MİRAÇ MUCİZESİ NASIL AÇIKLANABİLİR?

MİRACIN BEDENLE OLDUĞUNA DAİR BİRİNCİ DELİL

Dersimize "isra" ve "miraç" kavramlarının manasını hatırlatarak başlayalım:

Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya, bir gece yürüyüşüyle götürülmesine “isra” denir. Oradan göklere çıkarılmasına da “miraç” denir. İsra ve miraç kavramları farklı olsa da günlük kullanımda miraç denildiğinde her iki olay birlikte kastedilir. 

Âlimlerimiz şöyle der: Miraç üç bölümden meydana gelir:

1. Hazreti Peygamber (a.s.m.)'ın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi. Bu, ayet-i kerime ile sabit olduğundan dolayı bunu inkâr eden kâfir olur.

2. Peygamberimiz (a.s.m.)'ın göklere, yüksek makamlara ve sidretü'l-müntehaya çıkması. Bu, meşhur hadis ile sabittir. Bunu inkâr eden ehl-i dalalet olur. (Meşhur hadis, her tabakada en az üç ravisi bulunan hadistir.)

3. Peygamberimiz (a.s.m.)'ın âlem-i vücuba girmesi; Arş'ı, Kürsî'yi, cennet ve cehennemi müşahede etmesi. Bu, ahad hadis ile sabittir. Bunu inkâr eden ehl-i bid’a olur. (Ahad hadis, herhangi bir tabakada tek bir ravisi bulunan hadistir.)

Bizler bu eserde, Peygamberimiz (a.s.m.)'ın miraçta gördüklerine ve seyahatinin teferruatına girmeyeceğiz. Zaten bunun bir kısmını biliyorsunuz; cami kürsülerinde çokça dinlemişsinizdir. Seyahatin detayını öğrenmek isteyenler -başta Buhârî ve Müslim olmak üzere- hadis kaynaklarına müracaat edebilirler. 

Bizim bu eserdeki odak noktamız, miracın bedenle olduğu meselesidir. Maalesef bazı sözde âlimler miracın uykuda gerçekleştiğini söylemektedirler. Bizler bu eserde -Allah'ın izni ve yardımıyla- miracın bedenle olduğunu kati bir surette ispat edeceğiz. 

Sözü daha fazla uzatmayalım ve şimdi meselenin birinci deliline geçelim. 

Miracın bedenle olduğuna dair birinci delil, isra seyahatinin anlatıldığı İsra suresinin 1. ayet-i kerimesidir. Bu ayet-i kerimede şöyle buyrulmuş: 

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى

Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürüten Zatı tesbih ve tenzih ederiz. (İsra, 17/1)

İsra seyahatinin anlatıldığı bu ayet-i kerimede,  أَسْرَى بِعَبْدِهِ  denilerek  عَبْد  ifadesi kullanılmıştır. Abd lafzı, ruh ve bedenin toplamından ibarettir ve Kur’an’da geçtiği bütün yerlerde ruh ve beden bütünlüğünü ifade etmiştir. Mesela Alak suresinde şöyle buyrulmuştur:

أَرَأَيْتَ الَّذِي يَنْهَى عَبْدًا إِذَا صَلَّى   

Namaz kıldığı zaman bir kulu engelleyeni gördün mü? (Alak, 96/9-10) 

Bu ayetteki "abd" kelimesiyle, beden ve ruh bütünlüğü kastedilmiş; sadece beden veya sadece ruh kastedilmemiştir.

Yine Hazreti Nuh hakkında şöyle buyrulmuş:

  اِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا  

Şüphesiz o, şükreden bir kuldu. (İsra, 17/3)  

Bu ayetteki "abd" kelimesiyle yine beden ve ruh bütünlüğü kastedilmiş; sadece Hazreti Nuh'un ruhu veya sadece bedeni kastedilmemiş.

Yine Hazreti Musa'nın seyahatinin anlatıldığı ayette şöyle buyrulmuş:

 فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَا  

Kullarımızdan bir kulu buldular. (Kehf, 18/65)

Bu ayette bahsedilen kul Hazreti Hızır'dır. Ona "abd" denilmiş ve bu ifadeyle onun beden ve ruh bütünlüğüne kastedilmiş; sadece ruhu veya bedeni kastedilmemiş.

Yine Allahu Teâlâ Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman hakkında,  نِعْمَ الْعَبْدُ "Ne güzel kuldur." buyurmuş; bununla da onların ne sadece ruhunu ne de bedenini kastetmiş. "Abd" kelimesiyle, ruh ve beden birlikteliğinden oluşan bütünü kastetmiş.

Misalleri çoğaltmak ve onlarca misal vermek mümkün. İşin özü şu: Kur'an'daki bütün "abd" kelimeleriyle beden ve ruh bütünlüğü kastedilmiştir. Kur'an'daki hiç bir "abd" kelimesiyle sadece ruh kastedilmemiştir. 

O hâlde isra seyahatinin anlatıldığı ayet-i kerimedeki “abd” kelimesiyle de beden ve ruh bütünlüğü kastedilmiş olmalıdır. Bu da İsra seyahatinin beden ve ruhla birlikte yapıldığını ispat eder. 

Eğer isra bedenle olmayıp sadece ruhla olsaydı, Allahu Teâlâ  أَسْرَى بِعَبْدِهِ  "Kulunu yürüttü." demez,  أَسْرَى بِرُوحِ عَبْدِهِ  "Kulunun ruhunu yürüttü." derdi. Ama böyle dememiş,  أَسْرَى بِعَبْدِهِ demiş. 

Madem Allahu Teâlâ  böyle demiş, o hâlde isra seyahati bedenle olmuştur. Bunu inkâr etmek, Kur'an'ın lafzını inkâr etmektir.

MİRACIN BEDENLE OLDUĞUNA DAİR İKİNCİ DELİL

Miracın bedenle olduğuna dair ikinci delilimiz İsra suresinin birinci ayetinde geçen سُبْحَانَ lafzıdır. Şöyle ki:

İsra suresinin birinci ayetinde şöyle buyrulmuş: 

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى

Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürüten Zatı tesbih ve tenzih ederiz. (İsra, 17/1)

İsra seyahatinin anlatıldığı bu ayet-i kerimede سُبْحَانَ الَّذِي  denilerek ayete  سُبْحَانَ lafzıyla başlanmıştır. Şimdi sorumuz şu: 

— "Sübhan" lafzı Kur'an'da hangi tip olaylar anlatılırken kullanılmış? 

El-Cevap: Allah’ın azametini ve kibriyasını gösteren olaylarda, aklın idrakten âciz kaldığı hadiselerde, insanın aklına sığıştıramadığı ve kalben kabulde zorlandığı haberlerde kullanılmıştır. Birkaç örnekle meseleyi izah edelim:

Yasin suresinde şöyle buyrulmuş:

سُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ  

Her şeyin melekûtu -yani mülkiyet ve idaresi- elinde olan Zatı tesbih ederiz. (Yasin, 36/83)

Bakın, bu ayet-i kerime, her şeyin dizgininin Allah'ın elinde olduğunu beyanla, Allah'ın azametini gösteriyor. Şu koca kâinatın tek bir elden idare edildiğini beyan ediyor. Bu meseleyi anlamaktan âciz kalan akıllara ve daralan kalplere "sübhan" lafzıyla imdat ediliyor. Yani deniliyor ki: 

— Allah sübhandır. Bütün eksik ve kusurlardan, acz ve noksanlıklardan münezzehtir. Sübhan olan Zat elbette bunu yapmaya kadirdir.

Başka bir örnek gösterelim. Enbiya suresinde şöyle buyrulmuş:

سُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ  

Arş'ın sahibi olan Allah'ı, onların vasfetmelerinden tenzih ve tesbih ederiz. (Enbiya, 21/22)

Bu ayette de Allah'ın azameti nazara verilmiş ve Allah'ın Arş'ın sahibi olduğu beyan edilmiş. Müşriklerin eş, çocuk ve evlat isnatlarından Allah'ın beri olduğu beyan buyrulmuş. Bu azamet ve kibriyanın, izzet ve celalin, akıl ve kalplerde kabulü için de ayete "sübhan" lafzıyla başlanmış. Yani şu denilmek istenmiş: 

— Koca Arş, Allah'ın sadece küçük bir mahlukudur. Allah onun rabbidir ve sahibidir. Böyle yüce bir Zat, nasıl olur da eş, çocuk ve evlat edinir. Sübhan sıfatıyla mevsuf olan bir Zatbundan son derece yücedir.

İşte bu manayı veren lafız ayetin başındaki "sübhan" lafzıdır.

Son bir örnek daha verelim. Yasin suresinde şöyle buyrulmuş:

سُبْحَانَ الَّذي خَلَقَ الاَزْوَاجَ كُلَّهَا   

Bütün çiftleri yaratan Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz. (Yasin, 36/36)

Bu ayette de Allah'ın azameti nazara verilmiş. Âdeta yeryüzü ve şu koca kâinat bir tarla;içindeki mahlukat, o tarlaya ekilmiş birer ekin gibi gösterilmiş. O tarlanın tamamı ve içindeki her çift Allah'ın olup O'nun mülküdür. Allah'ın kudreti her şeye nüfuz etmiş, hiçbir şey O'nuntasarrufundan hariç kalmamış. 

İşte bu faaliyet ve hallâkiyet karşısında daralan akıllara, sıkışan kalplere "sübhan" lafzıyla imdat edilmiş ve bu lafzın manasıyla şöyle denilmiş

— Allah'a bunu yapmak çok kolaydır. Hiçbir iş O'na zor gelmez. Bütün kâinat O'nun kabza-i kudretindedir. Allahu Teâlâ kendisine bir şey zor gelmekten sübhandır. 

Bu üç örnek gibi, Kur'an'da "sübhan" lafzıyla başlayan bütün ayetlerde, Allah'ın azametini gösteren icraatlardan bahsedilmiş ve bununla Allah'ın büyüklüğü nazara verilmiş. 

İsra seyahatinin anlatıldığı İsra suresinin birinci ayet-i kerimesinde de  سُبْحَانَ الَّذِي  denilerekayete “sübhan” lafzıyla başlanmış. 

Demek, isra seyahatinde de Allah'ın azamet ve büyüklüğü gözükmektedir. Azamet ve büyüklüğün gözükebilmesi için de bu seyahatin bedenle olması gerekir. Allah'ın azameti ve büyüklüğü, bir beşeri bedenle seyahat ettirmede hakkıyla gözükmekte ve dinleyene “Sübhanallah” dedirtmektedir. Eğer isra hadisesi rüyada gerçekleşseydi ayete “sübhan” lafzı ile başlanması yersiz olurdu. Zira bir kişiye rüyasında bu gibi şeyler gösterilmesinde Allah’ın büyüklük ve azameti hakkıyla gözükmez. 

Sözün özü: Madem ayet-i kerimeye “sübhan” lafzıyla başlanmış, o hâlde isra hadisesindeAllah’ın azamet ve büyüklüğü gözükmektedir. Azamet ve büyüklüğün gözükebilmesi için debu seyahatin bedenle olması gerekir.

MİRACIN BEDENLE OLDUĞUNA DAİR ÜÇÜNCÜ DELİL

Miracın bedenle olduğuna dair üçüncü delilimiz İsra suresinin birinci ayetinde geçen  أَسْرَىبِعَبْدِهِ  ifadesidir. Şöyle ki:

İsra suresinin birinci ayetinde şöyle buyrulmuş: 

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى

Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürüten Zatı tesbih ve tenzih ederiz. (İsra, 17/1)

İsra seyahatinin anlatıldığı bu ayet-i kerimede  أَسْرَى بِعَبْدِهِ  “Kulunu gece yürüttü.” ifadesi geçmektedir.  أَسْرَى fiili "gece yolculuğu yapmak" manasındadır. Fiil  بِ  harf-i ceriylebirlikte kullanıldığında müteaddi olur. Bu durumda, "gece yürüyüşü yaptırmak, gece yürütmek" manasına gelir.

أَسْرَى fiilinin bu manasını bulmak için uzaklara gitmeye gerek de yoktur. Bu fiil emir sigasıylaKur'an'da 5 defa geçmektedir. 

Hûd suresi 81. ayet ve Hicr suresi 65. ayette, Hazreti Musa'ya hitaben şöyle denir:

 فَأَسْرِ بِاَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِنَ الَّيْلِ

Gecenin bir kısmında aileni yürüt. (Yani onları geceleyin Mısır'dan çıkart.) (Hûd, 11/81; Hicr, 15/65)

Taha suresi 77. ayette yine Hazreti Musa'ya hitaben şöyle denir:

وَلَقَدْ أَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَسْرِ بِعِبَادِي   

Andolsun ki Musa'ya, "Kullarımı geceleyin yürüt." diye vahyettik. (Taha, 20/77)

Şuara suresi 52. ayette buna benzer şekilde şöyle geçer:

وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَسْرِ بِعِبَادِي إِنَّكُم مُتَّبَعُونَ  

Musa'ya, "Kullarımı geceleyin yürüt, şüphesiz takip edileceksiniz." diye vahyettik. (Şuara, 26/52)

Duhan suresi 23. ayette yine buna benzer bir şekilde şöyle geçer:

فَأَسْرِ بِعِبَادِي لَيْلاً إِنَّكُمْ مُتَّبَعُونَ  

Kullarımı geceleyin yürüt. Şüphesiz siz takip edileceksiniz. (Duhan, 44/23)

Kelimenin geçtiği beş ayette de أَسْرَى fiili "gece yürüyüşü yaptırmak" manasında kullanılmıştır. Bütün bu kullanımlarda bir yürüyüş ve bir fiil söz konusudur. Bu yürüyüş rüya veya hayalî bir yürüyüş değil; ayakların üzerinde, bedenle ve cisimle bir yürüyüştür.

İsra seyahati de aynı kelimeyle anlatılmış, أَسْرَى بِعَبْدِهِ "Kulunu gece yürüttü." denilmiştir. Budurumda, isra seyahatinin de rüyada değil, bedenle olması gerekir. 

Hem bu kelimede, yürüyüş yapan kişinin bedeniyle hareket etmesi vardır. Bir kişinin hayalen, keşfen veya rüyada gezdirilmesinde أَسْرَى fiili asla kullanılmaz. 

Sözün özü: “Gece yürüttü” manasındaki  أَسْرَى kelimesi miracın bedenle olduğuna delildir.

MİRACIN BEDENLE OLDUĞUNA DAİR DÖRDÜNCÜ DELİL

Miracın bedenle olduğuna dair dördüncü delilimiz Necm suresindeki miraçla ilgili ayetlerdir. Bu ayetler miracın hem bedenle olduğunu hem de Peygamberimiz (a.s.m.)'ın semaya yükseldiğini ispat etmektedir. 

İlk önce Necm suresinin ilk 18 ayetinin manasına bakalım, daha sonra üzerine konuşalım:

وَ النَّجْمِ إِذَا هَوَى Battığı zaman yıldıza andolsun ki.

مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى Arkadaşınız (Hazreti Muhammed) sapmadı ve azmadı.

وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى O, hevasından da konuşmaz.

إِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْيٌ يُوحَى Onun konuşması kendisine vahyedilenden başkası değildir.

عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى Kendisine o vahyi, kuvvetleri şiddetli olan (Hazreti Cebrail) öğretti.

ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى O ki üstün bir akla sahiptir. Ve hemen doğruldu. (Yani melek şekliyle ve o haşmetli vücuduyla dimdik oldu.)

وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى O en yüksek ufukta idi.

ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى Sonra yaklaştı ve sarktı. (Yani sonra Hazreti Cebrail Peygamberimize yaklaştı.)

فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar veya daha az kaldı. (Yani Hazreti Cebrail ile Peygamberimiz arasında iki yay veya daha az bir mesafe kaldı.)

فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى Kuluna vahyettiği neyse onu vahyetti.

مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى Gördüğünü kalbi yalanlamadı.

أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى Onun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?

وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى Andolsun onu bir kez daha görmüştü. (Yani Peygamberimiz Hazreti Cebrail'i böyle melek hâliyle bir daha görmüştü. Peygamberimizin diğer görüşlerinde HazretiCebrail insan suretinden gözüküyordu.)

عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى Sidretü'l-müntehânın yanında görmüştü.

عِندَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى O sidretü'l-müntehânın yanında me'vâ cenneti vardır.

إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى Sidre'yi kaplayan kaplıyordu. (Bir görüşe göre, Allah'ın nuru; diğer bir görüşe göre, melekler Sidre denilen mekânı kaplıyordu.)

مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى Peygamberin gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı.

لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى Andolsun ki o, Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü. (Bazı müfessirler bu en büyük ayetin Hazreti Cebrail olduğunu söylemişlerdir.)

Bu ayet-i kerimelerin izahını tefsir kitaplarına -bilhassa Râzî Hazretlerinin tefsirine- havale ediyoruz. Biz sadece bu ayetlerden konumuza bakan kısmı izah edeceğiz. Aslında hiç izah etmesek ve sadece manaya baksanız, Peygamberimiz (a.s.m.)'ın miraçta semaya yükseldiğini anlarsınız. Ancak biz yine de biraz detaya girelim:

Sizlere şöyle bir soru sorsak: 

— Göz bedenin mi yoksa ruhun mu bir uzvudur? 

Herhâlde cevabınız, bedenin bir uzvu olduğudur. Zira ruhun görmek için göze ihtiyacı yoktur. Ruh bu âlemi göz penceresiyle görür. Bedenden çıkıp ayrıldığında artık o pencereye ihtiyaç duymaz. 

Bu izahtan sonra, şimdi şu ayet-i kerimeye bir daha bakalım:

 مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى Gözü ne kaydı ne de haddi aştı. (Necm, 53/17)

"Gözü kaymadı." ifadesi, Peygamberimiz (a.s.m.)'ın başka bir yere bakmaması manasındadır. Yani gözü başka bir yere kaymadı ve sağa sola dönmedi.

"Gözü haddi aşmadı." ifadesi ise "olduğundan farklı görmemesi" ve "yok olanı mevcut olarak hayal etmemesi"dir. Yani gördüğü haktır ve gerçektir.

— Göz neyin uzvuydu?

Bedenin uzvuydu.

— Peki, ayet-i kerime ne diyor?

Diyor ki: Gözü kaymadı ve haddi aşmadı. 

— Bu ifadeden bu seyahatin bedenle olduğu anlaşılmaz mı? 

Zira göz bedenin bir uzvudur. Eğer miraç ruhun rüyada bir seyahati olsaydı, ayet-i kerimedebedenin uzvu olan gözden bahsedilmezdi. Ruhun gözü yoktur ve görmek için göze ihtiyacı da yoktur. Bu durum da ispat eder ki miraç ruhla değil, bedenle olmuştur.

Şimdi de Peygamberimiz (a.s.m.)'ın gökyüzüne çıktığını ispat edelim: 

Sorumuz şu: 

— Peygamberimiz (a.s.m.) Hazreti Cebrail'i nerede gördü?

Ayet diyor ki: Sidredü'l-müntehânın yanında gördü. 

— Peki, Sidredü'l-müntehânın yanında ne var?

Cennetü'l-me'va var. 

— Peki, dünyada cennetü'l-me'va ve sidredü'l-müntehâ diye bir yer var mı?

Benim bildiğim kadarıyla yok! Siz böyle bir yer biliyor musunuz? Herhâlde bilmiyorsunuzdur. 

Sidredü'l-müntehâ: Yedinci gökte ve Arş'ın sağında bulunan bir ağaçtır. Sidredü'l-müntehâ hakkında detaylı bilgiyi arzu edenler tefsir kitaplarına bakabilirler. Biz kendi konumuza dönelim:

Peygamberimiz (a.s.m.) Hazreti Cebrail'i sidredü'l-müntehâda gözüyle gördü. Bu hakikatayet-i kerime ile sabittir. Şimdi sorumuz şu: 

— Peygamberimiz (a.s.m.)'ın sidredü'l-müntehâda Hazreti Cebrail'i gözüyle görebilmesi içinsidredü'l-müntehâda olması gerekmez mi?

Elbette gerekir.

— Peki, sidredü'l-müntehâda olabilmesi için, Peygamberimizin miraçta gökyüzüneyükselmesi ve ta sidredü'l-müntehâya kadar gitmesi gerekmez mi?

Elbette gerekir.

— Peki, bu gereklilik, peygamberimizin miraçta semaya yükseldiğini ispat etmez mi?

Biraz aklı ve muhakemesi olana ispat eder. Zaten aklı ve muhakemesi olmayana ne desek boştur!

MİRACIN BEDENLE OLDUĞUNA DAİR BEŞİNCİ DELİL

Miracın bedenle olduğuna dair beşinci delilimizde şöyle akli bir delil sunacağız:

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) insanlara bir gecede yaptığı seyahati anlatıyor. 

— Acaba ne anlatıyor da müşrikler Peygamberimizle alay ediyor ve dalga geçiyor?

— Acaba ne anlatıyor da yeni Müslüman olan bir kısım insanlar dinden dönüyor ve kâfir oluyor?

— Acaba ne anlatıyor da sahabeler bile kabullenmekte bu kadar zorlanıyor? İmanları sebebiyle kabul etseler de hadiseyi akıllarına sığıştıramıyor ve kalplerine yerleştiremiyor!

— İnsanların kabullenmekte bu kadar zorlandıkları seyahat ne olabilir?

Acaba Peygamber Efendimiz (a.s.m.): "Ben dün gece rüyamda Mescid-i Aksa'ya gittim. Oradan da semaya yükseldim. Şöyle şöyle şeyler gördüm." deseydi ve bu seyahatin rüyada geçtiğini söyleseydi, müşrikler Peygamberimizle öyle alay eder ve dalga geçer miydi? Bir kısım insanlar dinden döner miydi? Ve imanda sebat gösteren diğer Müslümanlarkabullenmekte bu kadar zorlanır mıydı?

Hayır, bunların hiç biri olmazdı! Çünkü rüyada bu gibi şeyleri görmek, değil bir peygamber için, bizler için bile mümkündür. Kalbi biraz tasaffi etmiş birisi rüyasında bu gibi şeyleri görebilir. Hatta siz bile rüyanızda kaç defa Kâbe'ye gitmiş, orada tavaf etmişsinizdir. Yine bir kısmınız cenneti görmüş hatta yemeklerinden tatmıştır.

Eğer Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Ben bu seyahati rüyada yaptım." deseydi ona asla itiraz edilmez ve biraz önce saydığımız hadiseler vukua gelmezdi.

Demek, Peygamberimiz (a.s.m.) başka bir şeyden bahsediyor. Öyle bir şey ki örfte emsali yok; daha önce kimse böyle bir şeyden bahsetmemiş; akıllar kabul edemiyor ve kalplere sığmıyor!

Hatta bu öyle bir hadise ki Peygamberimizin sözünü tasdik etmesi Hazreti Ebû Bekir (r.a.)'a "sıddık" lakabını kazandırıyor. Çünkü Peygamberimiz (a.s.m.) bu hadiseyi anlatınca müşrikler hemen Hazreti Ebû Bekir'in yanına koşuyorlar ve olayı ona alay eder bir tarzda anlatıyorlar. 

Ona: "Buna da inanabilir misin?" diyorlar. Hazreti Ebû Bekir'in cevabıysa, "O söylüyorsa doğru söylüyordur." oluyor. İşte bu sözü ondan başkası söyleyemediği için de "sıddık" lakabı ona layık görülüyor.

Şimdi sorumuzu bir daha tekrar edelim: 

— Bu nasıl bir seyahattir ki Peygamber Efendimiz (a.s.m.) anlattığında ortalık toz duman oluyor, niceleri imandan dönüyor, en samimiler dahi tasdikte zorlanıyor?

Aklınıza, "Bu seyahati bedenle yapmış olmalıdır." cevabından başka bir şey geliyor mu?

Herhâlde gelmiyordur ve gelemez. Mantık bu hadiseleri başka bir şeyle izah edemez.

Eğer miraç hadisesini rüya kabul edersek müşriklerin Peygamberimizle alay etmesini izah edemeyiz; dinden dönmeleri izah edemeyiz; Müslümanların kabuldeki zorlanmasını izah edemeyiz. Bu hadiseleri izah etmenin tek yolu, bu seyahatin bedenle olduğunu kabul etmektir.

MİRACIN BEDENLE OLDUĞUNA DAİR ALTINCI DELİL

Miracın bedenle olduğuna dair altıncı delilimiz şöyle fıkhi bir meseledir:

Miraç gecesinde Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'a Bakara suresinin son ayetleri vahyedilmiştir. Bu konuda İbni Mesud Hazretleri şöyle der: 

— Resulullah (a.s.m.)’a miraçta üç şey verilmiştir. Bunlar: Beş vakit namaz, Bakara suresinin son ayetleri ve ümmetinden Allah’a şirk koşmayanların büyük günahlarının affedileceğidir. (bk. Buhârî, Salât, 1; Müslim, İman 76; Nesâî, Salât, 1)

Kur'an ayetlerinin tamamı Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'a uyanıkken vahyedilmiş; asla rüyada vahyedilmemiştir. Evet, peygamberlerin rüyaları da vahiydir. Ancak bunlar Kur’an ayeti gibi değildir.

Bakara suresinin son ayetleri miraç gecesi vahyedilmiştir. İşte bu hâl ispat eder ki miraç uykuda gerçekleşen bir hadise değildir. Eğer miraç uykuda gerçekleşseydi ayetler vahyedilmez ve inzal buyrulmazdı. 

Ayetlerin vahyi, miracın uykuda gerçekleşmediğine ve bunun bir rüya olmadığına delildir. Bu da ispat eder ki bu seyahat uyanık iken, beden ve ruh birlikteliğiyle olmuştur.

MİRACIN BEDENLE OLDUĞUNA DAİR YEDİNCİ DELİL

Miracın bedenle olduğuna dair yedinci delilde şöyle bir tahlil yapacağız:

Hadis-i şeriflerde, isra seyahati esnasında Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın "Burak" isimli bir bineğe bindiğinden bahsedilmektedir. Bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle der: 

— ...Katırdan küçük, merkepten büyük beyaz bir bineği çekti ve yularını tutarak bana "Bin." dedi. Hemen Burak denilen bu bineğe bindim. Cebrail’in refakatinde hareket ettik. Burak o kadar hızlı gidiyordu ki ayağını, gözümün gördüğü en son noktaya basıyordu. Bir anda Kudüs’e vardık...

Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın "Burak" isimli bineğe binmesiyle ilgili hadis-i şerifler, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere neredeyse bütün hadis kitaplarında geçmektedir. (bk. Buhârî, IV, 248; Müslim, I, 145; Tirmizî, V, 301; Ahmed İbni Hanbel, III, 148; Beyhakî, II, 362-363; Begavî, II, 177; İbni Esîr, Câmiu'l-usûl, XII, 53; Ebû'l-Fidâ, III, 8)

Bu noktada delilimiz şu: Miraç seyahatinin Burak ile yapılması bu seyahatin bedenle olduğunu ispat eder. Zira ruhun seyahat için bineğe ihtiyacı yoktur ve rüyadaki bir seyir için bineğe binilmez. Binek ancak beden için bir araç olabilir. Bu da ispat eder ki bu seyahat bedenle olmuştur.

MİRACIN BEDENLE OLDUĞUNA DAİR SEKİZİNCİ DELİL

Miracın bedenle olduğuna dair sekizinci delilimiz bu konudaki hadis-i şerifler, âlimlerin icmaıve ümmetin ittifakıdır.

Miracın anlatıldığı hadislerde bahsi geçen olaylar miracın bedenle olduğunu ispat etmektedir. Mesela: 

– Peygamberimiz (a.s.m.)'ın Mescid-i Aksa’da peygamberlere namaz kıldırması.

– Hazreti Cebrail'in Burak isimli bineği getirmesi ve Peygamberimize "Bin." demesi.

– Göklere yükselip sema kapılarının açılması istendiği zaman, Cebrail’e: “Yanındaki kim?” diye sorulması; onun da “Muhammed” diye cevap vermesi.

– Peygamberimiz (a.s.m.)'ın semavatın her bir tabakasında bir peygamberle karşılaşıp konuşması ve peygamberlerin ona “Hoş geldin!” demesi.

– Miracın anlatıldığı bir hadis-i şerifte, Peygamberimiz (a.s.m)’ın: “Cebrail elimi tuttu ve beni semaya çıkardı.” diye söze başlayıp, “Cebrail beni öyle yüksek bir yere çıkardı ki orada kaza ve kaderi yazan kalemin cızırtılarını duymaya başladım.” buyurması.

– Sidretü’l-müntehâya varıp cennete girmesi ve haber verdiği şeyleri orada görmesi...

İşte bütün bunlar miracın uyanık iken, bedenle yapılan bir seyahat olduğunu ispat etmektedir. 

Hadis ve siyer kaynaklarında isra ve miraçla ilgili birçok rivayet mevcuttur. 

– En eski siyer kaynağı olan İbni İshak’ın "es-Siyretü’n-Nebeviyye" isimli eserinde,

– Onun şerhi mahiyetinde olan İbni Hişam’ın aynı adı taşıyan eserinde,

– Yine en sahih hadis kitapları olan Buhârî ve Müslim'de bu hadisler kaydedilmiştir.

Buhârî'de 6 sahabeden 26 farklı rivayet, Müslim’de 7 sahabeden 16 farklı rivayet vardır.

Bu konuda sahabenin de icmaı vardır. Başta Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, HazretiOsman, Hazreti Ali, İbni Mesud ve İbni Abbas Hazretleri olmak üzere, bu hadis-i şerifler sahabeden kalabalık bir cemaat tarafından rivayet edilmiştir. 

İmam Kurtubî Hazretleri, isra ve miraçla ilgili hadislerin bütün hadis kitaplarında yer aldığını; sahabeden gelen rivayetlerin İslam dünyasının her tarafına yayıldığını ve muhaddislere birçok tarikle ulaşmış bulunduğunu söylemektedir. Böylelikle yirmi kadar sahabeden gelen bu rivayetler artık tevatür derecesine ulaşmıştır.

Bizler bu hadis-i şerifleri hadis kitaplarına havale ediyoruz. Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, bütün hadis kitaplarında bu hadisleri bulabilirsiniz.

Bu derste anlatmak istediğimiz şey şu: Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın miraçta gökyüzüne yükselmesi sadece bir iki sahabe tarafından nakledilmiş ve sadece zayıf hadis kitaplarında yer alan bir mesele değildir. Bu hadisler -sahabenin en büyükleri dâhil- yirmi kadar sahabe tarafından nakledilmiştir. Daha önce dediğimiz gibi, İmam Buhârî 6 sahabeden 26 farklı rivayet; İmam Müslim 7 sahabeden 16 farklı rivayet nakletmektedir. Buhârî ve Müslim, Kur'an'dan sonra İslam'ın en sahih kaynaklarıdır. 

Böyle bir ittifaka mazhar olan hadis-i şerifler asla inkâr edilemez. İnkar eden, gündüzün ışığında güneşe gözünü kapayan ve "Gece oldu." giyen kimseye benzer. Gözü kapamaklagüneşin ışığı yok olmaz. Gözünü kapayan sadece kendine gece yapar.

"(İSRA GECESİ) SANA AÇIKÇA GÖSTERDİĞİMİZ RÜYAYI..." AYETİNİN İZAHI

Bu dersimizde, miracın rüyada gerçekleştiğini iddia edenlerin birinci sözüne cevap vereceğiz. Onlar şöyle diyorlar:

— İsra suresi 60. ayette, “(İsra gecesi) sana açıkça gösterdiğimiz rüyayı…” buyurulmuş. Burada "rüya" tabiri geçmektedir. Bu da miracın rüyada olduğunu göstermektedir?

Onların bu sözüne cevaben deriz ki: Bir de ayetin devamını okuyalım. Bakalım, ayetin devamında ne diyor:

 مَا جَعَلْنَا الرُّؤيَا الَّتِي أَرَيْنَاكَ إِلاَّ فِتْنَةً لِلنَّاسِ

Sana gösterdiğimiz rüyayı insanlar için bir fitne -yani imtihan- olsun diye yaptık. (İsra, 17/60)

Şimdi sorumuz şu:

— Eğer ayet-i kerimedeki “rüya” lafzıyla, bildiğimiz uykudaki rüya kastedilmişse, ayetin devamında olan “insanlar için bir fitne olsun diye” ifadesi ne anlama gelmektedir?

Bu hadisenin insanlar için bir fitne yani imtihan olabilmesi için, aklın kabul edemediği, fikrin kavramaktan âciz kaldığı, kalplere sığmayan ve örfte emsali olmayan bir hadise olması gerekir. Ancak bu durumda bir imtihan olması söz konusu olabilir. Aksi taktirde bir imtihandan bahsedemeyiz.

Şunu bir düşünün:

— Eğer Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu hadiseyi rüyasında gördüğünü söyleseydi, müşrikler Peygamberimizle alay eder ve dalga geçer miydi?

— Bir kısım Müslümanlar dinden döner miydi?

— İmanda sebat gösteren diğer Müslümanlar kabullenmekte bu kadar zorlanır mıydı?

Hayır, bunların hiç biri olmazdı! Çünkü rüyada bu gibi şeyleri görmek, değil peygamber için, bizler için bile mümkündür. Kalbi biraz tasaffi etmiş birisi rüyasında bu gibi şeyleri görebilir. Hatta sizler bile rüyanızda kaç defa Kabe'ye gitmiş, orada tavaf etmişsinizdir. Yine bir kısmınız cenneti görmüş hatta ırmaklarından içmiştir.

Eğer Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Ben bu seyahati rüyamda yaptım." deseydi, ona asla itiraz edilmez ve biraz önce saydığımız hadiseler vukua gelmezdi.

Demek, Peygamberimiz (a.s.m.) başka bir şeyden bahsediyor. Öyle bir şey ki örfte emsali yok. Daha önce kimse böyle bir şeyden bahsetmemiş. Akıllar kabul edemiyor ve kalplere sığmıyor. Ve insanlar bununla imtihan ediliyor.

— Böyle bir hadise ne olabilir?

Ancak ve ancak Peygamberimiz (a.s.m.)'ın bedeniyle semaya çıkması ve bunu insanlara söylemesi olabilir.

İşte bu sebeple, ayetteki  رُؤيَا  lafzı "uykudaki rüya" manasına gelemez. O hâlde gelin, ayetteki  رُؤيَا  lafzının ne manaya geldiğini, sahabenin en büyük müfessirlerinden olan İbni Abbas Hazretlerinden öğrenelim. Ayetteki  رُؤيَا   lafzı hakkında İbni Abbas Hazretleri şöyle diyor:

— Arapçada رُؤيَا   ile   رُؤيَة ve  قُرْبَى  ile  قُرْبَة  kelimeleri aynı manadadır. Ayetteki  رُؤيَا   lafzıyla  رُؤيَة  yani “temaşa ve seyir” manası kastedilmiştir. Bu, uykudaki rüya değil, o gece Peygamberimize gösterilen temaşadır.

Bunun böyle olduğuna başka bir delil de şudur: Ayetteki  رُؤيَا   kelimesi,  رأى  fiilinden gelmektedir.  رأى  fiili "gözle görmeyi" ifade eder. Eğer ayette, uyku hâlinde görülen rüya kastedilseydi, bu durumda  رأى  fiili değil, حُلْمٌ   kelimesi kullanılırdı. Bu kelimenin çoğulu  اَحْلاَم dır. Kur'an'ın üslubunda rüya için bu kelime kullanılmıştır. Nitekim Yusuf suresi 44. ayette şöyle geçer:

  قَالُوا أَضْغَاثُ أَحْلاَمٍ وَمَا نَحْنُ بِتَأْوِيلِ اْلأَحْلاَمِ بِعَالِمِينَ 

Dediler ki: Bunlar karmakarışık rüyalardır. Biz ise böyle rüyaların yorumunu bilemeyiz. (Yusuf, 12/44)

Gördüğünüz gibi, Kur'an'da uykudaki rüya için  اَحْلاَم  lafzı kullanılmıştır. Bu çoğul kelimenin tekili حُلْمٌ  kelimesidir. Eğer miracın anlatıldığı ayette, miracın rüyada olduğu anlatılmak istenseydi   رُؤيَا  kelimesi değil,حُلْمٌ  kelimesi kullanılırdı.حُلْمٌ  kelimesinin kullanılmaması ispat eder ki رُؤيَا   kelimesiyle uykudaki rüya değil, İbni Abbas Hazretlerinin dediği gibi, “temaşa ve seyir” manası kastedilmiştir. Bu da miracın uykuda olmadığını ispat eder.

"GÖĞE ÇIKMADIKÇA SANA ASLA İNANMAYIZ." AYETİNİN İZAHI

Bu dersimizde, miracın rüyada gerçekleştiğini iddia edenlerin ikinci sözüne cevap vereceğiz. Onlar şöyle diyorlar:

— İsra suresi 93. ayetinin beyanıyla, kâfirler Peygamberimiz (a.s.m.)'a şöyle diyorlar: “Göğe çıkmadıkça sana asla inanmayız.” Bu ayet miracın olmadığına delildir. Zira Peygamberimiz (a.s.m.) göğe yükselmiş olsaydı onlar böyle demezlerdi.

İşte onlar böyle diyor. Şimdi, mezkûr ayetin önüne bakalım ve onların Peygamberimiz(a.s.m.)'dan neler istediğini görelim: 

وَقَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتَّى تَفْجُرَ لَنَا مِنَ الأَرْضِ يَنبُوعًا

Ve dediler ki: Bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayız. (İsra, 17/90)

أَوْ تَكُونَ لَكَ جَنَّةٌ مِنْ نَخِيلٍ وَعِنَبٍ فَتُفَجِّرَ الأَنْهَارَ خِلالَهَا تَفْجِيرًا

Veya senin hurma ağaçlarından ve üzüm bağlarından bir bahçen olmalı ve aralarından şarıl şarıl nehirler akıtmalısın! (İsra, 17/91)

أَوْ تُسْقِطَ السَّمَاءَ كَمَا زَعَمْتَ عَلَيْنَا كِسَفًا أَوْ تَأْتِيَ بِاللَّهِ وَالْمَلآئِكَةِ قَبِيلاً

Veya iddia ettiğin gibi, göğü üzerimize parça parça düşürmelisin ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin! (İsra, 17/92)

أَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِنْ زُخْرُفٍ أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاءِ وَلَنْ نُؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتَّى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَقْرَؤُهُ

Yahut altından bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın! Fakat bize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, göğe çıktığına da asla inanmayacağız! (İsra, 17/93)

Şimdi, müşriklerin iman etmek için neleri şart koştuklarını maddeleyelim:

1. Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın yerden bir pınar fışkırtması.

2. Hurma ve üzüm bahçesi olması ve bahçede nehirlerin akması.

3. Göğün üzerlerine parça parça düşmesi.

4. Allah'ın ve meleklerin karşılarına gelmesi.

5. Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın altından bir evinin olması.

6. Göğe çıkması.

7. Gökten de okuyacakları bir kitabı indirmesi.

İşte müşrikler iman etmek için bunları istiyordu. Diğer isteklerini bir kenara bırakıpmeselemiz olan isteklerine bakalım: 

Onlar sadece Peygamberimiz (a.s.m.)'ın göğe yükselmesini yeterli görmüyorlar. Bunu ilaveten diyorlar ki: Bize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, senin göğe çıktığına da asla inanmayacağız!

Yani şunu istiyorlar: Peygamber Efendimiz (a.s.m.) onların gözü önünde göğe yükselecek, sonra gözden kaybolacak, bir müddet sonra elinde bir kitapla gökten inecek, elindeki kitabı müşriklere gösterecek, müşrikler de o kitabı okuyacak.

Müşrikler: "Ancak bunu yaparsan sana iman ederiz." diyorlar. Peygamberimiz (a.s.m.) gözleri önünde göğe yükselse ama gökten elinde kitap olmadan inse Peygamberimize yine inanmayacaklar. Yani Peygamberimizin onların gözü önünde göğe yükselmesi yetmiyor; illaki gökten, okuyacakları bir kitapla inecek. Kitap yoksa iman da yok!

— Şimdi bunun miraçla ne alakası var?

— Onlar miracı mı inkâr ediyor?

— Ya da bir miraç mı istiyor?

Miraç onların gözü önünde olmayan bir hadisedir. İki kısımdan oluşur:

Birinci kısım: Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın Mekke'den Kudüs'e götürülmesi.

İkinci kısmı: Oradan semaya yükseltilmesidir. 

Birinci kısım olan, Mescid-i Haram'dan Mecsid-i Aksa'ya götürülmesi zaten ayetle sabittir. İsra suresinin 1. ayeti bu seyahati anlatmaktadır. Seyahatin bu kısmını inkâr eden zaten kâfir olur. Müşrikler seyahatin bu kısmını da kabul etmiyorlar. Onlar her şeyin gözleri önünde olmasını ve Peygamberimizin gökten bir kitapla dönmesini istiyorlar. Hâlbuki istedikleri şeyimtihan sırrını bozacak bir şeydir. Şöyle ki:

İmtihanın sırrı ister ki akla kapı açılsın ama irade elden alınmasın. Eğer mucizeler iradeyi elden alacak kadar açık olursa o zaman imtihanın sırrı bozulur; herkes ister istemez imana mecbur kalır. Bu durumda da imtihan meydanının açılmasının manası kalmaz. 

İşte bu sebepten dolayı, mucizeler perdeli bir şekilde vukua gelmiştir. Kalbinde hastalık olanlar mucizeleri bir şekilde tevil etmiş, iradeleriyle küfürde ısrar etmiştir. 

Mesela Peygamberimiz (a.s.m.)'ın, parmaklarından su akıtması mucizesine bakalım:

Peygamberimiz (a.s.m.) ellerini kaldırıp da parmaklarından su akıtmıyor. Mübarek elini, içinde su olan bir kabın içini koyuyor ve parmaklarından suyu bu şekilde akıtıyor. O kaptan bir ordu su içiyor, kaptaki su yine eksilmiyor. Ama sadece kaba dikkatle bakanlar parmaklarından akan suyu görüyor. Kalbinde hastalık olanlar ise bu olayı bir şekilde tevil ediyor ve "Zaten kapta su vardı, biz kaptaki sudan içtik." diyerek mucizeyi inkâr ediyor. 

Diğer mucizeler de bu şekilde perdeli vukua gelmiştir. Bazen imtihan sırrını bozacak kadar açık mucizeler olmuşsa da bunlar küçük bir cemaat önünde gerçekleşmiş; o cemaatten bazı fertler buna "sihir" demiş inanmamış; diğerleri inanmış ama onların sözüne de diğerleri inanmamış. Yani hep bir imtihan olmuş. Sözü uzatmamak için örnekleri çoğaltmıyoruz. 

İşte müşriklerin istediği şeyler; Allah'ın gelmesi, meleklerin gelmesi, gözleri önünde Peygamberimizin göğe yükselmesi ve gökten kitapla dönmesi gibi şeyler imtihanın sırrını bozacak şeylerdir. Bu sebeple, bu tür mucizeler vukua gelmemiştir. Ancak miraç böyle bir mucize değildir. Peygamberimiz (a.s.m.) bu seyahati tek başına yapmış ve döndüğünde bu seyahati insanlara anlatmıştır. İman sahipleri inanmış, kâfir ve münafıklar ise inkâr etmiştir. 

Bütün bu izahlarla şunu anladık ki: Müşrikler Peygamberimiz (a.s.m.)'dan vaki olan miraç gibi bir miraç istemiyor. Zaten onu da kabul etmiyorlar. Onlar gözleri önünde gerçekleşecek şekilde, Peygamberimizin semaya yükselmesini ve gökten elinde bir kitapla dönmesini istiyorlar. Bu istekleri gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmeme sebebini de biraz önce anlattık. Bunun gerçekleşmemesi, miracın gerçekleşmediği manasına gelmez. Çünkü miraç bundan tamamen farklı bir hadisedir. İmtihan sırrına uygun bir şekilde gerçekleşmiş; halis müminler iman ederken, diğerleri inkâr etmiştir.

Sözün özü: Müşriklerin, “Göğe çıkmadıkça sana asla inanmayız.” sözlerinin miracı inkârla hiçbir alakası yoktur!

HAZRETİ AİŞE MİRAÇ HAKKINDA, "VÜCUDU DEĞİL, RUHU GÖTÜRÜLMÜŞTÜR." DEMİŞ MİDİR?

Bu dersimizde, miracın rüyada gerçekleştiğini iddia edenlerin üçüncü sözüne cevap vereceğiz. Onlar şöyle diyorlar:

— Sahabelerden Hazreti Huzeyfe ve Hazreti Muaviye, tâbîinden de Hasan-ı Basrî Hazretleri, miracın rüyada olduğunu söylemiştir. Hazreti Aişe de "Vücudu değil, ruhu götürülmüştür.” diyerek bu seyahatin ruhla yapıldığını beyan etmiştir. Biz onların bu sözlerine itimat ediyor ve miracın rüyada görüldüğüne ya da sadece ruhla yapıldığına inanıyoruz.

İşte onlar böyle diyor. Onların bu sözlerine âlimler farklı şekilde cevap vermişlerdir. Birinci cevap İmam Kurtubî'nin şu cevabıdır: 

— Miraç olayı meydana geldiği zaman Hazreti Aişe küçüktü, olayı idrak edebilecek durumda değildi. Hazreti Muaviye ise daha şirk içinde olup iman etmemişti. Dolayısıyla onların bu konuda sözü diğer sahabelerin sözüne tercih edilmez. Ayrıca hem Hazreti Aişe hem de Hazreti Muaviye miraçla ilgili hiçbir hadis nakletmemiştir. Onların tek yaptığı, Peygamberimiz (a.s.m.)'ın miraçla ilgili sorulara verdiği cevaplardan hüküm ihdas etmektir.Dolayısıyla bunların sözü, miraçla ilgili hadisleri nakleden sahabelerin sözüne tercih edilmez.

İkinci bir cevap da şudur: Hazreti Aişe’ye atfedilen, “Vücudu değil, ruhu götürülmüştür.”sözü sened itibarıyla çok zayıftır. Hadisi Muhammed bin İshak şu kelimelerle nakletmiştir: 

— Ebû Bekir’in ailesinden bazı kimseler bana, Hazreti Aişe’nin şöyle dediğini nakletmiştir… 

İşte hadisin senedi bu kadar meçhuldür. Hazreti Aişe'ye ait olduğu söylenen bu sözü İbni İshak'a kim nakletmiştir, hadisin senedinde bu belli değildir. Böyle meçhul senetli bir hadisdelil getirilip çok sağlam senetli ve gayet güvenilir hadisler inkâr edilemez. Bütün âlimlerin sıhhatinde ittifak ettikleri hadisleri bırakıp meçhul senetli bir hadisi delil kabul etmek art niyetten başka bir şeyle izah edilemez.

Üçüncü bir cevap da şudur: Sabit bir kaidedir ki: Bir meselede ispat ve nefiy (inkâr) karşı karşıya gelse ispat ciheti tercih edilir. Çünkü ispat ilimden, nefiy ise cehaletten gelir. 

Miraç meselesinin ispat ciheti bu seyahatin bedenle olduğudur. Bunu kabul etmemek nefiydir. İspat edenler ilim ile konuşur. Nefyedenler ise ilimle değil, zanla konuşur. Çünkü inkârda ilim yoktur, belki bilmemek vardır.

Dolayısıyla miraç hususunda ispat edenlerin sözü nefyedenlerin sözüne tercih edilir. Bu tercih de bizi miracın bedenle olduğunu kabule götürür.

Bu makamda şöyle bir kaideden bahsetmek de yerinde olur: 

Hangi mesele olursa olsun şaz görüşler olabilir. Bizlerin yapması gereken şey, ümmetin âlimlerinin ittifak ettiği ve üzerinde icma olan görüşü kabul etmektir. Üstte yaptığımız izahlarkabul edilmeyip, illaki Hazreti Aişe'nin bu görüşte olduğunda ısrar edilse ve yanında da Hazreti Muaviye, Hazreti Huzeyfe ve Hasan-ı Basrî zikredilse, neyi değiştirecek?

Bunların karşısında Hazreti Ebû bekir var, Hazreti Ömer var, Hazreti Osman ve Hazreti Ali var; sahabenin en büyük müfessirleri olan İbni Abbas ve İbni Mesud var; var da var... Bunların da arkasında tâbîinin ve tebe-i tâbîinin onlarca âlimi var. Muhaddislerin ittifakı, müfessirlerin icmaı var. Bu kadar âlimin sözüne kulak tıkayıp şaz görüşleri kabul etmek ehl-i insafın işi olmaz. 

Bu sadece miraç için değil, İslam'ın her meselesi için geçerlidir. Biz icmaya ve ittifaka bakarız. Çünkü biliyoruz ki Peygamberimiz (a.s.m.)'ın, "Ümmetim dalalette ittifak etmez." hadisinin beyanıyla, bu ümmetin âlimleri batılda ittifak etmez. Bir meselede icma ve ittifak varsa, o mesele haktır ve hakikattir. Miracın bedenle olduğu hususunda da ittifak vardır. Demek, bu mesele haktır ve hakikattir.

MİRACIN FİZİK KANUNLARIYLA İZAHI

Bu dersimizde, Peygamberimiz (a.s.m.)'ın kısa bir zamanda miraca çıkmasını fizik kanunlarıyla izah edeceğiz.

Miracı kabul etmeyen kişinin aldandığı nokta, bu büyük mucizeyi kendi durumuyla mukayese etmesidir. Hâlbuki bu hadise bir mucizedir. Her mucize gibi bu da insan anlayışının çok ötesinde meydana gelmiştir. 

Bununla birlikte, Bediüzzaman Hazretleri miracı akla yakınlaştırmak için meseleyi fizik kanunlarıyla da ispat etmiştir. Üstad Hazretlerinin eserinden iktibas ederek meseleyi izah etmeye çalışalım:

– Yürüyen bir insanın saniyedeki hızı yaklaşık 1.6 metredir. 

– Sesin saniyedeki hızı 340 metredir. 

– Işığın saniyedeki hızı 300.000 km'dir. 

– Görmenin hızı ise ölçülemeyecek kadar fazladır. Çünkü güneşin ışığı bize sekiz dakikada ulaşabiliyor iken, biz bir anda güneşe görüşümüzle ulaşabiliyoruz. 

– Ruhun hızı ve onun da ilerisinde olan hayalin hızı ise ölçülmesi mümkün olamayacak kadar ilerdedir. Çünkü ruhtan ibaret olan ve Kur'an'da “Ruh” diye tavsif edilen Cebrail (a.s.) Arş’tan dünyamıza bir anda gelebilmektedir. Hayal ise kâinatın ötesine mesela cennete bir saniyede ulaşabilir. 

Demek, kâinatta bulunan her varlığın -maddi olsun manevi olsun- hızları birbirinden son derece farklıdır.

Bir kısım insan, Cenab-ı Hakk'ın bu kadar farklı varlıkları âdeta zamansız idare etmesini hayranlıkla tefekkür ederken, bir kulunu kısa bir zamanda bütün kâinatta gezdirmesini aklına sığıştıramayıp inkâr ediyor. Onun bu inkârı, âlemi tefekkürdeki eksikliğindendir. 

Miracı akla yaklaştırmak için şimdi şöyle bir misal vereceğiz: 

Bir saat farz ediyoruz ki bu saatte on ibre var:

– Bu ibrelerin birincisi saati gösteriyor. Bu ibrenin adı akrep.

– İkinci ibre ondan 60 kat daha hızlı hareket ediyor ve dakikayı gösteriyor. 

– Üçüncü ibre dakikadan 60 kat daha hızlı hareket ediyor ve saniyeyi gösteriyor.

– Dördüncü ibre saniyeden 100 kat daha hızlı hareket ediyor ve saliseyi gösteriyor. 

– Beşinci ibre saliseden 1.000 kat daha hızlı hareket ediyor ve milisaniyeyi gösteriyor.  

– Altıncı ibre milisaniyeden 1.000 kat daha hızlı hareket ediyor ve mikrosaniyeyi gösteriyor.  

– Yedinci ibre mikrosaniyeden 1.000 kat daha hızlı hareket ediyor ve nanosaniyeyi gösteriyor.   

– Sekizinci ibre nanosaniyeden 1.000 kat daha hızlı hareket ediyor ve pikosaniyeyi gösteriyor.    

– Dokuzuncu ibre pikosaniyeden 1.000 kat daha hızlı hareket ediyor ve femtosaniyeyigösteriyor.    

– Onuncu ibre femtosaniyeden 1.000 kat daha hızlı hareket ediyor ve attosaniyeyi gösteriyor.    

İşte böyle bir saatimizin olduğunu farz ediyoruz. Şimdi, bu saatin her bir ibresine bir adam bindirip, hareket alanlarını ve kuş bakışı görebilecekleri mekânları beraber tahlil edelim:

– Saat ibresine binen kişi -bu kişi hayatı normal zamanda yaşayan bizleriz- 1 saatte ancak 6 km'lik bir alanı gezebilir.

– Dakikaya binen kişi, aynı zaman diliminde 360 km'lik bir alanı gezebilir.

– Saniyeye binen kişi, aynı zaman diliminde 21.600 km'lik bir alanı gezebilir.

– Saliseye binen kişi, 2.160.000 km'lik bir alanı gezebilir.

– Milisaniyeye binen kişi, 2.160.000.000 km'lik bir alanı gezebilir.

– Mikrosaniyeye binen kişi, 2.160 X 109 km'lik bir alanı gezebilir.

– Nanosaniyeye binen kişi, 2.160 X 1012 km'lik bir alanı gezebilir.

– Pikosaniyeye binen kişi, 2.160 X 1015 km'lik bir alanı gezebilir.

– Femtosaniyeye binen kişi, 2.160 X 1018 km'lik bir alanı gezebilir.

– Attosaniye ibresiyle hareket eden kişi ise 2.160 X 1021 km'lik bir alanı gezebilir.

Saatin 10 ibresine binen 10 farklı kişi, aynı zaman diliminde çok farklı yerleri gezer ve görür.

– Normal zamanda yaşayan birinci kişi, bir saatte küçük bir ilçeyi gezebilirken,  

– İkinci kişi, İstanbul-Ankara arası kadar bir mesafeyi gezebilir.

– Üçüncü kişi, dünyanın çevresinin yarısı kadar bir mesafeyi gezebilir.

– Dördüncü kişi, üç defa Ay’a gidip gelebilir.

– Beşinci kişi, yedi defa Güneş'e gidip gelebilir.

– Altıncı kişi, içinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi'ni bir uçtan diğer bir uca gezebilir.

– Yedinci kişi, galaksimiz gibi yaklaşık 1.000 adet galaksiyi gezebilir.

– Sekizinci kişi, bir milyon galaksiyi gezebilir.

– Dokuzuncu kişi, bir milyar galaksiyi ziyaret edebilir.

– Onuncu kişi ise kâinatta bulunan yaklaşık iki yüz milyar galaksinin dışına geçip, Arş ve Kürsî dediğimiz âlemlere gidip oraları da gezebilir.      

İşte bu, meselenin fizik kanunlarıyla izahıdır. Cenab-ı Hak âdeta Peygamberimiz (a.s.m.)'ısaatin onuncu ibresini bindirmiş ve aynı zaman diliminde Arş'a ve Kürsî'ye çıkarıp, cennet ve cehennemi gezdirmiştir.

Şu noktayı da sakın unutmayalım: Peygamberimiz (a.s.m.) kendi iradesi ve gücüyle miraca çıkmamıştır. Onu miraca Allah çıkarmıştır. Miraca Allah’ın sonsuz kudreti cihetinden bakmalı ve meseleyi o kudrete göre düşünmelisiniz. O zaman ortada hiçbir zorluk kalmaz!

BİR BEŞER BEDENİYLE SEMAYA NASIL ÇIKABİLİR?

Bu dersimizde şu sorunun cevabını vereceğiz: 

— Bir uçak yaklaşık 10.000 metre yukarı çıkabiliyor. Bir uzay gemisi Ay'a ve yakın gezegenlere uzun bir zamanda ulaşabiliyor. Hâl böyle iken, bir insan, bedeniyle ve cismiyle, birkaç dakika gibi kısa bir zamanda kâinatın en uzak köşesine nasıl gidip gelebilir?

Bu soruya cevaben deriz ki: 

Meseleye Peygamberimiz (a.s.m.) cihetinden değil, Allah'ın kudreti cihetinden bakmak gerekir. O kudrete hiçbir şey zor gelmeyeceği gibi, miraç da zor gelmez. Bu soru sankiPeygamberimiz (a.s.m.) miraca kendi gücüyle çıkmış gibi yanlış bir algıdan meydana geliyor. Bu yanlış algı da kişiye bu soruyu sorduruyor. 

Eğer meseleye Allah'ın kudreti cihetinden bakarsak hiçbir soru ve şüphe kalmaz. O Allah'ın kudretine bakın ki: 

Gezegenleri bir sapan taşı gibi çeviriyor. Dünyamız yaklaşık 180 saatlik bir mesafeyi 1 dakikada alıyor. 25.000 senelik mesafeyi 1 senede katediyor. 

— Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir kudret, bir insanı arş-ı âlâya çıkaramaz mı?

— Güneşin etrafında şu koca dünyayı ve ondan çok daha büyüklerini kolayca gezdiren bir kuvvet, bir insan bedenini şimşek gibi hatta hayal ve ruh hızında Arş-ı Azam'a çıkaramaz mı?

— Bunlar Allah'a zor mudur?

— Allah'a zor olan bir şey var mıdır?

"Bir insan nasıl semaya çıkar?" diye sormak kişinin Allah'ı tanımamasından; O'nun kudret ve kuvvetini bilmemesindendir!

Unutmayalım ki miraç bir mucizedir. Mucize, insanın yapmaktan ve anlamaktan âciz kaldığı şey demektir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın, parmaklarından su akıtması da bir mucizedir. Parmağının işaretiyle ayın iki parça olması da bir mucizedir. Bir insan -peygamber bile olsa- bu mucizelerden hiçbirini yapacak güce sahip değildir. Mucize doğrudan doğruya Allah’ın fiilidir ve O'nun yaratmasıyla vücuda gelir.

Dolayısıyla "Bir insan bedeniyle nasıl semaya çıkar?" diyen kimse şu iki şıktan birini düşünmektedir:

1. Peygamberimiz (a.s.m.) miraca kendi kuvvetiyle çıkmış. Bir beşerin ise buna kuvveti yetmez. 

2. Ya da Allah'ın kudreti bir beşeri semaya çıkarmaya yetmez.

Bu iki şıktan birini düşünmeyen mezkûr soruyu aklına getirmez. O hâlde bu sorunun cevabı için bu yanlış zanları yok etmek gerekir. Bunun için de şöyle deriz:

1. Peygamberimiz (a.s.m.) miraca kendi kuvvetiyle çıkmamıştır.

2. Allah'ın kudreti bir beşeri semaya çıkarmaya ve her şeye yeter.

Kim ki bundan şüphe ederse Allah'ın kudretinden şüphe etmiş olur. Bir Müslüman'ın ise Allah'ın kudretinden şüphe etmesi düşünülemez. Eğer ki Müslümansa...

MİRACA BENZEYEN ONLARCA HADİSE HER AN CEREYAN ETMEKTEDİR

Bu dersimizde, miracı kabullenmekte zorlananlara miraca benzeyen hadiseleri göstereceğiz. Bazı kişiler, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın bedeniyle birlikte semaya yükselmesini kabul edemiyor ve "Bu nasıl olur?" diyorlar. Hâlbuki miracın benzeri onlarca hadise her an cereyan etmektedir. 

Mesela melekler bir anda yerden göğe yükselir, gökten yere inerler. Yerden göğe, gökten yere olan bu seyahat her daim melekler tarafından yapılır. 

— Buna iman eden bir insan nasıl olur da miracı anlayamaz ve aklına sığıştıramaz? 

— Meleklere bu seyahati her daim yaptıran Allahu Teâlâ sevgili bir kulunu Arş'a çıkaramaz mı?

— Ve çıkarmasında nasıl bir gariplik vardır?

Yine biz iman ederiz ki cennet ehli mahşer meydanından cennet bağlarına kısa bir zamanda giderler. 

— Ehl-i imana bu seyahati bir anda yaptıran ve onları cennete bir anda ulaştıran Allahu Teâlâ, "Habibim" dediği bir kulu semaya çıkaramaz mı?

— Çıkarmasında nasıl bir gariplik vardır ve akıl bunun nesini anlayamamaktadır?

Yine biz iman ederiz ki Şâh-ı Nakşibendî, Abdülkâdir-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi, Allah’ın sevgisini kazanan kâmil kullar, bir nevi miraç olan seyr-i sülûkle, manevi bir yolculukla, ruhen Arş'a kadar yükselirler. 

— Onlara ruhen bu seyahati yaptıran Rabbimiz, onların sultanı olan Hazreti Muhammed (a.s.m.)'a bu seyahati bedenle yaptıramaz mı? Yaptırmasında ne engel vardır?

Hem insan şunları düşünse, miracın gayet makul ve mümkün olduğunu kolayca kabul eder:

Görme duyusuna sahip her insan güneşe, aya veya bir yıldıza baktığında nazarı bir anda o gök cismine ulaşır. Mesafenin uzunluğu hiçbir mâni teşkil etmez. 

— Göze bu seyahati bir anda yaptıran Allahu Teâlâ, sevgili bir kuluna bu seyahati bedeniyle niçin yaptıramasın? Haşa, Allah'ın buna kudreti mi yetmez?

Yine ilim sahibi bir insan ilmin düsturlarına binip yıldızların ötesini düşündüğünde, aklıyla ve hayaliyle bir anda o mekâna varıp araştırmasını yapabilir.

— Hayale bu genişliği veren ve hayali bir anda kâinatın öbür ucuna ulaştıran Allahu Teâlâ, bir kulunu semaya niçin çıkaramasın? 

— Bir kulunun bedenine hayalin hızını niçin veremesin?

— Haşa, Allahu Teâlâ bundan âciz midir?

Yine mümin bir kul miracını namazda yapar. Namaza girmek için "Allahu Ekber" dediğindebütün âlemleri geride bırakıp, manen Allah'ın huzuruna çıkar. Bedeni mescitte, ruhu ise yüksek âlemlerde gezer. 

— Mümine namazda bu miracı manen yaptıran Allahu Teâlâ, müminlerin imamı ve reisi olan Hazreti Muhammed (a.s.m.)'a bu miracı bedeniyle niçin yaptıramasın?

Bütün bunlardan sonra deriz ki:

Bütün evliyanın sultanı, müminlerin imamı, ehl-i cennetin reisi ve meleklerin makbulü olan Hazreti Muhammed (a.s.m.)'ın bir anda miraca çıkması, o yüce âlemleri gezip görmesi ve dönmesi gayet makuldür ve şüphesizdir. Aklı ve imanı olan bundan şüphe etmez!

ALLAH GÖKTE DEĞİLDİR. O HÂLDE PEYGAMBERİMİZ (A.S.M.) ALLAH'I GÖRMEK İÇİN NİÇİN GÖĞE YÜKSELMİŞTİR?

Bu dersimizde şu sorunun cevabını vereceğiz:

— Allahu Teâlâ her yerde hâzır ve nâzırdır. Hakikat bu iken, Peygamberimiz (a.s.m.)’ın miraçta gökyüzüne yükseldiği ifade edilmektedir. Bu nasıl olur? -Haşa- Miraç denen bir yer var da Allahu Teala orada mı bulunuyor? Ve Peygamberimiz (a.s.m.) oraya Rabbiyle görüşmeye mi gitti?

Bediüzzaman Hazretleri Miraç Risalesi'nde bu sorunun cevabını bir misalle vermiş. Bizler bu misalden iktibasla meseleyi izah etmeye çalışacağız:

Mesela her tarafı ışık alan ama içeriden bakıldığında güneşin görülemediği büyük bir bina düşünelim... Bu binada yaşayan kişiler güneşin ışığından ve ısısından istifade etmektedirler. Bu kişilerden güneşi görmek isteyenler sadece ışığını, ısısını ve yedi rengini görebilmektedir.

Faraza güneşin ısısı kudreti olsa, ışığı ilmi olsa, yedi rengi de görmesi, işitmesi ve konuşması gibi sıfatları olsa, güneş bu sıfatları ile bu binada olan herkesi görür, işitir, konuşur, tanır ve hakeza...

Bu noktadan bakıldığında, güneş ısıttığı ve ışıklandırdığı her şeyin ve her kişinin yanında olup onlarla sohbet edebilir. Her bir kişinin de güneşin kendisine bakan miktarı kadar bir sohbeti ve alakadarlığı olur.

İşte bu cihetten, güneş her şeye yakındır ancak her şey güneşin zatından çok uzaktır. Eğer birisi güneşin zatına yaklaşmak, güneşi bizzat görmek ve onunla sohbet etmek isterse, ilk önce bu binayı terk etmeli ve o bölgenin en yüksek dağına çıkmalıdır. Ancak bunu yaptığında güneşi bizzat görüp onunla sohbet edebilir.

İşte bu kişilerden birisi binadan çıkar ve yüksek bir dağa tırmanır. Dağa tırmandığında güneşin sadece kendi binasını ısıtıp aydınlatmadığını, dünyanın her tarafına nüfuz ettiğini hatta gezegenleri ve Ay'ı da idare ettiğini bütün açıklığıyla görür. İşte o zaman şöyle diyebilir:

— Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin yüzünü ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısıttın ve ışıklandırdın; bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısıttığın gibi...

Evet, böyle diyebilir. Hâlbuki binanın içinde iken, güneşi sadece kendisini ve binasını ışıklandıran bir lamba olarak tanıyordu.

Burada dikkat edilmesi gereken temel nokta şudur:

Güneşle görüşmeye ve konuşmaya niyet eden ve bu sevkle dağa çıkan kişi güneşle dağda görüşmüyor, bilakis dağdan görüşüp konuşuyor. Çünkü o dağın, dünyadan 1.300.000 defa büyük olan güneşi içine alması mümkün değildir. Yani güneş dağa sığmaz. Bu sebeple de "Güneş dağa geldi." denilemez; belki "Dağda güneş ile konuştu." denilebilir.

Aynen bu misalde olduğu gibi, Cenab-ı Hak maddenin ve mekânın yaratıcısı olduğu için mekânla kayıtlı olması muhaldir ve Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez. Allah mekândan münezzehtir; zaten mekânı O yaratmıştır.

Misalimizde olduğu gibi, bu dünya şartlarında insanlar Allah’ın sadece isim ve sıfatlarına muhatap olabiliyor. Peygamberimiz (a.s.m.) ise O’nun nurani zatına ve emsalsiz konuşmasına muhatap olabilmek için bu dünya denilen binadan sıyrılmış ve miraç dağına çıkmış. Rabbi de sonsuz ihsan ve ikramıyla, kulu Muhammed (a.s.m.)'ın ihlaslı ibadetlerine bir mükâfat olsun ve bütün insanlar ve diğer varlıklar onun üstünlüğünü görsün diye onu miraç dağına çıkarmış, bu dağda onunla konuşmuş ve cemaliyle ona tecelli etmiş.

Burada unutulmaması gereken temel nokta şudur:

Misalde demiştik ki: Güneşi dağda görmedi, dağdan gördü. Aynen bunu gibi, Hazreti Muhammed (a.s.m.) da Rabbini miraçta görmedi, miraçtan gördü. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın bu dünya şartlarında görülmesi mümkün değildir. O da görmek için miraca çıktı. Allah da ona orada tecelli etti. Allah'ın bir mekânda olması farklıdır, o mekâna tecelli etmesi farklıdır. Allahu Teâlâ gökte değildir. Sadece Peygamberimize gökte tecelli etmiştir. Cennette olmadığı hâlde cennet ehline cennette tecelli edeceği gibi...

Bediüzzaman Hazretleri bu konuda: “Miraç yoluyla beka âlemine girdi.” diyerek, Allah'ın bu dünya şartlarında görülemeyeceğinden dolayı Peygamberimiz (a.s.m.)'ın farklı bir boyuta geçmesi gerektiğini, bunun yolunun da miraç olduğunu beyan etmektedir.

Nitekim A’raf suresi 143. ayetin beyanıyla, Hazreti Musa (a.s) şöyle demiştir:

رَبِّ اَرِني اَنْظُرْ اِلَيْكَ  Ya Rabbi! Bana görün de sana bakayım. (A'raf, 7/143)

Onun bu isteğine karşı Allahu Teâlâ şöyle cevap vermiştir:

لَنْ تَرَانِي  Sen beni asla göremezsin. (A'raf, 7/143)  

İşte bu ayet-i kerime, mevcut şartlarda bir insanın Allah'ı görmesinin mümkün olmadığını beyan buyurmaktadır.

Hazreti Musa’nın Cenab-ı Hakk'ı görememesi, Allah’ın görünmez olduğundan değil, dünya şartlarının buna müsait olmadığındandır. İnsanoğlunun bu dünya şartlarında Cenab-ı Hakk'ı görmesi mümkün değildir. Bu şartlar sadece Peygamberimiz (a.s.m.)'a özel olan miraçta gerçekleşmiş; Allah’ı görmek de sadece ona mahsus kalmıştır.

ALLAH BİZE HER ŞEYDEN DAHA YAKIN İKEN MİRACA NE İHTİYAÇ VARDIR?

Bu dersimizde şu sorunun cevabını vereceğiz: 

Kâf suresinin 16. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmuş: 

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ  

Biz ona şah damarından daha yakınız. (Kâf, 50/16)

Bu ayetin ifadesiyle, Allahu Teâlâ kullarına ve mevcudata her şeyden daha yakındır ve her mümin bulunduğu yerde Allah ile konuşabilir. Hâl böyle iken, niçin Hazreti Muhammed (a.s.m.) Allah ile görüşmek için bu kadar uzun bir seyahate gitti? Buna ne ihtiyaç vardı? 

Bu soruya bir temsille cevap verip meseleyi akla yakınlaştırmaya çalışacağız: 

Bir sultan düşünelim. Bu sultan geniş topraklara, büyük ve güçlü ordulara ve akıl almaz zenginliklere sahip olsun...

Bu sultanın, biri şahsi hayatı ve özel ilgileri, diğeri ise ülkenin yöneticisi olması hasebiyle iki farklı yönü vardır. O sultan mesela edebiyata ilgi duyuyor olsun. Bu sahada yetişmiş büyük bir şairle hususi telefonuyla görüşüp sohbet ettiğinde bu sohbet hususidir; bütün memleketin sultanı olması cihetiyle değildir. Sadece “o kişinin sultanı olması” cihetiyle ve o sanata ilgi duyması hasebiyledir. Bu sohbetin meyvesi de yine o sohbete has kalır; başkalarını ilgilendirmez.

O sultanın devletin idaresini ilgilendiren bir konuda, yüksek bir makam sahibiyle, mesela bir veziriyle görüşmesinde ise durum çok farklıdır. Bu görüşme umumu ilgilendirmektedir veneticesinde alınan kararlar da umuma tatbik edilir. Bu görüşmenin de çok mertebeleri vardır. Mesela o sultan falan şehrin valisiyle görüşüyorsa, bu görüşme “o şehrin sultanı olması” cihetiyle bir görüşmedir ve konuşmalar o şehrin meselelerine aittir. Ama sultan vezirle görüşüyorsa, bu görüşme “umum memleketin sultanı” unvanıyla bir görüşmedir. Bu görüşme, ülkenin büyük makam sahiplerinin de katıldığı azametli bir içtimayla yapılır. Alınan kararlar da bütün ahaliyi ilgilendirir.

Şimdi bu misal dürbünüyle hakikate bakalım: 

Allahu Teâlâ bazı kullarıyla hususi bir şekilde konuşur. Bazı kullar, şahsi ibadetlerinde büyük bir titizlik gösterip, haramlardan ve günahlardan kaçınarak Allah’ın rızasına nail olurlar. Allah’ın böyle bir kulun kalbine ilhamda bulunması onunla bir nevi konuşmasıdır ve bu konuşma “o kişinin rabbi” unvanlıyladır. Bakın, "âlemlerin rabbi" unvanıyla konuşmuyor; "okişinin rabbi" unvanıyla konuşuyor. Bu farkı çok iyi anlayalım!

Allahu Teâlâ'nın, kullarıyla farklı mertebede konuşmaları vardır. Mesela bir veli kul ilim ve irfanda yüksek mertebelere çıkıp insanlara hakkı anlatmakla vazifeli kılındığında, Allah’ın onunla konuşması "bulunduğu çevrenin rabbi" unvanıyladır. Bakın, yine "âlemlerin rabbi" unvanıyla konuşmuyor. "O çevrenin rabbi" unvanıyla konuşuyor ve oradaki insanlara faydalı olabilmesi için kendisine hem ilim hem de hikmet ilham ediliyor.

Allah'ın insanlarla konuşması -kemal mertebede- peygamberlerde tezahür eder. Bu tezahür de yine farklı derecelerde olur. Rivayetlerde yüz yirmi dört bin peygamberin gönderildiği beyan ediliyor. Bunların bir kısmı küçük bir kavmin irşadıyla vazifelidir ve Allah’ın onlarla vahiy yoluyla konuşması "o kavmin rabbi" olması unvanıyladır. Kitap sahibi peygamberlerde bu konuşma çok daha ileri derecede tahakkuk eder ama yine de zamanla ve o kavimle sınırlıdır.

Bu noktada en geniş daire ahir zaman peygamberliği dairesidir ve zaman olarak da kıyamete kadar devam edecek bir tebliğ ve irşad söz konusudur. Bu en geniş dairenin irşadıyla bütün enbiyanın sultanı olan Peygamberimiz (a.s.m.) görevlendirilmiş ve kendisine en büyük ve en son kitap olan Kur'an'la hitap edilmiştir. 

Demek, Cenab-ı Hakk'ın Peygamberimizle miraçta konuşması "âlemlerin rabbi olması" unvanıyladır. Ve Peygamberimizin miraçta Allah'a muhatap olması "bütün insanların reisi ve imamı olması" cihetiyledir. Elbette böyle bir muhataplık için Peygamberimiz (a.s.m.) miraca çıkarılmış ve Allah'ın hitabına, makarr-ı saltanatında (saltanatının merkezinde) muhatap olmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri miraç için, "Bütün kâinatın rabbi ismiyle, bütün mevcudatın hâlıkı unvanıyla, Cenab-ı Hakk'ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyettir." buyurmakla, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın bu yüksek derecesini çok güzel ifade etmiştir. 

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bütün kâinatı ve içindeki bütün mevcudatı temsilen miraca çıkmış; "bütün âlemlerin rabbi ve hâlıkı" unvanıyla Cenab-ı Hakk'ın sohbetine ve münacatına muhatap olmuştur. 

Elbette ki her bir insan, kendi kalp telefonundan, kendi makamına göre rabbiyle konuşupilhama mazhar olabilir. Ancak Allahu Teâlâ'ya "bütün âlemlerin rabbi" unvanıyla muhatap olmak, cemaline ve hususi sohbetine mazhar olmak çok başka bir şereftir. Bu şerefe de sadecePeygamber Efendimiz (a.s.m.) mazhar olmuştur.

"YETMİŞ BİN PERDEYİ AŞIP ALLAH'I GÖRMEK" NE DEMEKTİR?

Bu dersimizde, Peygamberimiz (a.s.m.)'ın miraçta yetmiş bin perdeyi geçmesi ve Allah ile görüşmesi meselesini izah edeceğiz. 

Her bir eser, ustasını kendi kabiliyeti nispetinde gösterir. Bu itibarla her bir eser bir perde olup, arkasındaki ustasını tarif ve tavsif eder. Bu meseleyi misallerle daha net bir şekilde izah edelim: 

Birinci misal: Bir zatın ilmini, onun yaptığı bisiklette tefekkür eden bir adam, aynı zatın yaptığı arabayı gördüğünde onun ilmine ait yeni bir perde açılmış ve o perdenin arkasından o zatın ilmini daha geniş manada seyretmiş olur. Aynı zatın bir de gemi yaptığını işiten ve gidip o gemiyi gören kişi, önceki eserlere kıyasla, o zatın ilmini daha geniş olarak anlamaya başlar. Eğer bu zatın uçak ve füze de yaptığını farz edersek, o şahıs bunları da görmekle beş perde arkasından sanatkârın ilmini seyir ve tefekkür etmiş olur. 

İkinci misal: Bir zatın zenginliğine alamet olarak onun bir fabrikasını gördüğünüzde, o fabrika perdesi arkasından o zatın zenginliğini bir derece anlamış olursunuz. Size bu zatınböyle yüzlerce fabrikası olduğu söylense ve bu fabrikalar size gösterilse, zenginliğini daha geniş bir perdeden temaşaya muvaffak olursunuz. Daha sonra bu zatın arazi ve çiftliklerini degezdiğinizde, her bir kademede bir öncekine nazaran daha geniş perdeler arkasından onun zenginliğini seyretmiş olursunuz. Bu şekilde her bir perdeden geçtikçe görüş ufkunuz daha genişlemiş ve o zatın nihayetsiz servetini kâmil manada anlamış olursunuz. Burada sahip olduğu her bir mal bir perde hükmünde olup, perdelerin açılmasıyla bu zatın zenginliği daha büyük ölçekte anlaşılmış olur.

Üçüncü misal: Birisini bir çocuğun hastalığını tedavi ederken görseniz, ondaki merhametin tecellisini bir perdede seyretmiş olursunuz. Aynı kişinin bir eczanesi olduğunu ve oradan fakirlere ilaçlar dağıttığını gördüğünüzde, o kişinin şefkat ve merhametini daha geniş bir perdede tefekkür etmiş olursunuz. Yine aynı kişinin büyük bir hastanesi olduğunu ve burada hastaları ücretsiz tedavi ettiğini görseniz, bu sefer aynı kişinin şefkatini farklı ve daha geniş bir pencereden seyretmiş ve neticede üç farklı perdede o şefkatli zatın merhametini görmüş olursunuz.

İşte Allahu Teâlâ'nın isim ve sıfatları için kullanılan “her birinin yetmiş bin perdesinin olması” ifadesi, bu isim ve sıfatların farklı tecellileri olduğu manasındadır. Buradaki “yetmiş bin tabiri” bir sınır ve hudut değil, çokluktan kinayedir. Yetmiş bin değil, yetmiş milyon bile o isim ve sıfatların tecellisini ifade etmekte azdır.

Mesela "rızık veren" manasındaki Rezzak ismini tefekkür eden birisi için, tek bir canlının rızıklanması bir perde olduğu gibi, bütün insan nevinin rızıklanması da farklı bir perdedir. Sadece kendi rızkının verildiğini düşünerek “Rezzak” ismini tefekkür eden birisinin marifetiçok dar ve kısadır. Buna karşılık, Allah’ın şu anda, yeryüzünde bulunan bütün insanları rızıklandırdığını düşünen bir kimse yüzler perde aşmış ve dolayısıyla tefekkür merdiveni daha yükselmiş olur. Bununla birlikte, eğer geçmişteki insanların da rızıklandırıldığını düşünürsedaha geniş bir perde arkasından  “Rezzak” ismini tefekkür etmiş olur. Daha sonra hayvanların ve bitkilerin, her bir ferdinin rızıklandırılması tefekkürüyle  “Rezzak” isminin hakikatine yaklaşır ve birçok perdeyi daha geçer. Bundan sonra meleklerin ibadet denilen manevi gıdalarını düşünmekle  “Rezzak” isminin perdelerini teker teker yırtmaya başlar ve Allahu Teâlâ'ya yakınlaşmış olur. Nihayet cennette umum hayat sahiplerinin ebedî olarak rızıklanmasını tefekkürle yeni perdeleri açar. Bu hayalî seyahat sırasında binler perdedeCenab-ı Hakk’ın “Rezzak” ismini tefekkür eder.

Yine mesela "yaratıcı" manasındaki Hâlık ismini tefekkür eden bir kimse ilk önce bir karıncaya bakar. Onun İlahî bir sanatla yoktan yaratılışını düşünür, Hâlık isminin bir perdesini açar. Daha sonra yeryüzündeki bütün karıncaları hayaliyle görür. Hepsinin aynı anda ve aynı tarzda yaratılışlarını düşünerek Hâlık ismini tefekkür eder, bu ismin farklı perdelerini açar. Daha sonra kendisinin ve insan nevinin ve sonra da gücü yetiyorsa kâinattaki her bir mahlukun, canlı ve cansız her şeyin yoktan icadını düşünür. Bu sayede her bir mahluk Hâlıkisminin bir perdesi olur ve perdeler açıldıkça marifetullah nurları o kalbe dökülmeye başlar.

Yine mesela "terbiye eden" manasındaki Rab ismini tefekkür eden bir kimse, ilk önce bir sineğin terbiyesine bakar ve onda gözüken Rab ismini tefekkür eder. Sonra diğer sinekleri fikrine misafir eder ve daha geniş bir perdede Rab ismini tefekküre başlar. Daha sonra bu tefekküre diğer böcek ve hayvanları da katar. Âdeta her bir mahluk Rab isminin bir perdesi olur. Onlarda tecelli eden Rab ismi tefekkür edilerek perdeler yırtılmış ve Rabbü'l-âlemin olan Allahu Teâlâ’ya biraz daha yaklaşılmış olur.

Öyleyse denilebilir ki: Her bir sıfat ve ismin yetmiş bin değil, yüz binlerce tecelliyatı vardır. O ismin cilvesine ayna olan her bir mahluk bir perdedir ki onda tecelli eden ismin tefekkür edilmesiyle perdeler açılır. 

İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın miraçta yetmiş bin perdeyi geçmesi, yerden ta Arş'a kadar, varlıklar üzerinde tecelli eden isim ve sıfatları tefekkür etmesidir. Yoksa bu perdelermaddi perdeler değildir. Buradaki "yetmiş bin" tabiri de çokluktan kinayedir.

MİRACIN BİR HİKMETİ

Allahu Teâlâ şu âlemi ve içindeki her bir varlığı, isimlerinin bir aynası ve sıfatlarının bir mazharı olarak yaratmıştır. Her varlık kendi kabiliyetine göre o isim ve sıfatlara bir aynadır.

Mesela bir sineğe hayat verilmesinde Allah'ın "Muhyi" ismi gözükür. Muhyi ismi sineğin hayatında gözüktüğü gibi, kışın ölen mahlukatın bahar mevsiminde dirilmesinde de gözükür. Elbette baharda tecelli eden Muhyi ismi, sinekte gözüken tecelliden çok daha büyüktür.

Yine bir dağda Allah'ın "Aziz" ismi gözükür. Ancak bu isim güneşte daha azametli bir şekilde gözükür.

Bir çiçeğin beslenmesinde Allah'ın "Rezzak" ismi gözükür. Ama bir ormanda bu isim daha geniş bir mikyasta gözükür.

Bir çekirdekte Allah'ın "Hafîz" ismi gözükür. Zira o çekirdekte ağacın bütün plan ve programı yazılmıştır. Ancak Hafîz ismi, insanın hafızasında daha geniş bir mertebede gözükür.

Bu misallerde olduğu gibi, her bir varlık Allah'ın isim ve sıfatlarına -kendi cirmine göre- bir aynadır. Nasıl ki güneş denizi aydınlattığı gibi, bir damlayı da aydınlatır. İkisinde de gözüken güneştir. Ancak damla diyemez ki: "Ben de güneşi deniz gibi gösteriyorum." 

Evet, damlada gözüken güneştir ama güneşin tecellisine deniz gibi mazhar değildir. 

Aynen bunun gibi, Allah'ın isimlerin tecellisi de bir varlıkta damla iken, diğer bir varlıkta denizdir. Gökyüzü bu isim ve sıfatlara mazhar olmada yeryüzünden çok daha büyük bir aynadır. İlahî isimler gökyüzünde daha azametle tecelli ederler. 

Peygamberimiz (a.s.m.) Allah'ın isim ve sıfatlarını bu dünyadaki tecellisi kadar biliyor ve bu isimleri bu mertebesiyle tefekkür ve temaşa ediyordu. 

İşte Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'ın miraca çıkmasının bir hikmeti de İlahî isimlerin farklı mertebedeki tecellilerini müşahede etmek ve Allah'ın mahlukatı terbiye etme faaliyetini seyir ve tefekkür etmektir. İsimlerin farklı mertebedeki tecellilerini müşahede ve mahlukatı terbiye etme faaliyetini seyir ve tefekkür, Peygamberimizin imanını, marifetini ve muhabbetini hadsiz inkişaf ettirmiş ve bu inkişafla o mübarek ruhu İlahî isimlere daha kâmil manada ayna olmuştur.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) miraçtan önce kâinatın belli bir kısmını müşahede ve tefekkür ediyordu. İlahî isimleri tefekkürü de müşahede ettiği bu âleme göreydi. Miraç yolculuğuylakâinatın bütün tabakalarına nâzır oldu, onları gördü, onlarda tecelli eden isimleri müşahede etti ve bununla da bir kemal kazandı. 

Mesela Peygamberimiz (a.s.m.) yerde iken, Allah’ın Malik ismini sadece etrafında gördüğü eşya ölçüsünde biliyordu. Miraçta gökyüzünün bütün tabakalarını görmekle, Malik ismini daha geniş bir aynada tefekkür etti. Âdeta bu isme karşı bilgisi çekirdek iken muhteşem bir ağaç hâline geldi. 

Yine Allah’ın Hafîz ismini yerde iken, bütün çekirdeklerde, tohumlarda, yumurtalarda ve hafızalarda tefekkür ediyor ve hayretle muhabbet ediyordu. Miraca çıktığında ise levh-imahfuzu gördü. Allah'ın Hafîz ismini levh-i mahfuzda daha geniş olarak tefekkür ve temaşa etti. Bu isme olan marifeti çekirdek hâlinden muazzam bir ağaç hâline döndü. 

Yine Peygamberimiz (a.s.m.) Cenab-ı Hakk’ın bütün eşyayı son derece intizamla idare ettiğini miraç öncesi de biliyordu. Ancak bu ilmi, gördüğü ve bildiği eşyayı tefekkür etmesi nispetindeydi. Miraçta ise kendisine bütün mahlukatın idaresinde tecelli eden isimler gösterildi. Böylece hayreti, ciddiyeti, hamdi ve tesbihi önceki hâliyle mukayese edilemeyecek derecede inkişaf etti.

Demek, Peygamberimiz (a.s.m.)'ın miraca çıkarılmasının bir hikmeti de Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellilerini daha geniş bir mikyasta görmesi ve bununla, Allah'a karşı olan marifet ve muhabbetinin ziyadeleşmesidir.

Yaptığımız bu izahı, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin "Miraç Risalesi" ismiyle müsemma Otuz Birinci Söz isimli eserinden iktibasla yaptık. Miracın diğer hikmetleri ve sırları için bu eseri okuyabilirsiniz.  

Bu dersimiz miraç konusunun son dersiydi. Rabbimize hamdüsena olsun, bir imani eseri daha bizlere tamamlattı. Rabbim bizleri iman hizmetinden ayırmasın. Bu eseri benim ve halisane bu dersleri okuyanların günahlarına kefaret yapsın. Bizi kendine kul, Habibine ümmet eylesin. Âmin.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Okunma sayısı : 500+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun