FEN BİLİMLERİ IŞIĞINDA YARATILIŞ

Prof. Dr. Faris KAYA
Yıldız Teknik Üniversitesi (Emekli)
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı
[email protected]   
  

     İlim /Bilim tartışmasına girmeden köken olarak ikisinin de aynı manaya geldiğini söylemek çok yanlış olmasa gerek. Genelde dine,  yani vahye dayalı olanlara ilim diğer, kâinattaki, yani varlık/yaratılışa ait daha çok gözleme dayalı olana da bilim deniyor. Bu tarifi ve tasnifi beğenmeyenler olabilir. Herhalde ister ilim yani vahiy eksenli KELAM sıfatına ve isterse kâinata yani yaratılışa KUDRET sıfatına hesap-kitap ve gözleme dayalı, bilim/ilim olsun netice olarak Yüce Yaratıcı’nın isimlerine dayanır. Meşhur ifade ile “Yapan bilir ve bilen konuşur”. Konuşmak KELAM sıfatının tecellisidir. Kudreti olan da yapar. Kâinata dair fizik, kimya, biyoloji vs ilimler de KUDRET sıfatının tecellileri olup kâinatın ve içindekilerin yaratılışına dairdir. Dolayısıyla ilmin ya da bilimin her nevi bize Yaratıcı’dan mesajlar getiriyor. O’nu hatırlatıyor ve tanıtıyor. Kelam sıfatından gelen konuşma yani emir ve yasaklar daha çok ihtiyarımız dâhilindeki düşünce kalıplarımızı şekillendirir ve davranışlarımızın sözlü sınırlarını belirler. Kudret sıfatının tecellileri ise daha çok ihtiyarımız haricindeki var oluş ve işleyişle alakalı fizikî imkânlar ve sınırlamalar olup yanlış olarak  “Fizik” ya da   “Tabiat Kanunları”  olarak telaffuz edilir. İşin aslı Yaratıcı’nın kâinatı yönetme ve müdahale şekli olup doğru ifadesi ile SÜNNETULLAH kurallarından ibarettir.

     Yaygın deyimi ile tabiatın kendisi kanundur. Kudret değildir ki, ona dayalı kanunlar olsun, Yani “Tabiat Kanunları” ifadesini tabiatın eseri kanunlar olarak kullanmak yanlış olur. Kâinatta (tabiatta) geçerli olan kanunlar anlamında kullanmak doğru olabilir. Tabiatın Yaratıcı gücü ve kuvveti yoktur ki, ona bağlı kanunlar olsun. Doğru tarifi Bediüzzaman’ın dediği gibi;

     “Tabîiyyûnların, mevhûm ve hakikatsız tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakîkat-ı hâriciye sahibi ise; ancak bir sanat olabilir, Sâni olamaz. Bir nakışdır, Nakkâş olamaz. Ahkâmdır, Hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir Fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; Kâdir olamaz. Misdardır, Masdar olamaz”[1].

     Böyle bir TABİAT tarifinde ister gözleme dayalı olsun, isterse de formüllerle izah edilsin, bilim ya da ilim YARATILIŞ KANUNLARI’ndan başka bir şey değildir. Hatta ilimler yaratılışa ilişkin tefekkür ufkumuzu açan, yaratılıştaki hikmetleri gösteren bir çeşit okumadır. Olup bitenleri ve çevresini objektif olarak gözlemleyen birisi şu cümleleri mırıldanmadan duramaz;

     “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?[2].

     İlmi, kudreti, hikmet ve hakimiyeti nihayetsiz bir Yaratıcı’yı  inkar fikri kasti olarak uzun bir planın neticesinde, sözüm ona “Bilimsellik” kisvesi altında, ortaya çıkmıştır. Sözde “bilimsellik” fikri Ortaçağ Avrupa’sında akla, mantığa ters olarak görüşler serdeden kiliseye karşı kasti bir fikri hareket olarak gelişmiştir. Yaratılışı tabiata, sebeplere ve tesadüfe veren inkârcı görüş kiliseye zıt bir hareket başlatmıştır. İlimle uğraşan bilim insanları bir tepki olarak önce “Allah’ın ismini asla anmayacağız” diye aralarında anlaşmışlardır. Yazmış oldukları makale ve kitaplarında yaratılışı hep tesadüfe, tabiata ve sebeplere dayandırarak izah etmişlerdir. Aradan yüz yıl gibi uzun zamanın geçmesinden sonra da dönüp;

     “Bakın işte bilimsel eserlerde, makale ve kitaplarda Allah’ın ismi geçmiyor, öyleyse Allah yaratıcı değildir. Yaratılış işi tesadüfîdir, tabiatın işidir veya kendi kendine bir oluşumdur. Çoğu zaman da bakın işte kendi kendine oluyor”

Gibi hezeyanları savurmuşlar. Daha çok kelâmî emirlere bağlı olarak, Allah’ın varlığından duydukları rahatsızlığı böylece dile getirerek bir çeşit başlarını kuma sokarak gündem değiştirmeye çalışmışlardır. Yaratılışı sebeplere ve tesadüfî hareketlere bağlamışlardır. Darwin’in evrim teorisi de bu izahlarından birisidir. Konu artık herkesçe malum olduğu için “Batıl şeyleri iyice tasvir safi zihinleri idlaldir” kaidesine uygun olarak o hezeyanları anlatmak yerine tesadüfen ve kendi kendine evrilerek yaratılışın mümkün olamayacağı üzerinde durulacak ve birkaç misalle mevzu ele alınacaktır.

     Yaratılış ve Tesadüf

     Mademki birileri cerbeze ile yaratılışı karalamaya çalışıyor, soralım: Onlardan birisi yerde harika bir saat bulsa acaba o saatin yapılışını tesadüfe mi verir? Yoksa ustasını mı arar? Saatin harikalık yönleri arttıkça artsın, Öyle ki; saat zamanla büyüsün, kasası, çerçevesi, yelkovanı, akrebi, çarkları, içindeki diğer harika mekanizmaları, kısaca saatin her aksamı fonksiyonuna zarar vermeden belli oranlarda büyüse. Hatta yeni yeni fonksiyonlar kazansa ne denir acaba? Saat zamanla farklı sesler çıkarsa, sonra da Nasreddin hoca fıkrasında olduğu gibi, kendisi gibi küçücük saatler dünyaya getirse. Acaba bu olup bitenler tesadüfe mi verilir?  Acaba o saati icad eden mühendisin kim olduğu merak edilmez mi? Nitekim zaman zaman medyada insanların yapmakta olduğu işlerin az bir kısmını yapan robotlarla ilgili haberler duyulunca hiç de bu işlerin tesadüfe verildiği görülmez. Hele kendi kendine olduğunu söyleyene hiç rastlanmaz. Bu ve benzer örneklerin sayısını çoğaltmak mümkündür.

     Acaba bir bal arısının yumurtadan çıktıktan birkaç dakika veya saat sonra kilometrelerce uzaklara gidip yolunu şaşırmadan yuvasına gelebilmesi hangi tesadüfe verilebilir? Yine yapmakta olduğu balın korunması ve depolanması için inşa ettiği peteklerin hikmetli şekilleri, kullandığı malzemenin seçimindeki bilgi, hikmet, çok karmaşık mühendislik hesapları nasıl ve neyle izah edilebilir? Arılarla konuşma imkânı olsa da sorulsa; peteklerin düzgün altıgen oluşundan tutun da eğimli oluşuna ve bal aldığı çiçekleri ve yerlerini nasıl bulduklarına ve kimden öğrendiklerine dair sorulara ne cevap verirlerdi? Her halde tesadüfen bu işi yaptıklarını şiddetle reddederlerdi.

     Yer küresini saran atmosfer acaba tesadüfen mi oluştu? Dünyayı ve üstündeki canlıları güneşin zararlı ışıklarından korumak için dünyayı ana rahmi gibi sarıp sarmalama işini, canlıları ve bilhassa insanları düşünerek mi yaptı? Yoksa hayat kadar önemli bu iş kendi kendine veya tesadüfen mi yapıldı? Güneş sistemini teşkil eden gezegenlerin dengede maddî olmayan bağlarla asılı oluşu, dünyanın vs gezegenlerin güneşten tatlı bir uzaklıkta ve dengede kalacak şekilde bir hızla dönmesi, gece-gündüz ve mevsimlerin meydana gelişi hep tesadüfen mi oluştu? Bunlardaki hikmet düşünüldüğünde bu işlerin asla tesadüfe ve sebeplere havalesi mümkün olmadığı açıkça görünür.

     Yaratılış konusu güneş ve bağlı olduğu sistem ele alınacak olursa, konu daha da kolay anlaşılır. Bilindiği kadarıyla dünyada hayatın varlığı ve devamı güneşteki enerjiye bağlıdır. Kâinatın ve içindekilerin varlığı ”BİG BANG”, büyük patlama teorisi ile izah edilmektedir. İlk patlama ile çok çok yüksek sıcaklıklardan, hızlı genişlemelerden ve buna bağlı soğumalardan bahsedilmektedir. Bunların sonucu olarak da kâinatın –en azından-bilimin tespit ettiği teoriye göre hayatın devamı için gerekli olan enerjinin güneşten geldiği biliniyor. Güneşteki enerji de onu oluşturan, büyük yüzde ile hidrojen elementinin nükleer bozunmasından kaynaklanmaktadır. Hidrojenin güneşte olup sair gezegenlerde saf halde bulunmaması da yine “Adi bir tesadüf” olarak yazılmaktadır. Bu da BIG BANG, yani büyük patlama sonrası oluşan hızlı soğuma ile izah edilmektedir. Kâinatın her tarafında soğuma tabiî seyri ile devam edip nükleer reaksiyon zincirleri tamamlanırken Güneş bölgesindeki soğuma çok çok hızlı olup hidrojen bozunması tamamlanamadan tesadüfen güneş hidrojen deposu olarak kalmıştır” denilmektedir. Bunun anlamı bu gün dünyamızın hayat kaynağı olarak güneşte depolanmış hidrojen elementi “Yavaş yavaş nükleer bozunma ile hayatı beslemektedir”. Bir bakıma “Bütün bu işler, dünya ve üzerindeki hayat, her şey tesadüfen oldu” deniliyor.

     Meşhur fizikçi Paul Davies bu durumu tesadüfçülerin aksine şöyle ifade eder:

     “Arka planda olan bir güç bu işleri organize etmektedir. Bunun tesadüfen olması mümkün değildir. Büyük patlamadan milyarlarca ışık yılı sonra kâinatın bir bölgesinde hayata hizmet etsin diye güneş hidrojen deposu olarak planlanmıştır’[3].

      Şimdi soralım;

     -Niye hidrojen atomları sadece güneşte toplu olarak bozunmadan muhafaza edilerek kalmıştır? Niye hidrojen ile sair elementler en yakın ihtimal olan karışık halde değil de en zayıf ihtimal olan ayrışık olarak kalmıştır? Karışık kalsaydı ne olurdu? Acaba güneş sistemi hayata müsait olabilir miydi? Bu hadiseyi öyle gelişi güzel tesadüfe havale ederek geçiştirmek akıllı birilerinin kabul edeceği bir iş olabilir mi?

     Şimdi bazı misallerle bu işin tesadüfen olup olamayacağına matematik yaklaşımlarla bakalım. Elinizde 203 adet misket olsa ve her birisinin üstünde de sıralı rakamlar ve harfler yazılı olsa. Ve anlamlı bir cümle olan; “Ey insan düşün! Hiç bu kâinat ve hayat tesadüfe verilebilir mi? Sen bir hücreden oluşan döllenmiş bir yumurta idin, bir damla su idin. İşte ellerin, ayakların ve tüm iç-dış organların bir hayatı netice verecek şekilde gelişti ve sen oldun.’’

     Bu 203 adet misketi alıp rastgele defalarca atsanız ve her defasında  aynı şekilde sıralı olarak 1 numaradan 203 numaraya kadar tüm misketler  yanyana sıralı olarak dizilse. Bu hadise defalarca tekrarlansa, diziliş sıralı olarak  1 den 203 e kadar hep düzgün olsa ve o anlamlı cümle oluşsa,  bu işi tesadüfe vermek hiç akla gelir mi? Akıllı insan ne der? Demez mi ki; “Ben veya birileri, yani sıcak soğuk, rüzgâr v.s. gibi sebepler zahiren bu misketlerin atılmasıyla ve sıralanmasıyla ilişkili olsak da,   arka planda görmediğimiz gizli bir hikmet eli hükmediyor ki, misketler sıralı olarak bu anlamlı cümleyi oluşturacak şekilde diziliyor.

      Misketlerin bu  anlamlı cümleyi oluşturacak şekilde kendiliğinden veya tesadüfen dizilme ihtimali ‘’SIFIR’’dır.

     Diğer taraftan yaratılışı ve hayatı bir tavla oyunu olarak görenler bu hikmetli işi tesadüfe verebilir. Ancak düşünen insanlar olup bitenleri akıl, mantık ve vahyin ışığında anlamaya çalışır. Meselâ inançlı birisi olmamasına rağmen Einstein “ALLAH ZAR ATMAZ” diyerek kâinatın ve netice itibariye yaratılışın tesadüfen oluşamayacağını hikmetli ve kısa bir cümle ile ifade etmiştir. Einstein bu ifadesi ile TAVLACILARA müskit ve ibretli bir ders vermiştir.

     Başka bir örnek olarak atomların saf ve karışık halde bulunmaları ihtimalini inceleyelim. Bir misal olarak dört molekül azot (N2) ve dört molekül oksijen(O2) gazlarını alıp bir kaba dolduralım.  Daha sonra bu kabı tam orta kısmından ikiye böldüğümüzü farz edelim. Kaptaki azot ve oksijen gazlarının kabın sağ ve sol bölmesinde bulunma kombinezonu, her bir hidrojen ve azot molekülü için 70 farklı ihtimal iledir.

     Burada en yüksek, yani 70’den 36 ihtimalle 2N2 ve 2O2 sağ kısımda,  2O2 ve 2N2 sol kısımda bulunur. Gazların odalarda ayrışmış olarak 4N2, 4O2 şeklinde bulunma ihtimali 70’de 1 ihtimalledir. Yine gazların odalarda 3N2+O2 veya 302+N2 şeklinde bulunma ihtimali 70’de 16 dır. Matematik olarak en iyi ihtimalle gazlar %50 oranında karışmış halde bulunur. Zaten mantığımızda bunu söylüyor. 4 azot ve 4 hidrojen atomu için saf ayrışmış halde bulunma ihtimali ancak 70 ihtimalden 1 dir. % 50 oranında karışmış halde bulunma ihtimali ise 70 de 36’ dır. Yani en yüksek olan 70’de 36 ihtimalledir.

Sol

Sağ

İhtimal

4N2

4O2

1

 3N2+O2

 N2+3O2

 16

 2N2+2O2

 2O2+2N2

 36

 N2+3O2

 3N2+O2

 16

 4O2

 4N2

 1

    İşte bu basit matematik ihtimal hesabı kâinata uygulandığı zaman çok garip sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Saf haldeki hidrojenlerin güneşte toplanması ve bileşik halde olanların da diğer gezegenlerde toplanması aklın tesadüfe verebileceği bir iş değildir.

     Kâinatın teşekkülüne ilişkin BİG BANG, yani BÜYÜK PATLAMA teorisi kâinatın yaratılışına ilişkin en yaygın kabul gören teoridir. Bu teoriye göre kâinat küçük, çok çok küçük belki bir atomdan daha küçük taneciğin patlamasından oluşmuştur. Bu patlama sonrası kâinat öyle sıcak öyle sıcak ki, herhangi bir atomun dahi oluşmasına uygun değil. Bu muhteşem ve büyük patlamadan çok kısa, 10-43 saniye kadar zaman sonra kâinatın çapı 10-33 cm.dir.  Atomun çapı 10-8 cm olduğuna göre, kâinatın o büyüklüğü atomun büyüklüğünden milyar kere, milyar kere milyon daha küçük iken kâinat aniden genişlemeye başlamıştır. Bu genişleme ile aynı zamanda soğumaya başlamış ve artık atomlar meydana getirilmiştir. İlk yaratılan element, en basit yapısı ile hidrojen atomudur. Kâinatın tesadüfen bugünkü hali alıp almadığını merak eden fizikçiler üşenmeden oturup hesaplamışlar.  Ve tespitleri şu:

     “Eğer kâinat saniyenin 1060 (10’un yanında 60 tane sıfır)da biri kadar geç veya erken genişlemiş olsaydı, kâinat ölü doğardı”[4].

     Yani bugün içinde bulunduğumuz ve hayata elverişli güneş sistemi olmazdı. Akla hemen “Niçin?” sorusu geliyor. Çünkü kâinat genişledikçe soğumuş, önce hidrojen, sonra helyum ve yavaş yavaş diğer elementler yaratılmış. Deniyor ki, çok hızlı soğusaydı her gezegen hidrojen atomlarından oluşan güneş gibi bir yıldız olurdu. Kâinat Hidrojen bombaları patlayan gezegenler yığını olurdu. Eğer daha yavaş soğusaydı,  hiç hidrojen atomu kalmazdı.  Her gezegen demir, kurşun gibi ağır elementlerden oluşurdu. Yani enerji kaynağı olmazdı.

     Fizikçiler kâinatın ve Güneşin tahmini atom sayılarını hesaba katarak azot ve hidrojen gazlarının karışım hesabına benzer bir hesap yaparak çok çarpıcı sonuçlara ulaşmışlar. Yapılan ihtimal hesaplarına göre; kâinatın bugünkü gibi düzenli halde, Güneşin, Dünyanın ve diğer gezegenlerin tesadüfen oluşabilmesi ancak 1060’da bir ihtimalle mümkündür. Bunun dışındaki bütün ihtimallerle kâinat ölü doğardı. Ve devam ediyor fizik, kâinatın bu 1060’da bir ihtimalli durumu alması için 101080 sene gibi bir zamanın geçmesi gerekirdi.

     Hâlbuki kâinatın hesaplanan ömrü sadece 1011 senedir. Bu iki zaman arasındaki fark korkunçtur. Demek ki, kâinatın bugünkü bilinen ömrü bu tesadüfî durumu almasına zaten yeterli değildir.

     İşte yaratılış konusunda tesadüfçülere fizik ve matematiğin verdiği cevap şudur:

     Kâinat tesadüfen vücuda gelmemiş, sonsuz ilmi, hikmeti, kudreti ve Esma-i Hüsna adedince vasıfları olan bir Halık-i Külli şey tarafından bir maksada binaen halk edilmiştir.

     Madde Ezeli mi?

     Bir önceki bölümde üzerinde duruldu. Güneş kâinatın yaratılışı ile meydana getirildiğine göre ve her daim, her saniye bozunma ile milyonlarca ton kütlesinden kaybedip ısı ve ışık şeklinde kâinata yayıldığına göre,   eğer sonsuz zaman önce var olsaydı, yani ezeli olsaydı şimdiye çoktan bitmiş ve tükenmiş olacaktı. Öyleyse ezeli değildir. Yine durmadan dinlenmeden her saniye nükleer bozunma ile maddesi azaldığına göre, bir gün gelecek ömrü bitecektir. Öyleyse ebedî değildir ve bir gün ölecektir.  Bir başlangıcı olduğu gibi bir de sonu olacaktır. Buna teknik dilde ENTROPİ deniliyor. Yani kâinatta var olan potansiyeller her saniye biraz daha azalmakta ve seviyeler git gide eşitlenmektedir. Malum hayatın devamı hareketle,  yani ısı ve enerji akışı ile mümkündür. Enerji seviyesi eşitlenince hayat durur. Aynen su misalinde olduğu gibi.

     Sular yüksek seviyelerden daha düşük seviyelere doğru akar. Seviye eşitlenince akış, ona bağlı olarak hareket ve netice olarak hayat durur ve sona gelinir. Daha global ölçekte güneşteki hidrojen bombaları öyle bir gün gelir ki, hidrojen tükendiği için bombalar artık patlamaz,  her yönüyle ve anlamıyla faaliyet durmuştur. Kâinatın ısı seviyesi eşitlenmiş, yani ENTROPİ maksimuma erişmiştir. Değişim bitmiştir. Matematik tâbirle maksimuma erişen bir prosesin değişimi sıfırdır ve geriye  dönüş başlamıştır. Sona gelinmiştir. Bu da dini tabirle KIYAMET demektir.

      Peki, Diğer Bilim İnsanları Ne Diyor?

     Yaratılış konusuna bir takıntı ile ideolojik bakanların dışında konuyu farklı değerlendiren ilim ehli de elbette vardır. Onların da görüşleri ve konu ile alakalı değerlendirmeleri en az Darwinistler kadar makbuldür. Bu konuda müstakil olarak yaratılış hadisesinin tesadüflere bağlı olmayıp derin bir ilim, hikmet irade ve kudretin eseri olduğunu aklî, mantıkî delillerle ortaya koyan binlerce ilim ehli mevcuttur. En azından bu kitapta bildirileri yer alan akademisyenler bunun en güzel delilidirler. Ayrıca dünya çapında akademik camia olarak Darwinizm düşüncesine reddiye olarak muhalefet bildirisi yayınlayan muhtelif platformlar vardır. Bu platformlardan sadece birinde 400’ü aşkın haysiyetli akademisyenin imzası vardır. Dünyanın birçok ülkesinden ve çok önemli üniversitelerinden farklı disiplinlerden bir gruptan bahsediyorum. Toplamı 23 sahife uzunluğundaki bu DARWINIZME REDDİYE sadece bir sahifesini imza listesinin başlığı ile arz ediyorum. İnternette pdf dosyası olarak var. Meraklılar hangi ilim ehlinin bulunduğunu inceleyebilir. En son 2016 senesinde liste güncellenmiş. Arzu edenler müracaat ederek aynı bildiri altına imza atabilirler.

     A Scientific Dissent From Darwinism

     “We are skeptical of claims for the ability of random mutation and natural

selection to account for the complexity of life. Careful examination of the

evidence for Darwinian theory should be encouraged.”

     This was last publicly updated November, 2016 . Scientists listed by doctoral degree or current position.

      Listenin başlığı şöyle:

      Darwinizme Bilimsel Bir Reddiye

     ‘’Bizler kompleks yapısından dolayı hayatın ve yaratılışın tesadüfî mutasyonların ve tabiî seleksiyonun eseri olarak meydana gelebileceği konusunda şüpheliyiz. Darwin teorisi konusunda çalışma ve araştırma yapanların daha ciddi deliller aramaları konusunda cesaretlendirilmelidir.’’

     Bakınız ne kadar ehli ilme yakışan, ne ölçüde nazik ve kibar bir çağrı. Benzer bir çağrı Darwinistler tarafından yapılmış olsaydı ne ölçüde agresif olacağını tahmin edebilirsiniz.

     23 sayfalık bildiri listesinin ilk sayfasında ismi bulunanlar ve çalıştığı kurumlar:

     Philip Skell.           Emeritus, Evan Pugh Prof. of Chemistry, Pennsylvania State University Member of the National Academy Sciences.

     Lyle H. Jensen.      Professor Emeritus, Dept. Of Biological Structure & Dept. of Biochemistry University of Washington, Fellow AAAS.

     Maciej Giertych.   Full Professor, Institute of Dendrology Polish Academy of Sciences.

     Lev Beloussov.      Prof. of Embryology, Honorary Prof., Moscow State University Member, Russian Academy of Natural Sciences.

     Eugene Buff.         Ph.D. Genetics Institute of Developmental Biology, Russian Academy of Sciences.

     Emil Palecek          Prof. of Molecular Biology, Masaryk University; Leading ScientistInst. of Biophysics, Academyof Sci. Czech Republic.

      K. Mosto Onuoha.    Shell Professor of Geology & Deputy Vice-Chancellor, Univ. Of Nigeria Fellow, Nigerian Academy of Science.

     Ferenc Jeszenszky. Former Head of the Center of Research Groups Hungarian Academy of Sciences.

     M. M. Ninan.         Former President Hindustan Academy of Science, Bangalore University (India).

     Denis Fesenko.      Junior Research Fellow, Engelhardt Institute of Molecular Biology Russian Academy of Sciences (Russia).

     Sergey I. Vdovenko Senior Research Assistant, Department of Fine Organic Synthesis Institute of Bioorganic Chemistry and Petro chemistry Ukrainian National Academy of Sciences (Ukraine).

     Henry Schaefer.     Director, Center for Computational Quantum Chemistry University of Georgia.

     Paul Ashby.            Ph.D. Chemistry Harvard University.

     Israel Hüanukoglu.    Professor of Biochemistry and Molecular Biology Chairman The College of Judea and Samaria (Israel).

      Alan Linton.         Emeritus Professor of Bacteriology University of Bristol (UK).

     Dean Kenyon.       Emeritus Professor of Biology San Francisco State University.

     David W. Forslund.           Ph. D. Astrophysics, Princeton University Fellow of American Physical Society.

     Robert W. Bass.    Ph. D. Mathematics (also: Rhodes Scholar; Post-Doc at Princeton) Johns Hopkins University.

     John Hey.              Associate Clinical Prof. (also: Fellow, American Geriatrics Society) Dept. Of Family Medicine, Univ. Of Mississippi.

     Daniel W. Heinze  Ph.D. Geophysics (also: Post-Doc Fellow, Carnegie Inst. of Washington) Texas A & M University.

     Richard Anderson. Assistant Professor of Environmental Science and Policy Duke University.

     David Chapman.    Senior Scientist Woods Hole Oceanographic Institution Giuseppe Sermonti Professor of Genetics, Ret. (Editor, Rivistadi Biologia /Biology Forum) University of Perugia (Italy).

     Stanley Salthe.       Emeritus Professor Biological Sciences Brooklyn College of the City University of New York.

     Marcos N. Eberlin Professor, The State University of Campinas (Brazil) Member, Brazilian Academy of Science.

     Sonuç

     Bir olayın ve yaratılış hadisesinin istatistik ve ihtimaliyet hesapları ile tespit edilmesi, bir yönüyle o olayın tesadüfen meydana geldiğini kabul etmek anlamına gelebilir. Hâlbuki kâinatta tesadüf yoktur. Materyalistler bile her şeyin vücudunu “Sebep-sonuç” ilişkisine bağlı olarak izah etmekteler. Dolayısıyla tesadüfçülerin yaratılışı izah etmek için ileri sürdükleri  “Tesadüfen kendi kendine oldu”, “Sebepler yarattı” veya ‘’tabiat yarattı”  iddiaları kendi içinde tezat oluşturmaktadır. Çünkü yaratışın kendi içerisinde kuralları vardır.

     Yani varlıkların TESADÜFÎ MUTASYONLAR veya ileri sürdükleri TABİÎ SELEKSİYON’la meydana geldiği var sayılsa dahi, onların da bağlı olduğu kurallar vardır. En önemlisi de ihtimal hesaplarıdır. İşte ihtimal hesapları dahi GÜNEŞ örneğinde olduğu gibi YARATILIŞIN TABİİ SELEKSİYON ve TESADÜFÎ MUTASYONLARLA OLAMAYACAĞINI ortaya koymaktadır.  

     Kâinatın yaratılışı ve daha sonrasında farklı oluşumları net incelemek mümkün olmadığı için ihtimal hesaplarına başvurulur. İşte ihtimal hesapları da yan yana yazılacak olsa iki kutbun arasını dolduracak uzunluktaki rakamlarla kâinatın ve içindekilerin yaratılışının tesadüfen olamayacağını ve olmadığını bize göstermektedir.

     Kâinatın yaratılışı öyle de, acaba meselâ dünyamızda yer alan canlıların yaratılışı farklı mı? Biyolog değilim ancak düşünen birisi olarak sormak hakkım:

     -Bir insanın vücuda gelişi hangi akıl, mantık ve ilmi ölçülerle tesadüfe verile bilir? Döllenmiş bir yumurta zincirleme ikiye bölünerek çoğalıyor ve belirli bir sayıya ve zamana ulaştıktan sonra hücreler farklılaşıyor. Her hücre farklı doku ve organları oluşturabilecek istidat ve kabiliyette…

     Derin bir ilmi ve hikmeti gerektiren bu işler nasıl tesadüfe havale edilebilir? Sonra bu farklılaşan hücrelerin bir kısmı iskeleti oluşturmak üzere kemik dokusunda, bir kısmı da beyin ve sinir sistemini oluşturmak üzere sinir dokusunda , bir kısmı da kan dolaşım sisteminde görev alıyor. Bir kısmı gözleri, kalbi, karaciğerleri, böbrekleri hülasa vücudun tüm aza ve organları gayet sistemli ve mükemmel bir şekilde teşekkül ettiriliyor.

     Şimdi bu ilim, hikmet, basiret, inayet, rububiyet ve daha birçok maharet gerektiren işleri tutup tesadüfe vermek akılla bağdaştırılacak bir iş midir?

     Gelişi güzel çoğalan hücrelerin ana rahminin şeklini alması en büyük ihtimalle mümkün iken öyle olmuyor. Adeta hücrelerin bölünmesinden tutun da farklı mahiyete dönüşmesi hiç tesadüfen olabilir mi? Onların hareketleri ve bütün organları oluşturması bir âlimin ilmi ile, bir basirin basiretiyle, bir hâkimin hikmeti ile, bir müridin iradesi ile ve nihayet bir kasidin kastı ile bir maslahata, bir maksada, bir gayeye bir menfaate hizmet edecek şekilde ve tarzda yapılıyor. Herhalde bir hücreden insan haline kadar gelişen o serüven,  tesadüfe verilecek olsa en son ihtimalle insan şeklini alırdı. İşte bu çok bedihi yanlışlıktan dolayı Kur’an’da şöyle buyrulmuştur:

     “(Allah’a) şirk (ortak) koşmak büyük bir zulümdür[5].  

     Yaratılışı mutasyonlara ve sebeplerle tesadüfe veren bu ayete masadak olmuş demektir. Aynı sözler bütün mahlûkatın yaratılışı için geçerlidir.

     Bazı özellikleri olan bir saate usta arayan bir insanın, bir hücreden insana giden o muhteşem mucizelerle dolu yolculuğu sebeplere veya tesadüfî mutasyonlara havale etmesi akılla, izanla ve sözüm ona “Bilimsellikle” bağdaşacak bir anlayış olabilir mi?


[1] Nursi, Bediüzzaman, S. Lem’alar. Envar Neşriyat, İsatnbul, 1996, s. 176-194.
[2] Nursi, Bediüzzaman, S. Sözler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları-600. 3.baskı, Ankara, 2016, s. 63.
[3] Davies, P. Godand the New Physics. Simon and Schuster, 1983.
[4] Davies, P. Godand the New Physics. Simon and Schuster, 1983.
[5] Lokman Suresi, 13 ayet.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 100+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun