Âdemin Torunları İslâmî Açıdan Irkçılık ve Milliyetçilik Konularına Genel Bir Bakış
1983 yılında Erzurum İlahiyatta talebe iken, bir vesile ile Malazgirt'e gitmiştim. Erzurum'a dönerken, otobüste yan yana oturduğumuz zatla sohbete başladık. Diyarbakırlı olduğunu öğrenince kendisine "Bir zamanlar Diyarbakır biraz sıkıntılıydı, inşaallah düzelmiştir." dedim. Bana dikkatle baktı ve "ama biz davamızda haklıydık" dedi. Biraz da şaşırarak, "Davanız neydi?" diye sordum. "Bize 'siz Türksünüz' dediler. Biz de farklı bir millet olduğumuzu isbat için silaha sarıldık." cevabını verdi.
Türkiye'nin batısında Manisa'da doğmuş ve üniversite tahsili için doğuya gitmiş biri olarak ilk defa bu derece açıktan bir ırkçılık görüşüyle karşı karşıya kalmıştım. Muhatabıma, "Bediüzzaman Said Nursî'yi duydun mu?" diye sordum. Duyduğunu söyleyince, "bakın dedim, bu zat Bitlislidir ve bugün nice insan Onun eserlerinden istifade etmektedir. Öte yandan Peygamber Efendimiz ne Türk, ne de Kürttür, ama hepimizin peygamberidir. İslamiyet ırklar ötesi bir davadır, bütün ırkları içine alır, onları kardeş yapar. Türkler ve Kürtler asırlardır aynı vatanı paylaşmış, aynı dine mensup, aynı idealleri taşıyan, aynı yüce değerler için gerekirse can veren iki millettirler."
Baktım, din noktasından konuya yaklaşılınca muhatabım hayli yumuşadı, "haklısınız dedi, biz aslında bir ve beraberiz."
Bu şekilde ortak değerlerde birleşince samimi bir atmosfer oluştu ve yolculuğumuz Erzurum'a kadar hoş bir hava içinde devam etti.
Üniversiteyi bitirince öğretmenliğe müracaat ettim, tayinim Diyarbakır'a çıktı. O güzel beldede 1988-1992 yılları arasında Merkez İmam-Hatip Lisesinde meslek dersleri öğretmeni olarak dört yıl çalıştım, hatta Diyarbakır'dan evlendim. Ana dili benim dilimden farklı olan bu güzel insanlarla çok güzel günlerimiz geçti.
Bir gün öğrencilerden biriyle sohbet ederken, kendisinde ırkçılık damarı olduğunu görünce şöyle dedim:
"Ben bir Türküm, ama bugün burada sizlere faydalı olmaya çalışıyorum. Yarın yolum Amerika'ya düşse, oradaki insanlara faydalı olmaya çalışırım. İslam gibi evrensel bir dinimiz varken, dinin reddettiği ırkçılık davasına takılıp kalmamak gerekir."
İçinde yaşadığımız şu günlerde Ülkemizin bazı etnik problemleri aşamamış olması, her hamiyet sahibi insan gibi beni de elbette üzüyor. Aslında ülkemiz insanı, aşılamayacak çok büyük problemlerle karşı karşıya değil. Az bir gayretle tüm problemleri birlikte aşacağımıza inanıyorum. Bu mütevazi çalışmamızın bazı problemleri aşmamıza yardımcı olacağını ümit ediyorum.
Hep birlikte daha mutlu günlere kavuşmak dileğiyle?
İstanbul-2008
Doç. Dr. Şadi Eren
İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir.
İslam dini, ırkları bir realite olarak kabul eder. Cenab-ı Hak Kur'an'da şöyle bildirir:
"Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
Birbirinizi tanımanız için, sizi milletlere, kabilelere böldük.
Şüphesiz Allah katında en şerefliniz, en takva sahibi olanınızdır." (Hucurat, 49/13)
Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva'dır. Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem'in aynı zamanda ilk peygamber olduğu da nazara alınırsa, bütün insanların peygamber torunları olduklarını söyleyebiliriz.
Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti, insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçekten de her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketle bir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür. Ordu içindeki karacı, havacı gibi değişik kısımlar nasıl kıyafetleriyle ayırt ediliyorsa, milletler de belli özellikleriyle birbirinden ayırt edilmektedirler. Ordu içindeki farklılık bir çatışma vesilesi olmadığı gibi, farklı milletlere mensup olma da çatışma vesilesi yapılmamalıdır.
İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millette hem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır.
Irklar, insanlık kilimindeki farklı renkler ve desenlerdir.
Yüce Allah, sanatında daima renkliliği esas almıştır. Mesela, renkler yedidir, sesleri gösteren notalar yedidir, tatlar farklı farklıdır?
İnsanlık âleminde farklı ırkların olması da ilahi kader proğramından gelen bir güzelliktir.
Kilimdeki farklı motif ve desenler o kilime farklı bir güzellik katar.
Gök kuşağı tek renk olsaydı, şimdiki kadar güzel olmazdı.
Farklı ırklar ve milletler de dünyamıza farklı güzellikler kazandırmıştır.
Ülkemizde farklı ırkların varlığı, muazzam bir kültür zenginliğini netice vermiştir. Ülkemizin doğusunda batısında, kuzeyinde güneyinde farklı yemekler, farklı müzikler, farklı mimari durumlar' bizleri "büyük millet" yapmaktadır.
"Sen Allah'ın boyasına bak! Daha güzel boya kimin olabilir?" (Bakara, 2/138)
Yunus Emre, Kur'an'dan aldığı dersle "Yaratılanı severiz, Yaratan'dan ötürü." der. Ama herkes Yunus Emre kadar olgun olmayabilir. Şöyle bir olay anlatılır:
Bir grup insan hac vazifesini eda ederken, beyaz ırka mensup bir Müslüman, zenci birini görünce biraz yüzünü ekşitir. Zenci, yanındaki arkadaşına yönelir ve şöyle der:
'Bana yüzünü ekşiterek bakan şu Müslüman kardeşime, sor bakalım, boyayı mı beğenmemiş, yoksa boyayanı mı'?
Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın boyası" ifadesi geçer. En güzel boyanın "Allah'ın boyası" olduğu ifade edilir. (Bakara, 2/138)
Ayetin işari bir manası insanlık âleminde kendini göstermektedir. İnsanlar esas azalarda bir olmakla beraber, ses, sima, renk gibi durumlarda farklı farklıdırlar. Kur'an şöyle bildirir:
"Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır." (Rum, 30/22)
Aynı topraktan rengârenk çiçekleri yarattığını gördüğümüz ilahi kudrete, aynı Âdem ve Havva'dan farklı özellikte ırkları yaratmak zor gelmez.
ODTÜ mezunu bir arkadaşımızın dini konularda bazı şüpheleri vardı. Bir gün sohbet esnasında 'hiç zenci arkadaşın oldu mu'? diye sordu. Olmadığını söyledim. Dedi 'benim oldu. Onları biraz yakından tanıdım. Bizden çok farklı insanlar. İster istemez hatırıma şöyle geliyor: Hz. Âdem şayet beyaz bir insan olarak yaratıldıysa bu zenciler nereden geldi? Acaba onlar için başka bir Âdem mi var'?
Dedim: 'Sadece renk ve bazı özelliklerinin farklı olmasından onlara başka Âdem Baba aramamız gerekmez. Mesela, bir otomobil fabrikası farklı modeller üretir ve bunlara farklı renkler verir. Sadece model ve renk farklılığından dolayı onlar için farklı fabrikalar aramayız. Onun gibi, Allahu Teala Hz. Âdem ve Havva'yı bütün ırkları netice verecek özellikte yaratmış, zamanla da ırkları meydana getirmiştir. Aynı topraktan rengârenk çiçekleri yarattığını gördüğümüz ilahi kudrete, aynı Âdem ve Havva'dan farklı özellikte ırkları yaratmak zor gelmez.?
Kur'an-ı Kerim, insanın çamurdan bir hülasadan yaratıldığını söyler. (Mü'minun, 12) Rivayete göre, Cenab-ı Hak Hz. Cebraile yeryüzündeki değişik özellikteki topraklardan getirmesini ister. Hz. Cebrail beyaz, siyah, kırmızı gibi değişik özellikteki topraklardan getirir. Cenab-ı Hak, kudret eliyle bunları yoğurur, Hz. Âdemin heykelini yapar ve ardından Ona ruh üfler. Böylece ilk insan yaratılmış olur.
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Âdem'in ve Hz. Havva'nın genetik yapısında bütün ırkların karakterleri vardı. Bu karakterler zaman içerisinde ırkların ortaya çıkmasına vesile oldu. Böylece farklı coğrafyalarda farklı ırk ve kabileler zuhur etti.
İnsanlık âleminde farklı ırkların olması ilâhi bir tercihtir.
Babil, ilkçağda Eski Mezopotamya'da kurulan Sümer Devletinin en büyük ve en ünlü şehridir. Bağdat'a 88 km. mesafede bulunan bu şehrin harabeleri günümüze kadar gelmiştir. Kur'an'da Bakara suresi 102. ayette bu şehirden bahis vardır.
Babil, en eski medeniyet merkezlerinden biridir, buradaki asma bahçeleri, dünyanın en meşhur yedi harikasından biridir.
Babil'e şöhret kazandıran şeylerden biri de buradaki kuledir. Babil kulesi, Tevrat'ın nakline göre, Hz. Nuh'un oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yapılmıştır. Yaptıklarıyla mağrur olan bu insanların dilleri, taraf-ı ilahiden değiştirilmiş, birbiriyle anlaşamaz olmuşlar, daha sonra dünyanın her tarafına dağılmışlardır. İşte, bu olaya "tebelbül-ü akvam" veya "teşaub-u akvam" adı verilir.
Irkçılık tarzındaki menfi milliyetçilikte benzeri bir felaket kendini gösterir: O zaman hiçbir ırk ve millet, diğer ırk ve millete saygı göstermez, dilini anlamaz, birbiriyle geçinemez.
'Irkçılığa çağıran bizden değildir, ırkçılık için savaşan bizden değildir, ırkçılık üzere ölen bizden değildir.' Hz. Muhammed (sav.)
"Irkçılığa çağıran bizden değildir, ırkçılık için savaşan bizden değildir, ırkçılık üzere ölen bizden değildir." (Müslim, İmare, 57)
Problemlerimizin çözümü, Kur'anda ve Peygamber Efendimizin hadislerinde yer almaktadır. Bunları bilmeyenler, mesela ırkçılık konusunda "acaba kendi milletimi sevmem ırkçılık sayılır mı?" şeklinde tereddütlerde kalabilirler. Hâlbuki böyle bir sorunun cevabı, saadet asrında yaşanan şu olayla verilmektedir:
Sahabeden biri, "Ya Rasulallah, kişinin kavmini, milletini sevmesi, ırkçılık sayılır mı?" diye sorar. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verir:
"Hayır, sayılmaz. Lâkin ırkçılık, kişinin kendi kavmine zulümde yardımcı olmasıdır." (İbnu Mâce, Fiten, 7)
Kişi, sırf "kendi kavmindendir" diye bazılarına ayrımcılık yapsa, haksız olduklarını bile bile onları savunsa zulme yardım etmiş olur. Hâlbuki değil zulüm işlemek, zulme razı olmak bile uygun görülmemiştir. Zira "küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür."
'Üstün ırk' yok, 'faziletli insanlar' vardır ve bu faziletli insanlar her ırktan çıkabilir.
Irkçılığı esas alan kimseler kendi ırklarını en üstün ırk olarak görürler. Mesela, Yahudiler kendilerini "seçilmiş bir ırk" kabul ederler. Onların kabulüne göre "en üstün ırk Yahudi ırkıdır, diğer milletler onlara hizmet etmek için yaratılmıştır."
İslâm tarihinde bazı Emevi hükümdarlarının 'Arap Irkçılığı' yaptıklarını görürüz. Bunlar Arapları 'kavm-i necip' yani 'asil millet', diğer İslâm milletlerini ise 'memâlik' yani köle olarak görmüşlerdir. Bu sığ anlayış diğer insanları küstürmüş, devletleri ancak 85 yıl sürebilmiştir.
Namık Kemal'in şu ifadeleri, böyle fikirlere adeta bir cevap gibidir:
"Yüksel ki yerin bu yer değildir,
Dünyaya geliş hüner değildir.
Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten..
Ne sin iledir, ne sal iledir, ne cah iledir
Ne mal iledir, beyim ululuk, kemâl iledir."
Yani, insanın kıymeti ne yaşına, ne makamına, ne malına bakmaz. Onun kıymeti onun sahip olduğu kemâle göredir. Kimde iman, güzel ahlak, salih amel gibi değerler varsa, o kimse kıymetli olur.
'Irk' peşinde koşmak, boşa vakit kaybetmek, hatta kan kaybetmektir.
Gerek ülkemizde, gerekse dünyanın başka coğrafyalarında zaman zaman "saf kan ırkçılığı" yapanlar çıkabilmektedir. Dünyanın bazı kesimlerinde bunu iddia etmek mümkün olsa bile, Türkiye coğrafyasında bunu ortaya koyabilmek mümkün değildir. Çünkü bu mübarek vatanın Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra, hemen her taraftan göç ile buraya gelip yerleşenler olmuştur.
Yakın zamanlarda bile Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya gibi yerlerden bu ülkeye gelip yerleşenler olduğu, şimdiki nesillerin bile gördüğü bir realitedir.
Bu durumda, "saf kan bir ırk", Türkiye için söz konusu olamaz. Özellikle Türkler ve Kürtler yüzyıllardır çapraz evlilikler yoluyla birbirleriyle kaynaşmışlar, et ve kemik gibi ayrılmaz hale gelmişlerdir.
"Daha müreffeh bir Türkiye" için gayret sarfetmek gerekirken, Türkçülük veya Kürtçülük adıyla bazı teşebbüslerde bulunmak boşuna zaman kaybetmek, hatta kan kaybetmektir.
Irkçılık, bir fanatikliktir.
Irkçı insan, insaf ve adaleti kaybeder.
İnsan, yaratılışı gereği kendi akrabalarına daha bir yakınlık duyar. Mensup olduğu milleti diğer milletlerden daha fazla sevmesi de bu yakınlığın bir görüntüsüdür. Aslında buraya kadar bir problem söz konusu değildir. Ama bazıları kendi kabile ve milletini sevme duygusunu, başka kabile ve milletlere düşman olmak şekline getirirse, problemler işte o zaman başlar. Birinci hâl gayet normaldir, ama ikinci hâl fanatikliktir, zararlıdır.
Benzeri bir durumu particilik ve futbolda görürüz. Bir insanın benimsemiş olduğu partiyi veya taraftar olduğu takımı desteklemesi gayet normaldir. Ama bu, "benim partimden olanlar iyi diğerleri kötü, benim takımımdan olanlar dost, diğerleri düşman" şekline gelirse, çok ciddi problemleri de beraberinde getirir.
İnsan, insaflı olmalıdır. Kendi milletinden olanların bazan haksız olabileceğini kabul etmeli, "bizden olanlar daima haklıdır" gibi genellemelerden kaçınmalıdır.
Farklı ırklara mensup olabiliriz. Ama her şeyden önce hepimiz birer insanız.
İnsanı insan olarak görmek ve değerlendirmek yerine, nedense bazıları ırk ve milliyeti öne alırlar ve ona göre değerlendirirler.
Tanıdığım değerli bir profesöre, ırkçılık yönü ağır basan birisi, şöyle bir soru sorar:
"İki ayrı ırktan iki insan denizde boğulmak üzere olsa, bunlardan biri senin ırkından, diğeri başka bir ırktan, ikisi de Müslüman, ikisi de benzer özellikler taşıyor, önce bunlardan hangisini kurtarırsın?"
Profesör şu cevabı verir:
"Kur'a çekerim, kime çıkarsa onu kurtarırım!"
Herkesin 'insanlık milletimdir, yeryüzü vatanım' demesini beklemek gerekmez. Elbette herkesin mensup olduğu bir millet ve vatan vardır. Ama bu mensubiyet, diğerlerini inkâra yol açmamalıdır.
Kabir sualleri arasında 'hangi ırktansın?' sorusu yok!
Bir insan şu dünya hayatında general rütbesini elde edebilir. Ama vefat ettiğinde cenazesi "er kişi niyetine" diye kılınır. Çünkü artık ölümle beraber rütbeler, makamlar sona erer, herkes ameliyle baş başa kalır.
İnsanlar şu dünya hayatında akrabalık bağlarından, aynı millete mensup olmak gibi durumlardan da yararlanabilirler. Ama bu yararlanma belli bir zamana kadardır. Kur'an buna şöyle dikkat çeker:
"Sûr'a üflendiği zaman aralarında artık ne nesep kalır, ne de birbirlerinin hallerini sorarlar." (Mü'minun, 23/101)
Yani kıyamet koptuğunda, herkes kendi derdine düşer, başkasının halini düşünmeye, sormaya sıra gelmez. O gün, salih amel dışında bir şey insana fayda vermez. Hatta peygamber oğlu veya peygamber kızı olmak da insanı kurtarmaz.
İnsana kıymet kazandıran şeyler; iman, ahlâk gibi değerlerdir. Yoksa peygamber evlâdı olmak da onu kurtarmaz.
Hz. Nuh'un oğullarından biri iman etmez. İman etmeyenleri ise bir tufan beklemektedir. Sular yükselirken, Hz. Nuh hem peygamberlik, hem de babalık şefkatiyle oğluna, 'Yavrum, gel bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerden olma' der. Fakat oğlu 'beni sudan koruyacak bir dağa çıkar, kurtulurum' diyerek gemiye binmez. O sırada bir dalga gelir, Nuh'un oğlu suların içinde kaybolur gider.
Hz. Nuh, 'Ya Rabbi, şüphesiz bu oğlum ehlimdendir. Senin va'din ise elbette haktır. Sen Hâkimler hâkimisin' der.
Allah şöyle buyurur: 'Ey Nuh, o senin ehlinden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir amel sahibidir. O halde, hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Seni, cahillerden olmandan menederim.'
Hz. Nuh der: 'Ya Rabbi, bilmediğim şeyi senden istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, zarara düşenlerden olurum.' (Hud, 11/42- 47)
Görüldüğü gibi, peygamber oğlu olmak bile insanı kurtarmamaktadır.
Irkçılığın faturası; hem dünyaya, hem de ülkemize ağır, hem de çok ağır olmuştur.
Charles Darwin, canlıları incelerken, güçlü olanların hayatta kalacakları, zayıf olanların ise silinip gidecekleri sonucuna varmıştı. Bazı sosyal bilimciler, aslında gerçeği yansıtmayan bu fikri, insan ırkları üzerinde de geçerli saydılar. Buna "Sosyal Darwincilik" denilir.
Adolf Hitler, bu fikirlerden yola çıkarak Almanya'da Nazi ırkçılığının temelini oluşturdu. Ona göre en üstün ırk Alman ırkıydı ve dünyayı Almanlar idare etmeliydi.
Hitler, bu fikirlerle halkı heyecana getirdi. Etkili hitabetiyle kitleleri harekete geçirdi. Bu heyecan ve hareketler, 2. Dünya savaşının çıkmasına neden oldu. Almanya Polonya'yı ülkesine ilhak etti. İtalya ile birleşip İngiltere ve Fransa ile savaştı. Derken savaş başka cephelere yayıldı, bir 'dünya savaşı' oldu... Ve dünyanın şahit olduğu bu en kanlı savaşta, 47 milyon sivil, 15 milyon da asker hayatını kaybetti. Sadece Rusyada 20 milyondan fazla insan, savaş kurbanı oldu. Başta Almanya olmak üzere nice ülkeler baştan sona harabeye döndü. Avrupa'daki fabrikaların % 70 i işe yaramaz hale geldi.
İnsan, ruh ve cesetten meydana gelir.
Ceset için bir ırka mensubiyet söz konusu olmakla beraber, ruhun ırkı yoktur.
İnsanlar hangi ırka mensup olurlarsa olsunlar, diğer âlemde ırklarından değil, amellerinden sorumlu olurlar. "Şu ırktan olanlar cennete, başka ırktan olanlar cehenneme" diye bir ölçü yoktur. Ama "Mü'min olanlar cennete, kâfir olanlar cehenneme" ölçüsü vardır. Mü'min veya kâfir olmak ise, tek ırka mahsus değildir. Hemen her ırktan hem mü'min hem de kâfir çıkabilmektedir.
Peygamber Efendimiz şöyle der:
"Allah kıyamet günü sizin soyunuzdan- sopunuzdan sormayacaktır. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır." (Müslim, Birr, 33)
Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde de şöyle der:
"Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (İbnu Mâce, Zühd, 9)
Hepimiz peygamber torunlarıyız. Atamız Âdem bir peygamberdi.
Ankara Çamlıdere İmam - Hatip Lisesinde görev yaparken, bir ders esnasında öğrencilerimden biri şöyle dedi:
"Hocam, ben peygamber torunuyum."
Ben önce peygamber efendimizin neslinden (Al-i Beytten) olduğunu zannettim, ellerinde bir şecere olup olmadığını sordum. Öğrencim gülerek dedi:
"Hocam, o yönünü bilmiyorum, ama neslimin Hz. Âdeme dayandığından da asla şüphe etmiyorum. Böyle olunca, herkes "ben peygamber torunuyum" diyebilir. Çünkü ilk insan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk peygamberdi."
Doğrusu bu zekice cevap beni ve herkesi şaşırtmıştı. Aslında Âdem'in torunları olduğumuzu biliyorduk ama, hepimizin peygamber torunları olduğumuzu düşünmemiştik.
Peygamber torunlarına kavga değil barış, dövüşmek değil kaynaşmak yakışır.
Hepimiz, aynı insanlık ağacının farklı dallarında biten meyveleriz.
Hz. Nuh'a "İkinci Âdem" de derler. Bazıları, şu an dünyadaki bütün insan ırklarının Hz. Nuhun üç oğlu olan "Ham, Sam ve Yafes"ten geldiğini söylerler. Bunun sebebi, onun zamanında meydana gelen tufanda inkârcı insanların toptan helak edilmeleri ve sonraki insan nesillerinin Hz. Nuh ve Onunla beraber gemiye binenlerden gelmesidir. Aslında biraz daha geriye gittiğimizde karşımıza Hz. Âdem ve Hz. Havva çıkar, bütün insanlar ve ırklar bunlara dayanır. Bu açıdan baktığımızda, bütün insanları aynı ana-babadan gelen akrabalar olarak görmek mümkündür.
Hucurat suresi 13. ayette insanların başlangıçta aynı atadan geldiklerine dikkat çekildiği gibi, aynı surede daha özel bir kardeşliğe de dikkat çekilir ve şöyle denilir:
"Mü'minler ancak kardeştirler." (Hucurat, 49/10)
Buradaki kardeşlik, nesebi bir kardeşlik olmayıp imandan gelen bir kardeşliktir. Bu kardeşlik ebediyen devam edecektir. Nesebi kardeşlik ise, şu dünyada bile bazan hükmünü yitirmekte, aynı anne- babadan gelen kimseler birbirine düşman olabilmektedirler. Eğer aralarında iman bağı yoksa, diğer âlemde bu nesebi kardeşlik bağı bir anlam ifade etmemektedir.
Etraf yılanlarla dolu iken, sineğin ısırmasına pek de bakılmaz.
Bediüzzaman Said Nursi, günümüzün en büyük farz vazifesinin "İttihad-ı İslam" yani "İslam Birliği" olduğunu söyler. Şüphesiz bu birlik, bütün İslam ülkelerinin tek bayrak altında toplanması anlamında olmayıp, siyasi, askeri, ekonomik, kültürel... işbirliği anlamındadır.
Günümüzde, "Araplar 1. Dünya Savaşında bize hıyanet etti, İngilizlerle bir oldular, bizi arkadan vurdular" gerekçesiyle, bir kısım insanımızda "Arap düşmanlığı" fikri olabilmekte. Araplarda da, İngilizlerin "Osmanlı sizi 400 yıl sömürdü, geri bıraktı" desiseleriyle Türk düşmanlığı yapılabilmekte. Hâlbuki Osmanlı oraları idare ettiği zamanda petrol bilinmiyordu ve sömürülecek başka şeyleri de yoktu.
2. Dünya savaşında Almanya ve İtalya birleşip, Hollanda, Belçika, İngiltere ve Fransa'ya büyük zarar verdikleri halde, bugün hepsi aynı Avrupa Birliği çatısı altında bir araya gelmişlerdir. Onlar, ciddi problemlere rağmen kendi aralarında birleşirlerken, İslam dünyasının bölük pörçük olması elbette hoş bir durum değildir. İslam dünyası kendi aralarındaki "sinek ısırması" türünden problemleri bırakıp, onları yutmak isteyen yılanlarla uğraşmalıdır.
Televizyon, kullanıma göre hem faydalı, hem de zararlı olabilir.
Milliyetçilik de öyle...
Her şeyin hem müsbeti hem de menfisi olabilir. Mesela,"televizyon faydalı mıdır yoksa zararlı mıdır?" denilse "kullanıma göre değişir" demek gerekir. Çünkü hem faydalı hem de zararlı olabilir. Benzeri bir şekilde milliyetçiliği değerlendirebiliriz. Her insanın fıtri olarak kendi milletini sevmesi güzeldir, faydalıdır. Ama bu, başka ırk ve milletlerden olanlara düşmanlığa dönerse elbette zararlıdır.
Müsbet milliyetçilik, her insanın kendi milletinden olanlara sahip çıkması, onların problemlerini çözmek için gayret göstermesidir. Bu tarz milliyetçilikte diğer milletlerin inkârı ve kötülenmesi yoktur, kişinin kendi akrabalarıyla daha yoğun münasebet içinde olması gibi, kendi milletinden olanlarla daha yoğun bir teşrik-i mesai yapması vardır.
Menfi milliyetçilik ise, ırkçılık tarzında bir yaklaşımdır. Bu tarz milliyetçilikte kendi ırkından olanları üstün görmek vardır. Bu fikirde olanlar, kendi ırklarından olanları, haksız bile olsalar başkalarına tercih ederler. Başkasını yutmakla beslenmek, menfi milliyetçiliğin en karakteristik özelliğidir.
Milliyetçilik, milleti için fedakârlığı gerektirir.
Gerçek milliyetçiler, millete faydalı olanlardır.
İslam öncesinde Araplar arasında "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et" sözü hayli meşhurdu. İslam dini gelip daha önceki nice batıl esasları yerle bir etti. Bu cümleden olarak, kendi kabilesini üstün görmek şeklindeki yanlışı da kaldırdı.
Bir gün Peygamber efendimiz "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et" ifadesini kullanınca sahabeler hayli şaşırdılar. "Ya Rasulallah, mazluma yardımı anladık ta, zalime nasıl yardım edebiliriz?" diye sordular. Peygamber Efendimiz şöyle açıkladı:
"Zulmüne engel olmak, ona yardımcı olmaktır." (Tirmizi, Fiten, 68)
Şüphesiz her milletten hem mazlum hem de zalim kişiler çıkmaktadır. Her insana düşen görev, çevresindeki mazlum insanların ellerinden tutmak, zalimlerin de zulmüne engel olmaya çalışmaktır.
"Ben milliyetçiyim" diyen birisi, mazluma sahip çıkmıyor ve zalime de "dur" diyemiyorsa, milliyetçilik davasında samimi değildir, ancak kendini aldatmaktadır.
"Sen! Ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır,
Milletler için işte kıyâmet o zamandır."
(M. Akif Ersoy)
Bir mer'ada beraber yaşayan üç öküz varmış. Bu hayvanların biri sarı, biri kara, diğeri de alaca renkliymiş. Bunlar, her zaman birbirine arka vererek otlarlar ve birbirinden ayrılmazlarmış. Kurt, bunları yemek için can atmakla beraber yanlarına yaklaşamıyormuş. Bunun üzerine, gayesine erişmek için bunların arasını açmayı düşünmüş. Bir gün alacalı öküz diğerlerinden uzakta iken, sarı ve kara öküzün yanlarına sokulmuş, "Siz ne kadar hoş ve güzelsiniz! Fakat bu alacalı arkadaşınız sizin aranıza hiç yakışmıyor" demiş. Diğerleri bu sözü tasdik edince kurt, "Bunu aranızdan uzaklaştırın" demiş. Onlar, bu işin çaresini sorunca, "Siz bana yardımcı olursanız ben onu sizden uzaklaştırırım" cevabını vermiş. Kimi, arkadaşının boynundan kimi, ayaklarından bastırarak kurda yardımcı olmuşlar. Kurt, büyük bir iştiha ile alacalı öküzü parçalamış.
Bir başka gün, karnı acıkan kurt, iki öküz birbirinden biraz uzak iken sarı öküze yaklaşmış, "senin rengin ne kadar da güzel, ama arkadaşının rengi siyah, o senin yanına hiç yakışmıyor" demiş. Onun da yardımı ile kara öküzü parçalamış. Sonunda sarı öküzün karşısına dikilmiş ve hiçbir hileye lüzum görmeden doğrudan doğruya "Ben seni yiyeceğim" demiş. Sarı öküz, işin vehametinin farkına varmış. Ama artık iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamış. Çaresizlik içinde şöyle mırıldanmış:
"Aslında biz, alacalı öküzü yedirdiğimiz gün yenilmiş ve bu sonucu hak etmiştik."
Bizi bir ve beraber yapan 'azami müştereklerimiz' varken, dövüşmek niye?
Ülkemiz zaman zaman bazı acı olaylara şahit olmaktadır. Değişik fikir ve kanaatlere sahip gruplar arasında meydana gelen olaylar, halkımızın hem canına, hem malına, hem huzuruna zarar vermektedir. Bu tür olaylar çoğu kere aslında aynı şeyleri isteyenlerin kör dövüşüdür. Mevlana'nın anlattığı şu olay, bu gerçeğe bir ayna olabilir:
Dört ayrı milletten dört kişi arkadaş olmuş, seyahat ediyorlardı. Paraları yoktu. Birisi, bunların haline acıyarak bir lira verdi. İçlerinden Arap olan:
- Arkadaşlar, dedi. Bu parayla ineb alalım. Benim canım ineb istiyor.
İneb Arapça üzüm demekti. İranlı itiraz etti.
- Hayır, dedi engur alalım...
Engur da Farsça üzüm demekti. Rum olanı dedi ki:
- Hayır arkadaşlar, ne ineb, ne engur... Bize şu sıcakta istafil iyi gelir. İstafil alalım. İstafil de Rumca üzüm demekti. Sonunda Türk dayanamadı:
- Ben sizin istediklerinizin hiçbirisini istemiyorum. Bu parayla üzüm alalım, dedi. İneb'ti, engur'du, yok üzüm'dü, istafil'di diye başladılar tartışmaya... Derken iş kavgaya döküldü, yumruk yumruğa dövüşüyorlardı. O sırada bilgin, kadri yüce bir kişi, oradan geçiyordu. Kavganın sebebini sordu, her birisini ayrı ayrı dinledi. Sonunda anladı ki bu dört adam da aynı şeyi söylüyor, yani üzüm istiyorlar... Ellerinden paralarını aldı:
- Susun, dövüşmeyin... Ben bu bir lira ile hepinizin istediğini yerine getiririm. Gönlünüzü bana teslim edin. Bu bir liranız, istediğiniz şeylerin hepsini yapar, muratlarınızı yerine getirir, diyerek çarşıya koştu. Bir liralık üzüm aldı, önlerine koydu. Kavga da bitmişti, dövüş de...
İslâm dini evrenseldir, bir ırkın değil, bütün ırkların dinidir.
İslâm öncesinde Arabistan'da tam bir bedevilik hâkimdi. O coğrafyada yaşayan insanlar medeniyet nedir bilmiyorlardı. Parça parça kabileler halinde yaşıyorlardı. Kureyş gibi bazı kabileler diğer kabilelerden üstün kabul edilir, bazı kabilelere ise değer verilmezdi. Hele zenciler, adamdan bile sayılmazlardı. İslam dini bir güneş gibi doğdu, onları cehalet karanlıklarından kurtardı, itibar ettikleri cahiliye âdetlerini ortadan kaldırdı. İlkel kabilecilik geleneğine son verdi, insanları adalet ve hukuk önünde bir ve eşit saydı.
Peygamber Efendimiz şöyle bildirir:
"İnsanlar Âdem'in çocuklarıdır ve Allah Âdem'i topraktan yaratmıştır." (Ebu Davud, Edeb, 111)
Yine Onun ifadesiyle "İslâmiyet cahiliye ırkçılığını kesip atmıştır." (Tirmizi, Cihad, 28)
"Müslüman olduklarında Kureyşli bir efendiyle Habeşli bir köle arasında bir fark yoktur." (Ahmed b. Hanbel, II, 488)
Bilal-i Habeşi siyah bir köleydi. İslâma intisapla 'müezzinlerin piri' oldu, daima hürmetle yâd edildi.
Selman-ı Farisi, İranlı bir köle iken en önde gelen sahabelerden biri oldu.
Necaşi, Habeş kralıydı, peygamberimizi görmeden Ona iman etti. Vefat ettiğinde, Peygamber Efendimiz gıyabî olarak cenaze namazını kıldırdı.
Peygamber Efendimizin gönderdiği elçiler, dünyanın doğusuna batısına gittiler, bu evrensel mesajı her tarafa ulaştırdılar ve günümüzde de ulaştırmaya devam ediyorlar.
İlk ırkçı şeytandır.
Yaratıldığı madde ile övünmüş, kendini üstün saymıştır.
İnsana değer kazandıran, soy, sop, mal gibi şeyler değil, ilim, ahlak, fazilet gibi değerlerdir. Ama tüm değer ölçülerinde İslama ters düşen şeytan, ırk meselesinde de aldanmış ve aldatmaktadır. Şöyle ki:
Allahu Teala Hz. Âdemi yaratır ve meleklerin Ona secde etmelerini ister. Bütün melekler secde ederler. Ama melekler arasında bulunan şeytan secde etmez. Allahın, "emrettiğim halde secde etmene engel nedir?" sorusuna şöyle cevap verir:
"Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten, Onu ise topraktan yarattın." (A'raf, 7/11-12)
Benzeri bir yaklaşımla, kendi ırk ve milletinden olanları üstün, başka ırk ve milletten olanları aşağı görmek, şeytanî bir bakış açısıdır. Yahudi milletinin, kendilerini Allahın seçkin kulları, diğer insanları ise kendilerine bir nevi hizmetçi görmeleri nice problemler meydana getirmiş ve getirmektedir. Almanların "biz üstün ırkız" mülahazasıyla 2. Dünya savaşını çıkarmaları gözler önündedir.
Bir Milleti 'Millet' Yapan Değerler
'Milliyetimiz bir vücuttur.
Ruhu İslâmiyet, aklı Kur'an ve imandır.'
(Bediüzzaman Said Nursî)
Millet" kelimesi, aynı devlet çatısı altında kader birliği yapmış insanlar topluluğudur.
Bu kelime aslen Arapça olup "din veya mezhep; bir din veya mezhebe bağlı olan cemaat" anlamındadır. Ancak bu kelime 20. yüzyılın başlarından itibaren ülkemizde "aynı atadan gelen insanlar topluluğu" anlamında da kullanılır olmuştur.
Dil, din, vatan, kültür birliği, tarih birliği, ülkü birliği gibi esaslar, bir milleti millet yapan bazı temel değerlerdir. Ama her millet için bütün bu değerlerin beraberce bulunması zorunlu değildir. Mesela, İsviçre halkı dört ayrı dil konuşmalarına rağmen, aralarındaki tarih ve vatan birliğiyle yüzyıllardır dengeli bir devlet olarak varlıklarını devam ettirmektedirler. Amerikan halkı, çok farklı ırklardan meydana gelmekle beraber, vatan, din, ülkü birliği gibi esaslar etrafında birleşebilmişlerdir.
Her millette, milleti meydana getiren unsurların beraberce bulunmamasından dolayı, rkçılıkta ileri giden bazı kimseler bile "Dil, din bir ise; millet birdir" demeye mecbur olmuşlardır. Dolayısıyla ırka bağlı olmadan, "dil, din, vatan" değerlerini esas almak en selametli yol olmaktadır. Bunların üçü bir arada ise, zâten kuvvetli bir millet ortaya çıkar; eğer biri noksan olursa, yine millet dairesine dâhildir.
Kur'an'a Göre 'Millet' Kelimesi
Kendi aklımız cılız ışıklı cep fenerine benzer.
Kur'an ise Güneş misali âlemimizi aydınlatır.
Eskiden çocuklara temel bazı İslami bilgiler verilirken 'hangi millettensin'? sorusuna cevap olarak 'İbrahim milletindenim' cevabı öğretilirdi. Buradaki 'millet' kelimesi din anlamındadır. Kur'an'da 'İbrahim milleti' şeklinde geçer. (Mesela bk. Bakara 130, 135, Al-i İmran 95, Nisa 125')
Peygamber Efendimizin nesebi Hz. İbrahime dayandığı gibi, dininin esasları da ona dayanmaktaydı. Bu yüzden yüce Allah peygamberimize İbrahim milletine, yani dinine yönelmesini ister.
Bir başka ayette ise şöyle bildirilir:
"Ne Yahudiler, ne de Hristiyanlar sen onların milletine tabi olmadıkça asla senden razı olmazlar." (Bakara, 2/122)
Bazı dinî eserlerde 'İslâmiyet milliyeti' ifadesiyle karşılaşırız. Bu ifade, ırkı değil dini öne çıkaran müsbet bir milliyetçiliği ifade etmektedir. Aynı vatanı paylaşan, aynı dini yaşayan insanlar kendi aralarında kuvvetli bir millet olabilmelidirler.
Bölünmüşlük, parçalanmışlık kuvvet kaybıdır.
Birlikten ise kuvvet doğar.
Asr-ı Saadette Medine-i Münevvere'de Evs ve Hazreç isimli iki kabile vardı. Aralarında Buas denilen yüzyılı aşkın savaşlar sürmüş, İslâm gelince düşmanlıklarını unutup kardeş olmuşlardı.
Bir gün her iki kabilenin ileri gelenleri bir araya gelmiş, tatlı tatlı sohbet ediyorlardı. Bu durumu gören Şas Bin Kays isimli yaşlı bir yahudi, onların bu birlik ve beraberliğinden rahatsız oldu. Bir yahudi gencine, "Git, yanlarına otur. Onlara Buas günlerini ve önceki savaşları hatırlat ve o günlerde söyledikleri şiirlerden bazılarını okuyuver" dedi.
Delikanlı denileni ustaca yaptı. Çok geçmeden Evs ve Hazreçliler münakaşaya ve birbirlerine kızmaya başladılar. İş kızıştı ve o dereceye vardı ki, iki taraf da, 'İsterseniz bugün yine öyle bir gün yaşarız. İşte meydan!' demeye başladılar. Ortalık birdenbire alevlendi, kılıçlar çekildi, birbirlerine yürümeye kalktılar. Durum hemen Resûlullaha bildirildi. Sahabîleriyle birlikte hadise yerine gelen Hazreti Peygamber, "Ey Müslümanlar, size ne oldu, neden böyle yapıyorsunuz?" diye söze başladı ve şunları söyledi:
"Ben aranızdayken cahiliye dâvâsı mı güdüyorsunuz? Allah size İslâmı gönderdi, küfürden kurtardı, cahiliye âdetlerinin kökünü kesip kalplerinizi birleştirdi. Bütün bunlardan sonra yine eski küfrünüze mi dönüyorsunuz?"
Bu konuşmalar üzerine Evs ve Hazreçliler hatalarını ve oyuna geldiklerini anladılar, silâhlarını bırakıp gözyaşlarıyla birbirlerinin boynuna sarıldılar, helâlleştiler.
Bu münasebetle şu ayetler nazil oldu:
"Ey iman edenler!
Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar.
Allah'ın âyetleri size okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
Ey iman edenler! O'na yaraşır şekilde Allah'tan korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.
Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. Böylece O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun kenarında iken sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.
İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun.
İşte kurtuluşa erenler onlardır.
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.
O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara: "İmanınızdan sonra küfrettiniz ha? Öyle ise inkâr etmenize karşılık tadın azabı" denecektir.
Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
Bunlar Allah'ın, sana gerçek olarak okuyageldiğimiz âyetleridir. Allah asla âlemlere bir haksızlık murat etmez.
Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür." (Âl-i İmran, 3/100-109)
Irkçılık Yönünden İslâm ve Hristiyanlık
Kur'an-ı Kerim dikkatle okunduğunda, onun bir millete değil, tüm insanlığa hitap ettiği görülür.
İlâmî alanda araştırmalar yapan meşhur şarkiyatçı W. Montgomery Watt şöyle der:
'Birçok hristiyanın meylettiği fikre göre bütün dünyanın nihai dini hristiyanlık olacaktır. Fakat bu, kesin olmaktan çok uzaktır. Sadece bir noktaya dokunmak konuya açıklık getirmek için yeterlidir: Başta gelen hristiyan ülkelerden bazıları bugün bir ırkçılık felaketine düşmüşler. Şimdi, kendi mensupları arasında görülen ırkçılık felaketiyle başa çıkamayan bir dinin diğer dünya problemlerinin çözümüne katkıda bulunması elbette mümkün değildir' İslam'ın üstün olduğu konular arasında başta geleni, onun insan kardeşliğinin kurulmasındaki başarısı ve iman konusundaki derinliğidir' Geleceğin yegâne dininin çerçevesini temin etme iddiasında İslam, şüphe yok ki güçlü bir yarışçıdır.' (W. Montgomery Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 173)
Nitekim dünyanın her tarafında hristiyan misyonerleri harıl harıl çalıştıkları halde, İslamiyet çok daha sür'atli bir şekilde yayılmaktadır. Mesela beyaz insanların Afrika'da siyahlar için ayrı kiliseler yapmaları o insanları rencide etmekte ve Hristiyanlığı değil İslâm'ı seçmektedirler.
Bu konuda şöyle bir olay nakledilir:
Bilindiği gibi Afrika, siyah ırkın hâkim olduğu bir kıtadır. Geçtiğimiz yüzyılda misyonerler Afrika halkının hrıstiyan olması için çok çalıştılar. Oradaki insanların genelde fakir olmalarından hareketle onlara konserve gönderip hristiyanlığa davet ettiler. Muhataplarının bir kısmı "tamam, bu hafta biz de kiliseye gelelim" dediklerinde, "acele etmeyin, biz size ayrıca kilise yapacağız" dediler.
Ama Müslümanlar oraya İslâm'a davete gittiklerinde onlara ayrı cami göstermediler, beraber namazlarını kıldılar. Bu da Afrika halkının İslâm'a girmesini hızlandıran bir durum oldu. Öyle ki, bir misyoner yetkili Afrikadaki durumu Vatikan'a rapor ederken şunu bildirmek durumunda kaldı:
"Bizim gönderdiğimiz konserveleri yiyorlar, ama sofradan 'elhamdülillah' diyerek kalkıyorlar!"
Deri rengi siyah olan nice insanın, ruhu pak ve beyaz olabilir. Beyaz ırktan nice insanın da ruhu kararmış olabilir.
'Balonları yükselten dışındaki renk değil, içindeki cevherdir.'
(Lyle D. Flynn)
Küçük bir zenci çocuk, şehrin lunaparkında dolaşırken bir satıcının elindeki balonları seyre dalmıştı. Her renkten ve her biçimden balonlar ışıl ışıl parlıyorlardı.
Derken, birdenbire kırmızı bir balon kazara bağlandığı yerden kurtularak havada uçtu, uçtu, uçtu ve nihayet aşağıdan seçilemeyecek kadar yükseldikten sonra gözden kayboldu.
Bu manzarayı seyretmek için öyle bir insan kalabalığı toplanmıştı ki, satıcı, bir tane daha bırakmanın iyi bir reklâm olacağını düşünerek havaya parlak sarı renkte bir balon daha bıraktı. Arkasından bir tane de beyazını çözdü.
Küçük zenci, olduğu yerden bir hayranlık içerisinde ardı ardına uçan rengârenk balonları seyrettikten sonra: 'Baloncu amca' dedi. 'Acaba bir de siyah renkte balon bıraksanız, ötekiler kadar yükselir mi'?
Baloncu, anlayışlı bir bakışla çocuğa tebessüm ederek, siyah renkli bir balonu çözdü. Parmaklarını gevşetip onu da boşluğa bırakırken şöyle dedi:
"Yavrum, bu balonları yükselten dışındaki renk değil, içindeki cevherdir." (Lyle D. Flynn)
Irkçılık fikri, İslâm öncesi cahiliye kalıntılarındandır.
Ağır aksak işleyen bir bilgisayara yeni bir format atıldığında kendine gelir ve düzgün bir şekilde çalışmaya başlar. İslâm dini gelmeden önce Arap milleti ağır aksak işleyen bir makine gibi idi. İslâm dini onların hayatlarını yeni baştan tanzim etti ve onları yükseltti. Böylece vahşetin yerini insanlık, bedeviliğin yerini medenilik, geri kalmışlığın yerini ilerleme aldı.
Kur'an-ı Kerim, İslâm öncesi zihniyetlerden "cahiliyye" şeklinde bahseder. Mesela, Allah'ı çok ötelerde tasavvur edip, "artık bu âleme karışmaz, olaylara müdahalesi yoktur" şeklindeki bir zan, cahiliyye zannı; Hak din namına değil, bâtıl şeyler uğruna gayrete gelmek, cahiliyye hamiyetidir. (bk. Âl-i İmran, 154, Mâide, 50; Fetih, 26).
Irkçılık fikri de cahiliye kalıntılarından gelen bir yaklaşımdır. İslâm'ın getirdiği "inananlar kardeştir" prensibini benimseyen ilk Müslümanlar, bedevilikten ve kabilecilikten kurtulup medeniyeti yakalamışlar, diğer milletlere de örnek olmuşlardır.
Hatadan dönmek fazilettir, hatada ısrar etmek ise o hatadan daha büyük bir hatadır.
Ashaptan Ebu Zerr, Bilal-i Habeşiyle bir gün tartışır ve ona: "Siyah kadının oğlu" diye hakaret eder. Durum Hz. Peygamber'e haber verilince Peygamberimiz son derece kızar ve Ebu Zerr'e şunları söyler:
"Ey Ebu Zerr! Sen Bilali, annesinin renginden dolayı ayıplamışsın öyle mi? Demek ki sen hâlâ cahiliye zihniyeti taşıyorsun!"
Bir anlık öfke ile ağzından çıkan ve kendisinin de istemediği bu sözden dolayı Ebu Zerr çok üzülür, pişman olur. Ağlamaya başlar ve kendini yere atarak yüzünü toprağa yapıştırır. Ardından şöyle der:
"Bilal ayağı ile yanağıma basıp çiğnemedikçe, vallahi yüzümü yerden kaldırmayacağım'"
Bilal-i Habeşiden tekrar tekrar özür diler.
Bilâl ise, yerden. Ebû Zerr'i kaldırır, "bu yüz basılmaya değil, öpülmeye layıktır" diyerek onu bağrına basar.
Öyle görülüyor ki, peygamberlerden sonra en seçkin kimseler olan sahabeler bile zaman zaman yanlış yapabiliyorlar. Ama bu yanlışlarında ısrar etmiyorlar. Zira biliyorlar ki, hatadan dönmek fazilettir, hatada ısrar etmek ise o hatadan daha büyük bir hatadır.
İslâmiyet, ona mensup milletlerin 'üst kimliğidir.'
İslâmiyet soy-sop üstünlüğüne ve bununla övünmeye son vermiştir. Ashab-ı Kiramın bulunduğu bir mecliste, Sa'd bin Ebi Vakkas, sahabenin ileri gelenlerinden bazılarına soylarını saymalarını teklif etti. Kendisi de bu arada kendi soyunu baştan sona sıraladı. Topluluğun içinde İran asıllı Selman-ı Farisi de vardı. Onun, Kureyş ileri gelenleri gibi övünebileceği meşhur bir nesebi yoktu. Soyunu teferruatlı olarak da bilmiyordu.
Hz. Sa'd, ona da nesebini saymasını teklif edince, cevaben şöyle demişti:
"Ben İslâmoğlu Selman'ım.. Nesebimi sizin gibi bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, o da Allahın beni İslâm ile şereflendirdiğidir..."
Sa'd'ın lüzumsuz, aynı zamanda cahiliyet devri zihniyetini andıran bu nesep sayma teklifinden Hz. Ömer de rahatsız olmuştu. Selman'ın bu manidar cevabı o kadar hoşuna gitti ki, "Ben de İslâmoğlu Ömerim" diyerek Hz. Selman'ın cevabına nazire yaptı.
Hadiseyi Hz. Peygamber (sav) duyunca, o da Selman'ın cevabını çok beğenmiş, "Selman bendendir, benim ehl-i beytimdendir (ailemdendir)" buyurmuştur. (İbnu Hişam, Siretu'n-Nebeviyye)
'Eskiden sağır, dilsizdim. İslâm ile kendimi buldum.'
(Malcolm X)
Malcolm X, Amerikada ihtida etmiş zenci Müslümanlardandır. 1925'te Omaha'da dünyaya gelmiş, 1965'te New York'ta şehid edilmiştir. Önceleri, sırf beyazlara tepki olsun diye İslâma girer, öyle ki konuşmalarında "Tanrı siyahtır" demektedir. Ama hac için mukaddes beldelere gittiğinde orada her renkten insanların Ka'be'nin etrafında tavaf ettiklerini görür, ırkçılık fikrinin İslâmda olmadığını anlar, eski fikirlerinden vazgeçer. Çünkü o "masmavi gözleri, sapsarı saçları olan insanlarla aynı tabaktan yemek yemiş, aynı saflarda omuz omuza namaz kılmıştı."
Mekke'den hanımına şunları yazıyordu:
"İnanamayacaksın ama; tenleri beyazdan daha beyaz olan insanlarla aynı bardaktan su içtim ve aynı tabaktan yemek yedim. Hepimiz bir kardeştik. Ben artık ırkçı bir Müslüman değilim. Gerçek peygamberimiz olan Hz. Muhammed ırkçılığı yasaklamıştır."
Dönüşünde, ırklar ötesi bir din olarak İslâm'ı tebliğ eder.
Yavuz Sultan Selim ve İslâm Birliği
'Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş.
Bir veliye bende olmak cümleden âlâ imiş.'
(Yavuz Sultan Selim)
Yavuz Sultan Selim, doğuya yaptığı seferlerle büyük ölçüde İslâm Birliği'ni sağlamış, 'mukaddes emanetleri' İstanbul'a getirip 'müslümanların halifesi' ünvanına sahip olmuştur. Bir şiirinde şöyle der:
"Milletimde ihtilaf u tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a'dayı def'e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni."
Yani, "Milletimde meydana gelebilecek birbirine düşme ve bölünme endişesi, beni kabrimde bile rahatsız eder. Düşmanları def etmek için tek çaremiz bir ve beraber olmak iken, milletimiz bunu yapmazsa gönlüm yara bere içinde olur."
İdris-i Bitlisî, Yavuz döneminin şark âlimlerindendir. Bu zât, Doğu Anadolu'daki Kürt ve Türkmen aşiret reisleriyle görüşerek onların Osmanlı'ya iltihakını sağlamıştır.
'Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem.
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım.'
(M. Akif Ersoy)
Mehmet Akif, Osmanlının son dönemini ve Cumhuriyetin ilk dönemini idrak etmiş, insanımızın maruz kaldığı zor halleri kalbinin taa derinlerinde hissetmiş ve bu hislerini şiir kalıbı içerisinde diğer insanlarla paylaşmıştır.
Safahat'ı okuyanlar, bu muhteşem eserin satırları arasında Akif'in ızdıraplarını kolaylıkla görmektedirler.
Osmanlının son döneminde Mehmet Akif'in de içinde yer aldığı bazı aydınlar İslam birliği (ittihad-ı İslam) fikrini savunurken, bazıları Türkleri bir bayrak altında toplamak (Turancılık) görüşünde idiler.
Mehmet Akif, bu konuda şöyle der:
"Turan ili" namıyla bir efsane edindik;
"Efsane, fakat gaye!" deyip az mı didindik?
Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda?
Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda."
"Hani milliyetin İslâm idi, kavmiyet ne?
Sarılıp sımsıkı dursaydın ya milliyetine.
'Arnavut' ne demek, var mı şeriatta yeri...
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri?"
(M. Akif Ersoy)
Mehmet Akif, doğma büyüme İstanbullu olmakla beraber aslen Arnavuttur. Osmanlının son döneminde, devlet içinde yer alan bazı unsurlar, müstakil devlet kurmak peşinde koştular, ama hiç de mutlu olamadılar. Osmanlı günlerini mumla arar hale geldiler.
Mehmet Akif, bunu bir şiirinde şöyle anlatır:
"Türk Arapsız yaşamaz, kim ki 'yaşar' der delidir,
Arab'ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz baş başa; zira sonu hüsran-ı mübin,
Ne hükûmet kalıyor ortada, billahi ne din!
'Medeniyyet' size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken hâlâ,
Ne bu şûride siyaset, ne bu fasid dava?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz,
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum...
Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!..?"
'Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız!'
Bazıları hitap ederken belli bir milleti hedef alır, konuşur. Bediüzzaman Said Nursi ise gençlere şöyle hitap eder:
"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi i'dam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!?" (bk. Lem'alar, s. 120)
Bediüzzaman'ın gençlere bu hitabında bir ırk ismi vermeden 'Ey bu vatan gençleri' demesi çok anlamlıdır. Çünkü eskiden beri hicretlerle pek çok milletin gelip geçtiği veya yerleştiği bu mübarek vatanda, günümüzde de farklı milletler beraberce yaşamaktadır. Hepsini tek bir isimde toplamak mümkün değildir. Toplamaya çalışanlar da muvaffak olamamışlardır. Yüzde doksan küsuru Müslüman olan bu cennet vatanın evladını bir araya getiren bağ, İslâmiyettir. Bayram ve Cum'a namazlarında, yedisinden yetmişine, liberalinden radikaline her türlü insanın, camilerde kardeşçe bir araya gelmesi bunun bir ispatıdır.
'Ben milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum.'
(Bediüzzaman Said Nursî)
Bediüzzaman Said Nursi, İslâmî açıdan milliyetçiliği şöyle değerlendirir:
"Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur'ân ve imandır." (Münazarat, s. 99)
Bilindiği gibi, bir vücudun ruhu olmasa o vücut bir işe yaramaz, aklı olmasa çılgınca işler yapar. Onun gibi, müsbet manada bir milliyetçiliğin de ruhu İslâmiyet, aklı Kur'an ve imandır.
Bir Müslüman hangi ırka mensup olursa olsun İslâmiyetten ruh alır ve almalıdır. Mesela, günümüzde Macarlar ve Bulgarların bir kısmı Türk olmalarına rağmen İslâmiyetten ruh almadıklarından Türklükle de pek bağları kalmamıştır.
Öte yandan, bir Müslüman mücerret kendi aklıyla değil Kur'an'ın ölçülerine göre ölçer, biçer ve meseleleri değerlendirir. Mesela kendi aklı ona kendi milletinden olanları daha üstün gösterebilir.
Ama Kur'an'a baktığında üstünlüğün takva ile olduğunu görür, kendi aklına göre değil Kur'an'a göre değerlendirir.
Peygamberlerin çoğunun doğuda, felsefecilerin çoğunun batıda çıkması, doğuyu ayağa kaldıracak esasın din olduğuna kaderin bir işareti gibidir.
'Doğu' denildiğinde daha çok İslâm âlemi, 'Batı' denildiğinde ise Hristiyan dünyası hatıra gelir.
Her milletin kendine has özellikleri olabilmektedir. Mesela, batı toplumlarına nisbetle doğuda din daha ön plandadır. Bediüzzaman Said Nursi, Birinci Millet Meclisinde bir beyanname neşreder. Bu beyannamede dikkat çektiği hususlardan biri de halkımızın batı milletlerinden farkıdır. İdarecilerin bu farkı görmeleri ve ona göre icraatlarda bulunmaları gerekir. Said Nursi şunları nazara verir:
"Bu İslâm milletinin cemaatleri, gerçi bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa yine başlarındakini dindar görmek ister. Hattâ doğu illerinde bütün memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: "Acaba namaz kılıyor mu'" derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir de olsa nazarlarında müttehemdir."
"Bir zaman, Beyt-üş Şebab aşiretlerinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: "Sebep nedir?" Dediler ki: "Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?" Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler." (Mesnevi-i Nuriye, s. 99-100)
'Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.'
(M. Akif Ersoy)
Kendisi Bitlis'te dünyaya gelen, ömrünün büyük bir kısmını Türkler içinde geçiren ve eserlerini Türkçe olarak yazan Bediüzzaman'a göre Kürtler,
' Türklerin hakiki bir vatandaşı
' Eskiden beri onların cihad arkadaşıdır. (Mektubat, s. 430)
Türkler ise,
' İslâm ordularının en kahramanı, (Lem'alar (Osm.), s. 757)
' İslâmiyetin kahraman bayraktarıdır. (Emirdağ Lahikası II, s.103)
Bediüzzaman, 1908 yılındaki meşrutiyet sonrasında neşrettiği Nutuk isimli eserinde, günümüze hayli benzeyen o günün şartları içinde muhataplarına şöyle der:
"Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti. Mecmuumuz bir iyi insan oluruz."
Bir şair ve bir hattat beraber gezerlermiş. Bu samimiyetin sırrı sorulduğunda şöyle cevap vermişler:
"Birimiz okumayı biliyor, diğeri yazmayı. Ayrı ayrı olunca noksan oluyoruz. Ama bir araya gelince birbirimizi tamamlıyoruz, oluyoruz, okur - yazar."
Her milletin kendine has bazı karakterleri vardır. Bu özellikler milletin her ferdinde aynen olacak demek değildir. Ama o millet toptan değerlendirildiğinde o karakter kendini gösterir. Bediüzzaman, bu ifadesinde iki milletin bariz özelliklerine dikkat çekerek beraberliğin lüzumunu anlatmıştır.
Bediüzzaman'ın Celal Bayar ve Adnan Menderes'e Gönderdiği Mektubundan Bir Bölüm
1960 yılında vefat eden Bediüzzaman Said Nursi, vefatına yakın yıllarda yazdığı bir mektupta, zamanın cumhurbaşkanı ve başbakanına bir mektup yazar. Bu mektupta, günümüzün hâlâ halledilmemiş bazı problemlerine reçeteler bulmak mümkündür. Said Nursi, şunları söylemektedir:
"Altmış beş sene evvel Câmi-ül Ezher'e gitmek istiyordum. 'Âlem-i İslâm'ın medresesidir' diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi-ül Ezher Afrika'da umumi bir medrese olduğu gibi; Asya, Afrika'dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî hakiki milliyet olan İslâmiyet milliyeti ile Kur'anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fenleri ile dini ilimler birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakikatleriyle tam musalaha etsin. Ve Anadolu'daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye doğu illerinin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın ortasında Medreset-üz Zehra manasında, Câmi-ül Ezher üslûbunda bir dârülfünun; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam ellibeş senedir Risale-i Nur'un hakikatlerine çalıştığım gibi, ona da çalışmışım."
"En evvel bunun kıymetini -Allah rahmet etsin- Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altun lira verdiği gibi, sonra ben 1. Dünya Savaşındaki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara'da mevcud 200 meb'ustan 163 meb'usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayd ve batılılaşmak ve geleneklerden sıyrılmak taraftarı bulunan bir kısım milletvekilleri dahi onu imza ettiler."
Yalnız onlardan ikisi dediler ki: "Biz şimdi an'anevî ve dinî ilimlerden ziyade batılılaşmaya ve medeniyete muhtacız."
Ben de cevaben dedim:
"Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser peygamberlerin Asya'da, Doğuda çıkması ve ekser feylesofların Batıda gelmelerinin delaletiyle; Asya'yı gerçek anlamda ilerletecek, fen ve felsefenin tesirlerinden ziyade din hissi olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak batılılaşmak namıyla İslâmi gelenekleri bıraksanız ve dine dayanmayan bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan doğu illerinde millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet'in hakikatlarına kat'iyyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:"
"Ben Van'da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?"
Dedi: "Ben Müslüman bir Türk'ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünki tam imana hizmet ediyorlar.""Bir zaman geçti o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı öğretmenlerden aldığı aks-ül amel ile, o da Kürdçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd'ü, sâlih bir Türk'e tercih ediyorum."
"Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu İslâm milletinin kahraman bir ordusudur."
"Ey sual soran milletvekilleri! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı dinî ders mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve İslâm kardeşliğini tanımayan sırf felsefi ilimleri okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum!?"
"İşte bu cevabımdan sonra, an'ane aleyhinde ve her cihetle batılılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını afvetsin, şimdi vefat etmişler'"
(Emirdağ Lahikası II, s. 224-225)
'Bizim düşmanımız cehalet, zarûret ve ihtilaftır.
Bu üç düşmana karşı san'at, mârifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz!'
'Düşman" denildiğinde daha çok dış düşmanlar akla gelir. "Cihad" denildiğinde ise genelde dış düşmanlara karşı savaş hatırlanır. Bediüzzaman Said Nursi, şu ifadesinde aynı kavramlara farklı açıdan yaklaşır:
'Bizim düşmanımız cehalet, zarûret ve ihtilaftır.
Bu üç düşmana karşı san'at, mârifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz!' (Tarihçe-i Hayat, s. 64)
Cehalet, bilgisizlik; zaruret, fakirlik; ihtilaf ise ayrılıktır.
Cehaletin ilacı marifet, zaruretin ilacı sanat, ihtilafın ilacı ittifaktır.
Cehaletten kurtulup "bilgi toplumu" olma yolunda gayret sarfetmek, ekonomik yönden güçlü olma uğraşısı vermek ve toplumdaki ayrılık pürüzlerini giderme mücadelesi yapmak mukaddes bir cihaddır.
Hiçbir İslâm toplumu, böyle bir cihaddan müstağni olamaz. Zira bu düşmanlar, hemen her devrin ve her toplumun ortak düşmanıdırlar.
Hepimiz insanız
Küçüklüğümüzde dillerde dolaşan şöyle bir şarkı vardı:
"Bütün dünya buna inansa,
Bir inansa,
Hayat bayram olsa.
İnsanlar el ele tutuşsa,
Birlik olsa,
Uzansak sonsuza.'"
Bütün dünya insanlarının el ele tutuşmalarını, bir ve beraber olup huzur içinde yaşamalarını istemek, şüphesiz güzel bir temennidir, ama böyle bir ideal bugüne kadar tarihin hiçbir devrinde gerçekleşmemiştir. Ülkemiz dâhilinde bunu istemek ise bir ütopya olarak görülmemelidir, tarihimiz bunun en güzel örnekleriyle doludur. 600 yıldan fazla devam eden Osmanlı Devletinde, değil sadece aynı dine mensup İslam milletleri, gayr-i müslim azınlıklar da huzur ve barış içinde yaşamışlardır.
Hep birlikte daha mutlu ve daha huzurlu yarınlara...
On yıl devam eden Irak - İran savaşıyla alakalı şöyle bir yorum dinlemiştim: "Irak ve İran savaştı, bir milyon kişi hayatını kaybetti, her iki devlet de aynı sınırlarında kaldı, hiç biri bir şey kazanmadı. Bu savaşı, silah satan ülkeler kazandı!"
Son otuz yılda terör yüzünden onbinlerce insanımız hayatını kaybetti. 2007 sonlarında yapılan bir açıklamada, ülkemiz dâhilinde meydana gelen terörün 23 yıllık faturasının 300 milyar dolar civarında olduğu belirtildi. Bu korkunç meblağ, terörün kimlere yaradığını açıkça göstermektedir. Bazı güçler, güçlü bir Türkiye istememektedirler. Bunun da yolu, bir takım olaylarla milletimizin oyalanmasından geçmektedir.
İstiklal şairimiz merhum Mehmet Akif Ersoy şöyle der:
"Sen! Ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır,
Milletler için işte kıyâmet o zamandır."
Osmanlı Devleti, bünyesinde pek çok milletleri barındırmıştı. Bu milletler aynı devlet çatısı altında asırlarca kardeş olarak yaşadı. Osmanlının torunları olarak bizlere düşen görev, birlikte yaşamanın en güzel örneklerini verebilmektir. Dinimiz bunu emreder, tarihimiz bunu gösterir, kültürel alt yapımız buna müsaittir. İçinde bulunduğumuz şartlar da birlik ve beraberlikten başka tercih hakkımız olmadığına işaret eder. İnanıyoruz ki, bu cennet vatanın insanları basiretli davranacak, kaos ve kargaşa yerine huzur ve refahı seçeceklerdir.
Ülkemiz, yeni bir diriliş heyecanı yaşamaktadır. Tarihe yön veren bir milletin, bir kaç asırdır "gelişmekte olan ülkeler" arasında sayılması, hamiyet ve gayret sahibi insanlarımızı derinden üzmektedir. Şimdi maddi ve manevi kalkınma zamanıdır. Yeniden, tüm dünyaya gerçek medeniyetin nasıl olacağını gösterme zamanıdır.
Allah, yar ve yardımcımız olsun.
Kitabı resimleri ile birlikte PDF olarak indirmek için tıklayın.
Bu makale Mega Ofset tarafından basılan aynı isimli kitapdan alıntıdır.
ACLÛNİ, Muhammed, Keşfu'l-Hafa
BAŞAR, Alaaddin, Irklar Ötesi Dava, Zafer Yay. İst.
BEYHAKİ, es- Sünenü'l- Kübra
BEYDÂVİ, Kadı, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil
BUHARİ, Muhammed İsmail, Camiu's-Sahih (Sahihu'l-Buhari)
DARİMİ, Ebu Muhammed b. Abdurrahman, Sünen
EBU DAVUD, Sünen
ERSOY, Mehmed Akif, Safahat
GÜNDÜZALP, Selim, Sevgi Öyküleri, Zafer Yay.
HAKİM, Ebu Abdullah (Nisaburi) Müstedrek, Matbaatu'l-İslamiye, Beyrut
İBNU HANBEL, Ahmed, Müsned
İBNU HİŞAM, es-Siretu'n-Nebeviyye
İBNU KESİR, Hafız, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim
İBNU MACE, Sünen
İMAM MALİK, el- Muvatta
MEVLANA, Celaleddin Rumi, Mesnevi, Tercüme ve şerh: Tahiru'l-Mevlevi, Ahmed Said Matb. İst. 1963
MÜNAVİ, Feyzul-Kadir
MÜSLİM, İbnu Haccac, Camiu's-Sahih
NURSİ, Said, Risale-i Nur Külliyatı
RÂZİ, Fahreddin, Mefatihu'l-Gayb (Tefsiru Kebir)
SABUNİ, Muhammed Ali, Safvetu't-Tefasir
SÜYUTİ, Celaleddin, el-Camiu's- Sağir,
TABERİ, İbnu Cerir, Camiu'l- Beyan an Te'vili'l- Kur'ân, (Tefsiru't- Taberi)
TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed, Sünen
WATT, W. Montgomery, Modern Dünyada İslâm Vahyi Ter: Mehmet Aydın, Hülbe Yay. Ank. 1982.
YAZIR, Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili
BENZER SORULAR
- Onlarca Irk Nasıl Oluştu?
- MİLLİYETÇİLİK, ırkçılık
- İslam literatüründe "İslamiyet milliyeti" gibi bir kavram mevcut mudur?
- Bir Müslüman bir Müslümana milliyetinden dolayı ırkçılık yaparsa veya rencide edici sözler sarf ederse kul hakkına girer mi? Bunun haşir meydanında hesabı var mıdır?
- Milliyetçilik, ırkçılık hakkında bilgi verir misiniz? Kendi milletimi diğer milletlerden daha fazla sevmem caiz midir?
- Milliyetçilik, Irkçılık Değildir
- Irkçılık hakkında bilgi verir misiniz? Türkiye topraklarında yaşayanlara genel olarak Türk denilmektedir; bu doğru mudur?
- Irklar ne ifade ediyor?
- Irklar Ötesi Dava, Ruhun Irkı Yoktur
- İSLAM'DA BİRLİK