Darwinizm'in Yol Açtığı Sömürgecilik

EVRİM TEORİSİ Darwin'le özleştirilmiş ve Darwinizm olarak ifade edilir olmuştur. Bu teori, ilmi platformundan çıkarılarak, büyük oranda ideolojiye ve sömürgeciliğe âlet edilmiştir. Bu bölümde sömürgeciliğe nasıl gerekçe gösterilmiş olduğuna kı saca temas edilecektir.
Darwinizmin, özellikle Yakın ve Orta Doğu ülkeleri ile Afrika ülkelerindeki kültür emperyalizminde, kaynakların sömürülmesinde ve insanların imha edilmesinde dayanak olarak kullanılmıştır.

EVRİM TEORİSİ Darwin'le özleştirilmiş ve Darwinizm olarak ifade edilir olmuştur. Bu teori, ilmi platformundan çıkarılarak, büyük oranda ideolojiye ve sömürgeciliğe âlet edilmiştir. Burada sömürgeciliğe nasıl gerekçe gösterilmiş olduğuna kı saca temas edilecektir. 

Darwinizmin, özellikle Yakın ve Orta Doğu ülkeleri ile Afrika ülkelerindeki kültür emperyalizminde, kaynakların sömürülmesinde ve insanların imha edilmesinde dayanak olarak kullanılmıştır.

Darwinizmin hangi gayelere gerekçe gösterildiğinin anlaşılabilmesi, Darwin öncesinin iyi bilinmesine bağlıdır.

 

Darwin öncesi devir

DARWIN'İN Doğu yolculuğundan evvel, bu ülkelere pek çok seyahatler olmuştur. 15. yüz yıl sonlarına doğru, başta İspanya, Portekiz ve İngiltere olmak üzere Avrupa devleteleri, Doğu'yu yakından tanıyarak, oranın kaynaklarını elde etmek, kendi kültür ve dinlerini yaymak için adeta birbirleriyle yarış halindeydiler.

Doğu'da nüfuz temini ve sömürge tesisinde en büyük engel, yerli halkın kendi kültürüydü. Evvel emirde bu kültür değerlerinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu hususta misyonerler büyük gayret gösterdiler. Kardinal Cisneros, 1516 tarihli bir emirnamesinde gemilerin, misyoner almadan İspanya'dan ayrılmasını yasaklamıştı. Fakat misyonerler kitle halinde din kabul ettirme yerine, ruhların derinine inmeyi tercih ediyorlardı.1

Bu faaliyetlerini fikrî plânda sağlamlaştırmak maksadıyla yerliler için üniversiteler kurarak, kendi emelleri doğrultusunda bir kültür geliştirmenin temellerini attılar. Bazı felsefî teorileri kanun şeklinde takdim ettiler.

1550' li yıllarda, yerlileri köleleştirmek için, Aristoteles görüşüne dayanarak; akılları gelişmemiş kişilerin tabiatları gereği, diğerlerinin köleleri olduğu ve bu barbarları medenileştirmek için kuvvete başvrulabileceği, dolayısıyla Kızılderililerin de köle olarak dünyaya geldikleri, onlara karşı savaşmanın hukukî olduğu kabul edildi.2

Böylece Evrim Teorisinin de temeli atılıyordu. Yani, bu hayat mücadelesinde kuvvetliler yaşamalı, zayıflar denmeliydi. Meşhur Etnolog Servier, evrim görüşünün, sömürgecilik dini haline getirildiğine işaret ederek şöyle der:

"Evrimcilik fikri tabii olarak sömürgeciliğin laik dini haline gelmiştir. Zamanın modası programcıların deyimiyle, bu teori, doğru olduğundan yararlı, yararlı olduğundan da doğru diye benimsenmiştir. Burada esas olan, hakikati ortaya koymak için araştırmak değil, ama ön yargıya dayalı felsefe sistemlerinin doğruluğunu kanıtlamak esas olmuştur. İnsanlığın evrimini gerekli kılan geniş sentezlerin yardımıyla, bunlar zorla kitlelere kabul ettirilmektedir.3

 

Misyoner-Filozof çatışması

AVRUPA'DA papazların, Hıristiyanlık adına yaptığı baskıdan ve yıllarca süren mezhep savaşlarından bıkan filozoflar, Hıristiyanlığın belirttiği ilkelerin aksini ve insanlığın bir temele dayandırılmadığını göstermek için Doğu'ya yöneldiler. Etnolog Jean Servier bunu şöyle ifade ediyor;

16. yüzyılın filozofları, gezi hikâyelerini incelediklerinde, orada hiçbir dini hayatı bilmeyen bir insanlığın izlerini arıyorlardı. Tek gayeleri de bütün insanlık serüveninin temelsizliği göstermekti... Bütün amaçları İncil'in dediğini çürütmekti.4

Etnolog Jean Servier, Doğu'da insanın geçmişini bulma konusunda yapılan araştırmalarda 1800'li yılların başında iki akımın göze çarptığını belirtir. Birisi, Diderot ve Friedrich Schlegel’in başını çektiği Hint-Avrupa kökenli ırk, diğeri de insanın hayvana dayanan kökenini savunan akım.5

1855' li yıllara gelindiğinde, Gustave Klemm, insanlığın gelişmesini; vahşi hâl, boyun eğme ve özgürlük olmak üzere üçe ayırıyordu.6

 

Darwin Devri

DARWIN, Protestan rahibi olmak için 11 yıl eğitim görmüş, daha sonra yelkenli ile değil, İngiliz Deniz Kuvvetlerine ait bir savaş gemisiyle Doğu'ya görevlendirilmiştir. Antropolog Nephan Saran bunu şöyle anlatır:

Charles Darwin, 1820'de Protestan rahibi olmak üzere Cambridge girdi. 1831 yılında mezun olur olmaz, İngiliz Deniz Kuvvetleri'ne ait Beagle adlı gemiye tabiatçı olarak tayin edildi. Bu gezide, Güney Amerika sahillerini, Galapagos Adaları'nı, Tahiti'yi, Yeni Zelanda'yı, Avustralya'yı ve Tasmanya'yı ziyaret etti.7

Dikkat edilirse bu geziye iştirak, kendi isteğiyle değil, tayinle olmuştur. TÜBİTAK tarafından tercüme ettirilerek yayınlanan Darwin ve Beagle Serüveni adlı kitapta, Kaptan Albay Fitzroy'un, bu Darwin seyahati hakkında bekledikleri hakkında şu değerlendirmede buılunur:

Kaptan Fitzroy'a göre bu yolculuk, İncili ve özellikle de yaratılış kitabını kanıtlamak için çok iyi bir fırsattı. Darwin, Büyük Tufan ve canlıların ilk ortaya çıkışlarına ilişkin bir çok kanıt bulabilir, bilimsel bulgularını İncil açısından yorumlayarak çok yararlı bir iş yapabilirdi... O sıralarda İncil'deki her şeyin harfi harfine doğru olduğuna Darwin de inanıyordu.8

 

Doğu'da misyoner faaliyetleri

DOGU'DA nüfuz sahibi olmanın en pratik yolu, yerlilerden bir misyoner ordusu kurmaktı. Nitekim Darwin'in gemisinde de Horn Burnu civarında bir önceki ziyarette alman iki yerli, İngiltere'de bir ay eğitildikten sonra misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak için geri götürülüyorlardı.

Alan Moorehead bunu şöyle ifade ediyor:

Onlar, şimdi çat pat Ingilizceleri, Avrupalı giysileri ve satın aldıkları bir sürü Avrupa öteberisi ile Hıristiyanlığı ve uygarlığı yaymak için, dünyanın öbür ucundaki ülkelerine geri götürüyorlardı. Richard Matthews adında genç bir misyoner de onlarla gelmek için gönüllü olmuştu.9

Darwinizmin esasını teşkil eden; hayatın bir mücadeleden ibaret olduğu, bu kavgada çevreye en iyi uyanların ve kuvvetlinin yaşama şansının bulunduğu, zayıfların ortada kalk tığı, yani güçsüzlere hayat hakkının tanınmadığı görüşü, Batılılarca istismar edilmiş, Asya, Afrika, Yakın, Orta ve Uzak Doğu ülkelerini sömürge altına almada, kaynakların istismarını ve Nazi ırkçılığını haklı göstermede ilmî gerekçe olarak kullanılmıştır.

 

Batı Felsefesi ve Doğu düşüncesi

İNSANLIK TARİHİ, insanın çok farklı muamelelere tâbi tutulduğu devrelere şahit olmuştur. Her bir sistem ve kültür değeri, ya da idare tarzı veya ideoloji, ona pembe tablolar çizmiş, parlak ve müreffah gelecekler vaat etmiştir. Bunların içerisinde en tesirlisi, şüphesiz bütün insanlığı birden alâkadar eden ve yirminci yüzyılı kuşatan, maddeyi her şeyin üstünde tutan Materyalizm merkezli 'Batı felsefesi' olmuştur. Bu felsefenin iki yüz yıllık uygulama ve deneyimleri, insanlığa; acı, gözyaşı, ya da sefih bir hayat tarzından başka bir şey sunamamıştır. Filvaki insanların bazıları her türlü maddî imkâna sahip olmuş, bütün teknik değerleri elde etmiş, ama aradığı huzur ve mutluluğa bir türlü ulaşamamıştır. Hatta günümüz insanı, ilk çağlardaki hemcinslerinin sahip olduğu huzur ve mutluluğu arar olmuştur.

Önceki asırlarda, kültür değerleri ve düşünce tarzı bakımından Doğu Felsefesi, insanlığa zengin bir miras sunmuştur. Yaklaşık on bin yıl geçmişe sahip bu düşünce sisteminin Çin, Hindistan ve Japonya gibi Uzak Doğu ülkelerinde, kültür belirleyicilerinin başında Konfüçyüs ve benzerleri gelir. Bu düşünürlerin fikir yapısı ve düşünce sistemi üzerinde semavî dinlerin büyük tesirinin olduğu muhakkaktır. Çünkü, en son semavî din olan İslâmiyet'in değer hükümleriyle bu Doğu düşünce sisteminin pek çok konuda paralellik arz ettiği görülmektedir. Bu düşünce sistemi, tabiatı bir bütün olarak ele alır. Su, toprak, hava ve canlılar bu sistemin öğeleridir ve hepsi birbiriyle ilişkilidir. Bir başka deyişle, Doğu düşüncesi doğrusal değil, dairesel gelişim gösterir. Yani, tabiattan kazandığı kadar onu geriye vermeyi, sistemi tahrip etmemeyi esas alır. Doğu düşüncesinde nesneler bütünün içinde ele alınarak yorumlanır. Burada, matematiksel düşünceden ziyade sezgi ve hislerin hâkimiyeti ön plândadır. Böyle bir düşünce sisteminin kontrol ve idare yerinin alt beyin olduğu belirtilir.

Batı felsefesi ise, nesneleri ayrı ayrı ele alır. Her nesne veya varlık müstakildir, başlı başınadır. Bu düşünce sisteminde nesnelerin ortak özellikleri dikkate alınarak tabiat açıklanmaya çalışılır. Aslında bu düşünce sistemi, fertten bütüne ulaşmak esasını güden Yunan felsefesine dayanmaktadır. Böyle formel bir yaklaşımla, yada mantıkla, nesneyi esas alarak gelecek de yönlendirilmeye çalışılır. Halbuki, Doğulular, nesnelerin, çevresinden, yani bütün içinden ayrılarak açıklanamayacağını savunmaktadırlar. Formel mantıkla modeller kurulur. Bu durumda, formel mantık’ın bilimsel aracı diyalektik Materyalizmdir. Bu mantıklı(!) düşünmenin merkezi ise, beynin korteks kısmı olduğu ileri sürülür. Bir başka ifade ile, Batılı aklı ile, Doğulu hisleriyle hareket eder. Biz her iki dili de anlıyoruz. Toplum hayatımız ve sosyal yapımız buna göre şekillenmiştir. Biz bir işe karar verdiğimiz zaman, şartlar değişirse, oturur onu yeni şartlarda tekrar değerlendiririz. Halbuki Batılı böyle bir davranışı güvenilemez bir durum olarak ka bul eder. Çünkü onun mantık yapısında alınan kararın mutlaka uygulanması esastır.

Formel mantık, hadiseleri doğrusal izah eder. Yani, bu düşünce tarzında meseleler geri dönüşümlü değildir. Sözgelimi, tabiattan sadece maddî yönden nasıl faydalanacağını düşünür. Onun, kendi içinde bir bütün olduğunu ve bu sistemin geri dönüşümünü nazara almaz. O bakımdan tabiatın bütün kaynakları, maddî kazanımlar için sorumsuzca tahrip ve talan edilmiştir ve edilmektedir. Bu felsefede, her şey maddî kazanım içindir ve bu uğurda her yolu meşru görür ve gerekirse güç kullanmaktan çekinmez.

Batı düşüncesinde doğru tektir. İki şey çatışıyorsa, bunun birisi doğrudur, ya da bunun birisinin doğruluğunu ispata çalışır. Halbuki Doğu düşüncesinde zıtlıkların uzlaşması vardır. Her farklı düşünce ve yaklaşımın kendine göre haklı tarafının varlığını kabul eder ve bu farklılıkların bir noktada uzlaşmasını sağlar. Batı felsefesi gibi, birinin haklılığı namına diğerlerini inkâr ve reddetmez.

Fransız İhtilalinden sonra, yani yaklaşık iki yüz yıldır, insanın mutluluk ve huzurunun bu Materyalist Batı felsefesin de yattığı iddia edilegelmiştir. Batı felsefesine göre insan, plânlı ve sistemli bir yaratılışın ürünü değildir. Bu tabiat kanunlarının bir eseri olarak hasbelkader ortaya çıkmıştır. Herhangi bir varlık gibi sıradan bir nesnedir. Bu felsefeye göre insanın huzur ve mutluluğu, onun maddî ihtiyaçlarının temininde yatmaktadır. Bu düşünde tarzında herşeyin motoru ekonomidir ve ona dokunulamaz. Bir insan maddî bakımdan ne kadar güçlüyse o kadar mutlu olacaktır. Burada insanın bütün hedef ve gayesi nefsini tatmindir. Dolayısıyla, bu maddî refahı elde etmek için her yolu meşru görür. Hatta, bu hemcinsinin zararına da olsa. Tabiatı bu manada kullanmakta ve çevreyi tahripte hiçbir kayıt ve sınırlama tanımamaktadır. Bütün hedefi ve hesabı kendi menfaatidir.

Doğu düşüncesinin sistemli, derli toplu ve en son semavî kaynağı olan İslâmiyet, insanı, kâinatın en şerefli ve en mükemmel varlığı olarak ele alır. Bu insan, tabiatın hasbelkader ortaya çıkmış bir ürünü değil, kâinat ağacının en mükemmel meyvesidir. Bütün âlemlerin yaratılışı ve şekillenmesi insana göre yapılmıştır. Bir başka ifade ile, bu âlemlerin idaresi ve tasarrufu insana verilmiş ve bunları yerinde kullanmaktan da sorumlu tutulmuştur. Tabiattaki bütün varlıkların hayatını muhafaza ve hukukunu teminle mükelleftir. Haksız yere hiç bir varlığın hukukuna müdahale edemez. Hatta kendi bedenini istediği şekilde ve istediği yerde kullanamaz. Meselâ hayatına son veremez. Çünkü, kendi hayatı da ona emaneten verilmiştir ve o emaneti yerinde kullanılıp kullanmadığından hesaba çekilecektir. Bu düşünce sisteminde insanın hedefi ve gayesi, Yaratıcının rızasını elde etmektir.

Burada insanın değeri, maddî gücü ile değil, himmetiyle, fedakârlığı ve gayretiyle, başkalarına faydalı olma nispetiyle ölçülür. Kimin himmeti milleti ise, onu tek başına bir millet kabul eder. Yani, böyle fedakârlık gösteren bir insanı bir millet değerinde görür. Böylece insanlara ulvi hedef ve gayeler çizer. Onları, insanlığın huzur ve mutluluğunu sağlamaya teşvik eder. İnsanların en hayırlısını, insanlara faydalı olanı görür. Himmeti sadece kendi nefsi olanı, sadece kendi nefsini düşüneni insan olarak da nazara almaz. Onu, insandan aşağı telakki eder. Bu düşünce sisteminde insan çok kutsal ve değerlidir. Haksız yere bir insanın öldürülmesini, bütün insanlığın öldürülmesi olarak değerlendirir. Bu yaklaşım tarzında kim haklı ise o kuvvetlidir ve onun hakkı mutlaka alınmalıdır. Halbuki Batı felsefesinde kim kuvvetli ise, o haklıdır ve her istediğini yapma yetkisini kendinde görür.

Batı düşünce sistemiyle yetiştirilen ve eğitilen Batı toplumu, maddî ve manevî çevreyi tahrip ederek içinden çıkılmaz bir batağa saplanmıştır. Fertler, uyuşturucu ve sefahatin esiri olmuştur. Aile saadeti ve toplum huzuru bitmiş, insanlar âdeta makineleşmiştir. Şimdi Batı, geldiği bu yolun sonunun bataklığa çıktığını görmüş ve buradan nasıl çıkılabileceğini düşünmeye başlamıştır.

 

Prof.Dr. Adem Tatlı

 

Dipnotlar:

1- Servier, J. Etnoloji. Tere. M. Ali Kayabal. İletişim yayınları, 1992, s.52-53.
2- A.g.e. s. 55.
3- A.g.e. s. 82-83.
4-A.g.e. s. 66-71.
5- A.g.e. s. 77.
6- A.g.e. s. 83
7- Saran, N. Antropoloji. İnkılâp Kitabevi, istanbul, 1993, s.166.
8- Moorehead, A.Darwin ve Beagle Serüveni. Tere. Nermin Çevik. TÜBİTAK Popüler Bilim Yayınları, 1996, s.20.
9-A.g.e. S.21.IV. bölüm

 

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 100+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun