, bir defasında “Arz balık üzerindedir.”, bir başka seferinde de “Öküz üzerindedir.” buyrulmuştur. Bunlar ise öküz ve balık burçları mânâsınadır.
Sözün özü: Akıl mahlûktur. İnsanın madde âleminde yapacağı incelemeler, araştırmalar için önemli bir âlettir. Ama Allah’ın isim ve sıfatları, insanın yaratılış gayesi, ilâhî emir ve yasaklar, hangi ibadetin ne zaman ve ne şekilde yapılacağı, kabir ve ahiret âlemleri gibi metafizik sahalarda akla düşen vazife nakle tâbi olmaktır.
Akıl, hakkın mahlûku ve nakil, onun fermanı olduğuna göre, hak din ile akıl arasında bir çelişki düşünülemez. Bazı mecazi mânâlarda böyle bir ayrılığın görülmesi hâlinde, sözünü ettiğimiz kaide uygulanacak ve konunun ehli olan mütehassıs kişiler aklı esas tutarak nakli tevil edecekledir.
Aklın böyle bir tevilde bulunması onun için ayrı bir şeref, ayrı bir ibadettir. Cenâb-ı Hak dileseydi bütün hükümleri tevile gerek kalmayacak şekilde vaz’ ederdi ve akla fazla bir iş düşmezdi. İlâhî hikmet ve rahmet akla da bir şeref hissesi ayırmış ve az sayıdaki bir kısım âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde insan aklını tevil etmeye ve içtihat yapmaya sevk etmiştir.
İslâm âlimleri meseleyi böyle değerlendirmişlerdir. Yoksa, söz konusu kaideyi, kişinin aklına uygun düşmeyen dinî hükümlerin değiştirilmesine yahut reddedilmesine açık kabul etmek, elbette, doğru değildir. Çünkü, bu durumda, kişiler adedince farklı görüşler ortaya çıkar. Ve hak dinin izi, görünmez olur.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Kadınların şehvet düşkünü ve akılca daha kıt oldukları söyleniyor. Bu konuda yorumlarınızı bekliyorum?
- Ehl-i sünnet alimlerinin müteşabih ayetleri yorumlaması hakkında bilgi verir misiniz? Selefiler "Allah göktedir" der; biz Maturidiler "Allah mekandan münezehtie." deriz. Peki bu konuda Eş'arilerin görüşü nedir?
- Selef alimleri müteşabih ayetlere nasıl inanırlardı?
- Hz. Cebrail, Peygamber Efendimizin vefatından sonra dünyaya (yeryüzüne) gelmiş midir?
- "Salat-ı Tefriciye" veya "Salat-ı Nariye" olarak bilinen duanın 4444 defa okunması konusunda ayet veya hadis var mıdır; bu sayıda okumak şart mıdır?
- Kur'an-ı Kerim'deki müteşabih (manası açık olmayan) ayetleri nasıl anlamamız gerekir?
- Evli olan bir erkeğin üç defa üst üste cuma namazına gitmemesiyle nikâhı düşer mi? Böyle bir hadis var mıdır, varsa zamanımızda uygulanabilir mi?
- Hanefi mezhebine göre seferilikte cem-i takdim, cem-i tehir hakkında bilgi verir misiniz?
- "Selamün aleyküm" demek yerine yalnızca "selam" veya "merhaba" demek caiz olur mu? "Merhaba" ifadesi selam yerinde kullanılabilir mi?
- İslam'da akıl ve kalp ne demektir?