DİN

Kıyamet'te herkese dünyada yaptıklarının karşılığının verilmesi, "Eğer siz ceza görmeyecek (din kökünden: "Medînin") olsaydınız..." (el-Vâkıa, 56/86) âyetinde olduğu gibi "iyi ya da kötü karşılık" anlamında; şâirin, "Ebediyyen onun da benim de "din''im bu mudur?" sözünde olduğu gibi "âdet ve alışkanlık" anlamında;

"Filan kimseler kurallara boyun eğmezler (lâ yedinûne)" denirken ve hadis-i şerifte geçen: "Akıllı kişi nefsine hâkim olandır (dâne)" şeklindeki kullanımında "itâat, zillet ve bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek" anlamlarında; başkalarını idare etmek üzere görevlendirilen birisinden: "Deyyentuhu'l-kavme" diye söz edilirken de "Egemenlik, mülk, hüküm (yönetim, yargı), gidiş, idare" anlamında kullanılmaktadır.

Ayrıca: "Tevhid; Allah'a ibadetin her türlüsü: yalın manasıyla millet; verâ ve vasiyet; bir şeye zorlanmak; aziz veya zelil olmak; itaat etmek; asit olmak; iyi ya da kötü bir şeyi alışkanlık haline getirmek anlamına gelmektedir (el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü'l-Muhît, Beyrut 1407/1987, s. 1546; Ebu'l-Hasen İbn Sîde, el-Muhassas, Beyrut (t.y.), XVII, s. 155-156; Ebu'l-Beka, el-Külliyyât, Âmira 1287, s. 327; Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihâl, Beyrut 1395/1975, I, s. 38; Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî, Kur'an'a Göre Dört Terim, "Din" Bahsi; Aynı Müellif, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, Çev: Dr. N. Ahmed Asrar, Ankara 1983, t, s. 300 vd.)

Arapça bir kelime olarak "dal, ye, nün" harflerinden meydana gelen din sözcüğü, söyleyiş şekli değişmeksizin Türkçe'ye girmiştir. Kelime, gerek İslâm öncesi Arapça'sında gerekse Kur'ân ve Sünnet'te oldukça yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bunun tabiî bir sonucu olarak da din sözcüğü İslâm tarihi boyunca, bütün çeşitliliğiyle ve farklı oranlarda yoğun olarak, kaynaklarda, ilmî ve edebî eserlerde, sözlü ve yazılı anlatımda, İslâmî ilimlerin anahtar terimlerinin en başında yer almıştır.

Aynı kökten gelen ve yüce Allah'ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan "ed-Deyyân", yapılan işlerin karşılığını veren, kahreden, yani istediğine zorlayan, egemen, hikmetle yöneten,hesaba çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık veren demektir. İbn Sîde, a.g.e., XIII, 155; el-Fîrûzâbâdî, a.y.; Mecdü'd-Dîn İbnu'l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadis, Beyrut 1399/1979, II, 148)

"Mütedeyyin" ise, Allah'ın dinine teslim olan, itaatkâr, öldükten sonra hesap ve cezaya inanan kimse demektir. (Şehristânî, a.g.e., I, 38).

Istılah Olarak Dinin Anlamı: "Yüce Allah'ın, kullarının kendisi vasıtası ile hakka ulaşmaları için peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah'ın koyduğu hükümler." anlamındadır. Bu anlamıyla din hem inanç konularını hem de amelî konuları kapsamaktadır. Her peygamberin getirdiği "millet" hakkında da kullanılabilir. Allah'tan geldiği için (Allah'ın dini şeklinde) Allah'a; Peygamber tarafından tebliğ edildiği için (Peygamber'in dini şeklinde) peygambere; ona uyup bağlandıkları için de (meselâ "Müslümanların dini" şeklinde) ümmete izafe edilebilir (Râgıp el-Isfâhânî, el-Müfredat fî Garîbi'l-Kur'an, Kahire 1381/1961 s. I 74; Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Fünûn, Kalkutta 1862'den İstanbul 1404/1984 tıpkı basım, I, 503)

İbn Teymiyye de terim olarak "din"i şöyle açıklamaktadır: "İslâm, İman, İhsân diye ifade edilen her üç kademe, "din"in kapsamı içerisindedir. Çünkü sahih hadiste de belirtildiği gibi Hz. Cebrail* gelip bu konularda soru sorarak cevaplarını aldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "O, Cebrail'di. Size dininizi öğretmek üzere gelmiştir. Böylece o, bunların hepsinin "din"inizin kapsamına girdiğini açıklamış oluyor. " Din ile Allah'a itaat ve ibadet ettiği için "Allah'ın dini" denilir. Kula izafe edilmesinin sebebi ise itaat edenin o olmasıdır." (Mecmû'u Fetâvâ İbn Teymiyye, XV, 158)

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi; "din", ıstılah olarak tanıtılmak istenince; genelde "hak din" ve "son din" olan İslâm tanıtılmak istenmiştir. Bunun en önemli sebebi olarak Allah katında geçerli tek din'in İslâm olması (Ali İmrân, 3/19, 85) gösterilebilir.

Bu tariflerden anlaşıldığı üzere hak din'in diğer bir ifade ile "İslâm"ın temel birtakım özellikleri vardır:

İslâm* dini ile İslâm şerîatı aynı şeylerdir. Dolayısıyla İslâm dışı bütün dinler birer şerîat* ve her şerîat da bir dindir; ancak bunlar Allah katında makbul değildirler.

Din, irade sahibi akıllıları muhatap alır.

Din, Allah tarafından insanların faydasına konulmuştur. Allah tarafından konulmamış bir din kabul edilmez.

Din, insanı dünya ve Âhiret'te kurtuluşa götürür. Dolayısıyla bunu gerçekleştiremeyen dinler, Allah'ın kulları için öngördüğü din olamaz. Yalnız dünyaya yönelik tez ve düzenlere sözlük manâsı itibariyle "din" demek mümkündür. Ancak, bunların Âhiret*i hesaba katmamaları, yani laikliği* veya materyalizmi* esas almaları daha ilk adımda Allah'ın dininden uzaklaşmalarını kaçınılmaz kılmaktadır. Dünyayı tümüyle hesaba katmayan salt ruhânî ve dar ibadet kalıplarını aşmayan "ruhbanlık"* türü yaklaşımlar da "hak din" olamaz.

Din, "teslimiyet"i, "iman"*ı ve "ihsan"ı birlikte içerir. Dolayısıyla Hak Din'de insanlar bütün kâinatın boyun eğdiği, gökteki ve yerdeki her şeyin teslim olduğu Allah'a teslim olurlar. (Âli İmrân, 3/83) Bu dinde müminler kâinatın kendisine teslim olduğu gerçek Rab ve ilâh olan Allah'ın bildirdiği gayb'a inanılmasını emrettiği şeylere iman ederler; bu imanlarının gereği olarak hayatlarını Allah'ın şerîatına göre düzenleyerek teslimiyetlerini ifade ederken, kendileri Allah'ı görmeseler dahi, Allah'ın kendilerini görmekte olduğu şuuru ile Rab'lerine ibadet ederler.

Kur'ân-ı Kerîm'de "Dîn": Din'in terim manası bu olmakla birlikte Kur'ân ve Sünnet'te kelimenin kullanılmasını tetkik ettiğimiz takdirde, sözlük anlamlarının birçoğunu da kapsayacak şekilde ele alındığını kolayca tespit edebiliriz.

"Borç" anlamına gelen ve "din" kelimesi ile aynı harflerden oluşan "deyn" kelimesini ve onun türevlerini bir kenara bırakacak olursak; "din" ve türevleri Kur'ân-ı Kerîm'de: doksanbeş defa tekrarlanmaktadır.

"Din" kelimesinin çeşitli şekillerde yer aldığı âyet-i kerimeleri, manalarına göre bir sınıflandırmaya tabi tutarsak:

Mutlak Olarak Din: İtaat, Boyun Eğme, İbadet: 2/193; 3/5, 24, 73, 85; 7/29; 8/39; 9/29, 33, 16/52; 29/65; 30/30; 39/2, 3, 11; 40/14, 65; 42/13; 48/28; 61/9; 98/5.

Kıyamet ve Ceza (Karşılık) Günü: 1/4; 15/35; 24/25; 26/82; 37/20; 38/53, 78; 51/6,12; 56/56, 86; 70/26; 74/46; 82/9,15,17,18; 83/11; 95/7.

Allâh'ın Dini, İslâm, Tevhîd: 2/132, 193, 217, 259; 3/5, 19, 83; 4/46, 146; 5/3, 54, 57; 6/161; 7/29; 8/39, 49, 72; 9/11,12;19/29, 33, 36, 122; 10/22, 104, 105; 12/40; 16/52; 22/78;24/55; 29/65; 30/30, 43; 31/32; 33/5; 39/2, 3, 11, 14; 40/14, 65; 42/13, 21; 48/28; 60/8, 9; 61/9; 98/5; 107/1 ; 110/2; 109/6.

Kanun, Hüküm, Şerîat: 2/217; 3/73; 12/76; 22/78; 24/2; 40/26; 42/13, 21; 49/16; 98/5;107/1;109/6.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelimenin hangi manalarda kullanıldığını örnekleriyle açıklamaya çalışalım:

el-İsfâhânî, din'i: "İtaat, ceza (karşılık) demek olup şerîat hakkında istiâre yoluyla kullanılmıştır. Din, mana itibariyle millet'e benzemekle birlikte, şerîata bağlılık ve itaat demektir". diye tarif ettikten sonra, çeşitli manalarına örnek olmak üzere birtakım âyetleri kaydetmektedir.

Ona göre, Ali İmrân 19 ve en-Nisâ 125. âyetlerindeki "din" kelimesi "itaat" anlamınadır. "Ey kitab ehli! Dinlerinizde aşırılığa gitmeyin." (en-Nisâ 4/125) buyruğu ise, dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olan İslâm Dini'ne uymak için bir teşviktir. el-Bakara sûresinin "Din'de zorlama olmayacağını" hükme bağlayan âyet-i kerimesinde de (2/256) maksat "itaat"tir; Çünkü dîne bağlılık ancak "ihlâs"* la olabilir. "ihlâs" ile "zorlama" ise, birbirine aykırı hallerdir. Âli İmrân sûresi, 83. âyetinde yer alan: "Onlar, Allah'ın Dini'nden başkasını mı arıyorlar?" buyruğundaki "din"den kasıt ise İslâm'dır. Sad, 38/85, el-Feth, 48/28, es-Saf, 61/9, et-Tevbe, 9/29, en-Nisâ, 4/125. âyetlerinde de aynı şekilde "İslâm" kastedilmektedir.

Vâkıa, 56/86. âyette geçen "Medînîn" kelimesi, "amellere karşılık" manasınadır. (Rağıb el-Isfâhânî, el-Müfredat, 175)

Dâmeganî'ye göre "din", Kur'ân-ı Kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:

1. Tevhîd: "Allah katında yegane geçerli olan din İslâm'dır" Âli İmrân, 3/19 âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. Ez-Zümer, 39/2, er-Rum, 30/30 ve Lokman, 31/32. âyetleri de aynı anlamdadır.

2. Hesab: "Onlar din (Hesap) gününü yalanlarlar" el-Mudaffifin, 83/11, es-Saffat, 37/53, ve el-Vakıa, 56/86'da olduğu gibi.

3. Hüküm ve Yargı: Yusuf, 12/76'de "Melik'in dîni"; "Melik'in hüküm ve yargısı" demektir. en-Nur, 24/2'de "Allah'ın Dini" buyruğu da Allah'ın hüküm, yargı ve kanunu manasınadır.

4. Bizzat dinin (yani hayatın her alanında kabul edilen inanç, egemen düzen, kişisel ve toplumsal ilişkiler, eşya ve kâinat münasebetleri, değer yargıları v.s.'nin) kendisi.

Eksiksiz ve tam haliyle Allah'ın dini, İslâm: et-Tevbe 9/33,es-Saf 61/9, el-Feth. 48/28'de olduğu gibi.

5. Millet: el-Bey'yine, 98/5'de olduğu gibi. (el-Hüseyin b. Muhammed ed-Dâmeğanî, Kâmusu'l-Kur'ân, Beyrut 1983, 178-179)

Mevdûdî, Kur'ân-ı Kerim'de "din" kelimesinin anlamına ayırdığı incelemesinde şunları söylüyor: "...Bu bakımdan "din" kelimesinin "Kur'ân-ı Kerim'de eksiksiz bir düzeni ifade ettiği görülür. Sözkonusu bu düzen şu dört unsurdan meydana gelir:

1. Hâkimiyet ve yüce egemenlik.

2. Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğmek.

3. Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî düzen.

4. Bu düzene uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükâfat veya karşı gelmek halinde isyan etmeye verdiği ceza."

(Mevdûdî Kur'ân'a göre Dört Terim, s. 103)

İslâm: İlâhî düzen ve ulûhiyet tektir, şu halde kulluk da tek yeredir. Bu uluhiyete teslim olduktan sonra, insanoğlunun ne ruhunda ne de dış hayatında Allah'ın hükümranlığından başka bir şeyin eseri kalmaz. Uluhiyet tektir, öyleyse tek bir cihet vardır, tek bir akide vardır: Allah'ın rızasına uygun olarak kullarından kabul ettiği akîde, yani açık, berrak ve halis tevhid akîdesi ki, o da Allah indinde din olan İslâm'dır.

O İslâm ki, yalnız dâva, yalnız dirayet, yalnız dille ifade edilen söz, yalnız kalpte cereyan eden tasavvur, yalnız şahısların namazda, hacda, oruçta eda ettikleri vecibelerden ibaret değildir. İslâm, teslimiyettir, itaat ve tabiiyettir, Allah'ın kitabının kulların hayatına hâkim olmasıdır. Bugün 'biz müslümanız' deyip de Allah'ın kitabı ile hükmetmeye çağırıldıkları zaman ondan yüz çevirip arkalarını dönenler de ehl-i kitab'*a benzemektedirler. Zira onlar da dîni insanların günlük hayatına, ekonomik, sosyal, hatta ailevî ilişkilerine sokmayı lüzumsuz sayarlar. Bunlar, ileri sürdükleri bu iddialar ile birlikte müslüman olduklarını söylemekten de geri kalmazlar. Hiçbir dînî esasa dayanmayan bu gaflet ile ehl-i kitab'ın ileri sürdüğü zan ve iddiaların farkı yoktur. Her iki grup da dînî esaslardan sıyrılmakta farksızdırlar. Halbuki bu dînin birtakım ayırıcı özellikleri vardır ki, onlar olmayınca din de olmaz: Allah'ın şerîatına itaat, Allah'ın Rasûlü'ne uyma, Kitabullah'ın ahkâmına teslimiyet. İşte tevhîd akidesinin gerçeği bunlardır. Ayrıca din, beşer hayatının tanzimi için teşrîi kanunları da tazammun eder. Dînin gayesi sadece ahlâkı güzelleştirmekten, vicdanî şuuru uyandırmaktan, ibadet ve inançtan ibaret değildir. Böyle bir din olamaz. Din, Allah'ın insanoğlu için tespit ettiği bir hayat programıdır, insan hayatını yaratıcının yoluna bağlayan ve Allah'ın kudret eliyle çizilen bir hayat nizamıdır. Allah'ın dinine iman eden müslüman, Allah'tan bu dinin şahitliğini talep eder. Bu dine, insanların açıkça göreceği ve onlara güzel bir örnek teşkil edecek tarzda hakkıyla bağlanmalıdır. Kâinatta mevcut olan diğer bütün nizamlara ve teşkilâtlara karşı bu dinin üstünlüğüne ve yüceliğine iman etmeli, kendi nefsini, meslesini ve hayatını canlı bir şekilde Allah'ın çizdiği bu programa tahsis etmelidir. Onlar, cemiyet ve ferdin dayanağını Allah'ın kudret elinden çıkan o yüce programa oturtmayıp, böyle bir cemiyet meydana getirmedikçe şahit olamazlar. Müminler İlâhî program tahakkuk ettirmeye mecburdurlar. İşte bu, Allah yolunda ölümün, yani ilâhî dinin ortaya koyduğu ve bizzat yaşamaktan daha hayırlı telakki ettiği şehadetin ta kendisidir... Müslüman olduğunu iddia eden her insan üzerine, "Bizi Şahit olanlarla beraber yaz." niyazı (Âli İmrân, 3/53) Allah ile akdedilen bir bey'attır. Her mümin dînî bir hayatın ihyası ve toplumun huzur ve refahı arzusuyla bu ilahi nizamı gerçekleştirmek için cihat etmek zorundadır. Bunu yapmıyorsa ya şehadetinde yalancıdır veya bu dinin gaye edindiği şehadetin zıddını yapmak gayretindedir. Mümin olduklarını iddia ettikleri halde, insanları Allah'ın dininden uzaklaştıranların vay haline!

İşte bütün bu manâlarla İslâm Allah katında yegane dindir. Bütün peygamberlerin Allah'tan getirmiş oldukları en üstün nizamdır. Yüce Allah, insanları kullara ibadetten kurtarıp Allah'a ibadet ettirmek için peygamberleri vasıtasıyla bu dini göndermiştir. Allah şahittir ki, bundan yüz çevirenler müslüman değildirler. "Allah indinde hak din, İslâm'dır. "

Hiç şüphe yok ki, Allah'ın dini tektir. Bütün peygamberler o dini getirmişlerdir. İslâm'a sırt çevirenler bütün dinlere sırt çevirmekte ve Allah'ın ahidlerinin bütününe ihanet etmiş olmaktadırlar. İslâm -ki, yeryüzünde Allah'ın tek nizamıdır- mevcudatın temel kanunudur. Varlıklar dünyasında bütün canlıların dini aslında İslâm'dır.

Sünnet'te Din

Hadis-i şeriflerde de "din" kökünden türeyen kelimeler çeşitli tip ve anlamlarıyla kullanılmıştır. (Bk. el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elgazi'l-Hadîs... II, 163 vd.; 165 vd.)

Hadis-i şeriflerde "din" kelimesi değişik anlamlarda kullanılmıştır:

1. Boyun eğmek, itaat ve ibadet etmek: "Akıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu (Allah'a) ibadet ettirendir." (Tirmizî, Kıyame, 25; İbn Mâce, Zühd, 31) Bu hadis-i şerifde geçen "dâne"nin "hesaba çeken" manasına geldiği de söylenmiştir.

Hz. Peygamber'in: "Kureyş'ten, söyledikleri takdirde bütün Araplar'ın kendilerine boyun eğecekleri bir tek söz söylemelerini istiyorum." (Tirmizî, Tefsir, Sûre, 38, Bab 1; Ahmed b. Hanbel, I, 237) buyruğu da aynıdır.

2. İnanç ve ibadet: "Kureyş ve onlar gibi inanıp ibadet edenler (dâne, dinehum) Müzdelife'de vakfe yaparlardı." (Buhârî, Tefsir, Sûre 3, Bab 35; Müslim, Hac, 151) Yani bununla, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden kimseler kastedilmektedir.

3. Hayır olsun, şer olsun karşılık:

"Nasıl davranırsan, öyle karşılık görürsün. " (Buhârî, Tefsir, Süre 1, Bab 1)

4. Kahretmek, mecbur etmek: Egemen ve hâkim Allah'ın "ed-Deyyan" ismi bu anlamdadır. (Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Garîbu'l-Hadis, Beyrut 1396/1976; Haydarabad, 1385/1966'dan tıpkı basım, III. 134-136; Mecdu'd-Din İbnu'l-Esîr, en-Nihâye -fi Garîbi'l-Hadîs, Beyrut 1399/1979, II, 148-149)

"Din"e yakın Kavramlar: Bundan önceki açıklamalardan "din"e yakın birtakım kavramların bulunduğu ve bunların da hem Kur'ân'da, hem Sünnet'te kavram olarak önemli bir yer tuttukları anlaşılmış olmalıdır. "Din" gibi oldukça önemli bir kavramın daha iyi anlaşılabilmesi için bu kavramlara da kısaca bir göz atmakta fayda görülmelidir:

Millet: Aslında yazdırmak anlamına gelen "imlâ"dan gelmektedir. İzlenen "belli yol" manasına da gelir. Peygamberler şerîatı ümmetlerine yazdırdıkları ve bu konuda peygamberler arasında ihtilaf olmadığından "şeriat" manasına kullanılmıştır:

"Küfür tek millettir." sözünde olduğu gibi 'bâtıl" hakkında da kullanılabilir. (Tehânevî, a.g.e., II, 1346) Fîrûzâbâdî, el-Kâmus'da: "Millet, şerîat veya din demektir." (s. 1367) derken, Râğıb el-Isfâhânî: Millet, anlamı itibariyle din'e benzemektedir. Aralarındaki fark şudur: Millet, ancak Peygamber'e izafe edilir:

"Atalarım İbrahim'in, İshak'ın, Yakub'un milletine uydum." (Yusuf 12/38) Millet kelimesi çoğunlukla peygamberlere izafe edilerek kullanılır.

"Allah'ın milleti", "Zeyd'in milleti" gibi terkipler yapılmaz. Millet, Âhiret'te Allah'ın mükafatını almak için peygamberler aracılığıyla gönderdiği şerîatın adıdır." der. (el-Isfahânî a.g.e., 471-472; Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328)

Şerîat: Şer', sözlükte suya giden yol demektir. "Şerîat" da aynı anlamdadır. İslâmî bir kavram olarak ise; yüce Allah'ın koyduğu ve -ister bir amelin keyfiyeti ile ilgili olsun, ister itikadı ilgilendirsin- herhangi bir peygamberin ondan getirdiği hükümlerdir. Şerîat'a "din" ve "millet" adı verildiği de olur. Şerîat, kendisine itaat edilmesi bakımından "din"; dikte edilip yazılması bakımından "millet"; belirlenmiş bir yol olması bakımından da "Şer" ve Şerîat'tır. (et-Tehânevî, a.g.e., I, 759-760)

Ebu'l-Beka, "din" kelimesine yakın terimlere dair açıklamalarından sonra aralarındaki farka şöylece işaret etmektedir: "Çoğunlukla bu lâfızların biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir. Bu bakımdan bunlar bizzat bir olmakla birlikte mana itibariyle birbirinden farklıdırlar. Çünkü Peygamber'den sabit olan özel yola uyulması açısından "tarîk" (yol); gereğince dinlenmesi, bağlanılması (iz'ân) gereği açısından "iman"; onu teslimiyetle kabul gereği açısından "İslâm"; ona bağlanmanın karşılığının verilmesi açısından "din"; dikte ettirilip yazılmacı ve etrafında toplanılması açısından "millet"; susayan kimseler onun tatlı suyundan gelip içtikleri için "şerîat"; bir diğer adı "en-Nâmûs" oları Cebrâil'in vahiy yoluyla onu getirmiş olması açısından da "en-Nâmûs" adı verilir." (Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328).

Din, Millet, Mezheb kelimeleri arasındaki farka gelince; Din Allah'a, Millet Rasul'e, Mezheb de Müctehide nisbet edilir. (Şerif el-Cürcânî, et-Tarifat. "Din " mad.)

Din Koyucu Kim Olabilir?: "Din" in sözlük anlamını gözönünde bulundurduğumuz takdirde, insanların ferd ya da toplum olarak uydukları düzen, benimsedikleri gidiş ve izledikleri yol gibi bir mana da ihtiva ettiğini görürüz. İzlenen bu yol ve benimsenen bu düzen yalnızca ferd sınırında kalmadığı gibi, dünya hayatını aşarak Âhiret'i de; insanlığın kendi aralarındaki ilişkileri de aşarak çevresindeki varlıklarla her türlü münasebetini etkilemektedir. Kendisinin ve başkalarının davranışlarını, tutum ve faaliyetlerini, konumlarını hem belirlemekte hem de bunları değerlendirmesini sağlayan değerleri ve ölçüleri eline vermektedir.

Din'in genel olarak mahiyeti bu olunca, ister Allah tarafından gönderilmiş olsun, ister beşer kaynaklı olsun her bir düzen ve sistem bir "din''dir. Yani aynı zamanda bütün ideolojiler,...izm'ler, ve doktrinler de birer dindir. Bunların yalnızca dünya ile ilgili tezler olarak kendilerini sunmaları ve âhiretle, dinle, inançla ilgili olmadıklarını ileri sürmeleri, yani temelde "laik" olduklarını belirtmeleri onların aşağılamak, mahkum etmek ve hayatın dışına itmek için gayret gösterdikleri "din"den -sözlük anlamıyla da terim anlamıyla da- başka bir şey olmadıklarını göstermektedir. Bunlar birer "dinsizlik dini"dir.

Bu beşerî doktrinler, ideoloji ve düzenler, aslında İslâm'ı mahkum etmek için gerekçe olarak gösterdikleri "bağnazlık"ların en ileri türlerini sergilemektedirler. Din adına tarih boyunca türlü bağnazlıklarla birçok cinayetlerin işlendiği doğrudur. Ancak modern dünyanın çağdaş ve cahilî dinleri olan doktrinler ve...izm'ler uğruna işlenen cinayetler, zulümler ve katılıklar, geçmişte işlenen ve "din"i mutlak manada itham etmek için araç olarak kullanılan benzeri tutumlardan çok farklı mıdır? Sömürgecilik uğruna Kapitalizmi*, Emperyalizmi*, Komünizmi*, Siyonizm'i* yerleştirmek ve güçlendirmek için işlenmiş "modern cinayetler" ve "çağdaş bağnazca tutumlar" mı insanlığa daha büyük darbeler indirmiştir, yoksa genel olarak bütün dinleri ve bu arada da yegane hak din olan İslâm'ı mücadelenin dışında tutmak, safdışı bırakmak maksadıyla özellikle üzerinde durulmak istenen, hak dinin sapması sonucu ortaya çıkan cinayetler mi?

Bu sözler, bâtıl adına işlenen cinayetlerin savunması değildir. Anlatılmak istenen şudur: İnsanlık, dini tanımadığını ileri sürerken bile "bir düzene uymak" anlamında bir din'e mensuptur. Modern insan da dine karşı çıkarken kendisi gibi yaratıkların ortaya koymuş olduğu, fakat hiçbir şekilde ona aradığı mutluluğu veremeyen, sağlayamayan insanların kurdukları düzenlere, yani "din"lere bağlanmakta, boyun eğmektedir. Çağdaş dünya dininin ilahları Muhammed Esed'in ifade ettiği gibi sermaye patronları, bankerler, sanayiciler, şarkıcılar, artistler, sporculardır... Mabetleri ise bankalar, fabrikalar, stadyumlardır... Kullar ise her yere çevrilebilen, istenildiği gibi şartlandırılıp beyinleri yıkanabilen, istenilen şekilde yönlendirilebilen insan yığınlarıdır.

Açıkça anlaşıldığı gibi durum şundan ibarettir: Her bir siyasal, toplumsal, ekonomik düzen, aynı zamanda belli bir hayat görüşünün bir yansıması, bir ifadesidir. Pratiğe yansıyan her bir şekil arkasında ona o keyfiyeti kazandıran bir inanış, bir düşünüş yatmaktadır. Meselâ Materyalizm, eşya ve kâinat hakkındaki belli birtakım görüş ve yaklaşımlara sahiptir. Bu görüş ve yaklaşımlardan hareketle insanlığa sosyal, siyasal ve ekonomik bir düzen teklif etmiştir. Bütün bunlar yanında eşya ve kâinat hakkındaki yorumlara, dolayısıyla sunduğu düzene "İnanılmasını" yani bir inanç olarak da kabul edilmesini- bizim deyimimizle bir "din" olarak algılanmasını sağlamak için de başkalarını ikna etmeye özel bir çaba harcamaktadır.

İşte aslında insanlığa belli bir hayat ve kâinat anlayışını ve yorumunu sunan, bu yolun esası üzere de insanlar arası ilişkileri -her türlüsüyle- düzenlemeye çalışan her bir sistem -adı Kominizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Milliyetçilik, Budizm, Hristiyanlık ya da başka bir şey olsun -aynı zamanda- bir inanç düzenidir, yani bir "din"dir.

Bu yorum ve açıklamaların Kur'ân-ı Kerim'in "din" için getirdiği yoruma aykırı olmadığı, aksine tam uygun olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yukarıda değişik vesilelerle atıfta bulunduğumuz birçok âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koymaktadır: Yüce Allah, Rasûl'ünü hidayetle ve diğer bütün dinlerden üstün kılmak üzere "hak din" ile göndermiştir. (et-Tevbe, 9/33; el-Feth, 48/28; es-Saff, 61/9), Allah katında yegane geçerli din İslam'dır. (Âli İmrân, 3/19) İslâm'dan başka birdin arayan kimsenin bu dini, ondun kabul edilmeyecektir ve o, Âhiret'te hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Âli İmrân, 3/85)

İşaret ettiğimiz bu âyetlerden ve daha başkalarından açıkça anlaşılmaktadır ki, İslâm'ın dışında başka dinler de vardır. Allah katında geçerli olan ve olmayan dinler vardır. İnanılıp uyulduğu takdirde kişiyi kurtuluşa erdiren din vardır, âhirette ziyana uğratacak dinler de vardır.

Buna göre insanların benimsedikleri, inandıkları, düşünüş ve yaşayışlarını hemcinsleriyle ve çevrelerindeki eşya ile bu düşünüş ve inanışlara göre belirledikleri her bir düzen, sistem, ideoloji ve doktrin bir "din"dir. Buna "din" adının verilmesi ile verilmemesi arasında bir fark yoktur. Hatta Allah'a ya da bir veya birçok ilâha inanmaları ya da inanmamaları, bu inançlarını açıklamaları ya da açıklamamaları, bazı davranışlarına "ibadet" adını verip vermemeleri dahi durumu değiştirmez. Çünkü dinlerde aslolan bir "inanç düzeni" ile bu düzene göre şekillenen bir hayat anlayışı ya da dünya görüşü ve buna bağlı olarak bir "yaşayış düzeni"nin varlığıdır. Bunun sözkonusu olamayacağı hiçbir "hayat düzeni" bulunamayacağına göre, insanlık için -bu manasıyla- din dışında kalabilen bir hayat esasen düşünülemez demektir. Bu gerçek aynı şekilde İslâm âlimlerinin de gözünden kaçmamıştır. Meselâ Şehristânî, dinleri ve mezhebleri incelediği el-Milel ve'n-Nihal adlı eserinde açıkça şunları söylemektedir:

"Dünyada çeşitli din ve mezhep mensupları ve hevâ ve nihle (fırka, mezhep) sahipleri pek çoktur. Aralarında İslâmî fırkalar da vardır; yahudi ve hristiyanlar gibi indirilmiş kitapları olduğu kesin olarak bilinenleri de vardır; mecusîler ile maniheistler gibi kitap indirilmiş olma ihtimali olanlar da vardır; ilk felsefeciler, dehrîler* (zamandan başka maddeyi etkileyici bir faktör tanımayan materyalistler), yıldızlara tapanlar, putperestler ve brahmanistler gibi birtakım hüküm, değer ve tanımları olup da Allah'tan indirilmiş bir kitabı olmayanları da vardır." (Şehristânî, a.g.e., I, 37)

Görüldüğü gibi her bir dünya, hayat ve kâinat görüşü aynı zamanda bir din olarak değerlendirilmiştir ve öylece değerlendirilmelidir. Durum böyle olduğundan dolayı; yani -hatta bu tür bir iddia ile ortada olan laik düzenler için dahi- din dışı bir hayat mümkün olamaz.

Dinin kavranması için şu iki soruya cevap verilmelidir:

1. Din, her halukârda hayat için kaçınılmaz ise, insanlık için nasıl bir din gereklidir?

2. İstenen mükemmellikteki bir dini kim ortaya koyabilir?

Bu iki soruyu cevaplandırmak gerekirse şunlar söylenebilir:

İnsanın belli bir yapısının ve bu yapının gerektirdiği türlü ilişkilerinin sözkonusu olduğu herkes tarafından bilinir.

İnsanın, görünen ve duyularımızla algılayabildiğimiz maddî yapısının hatta bu varlığının en küçük diliminde dahi kendisini gösteren varlığını tartışılamaz ve inkâr edilemez kılan, bunun da ötesinde maddî varlığına egemen olan, ona yön veren bir manevî varlığının da bulunduğunu görüyoruz.

O halde insanlık için mükemmel bir dinin, insanın hem maddî hem de manevî yapısını gözönünde bulundurması ve bunların her birisini -ayrı ayrı ve bağımsız cüzlermiş gibi değil- bir bütünün unsurları olarak değerlendirmesi bütüne yani insana kazandırdıkları ahenk ve dengeye uygun ve o nisbette ele alması gerekmektedir. Dinin bunlardan birini görmezlikten gelmek ya da gerçek önemine uygun bir şekilde hesaba katmamak gibi, insanda ruhî, maddî, tüm ilişkilerinde dengesizlikler doğuracak bir değerlendirme yoluna gitmemelidir. Mükemmel bir din, insanı olduğu gibi ele alan ve bu yapıya uygun bir düzen teklif eden dindir. Gerçek din insanı kuvvetli olduğu yanlarıyla, zaaflarıyla, üstünlükleriyle, istidatlarıyla, kabiliyetleriyle, imkânlarıyla, kısacası asıl yapısıyla ve fıtratıyla ele alabilen bir dindir.

İnsan, tek başına, çevresiyle, hemcinsleriyle herhangi bir ilişkisi bulunmayan, kendi sınırlarını aşmayan bir varlık değildir. Onun için yalnızlık ve çevresini etkilememek diye birşey düşünülemez. O dünyaya geldiği andan itibaren, çevresindeki hemcinsleriyle eşya ve kâinat ile ilişki halindedir. Bu ilişkilerini kurarken insan çeşitli soru ve sorunlarla karşı karşıya kalır:

- Ben neyim? Kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Benim bu kâinat içerisindeki yerim neresidir? Bu kâinat ile ilişkilerimde uymam gereken ilkeler var mıdır? Yoksa istediğim gibi hareket etmekte serbest miyim? Uymam gereken ilkeler varsa bunlar neler olabilir? Bunları nasıl öğrenebilir ve tespit edebilirim? Ailemle içinde yaşadığım toplum ve bütün insanlara karşı sorumluluğum nedir? Onlarla ilişkilerimde bağlı kalmam gereken kurallar var mıdır, varsa nelerdir? Ben onlara, onlar da bana karşı bir haksızlık yaparsa ya da görevlerimizde kusurumuz olursa buna karşı alınacak tedbirler var mıdır, nelerdir, bu tedbirleri kimler alacak? Kısaca, içinde bulunduğumuz her türlü ilişki nasıl ve kim tarafından belirlenecektir? Bu ilişki türüne uygun bir yapılanma nasıl olabilir?

Yani insanın hem eşya ile ilişkisi, hem de insan olarak ferdî, ailevî toplumsal, ekonomik, siyasal ve ahlâkî ilişkileri nasıl olmalıdır? Kim tarafından belirlenmelidir? İşte mükemmel bir dinin bu tür sorulara doğru ve tatmin edici cevaplar vermesi kaçınılmazdır.

İnsanın, kendinden başkaları ile ilişkiler kurduğu âlem sırf bu görünen dünya değildir. Onda, kendisi gibi eksik olmayan, mükemmel bir varlığa şevk ve ihtiyaç meyli vardır ve bu onda fıtrîdir. Fıtrata,düşman ortam ve düzenlerde yetişen kimselerde dahi fıtratın bu eğilimi küllendirilebilse bile tümden yok edilemez.

Peki insan denen bu varlığı ve kâinatı en mükemmel düzen içerisinde yaratan, fakat kendisinden de bu kâinatı müstağni kılmayan varlık kimdir? O nasıldır? O'nu tanımanın yolu nedir? O'na karşı görev ve sorumluluklarımız nelerdir. Biz O'nun için neyin ifadesiyiz? Bizden istekleri var mı? Bize karşı davranışlarının, muamelesinin esasları nelerdir?

Evet, mükemmel bir dinin, yani insanın hayatına düzen verme iddiasında olan bir sistemin, bu ve benzeri sorulara açık, anlaşılır ve kesin cevaplar vermesi kaçınılmazdır.

İnsan, yani selim fıtrata sahip; sapıklığı, isyanın ve günahın kirletmediği fıtrata sahip insan, bu dünya hayatının sınırlılığından, darlığından, yetersizliğinden rahatsız olur. Çünkü insan hak sahiplerinin her zaman haklarını alamadığını, haksızların, zâlimlerin her zaman uygun şekilde cezalandırılmadıklarını, zaman zaman yaptıklarının yanlarında kâr kalabildiğini görmektedir. Bu böyle ise, adil ve hakkaniyete bağlı kalmanın faydası nedir? İnsanın bazen öyle emelleri olur ki, kendisinin hatta neslinin ömrü bunları gerçekleştirmeye yeterli olmayabilir. Meselâ, yeryüzünde gerçek bir adaletin gerçekleşmesi, mazlumun hakkını alması, zalimin lâyığını bulunan, insanların birbirlerine "kurtluk ve orman kanunlarıyla" ya da "tilkilik" mantığıyla değil de, "en az o da benim kadar haklara sahip, benim kardeşim, benimle eşittir" mantığıyla davranacakları toplumsal ahlâkî bir düzenin kurulması, ferd ve toplum vicdanında bunun yer etmesi...

İnsan kendi ferdî hayatında bunların, hatta emarelerinin dahi gerçekleştiğini göremeyebilir. Buna rağmen bu uğurda çalışmalarına da ara vermez. Neden? Bu uğurdaki çalışmaları eğer eksik kalacaksa, boşa gidecek ve karşılıksız kalacaksa onun bu yolda yorulması nedendir? Demek ki, insanın fıtrî yapısında bu dünyanın "ötesi"ne inanma ihtiyacı vardır ve sağlıklı bir fıtrat*, mutlaka bu ihtiyacı karşılamanın yollarına gider. Bu bakımdan mükemmel bir "din" fıtratın bu ihtiyacını da karşılayabilmeli, bu konudaki sorularını tatminkâr bir şekilde cevaplandırabilmeli, sorunlarını da mükemmel bir şekilde çözebilmelidir.

Şimdi, ikinci sorunun cevabını aramaya geçebiliriz:

Bu mükemmellikteki dini kim koyabilir?

Kur'ân-ı Kerim'in bu konuda bize verdiği cevaplar, gösterdiği deliller, tartışılamayacak ve reddedilme ihtimali bulunmayan güçlü delillerdir. Bu deliller o kadar açıktır ki, hiçbir şekilde görmezlikten gelinemezler.

Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan anlaşıldığı gibi, insan hayatını yönlendiren, hayatına egemen olan her bir düzen "bir din" olduğuna göre ve aslında "din"in insanın belli nitelikteki sorularını cevaplandırmak, sorunlarını çözmek iddiasında bulunduğuna göre, bu keyfiyetteki bir "din''in koyucusu kim olabilir veya kim olmalıdır? Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'in bize verdiği cevaplar gerçekten dikkate değerdir. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Yaratan, yarattığının yapısına en uygun yolu gösterendir:

"Herşeyi yaratıp düzene koyan, onu takdir edip ona yol gösteren... O en yüce Rab'binin adını tesbih et." (el-A'lâ, 87/1-3)

Rablerinin kim olduğunu soran Fir'avn'a Hz. Mûsa'nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: "Bizim Rabbimiz herşeye hilkatini veren sonra da doğru yolu gösterendir. " (Tâ-Hâ, 20/50)

Aynı cevabı Hz. İbrahim kendisiyle tartışan Nemrud'a söylemişti. Nemrud, krallığının aynı zamanda insanların hayatını düzenlemek yetkisini kapsadığını kabul ettiğinden, kendisini de uyruğunu da Allah'ın dinine tâbi olmaya davet eden Hz. İbrahim'e karşı çıkmış bu konuda onunla tartışmak cüretini göstermişti:

"Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim'le mücadele edeni görmedin mi? Hani İbrahim: Benim Rabbim diriltir ve öldürür deyince O: Ben de diriltir ve öldürürüm' demişti. İbrahim de: Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de batıdan getir' deyince, kâfir, şaşırıp kalmıştı. " (el-Bakara, 2/258)

>>>>>

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun