TEOKRASİ

Grekçe Tanrı anlamına gelen "theos" ile kudret, iktidar anlamlarına gelen "kratos" kelimelerinin birleştirilmesinden meydana getirilmiş bir tabirdir. Yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarına ilişkin bütün devlet gücünün, ancak ilâhî kaynaklı olması halinde meşruiyet ve hukukîlik kazanacağını savunan ve bu gücün sadece Tanrı'nın yeryüzündeki vekiller tarafından kullanılabileceğini öngören teoriyi ifade eder. İlk önce, bir Yahudi bilgini olan Flavius Josephus (Kudüs, 37-100) tarafından, Yahudilerin büyük hahamlarca yönetildiği siyasî rejimlerini isimlendirmek için kullanıldığı sanılmaktadır.

En eski çağlardan beri insan toplumları kadar onların siyasî ve kazaî otoriteleri de din ile sürekli ve yakın ilişki içinde bulunmuştur. Bugün dahil, çağlar boyunca, dinin, en azından müessir bulunmadığı veya herhangi bir tarzda müdahil olmadığı bir toplum ve devlet realitesi söz konusu olmamıştır. Devlet hayatı, hak dine sahip olanlar kadar, müşrik ve putperest toplumlarda da, o toplumlarda geçerli olan dinden etkilenmiştir. Bu vakıa genel anlamda tarihin ve sosyolojinin konusunu teşkil eder. Teokrasi kavramında ise, doğrudan ve dolaylı etkilerin ötesinde dinin devlet üzerinde radikal hakimiyeti söz konusu olmaktadır. Bu anlamda teokrasi kavramı, Yahudilik, Hristiyanlık ve nihayet Müslümanlık için değerlendirilen bir rejim meselesi olarak algılanmıştır.

Avrupa ortaçağının siyasî tarihi, Katolik kilisesinin devleti olan Vatikan'ın ve bu devletin başkanı olan papaların cihanşümûl otorite tesis etme yolundaki gayretleriyle buna direnen kralların mücadelelerini konu edinen bir seyir izlemiştir. Bu noktada şu özellikle kaydedilmelidir: Kilise doktrini anlamında Hristiyanlık, "ruhbaniyet" esasını öngördüğünden, Hristiyan dünyasında teokrasi, bir yerde ruhban sınıfının (pratikte kilise örgütünün) siyasî hakimiyeti anlamına geliyordu. Kilise otoritesinin üstünlüğü esasına dayanan teokrasi teorisine karşılık, "dominium mundi" (dünya hakimiyeti) hakkının Roma İmparatorlarına ait olduğunu savunan, kilise dahil bütün otoritelerin Roma hakimiyetine tabi olmasını öngören "Sezaro-papizm" teorisi alternatif teşkil ediyordu. XI. asırda imparator Friedrich I. ve Henry VI, Sezaro-papizm'i savunan siyasîler olarak tarihe geçerken; Gregoius VII, İnnocentius III ve IV ile Bonifatius VIII gibi papaların yönetimleri teokratik sayılmıştır. Nihayet Fransa kralı Güzel Philipp'in Vatikan'ın otoritesi için büyük darbe teşkil eden siyaseti başarılı olmuş ve papaların siyasî etkinliği hayli sınırlanmıştır. Bu çizgide, Hristiyanlık tarihinde "reform" ve protestanlık hareketleri ile millî kiliselerin güç kazanmaları vakıası da uzun ve ayrı bir bahis teşkil eder.

Bir anlamda hukuk felsefesi ve kamu hukuku teorisi mahiyetinde tezahür eden teokrasi teorileri, özellikle devlet iktidarının menşei ve sahibi konusundaki görüşler, Hristiyan Ortaçağına ait birer teori hüviyetinde olduklarından, bunların bugün için ancak tarihî bir mana ifade ettikleri doğrudur. Yahudi ve Hristiyan dünyalarında din ile devlet arasındaki nazarî ve tatbikî ilişkileri tarihî boyutu ve aktüel ve çağdaş yapısı içinde bütün genişliği ve derinliği ile ele alıp incelemek muhakkak ki, ilgi çekici akademik bir konu teşkil eder. Ancak, bu konunun mahiyetini ve İslâm ile olan alâkasını değerlendirmemiz için vazgeçilmez gereklilik taşımamaktadır.

İslâmın devlet anlayışını teokratik olarak niteleyenler daha çok onun muarızlarıdır.

Teokrasinin İslâmla alâkası var mıdır?

İslâm hükümeti Alu İmrân 3/159. ayette belirtildiği üzere meşveret (istişâre) esası üzerine kurulmuştur (Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli'l fıkh, Bağdad 1405/1985, s. 358; M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Trc. S. Tuğ), İstanbul 1980 II, 942). Bu özelliğiyle İslam idaresi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır (İzzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne'l-Esâle ve'l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28).

İslâmiyet’in gönüller üzerindeki hâkimiyetini, insan hayatına getirmiş olduğu şaşmaz ölçü ve gerçekleri kavrayamayan, onun asırlarca cihanı aydınlatan nurlu mazisinden rahatsız olan ve dinî bir gelişmeyi hazmedemeyen bir kısım zihniyetin müdafileri, İslâmiyet’i karalamak için çeşitli "yaftaları" ileri sürerler. Bunlardan birisi de "teokrasi" tâbiridir.

Batıdan ithal edilen birçok tâbirin arasında "teokrasi" de ülkemize girmiş; bilir bilmez şahıslar tarafından kullanılır olmuştur. Bu tabiri kullananlar "din" denince, aslından uzaklaştırılmış birer din olan Hıristiyanlıkla Yahudiliği; kıyamete kadar baki kalacak olan İslâmiyet’le bir kefeye koyarak bir arada düşünme, değerlendirme, karşı koyma yoluna girmişlerdir.

İslâm’da yeri olmayan, fakat varmış gibi gösterilmeye çalışılan teokrasinin ortaya çıkışı ve tarihî seyri kısaca şöyle olmuştur:

Bilindiği gibi, Cenab-ı Hak, Hz. İsa'yı fiilen idarî işlerle vazifelendirmemişti. Bu sebeple Hıristiyanlıkta devlet idaresine dâir hiçbir hüküm yoktu. Sadece imanı ve ahlâkî esaslar bulunuyordu.

Fakat papazlar İncil'de varmış gibi göstererek iktidarı ellerine alabilecekleri yolunda hükümler uydurdular. İdareyi ellerinde tutmak için hemen yeni bir idare şekli tesbit ettiler. Bunun için de örflerden ve eski mukaddes kitaplardan içtimaî kaideler ve siyasi prensipler çıkararak İncil'e ilâve ettiler. Yani Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinde değişiklik yaptılar, tahrifata uğrattılar. Bundan sonra Hıristiyan halkı papazlar idare etmeye başladılar. Böylece "papazlar devleti" ortaya çıktı. İşte bu idare şekli de "teokrasi" olarak isimlendirildi.

Teokrasi idaresi Bediüzzaman'ın ifade ettiği gibi "Ruhbanlara (Papazlara) kayıtsız şartsız teslimiyet ve körü körüne taklit" anlayışını getirdi. Daha sonraları ise, "papazların ve ruhanî reislerin riyaset ve tahakkümleri (baskıları)" şekline döndü.

Görüldüğü gibi, teokrasi, Ortaçağ papazlarının idaresini ifadede kullanılmaktadır. İslâmiyet’te ise böyle bir idare şekli kesinlikle yoktur. Onun tebliği ettiği devlet ve idarî görüşle istibdadın, zulüm ve baskının eserine bile rastlamak mümkün değildir. İslâm’ın kabul ettiği ve tatbik ettiği idarî sistem "cumhuri"dir. Seçimle iş başına getirilen idarî bir heyet ve teşekküldür. Asr-ı Saadet bunun en açık misalidir.

Zaten Peygamberimiz (a.s.m.) Hz. İsa gibi sadece âhiretle ilgili olan imanî ve ahlâkî esasları değil, dünya ve âhiret hayatını birden tanzim eden imanî, ahlâkî ve siyasî hükümleri birden tebliğ buyurmuştur. Bu hususlarda en ince bir noktayı bile Peygamberimiz bildirmiş, bizzat tatbik ederek de göstermiştir. Çünkü onun tebliğ ettiği Kur'ân esasları insanın bütün bir hayatını nizam altına alıyordu. Dolayısıyla, İslâmda diğer dinlerde olduğu gibi, din bir baskı unsuru olarak kullanılmamış, insanların her türlü maddî ve manevî saadetlerine vesile olmuştur.

Onun içindir ki, ruhban sınıfı gibi dinî bir sınıf, papaz idaresi gibi din kisvesi altında baskı ve zulme dayalı bir idarî sistem İslâmda mevcut olmamıştır. İslâm tarihi boyunca hiçbir hoca, hiçbir din âlimi devlet idaresinde hak iddia etmemiştir. İdarî hususta İslâmiyetin kendilerine bir selâhiyet verdiğini savunmamıştır. Sadece idarecilerin icraatlarının İslâmiyete uygun olup olmadığı hususunda görüşlerini bildirmişler, sorulduğunda fikirlerini söylemişlerdir.

Ayrıca İslâmda idarecinin her sözüne kayıtsız şartsız teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmek yoktur.

Müslümanlar halifeye hesap sorabilirler, anlamadıkları hususların izahını isteyebilirlerdi. Hz. Ömer'in bu hususta pek çok tatbikatı vardır. Müslümanlar idarî bakımdan en üst seviyede olan bu zata, "Hak ve hakikatten ayrılır-san, seni kılıcımızla doğrulturuz" diye ikazda bulunabilmişlerdir. Hz. Ömer ise bu çeşit ikazlara kızmamış, bilâkis memnun olmuş, onlara karşı minnettarlığını belirtmiştir.1

Bütün bu hususlar teokrasinin İslâmiyetle yakından uzaktan yakından bir alâkasının olmadığını göstermektedir.

1. Asr-ı Saadet, 4:466.

Mehmed Paksu

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun